Emilia "Paw5" Pawlikowska'dan 'Forest' isimli çalışma
|
Bir yazı nasıl yazılıyor?
Gayet basit. Giriş, gelişme ve sonuç için üç cümle seçiyorsunuz. Bunları aralıklı olarak bir dosya kâğıdına (Muhakkak çizgili olacak, sol tarafa kırmızı kalemle çizgi çekip kenar süsü yapmayı unutmayın.) yazdıktan sonra boş kalan satırları aklınıza gelen gelmeyen (O da nasıl oluyor demeyin, oluyor!) bir yığın saçmalıkla dolduruyorsunuz. Eveeeet, konumuzu böylece işledikten sonra sıra geldi problem çözmeye. :)) Teoriyi hallettik, biraz da pratik yapalım.
Bu hafta Orman Haftası.
Giriş için gayet usturuplu bir cümle seçimi. Öncelikle sosyal bir etkinliği ilan ediyorsunuz. Bileni var, bilmeyeni var. Ama en önemlisi SİZİN adı sanı pek edilmeyen, kıyıda köşede kalmış bir haftayı biliyor (Hayır, ajandadan kopya çektiğinizi açıklamaya gerek yok!) ve önemsiyor olmanız. İlan etmek, alttan alta bilmişlik taslamak ve son olarak bu iki eylem sayesinde hiç çaba harcamadan bu olayı bilmeyen, unutan, hatta pek de umursamayan kişilerde suçluluk duygusu uyandırmak… Bu, bir yazıyı okutmak için en güçlü kozlardan biridir. :)) Tek cümle ile bunca kuş… şey yani okuyucu vuracağınız… amaaaan toplayacağınız aklınıza gelir miydi? (Eee, tecrübe konuşuyor… pardon yazıyor burada! :D ) Şimdi herkes nefesini tutmuş ikinci cümleyi bekliyor olmalı. Akıllarından neler geçiyordur kim bilir?
“Hiiii, acaba duyarsızlığımızdan mı dem vuracak? Ay, vallahi ben her yıl kutlarım bu haftayı. Evde geçit törenleri yapar, maytap yakarız. Ayrıca geçen yıl bu vesileyle bahçedeki uyuz ağacı bile budatmıştım. Hatta kesim ekibi cinsini de söylediydi, ama aklımda kaldıysa Obama olayım. Iıııı… Belki de Usain Bolt olsam daha iyi olacak. Yoksa bizim çevreci arkadaşlar benim Orman Haftasını bu yıl da unuttuğumu öğrenirlerse, ancak Bolt olursam kurtulabilirim ellerinden.”
Bırakın, soğuk terler dökerek beklemeye devam etsin okuyucular! Siz gelişme cümlesine odaklanın!
“Yok, yok! Kesin ormanların güzelliğini anlatacak. O vahşi doğanın bile içindeki canlılara nasıl şefkatli yuvalar kurduğundan, derununda kaç çeşit tabii hazine barındırdığından, sanki kusursuz bir fraktaliymiş gibi evrenin altın oranını bünyesinde nasıl tekrar tekrar ürettiğinden, sade ihtişamıyla insanı bir görüşte baştan çıkarabilme kabiliyetinden, yan yana gelmesi mümkün ve / veya estetik kabul edilmeyen nice rengi yeşil paletinde nasıl kaynaştırıverdiğinden, rahat bırakıldığında neredeyse hiç zarar vermeden çoğalmayı, büyümeyi sürdürebilme kudretinden bahsedecek. Kimse görmese bile ormanda devrilen ağacın tüm ağırlığıyla yüreklere düştüğünden dem vuracak. Orman yangınlarının kara dumanının binlerce kilometre öteden bile boğazımıza düğümlediği güdük nefesler benzeri oksijensiz cümlelerle o korkunç yıkımı anlatacak belki. Hatta kapladığı geniş alan yüzünden böylesine görkemli ve güçlü görünen bir şeyin niye bu kadar narin ve kırılgan bir güzellik olduğuna ağıtlar yakacak. En sonunda dünyanın bu, hor kullanılan ahşap saraylarının içini dolduran kuş sesleri sayesinde dallarının yeşiline kanat takacak ve huzurunu ruhumuza üfleyecek.”
Ama bu böyle olmaz ki. Siz müstakbel okuyucunuzun (bazıları müstakbel veya sabit okumayıcı olacaktır, hele de yazıyı bu kadar gevelerseniz…) aklından geçenleri değil, yazacağınız yazıyı düşünün, rica ederim. Ner’de kalmıştık? A, evet! Gelişme cümlesi. Düşünün bakalım, en az giriş kadar etkileyici bir gelişme cümlesi nasıl yazılabilir?
“Orman çok güzel bi’ şi’dir. Yeşil olur. Biz ormanlarımızı çok severiz. Hafta sonları dolmamızı, sarmamızı, böreğimizi, çöreğimizi yapar, küçük tüpümüzü, yanıcı malzemeden örtülerimizi, plastik ve teneke şişelerdeki içeceklerimizi, bi’ de topumuzla tüfeğimizi alır, doğru ormana gideriz. Ormanın havası tertemiz olur. Onun için ağaçlara karşı sigara tellendirmenin keyfi hiçbir şeyde yoktur. Orman ağaçlardan oluşmuştur. Ağaç üstü yeşil, altı kahverengi bi’ şi’dir. Bazen cik cik sesler çıkarır, bazen de hışır hışır der. Bazılarının gıcırdadığı da söylenir. Ben hiç duymadım. Ağaçların dalları vardır. Üst dallar hiçbir işe yaramaz, alt dallara salıncak kurulur. Ağaçların gövdeleri bıçakla marifetini göstermek için idealdir. Her ağaca adının baş harfini kazımak gerekir ki, kaybolursan yolunu bulasın. Ormanın çok içine girilmez, çünkü orada bi’ sürü hayvan vardır. Ama en kötüsü karıncalardır. Yemeklere saldırırlar, hiç sevmem. Ormanın bi’ iyi tarafı daha vardır. Yiyip, içip, top oynayıp, tüfekle sağa sola ateş ettikten sonra ortalığı derleyip toplamaya hiç gerek olmaz. Ne var ne yoksa arkanda bırakıp tertemiz evine dönebilirsin. Ormanı temiz tutmak, korumak, zarar görmesin diye gözetmek gerekir. Ama Allahtan bu bizim görevimiz değildir. Gökten zembille inen melaikeler nasıl olsa bu işi yaparlar. Ayrıca orman… orman… orman yeşil ve güzel bi’ şi’dir işte! Orman ormandır.”
Ay, bu ilkokul kompozisyonu nereden çıktı? Burada yetişkinlere yazı dersi veriliyor, lütfen kendinize gelin. Hâlâ bir gelişme cümlesi çıkaramadınız, hatırlatırım.
Orman insanın içindeki nüveyi tüm açıklığıyla göz önüne serebilecek nadir yer, ortam ve kavramlardan biridir.
Amanın! Vallahi beklediğimize değdi. Tüylerim ürperdi ayol! Bir tek cümlede bu kadar ezici bir ahkâm ancak böyle kesilebilir. Ben karşısında şapka çıkarıyorum bu cümlenin, ama bazı okuyucular hareket edecek halde bile değiller. Bakın, bakın! Kiminin gözleri yuvalarından uğramış, haftanın manası – ve yazının anlamsızlığı – dâhilinde olsa gerek, suratları da hafif yeşile çalıyor. Etkilendikleri kesin! (Akut Yazı Tutması Sendromu da bir etkilenmedir sonuçta…) Üstelik daha kapanış cümlesini bile yazmadık. Acaba en anlamlı son nasıl yapılabilir? Şöyle Orman Uyuklayanı (Hasancık) gibi çaktırmadan kış uykusuna yatırmalı okuyucuyu önce. Bu arada Orman Tilkisi gibi hepçil davranmalı ve beslenmeye müsait her şeyi yazıya koymalı. Ayrıca yazının Orman Gülü gibi çok renkli ve estetik, Orman Ötleğeni kadar seri ve melodik (Aslına bakarsanız hiç melodik değiller, ahlâka mugayir (!) kabul edilen laflara konulan bip’ten hallice çıkıyor sesleri. :D ) olmasına dikkat etmeli ki sonradan “Hangi Orman Kibarı yazmış bunu?” demesinler. Metnin ana fikrini bulmak için orman taşlamaya gerek kalmamalı, ama aynı zamanda Orman Kanunu düşkünlerine pabuç bırakacak kadar da doğrudan yazılmamalı. Orman Sarmaşığı misali tatlı tatlı sarılmalı kelimeler, boğarken dahi dekoratif görünmeli metin. “Bir ülkede ormanların sağlıklı olarak var olabilmesinin birinci koşulu genel anlamda o ülkede sağlam bir orman rejiminin bulunmasına, özel anlamda da keyfe, çıkara, kişiye, batıl ve yoz inançlara tabi olmayan bir orman yasasıyla varlığının garanti altına alınmasına bağlıdır.” gibilerinden Orman Horozluğu yapılmamalıdır, yoksa avlarlar. Orman Sıçanı kadar sevimli, ama sinsi, Orman Yeşilbacağı kadar batakçı davranmalı ve “Ormanlar malımız değil, mirasımızdır.” benzeri ortaya ortaya konuşulmalıdır. Orman köylülerinden, işçilerinden zinhar bahsedilmemeli, ülkenin medeniyetler beşiği bir büyük şehrinde ancak üç soluğa yetecek kadar kalmış ormanların köprüydü, çılgın kanaldı diye yenip bitirilmelerine sırt (aslında buraya başka bir kelime yakışırdı, ama ayıp olur şimdi :D ) dönüp susulmalıdır. Türkiye’nin en yeşil bölgesinin en yeşil mevzilerine ‘santra santra santral kurulacak, her ev ışıl ışıl olacak’ bahanesiyle damardan girme teşebbüsleri (çoğu başarıya ulaştı, ama bizimki züğürt tesellisi işte!) kat’a konu edilmemelidir. Yine de uslanmayan dil söyleyecek, inatçı kalem de tutup yazacak olursa eğer, orman gibi saçı sakalı olan birileri bulunup arkalarına gizlenilmelidir.
Evet, amaçlarımızı da ortaya koyduktan kelli sıra geldi sonuç cümlemize:
Orman Haftası hepimize kutlu olsun. (!)
Vessela Banzourkova'dan 'Floating in the Mirror World' isimli çalışma Sitesi |
Dışarıda pırıl pırıl,
masmavi bir gün var ve ben sürünüyorum. Martının biri karşı damın yağmur
oluğuna oturmuş keyifle kendini temizliyor, bense sürünüyorum. Köşedeki evde
bir kadın pencereye çıkmış, mendil boyutundaki mutfak bezini ikiye üç salon
halısıymış gibi büyük bir şevk ve tutkuyla silkeliyor, ben sürünüyorum. Taksi
durağındakiler bahar müjdecisi havayı görünce kendilerini arabalarının sarısını
parlatmaya adamışlar, karıncalar gibi devinip, didinip duruyorlar, ben
seyrederken dahi sürünüyorum. Durağın hemen yanında yetiştirdikleri takla
güvercinleri haşarılığa çıkmış mahalle veletleri gibi gökyüzüne dağılmış,
havayı tokatlayarak uçuyorlar, gözlerim peşlerinde, ama ben sürünüyorum. Parktan
dertli bir gıcırtı geliyor, herhalde çocuktan enlice biri oturdu, salıncağın
canı çıkası var, ben ondan çok sürünüyorum. Kapıcı bahçenin tozunu almaya çıkmış,
çim biçiyor, kokusu hiçbir parfüm tasarımcısının şişeleyemeyeceği cinsten bir
yaşam coşkusu esansı gibi burun deliklerime doluyor, ama ben bu teşvike de direniyor
ve sürünüyorum. Sokakta bir bızdık üç ila dört yıllık yaşamının en büyük haksızlığını
çığlık çığlığa dillendirmeye çalışıyor, avazındaki hayal kırıklığı içimi
burkuyor, haliyle sürünüyorum. Artık iyiden iyiye alıştığımız polis ve
cankurtaran sirenleri geri planda ufaklığa koro yapıyorlar ve ben sürünüyorum.
Spiker kar geliyor diyor, sürünüyorum. Karganın biri ötüyor, sürünüyorum.
Bakkalın çırağı siparişleri getiriyor, ilk kez görüyormuş gibi tuhaf tuhaf
suratıma bakıyor, biliyorum oğlum, sürünüyorum. Gazeteyi açarken elimi
sürüyorum, çünkü sürünüyorum. Yeni dizi başlıyormuş, çok heyecanlıymış,
falancayla filancayı bir araya getirmişmiş, aşnaymış da fişneymiş, işim var,
ben sürünüyorum. Mecliste temsilcilerimiz (!) yine gırtlak gırtlağa gelmişler, n’olmuş,
ben de sürünüyorum. Dört sürünüyorum, artı dört sürünüyorum, üçüncü dörde halim
kalmıyor, zira sürünüyorum. Sivas kundaklamasının zaman aşımına içimde
meşaleler yaksam da faydası yok, sürünüyorum. Manşetlerde gözlerimi sürüyor, okudukça
daha çok sürünüyorum. O kadın komşunun tavuğuna kışt dedi diye öldürülmüş, bu
kadın gözünün üzerinde kaşı var diye dövülmüş, bir başkası çocuklarını
ısıtamadı diye kendini asmış, acıların ülkesinde yaşıyormuşuz, hiç mi hiç iyi
bir şey olmuyormuş, tamam işte, ben de sürünüyorum. Arkadaşım “Bahar depresyonu
bu!” diye teşhisimi koyuyor, yüzüne boş boş bakıp sürünüyorum. Vitamine
yüklenip kendime iyi davranacakmışım, ha bir de hareket etmem lazımmış, iyi ya
işte, ben de sürünüyorum. Vitamine karşıdan
deriiiin derin baktıktan sonra saçımı okşuyor, yanağımdan makas alıyor, aynadan
kendime öpücük atıyorum, iş hareket etmeye gelince, dünya dönüyor ya zaten, hoş,
ona da itirazım var, zira sürünüyorum. Arkadaş “Depresyonda olmak hoşuna
gidiyor senin yahu!” diye ahkâm kesiyor, “O benim işim.” diyecek oluyorum, amaaan
boş ver, nasılsa öyle de sürünüyorum, böyle de sürünüyorum. Bu, böyle olmazmış,
antidepresan almam lazımmış, artık herkes kullanıyormuş zaten, vaka-i adiye
olmuşmuş, olmuştur, her can sıkıntısının adını depresyon koyar, avuç avuç ilaç
yutarsan vaka-i adiye de olur, vaka-i adliye de, ama ne gam, ben her halükarda sürünüyorum.
Yemek yapmak lazım, iyi de, kim yiyecek, ben sürünüyorum. Ütüler dağ gibi, ben
eteklerinde, yine sürünüyorum. Evi götüren bazı ismi lazım değiller var,
götürsünler, ben sürünüyorum. Maaşı çekmeli biran evvel, yoksa kalabalık olur,
sürünürüm, olsun, ben zaten sürünüyorum. Acaba talimat verip maaşı direkt kart
hesabına mı boca ettirsem, bir ceplerinden öbür ceplerine, onlar sağ, ben…
sürünüyorum. Yine de kuyruğu dik tutmak lazım, saçı başı düzelttirmeli, saç
balta girmemiş salkım söğüt ormanına dönmüş, baş ise… söyledik ya, sürünüyor.
Yüzü de boyamalı biraz, Frankenstein’ın gelini bir tek sinema salonunda güzel,
makyaj malzemelerini aldım elime, banyo aynasının önünde sürünüyorum. Surata
astar atma aşamasını geçip ikinci katı vururken halime acıyan tavandan yardım
geliyor, tepemden tıp tıp su damlıyor, meğer üst komşunun su borusu delinmiş, sürünürken
sürünürken hoooop yüzüyorum. Koştur, koştur, haber vermek lazım, üst katın
kapısını çalıyorum, bir hanım, “Ev battı!” diyor, sürünüyoruz. İki gün sürüne
yüze geçiyor, tavanlar kabarıyor, dökülen boyalar tabanın döşeme desenlerine
karışıyor, ben de aralarında sürünüyorum. Ha kurudu, ha kuruyacak diye elde kap
kacak sabah akşam gezinmekten sıdkım sıyrılıyor, onu arkamda bırakıp
sürünüyorum. ‘Hazır doğruluktan, gerçeklikten sıyrılmışım, kurguya yöneleyim, elimde
altı aydır ısrarla roman olmaya çalışan bir öykü var, onu kırpmakla uğraşıp
kendimi unutayım.’ diyorum, süründürüyor beni, sürünüyorum. Tavanlar sonunda
kuruyor, izlerin arasında art deco figürler, abstre desenler var, eşe dosta
onları yeni suluboya çalışmalarım diye yutturmaya uğraşırken bir yandan da “Aman,
duvarlara sürünmeyin!” diye uyarıyorum, ama ben sürünüyorum. Kadın kısmısının
en birinci tedavi yöntemi diyerek kendimi dışarı atıyor, o mağaza benim, şu
mağaza yine benim dolanıp duruyor, gördüğüm birbirinin kopyası nesnelerden
yılıyor, sürünüyorum. Çul çaputtan umudu kesip parşömene takılıyorum, kitap
bakarken o kadar süründürüyorum ki tezgâhtarı ‘Hediye mi alacaksınız?’ diye
soruyor, gülmeye mecalim yok, sürünüyorum. Oradan çıkıyorum, her alışveriş merkezinde
mantar gibi biten sinemalara gözüm ilişiyor, o tarafa sürünüyorum. Girsem mi
diye ayak sürürken, yanımdan geçenlerin “Abi accaayyyipppp bi’ şi’miş.” mealinde
konuştuklarını duyunca filmin ‘bol efekt, az hikaye, birinci yarı bezdirici,
ikinci yarı mide döndürücü, çıktıktan on dakika sonra konuyla ilgili akut
amnezi’ cinsinden olduğunu anlıyor, tornistan sürünüyorum. Eve dönerken
arabayla trafiğin arasına karıştığımdan süründüğüm pek belli olmuyor, çünkü
topluca sürünüyoruz. Bir ayağımı atarken
öbürünü köpek kapa kapa bahçe yolunda sürünüyorum. İki gram yağmur atıştırınca
salyangozlar seyrana çıkmış, anten-gözlerini kıskançlıkla dikmiş bana
bakıyorlar, çünkü onlardan iyi sürünüyorum. Posta kutusunu dolduran – yirmi
küsur yıl önce Amerikan filmlerinde ağzımız açık seyrederken artık alıştık
mektup yerine her ay hesap özeti, fatura, bildirim, reklam yığınlarıyla
boğuşmaya – rengârenk zarfları nedensiz bir hevesle çıkarıyorum, ‘son ödeme
tarihi’ ifadesini fark edince biran sürpriz bir şey görme umuduyla göndere
çektiğim göz kapaklarım hemen yarıya iniyor, sürünüyorum. Sabahları sürünerek
kalkıyor, sürünerek kahvaltıyı hazırlıyor, ekmeğime yağ sürüyor, sürüne sürüne
yiyorum. Markete sürünerek gidiyor, alışveriş arabasının peşinden sürükleniyor,
kartımı pos makinesine şöyle bir sürtüyor, torbaları sürüye sürüye eve
geliyorum. Akşamın beşinde kurulu oyuncaklar gibi sürüne sürüne bilgisayarı
açıyor, kolumu dahi kaldırmadan parmağımın ucunu sürüye sürüye komut veriyorum.
Birden yeni yazıyı yazmam gerektiği aklıma geliyor, kelime işlemciyi açıyorum, boş
sayfaya bakıp sürünüyorum. Yazı altta kalacak değil ya, o da sürünüyor, ama ben
orada bile mızıklıyor, işin çoğunu ona bırakıyorum, garibim beni yankılayıp
duruyor, SÜRÜNÜYORUZ-rünüyoruz-nüyoruz-yoruz-ruz-zzzz… Sürünmemiz sürüp yazıdan
bir şey çıkmayacağı kanaati her iki tarafta da (hem yazıda, hem bende) hâsıl
olunca yollarımız ayrılıyor, onu bilmem, ama ben günü peşimde sürüklemekten
vazgeçip, geceye sürünüyorum. Tam üst
göz kapakları alttakilerle flörte durmuşken televizyonda bir belgesele
rastlıyorum, yılanları anlatıyor, şöyle bir göz atınca hem nicelik, hem nitelik
açısından onlardan çok daha iyi bir sürüngen olduğuma karar veriyorum, koltuklarım
kabarıyor, uyumaya giderken göğsümü gere gere sürünüyorum. Gece rüyamda protozoa
olduğumu görüyor, “Oh be! Hiç olmazsa artık mecburum.” diye düşünerek keyif ve
huzur içinde sürünüyorum. Sabah yeniden insan olmaya uyanınca düş kırıklığı
yaşıyor, sil baştan sürünüyorum.
Yetti artık! Bana bak!
Bahar depresyonu musun, ayakta geçirilen bir çeşit ruhsal enfeksiyon musun
nesin, yürü, git! Seni tepelemeye dahi mecalim yok, sürünüyorum.
Dave Chihuly'den Tacoma'daki Glass Museum'da 'Bridge' Diğer Çalışmaları Sitesi |
Bir dost yazılarımı okurken
zorlandığını ifade etti. Akıcı olmakla beraber cümlelerin ucu bucağı
olmadığından, bir de çoğunlukla paragraf falan hak getire üslubundan dolayı
yazıda kaldığı yeri bulmakta güçlük çekiyormuş. Haklı!... Düşünsenize, on beş
satırlık bir cümleye “Yahu okudum, ama ne dedi bu şimdi?” diye yeniden göz
atmak isteseniz, nerde başladığını dahi bulamıyorsunuz. Bir çuval sözcük...
Cümlenin kendisi bir paragraf uzunluğunda zaten. Neresinden tutsanız sağından
solundan parantezler, virgüller, noktalı virgüller dökülüyor. Biraz
silkeleseniz, koskoca cümle “Şimdi anladııım. Bunca laf salatası ‘Bugün yağmur
yağdı.’ demek içinmiş.” misali aydınlanma anlarının rüzgârına kapılıyor,
savrulup gidiyor, geriye bir tek nokta (.) kalıyor. :)) Her ne kadar bu
eleştiriye hak verdiysem de, enim dar cinsi bahaneler bulup arkasına
saklanmaktan da kendimi alamadım. :D Oysa esas yapılması gereken cümlelerimi
laf kalabalığından kurtarmak. İyi de kim kurtaracak? (O kişinin ben olmadığı,
olamayacağı ortada… :D) Keşke ben bildiğim gibi yazsam, sonra birisi gelse,
“Orası fazla. Burası sarkmış. Bu cümle baştan falso, at gitsin! Saçma! Zırva!
Gereksiz! Ayıp!!! Güncel değil. Ahenksiz! Dengesiz! Parantez kullanmak yasak!
Kafaya göre noktalı virgül konmaz, böl cümleyi, kurtul! Uzun! Sulu! Fazla
dramatik! Didaktik! Bu, ne bu? Eş anlamlılar sözlüğü gibi cümle… Hiç olmamış! Evladım,
çalış da gel!” diye ayıklasa... Nasıl rahat ederdim, anlatamam.
Bense yazıyorum,
okuyorum, düzeltiyorum. Sonra yine okuyorum. Fazlalıkları atıp, attığımdan
fazlasını ilave ediyorum. (İşte bu, hiç şaşmaz! :D) Tekrar okuyorum. Noktası,
virgülü yerinde mi diye sil baştan alıyorum. Kulağa nasıl geliyor diye yüksek
sesle okuyorum. İyi gelmiyor tabii! :)) O kısımları çıkarıp, daha fazlasını
katıyorum. (Dedim ya, bu kural hiç bozulmaz!) Yeniden okuyorum. Paragraflarla yapboz
oynuyorum. Tekrar, tekrar, tekrar okuyorum. Sonunda kelime işlemciye
gönderilebilir kararını veriyorum. Bilgisayara girmeye başlıyorum. Oraya
yazarken muhakkak bir yerleri değişiyor. Hadi bakalım, baştan tetebbu… Artık
kelime işlemcinin imkânları da elimin altında ya… O kısmı kaldır, buraya taşı!
Şu kelime beş ileri gidince kulağa daha iyi geliyor, birdirbir oynat! Bu üç
satırı toptan atmalı, sil gitsin! Yok, olmadı. Geri al! Kan, ter ve gözyaşı…
:)) Hep beyaza bakmak sebebiyle gözyaşı. Onca harfiyat yapmaktan dolayı ter. (Buradaki
‘harfiyat’ harf işi anlamında – bkz. AKA sözlüğü 1. Cilt :)) – kullanılmıştır.
Hafriyat kamyonlarının üzerindeki yanlış yazımla hiçbir akrabalığı yoktur.
Duyurulur! :D) Daha başlarken kendi kendimi “Bu kadar uğraştıktan sonra bu yazı
hal-i yola girmeyecek olursa, kan çıkacak, ona göre.” diye tehdit etmem nedeniyle
de muhakkak kan. :)) Eh, yazıyı gruba aktarma zamanı geldiğinde daha fazla
düzeltme yapmaya mecalim kalmadığından “Yükle gitsin!” sözcükleri havaya neon
ışıklarıyla yazılmış gibi görünüyor artık.
Aslında ezelden beri
böyleydim ben. ‘BAKKALA GİDİYORUM’ diye not bırakmam bile bir buçuk saat
sürerdi. Öyle iki kelime yazmakla biter mi hiç? Sorarlar adama hangi bakkala
gidiyorsun diye… Tamam o zaman. KÖŞEDEKİ BAKKALA GİDİYORUM. Vallahi pek güzel
oldu. Tam kapıdan çıkacağım, sol omuz başımdan bir ses…
“Hangi köşe? Sokağın iki
köşesinde de bakkal var akıllım.”
“Allah Allah! Ne önemi
var şimdi bunun? O köşe değilse, bu köşedir.”
“Cık! Olmaz! Olamaz!”
“SAĞ KÖŞEDEKİ BAKKALA
GİDİYORUM. Oldu mu?”
“Kime göre sağ?”
“Buyur?”
“Senin sağın mı? Notu
okuyanın sağı mı? Okurken ne yöne baktığını nereden bileceksin?”
“Yahu ne fark eder?”
“Bi’ şey yapıyo’sun, bari
adam gibi yap!”
“LAZ BAKKALA KADAR
GİDİYORUM. Tamam mı?”
“Hani kesme? Nerede
kesme? Bütün noktalama ve imlâ işaretlerini sil baştan mı öğreteceğiz canım?
Aaaaa!”
“Tamam, tamam, anladık! LAZ
BAKKAL’A KADAR GİDİYORUM.”
“Niçin ‘kadar’ diyorsun?
Alışveriş yapmayacak mısın? Oraya kadar gidip bir şey almadan mı geri dönmeyi
planlıyorsun?”
“Fesuphanallah! LAZ
BAKKAL’A ALIŞVERİŞE GİDİYORUM. Nasıl?”
“Fena değil. Ama ne
alacaksın, esas önemli olan o!”
“Benim alacağımdan notu
okuyana ne, kardeşim?”
“Öyle deme! Ya alacağın
şey evde varsa, ya sen bulamadıysan, ya sana ‘Katiyen alma! Ben aldım.’ diyesi gelirse
o kişinin.”
“Öfff! LAZ BAKKAL’A
CİKLET ALMAYA GİDİYORUM.”
“Hah, şöyle! Ne marka?”
“Anlamadım.”
“Cikletin markası
diyorum…”
“Tövbe, tövbeee! Yahu
markasından sana ne?”
“Bana ne tabii canııııım!
Ama notu okuyan merak eder haliyle…”
“Cikletin markasını…!!!???!!!”
“Bembeyaz Dişler mi yoksa
Güzel Gülüşler mi? Hangisi? Hangisi?”
“Patla! LAZ BAKKAL’A
DAMLA SAKIZI ALMAYA GİDİYORUM. Oldu mu? Hadi ben git…”
“Hop, nereye?”
“Notta yazıyo’ ya!”
“Laz Bakkal, hani şu
ıslıkla türkü çalamayan mıydı?”
“Yok! O, iki sokak
ötedeki Laz Bakkal… Bu, samut olan.”
“Ne olan, ne olan?”
“Samut. Suskun, sessiz
anlamında. Gerçi anneannem o kelimeyi, anlamına iki ölçü aksi suratlı ile bir
ölçü münasebetsiz katarak kullanırdı. O yüzden bizim Laz Bakkal’a cuk
oturuyor.”
“E, yani… Şimdi her şeyi
yazdın da, bir kelimeyi mi sakınıyorsun notundan? Üstelik onca anlamı içinde
barındırıyormuş. Ayıp, ayıp!”
“Ya Sabııııır! SAMUT LAZ
BAKKAL’A DAMLA SAKIZI ALMAYA GİDİYORUM. Tamam mı? Ya niye soruyorum ki zaten.
Gidi…”
“Şekerli mi, şekersiz
mi?”
“Laz Bakkal mı?”
“Sakız, şaşkın! Sakız!”
“Şekerli damla sakızı
olur mu ya? Şekersiz tabii!”
“Öhhöööö! Sen biliyorsun
da, notu okuyanın haberi var mı bakalım?”
“SAMUT LAZ BAKKAL’A
ŞEKERSİZ DAMLA SAKIZI ALMAYA GİDİYORUM.”
“Parasıyla alacaksın ama,
değil mi?”
“E, her’alde!”
“Hayır, oraya alelade bir
‘ALMAYA’ yazmışsın da… Para vereceksen o eylemi ayrıntılandırman gerekmez mi?”
“SAMUT LAZ BAKKAL’DAN
ŞEKERSİZ DAMLA SAKIZI SATIN ALMAYA GİDİYORUM.”
“Aslında Türk olduğun
için çok şanslısın, biliyor musun?”
“O niyeymiş?”
“Eğer İngiliz, Alman
falan olsan cümlenin fiilini gidiş biçimini tanımlayacak şekilde yazman
gerekirdi. Yürüyerek gitmek başka, araçla gitmek başka… Yoksa notu okuyan
nereden bilecek senin bakkala nasıl gittiğini di’ mi ama?”
“Yakamdan düşeceksen onu
da yazarım.”
“İlahi! Ayol, ben senin
omzundayım. İlle de yakana gelmemi istiyorsan, ilgili makama dilekçe yazmak
zorundasın. Ama bu kabiliyetle onu kaç saatte yazarsın bilemiyorum.”
“Bi’ sus ya! Bi’ sus!
Hatta yeter ki sus! SAMUT LAZ BAKKAL’DAN ŞEKERSİZ DAMLA SAKIZI SATIN ALMAK İÇİN
YÜRÜMEYE KARAR VERDİM.”
“Neredeyse mükemmel! Ama
zaman belirtmek daha kibarca, daha düşünceli bir davranış olmaz mı sence?”
“SAMUT LAZ BAKKAL’DAN ŞEKERSİZ
DAMLA SAKIZI SATIN ALMAK İÇİN ON BEŞ DAKİKALIK BİR YÜRÜYÜŞE ÇIKMAYA KARAR
VERDİM.”
“Ben onu kastetmemiştim
aslında. Evden kaçta çıktığını yazman gerektiğini söylemeye çalışıyordum. Gerçi
süreyi belirtmek de fena fikir değil.“
“SAMUT LAZ BAKKAL’DAN
ŞEKERSİZ DAMLA SAKIZI SATIN ALMAK ÜZERE SAAT 13:45 DE YÜRÜYEREK YOLA ÇIKMAYA
NİYET ETTİM. YOLCULUĞUN ON BEŞ DAKİKA SÜRMESİ BEKLENİYOR.”
“Brava! Bu sefer
başardın.”
“Deme! Gidebilirim yani…”
“Ayol durduğun kabahat!
Tutan mı var? Ha, birden aklıma geldi de, yolun on beş dakika süreceği nereden
belli? Ya dışarıda bir arkadaşına falan rastlarsan?”
“SAMUT LAZ BAKKAL’DAN
ŞEKERSİZ DAMLA SAKIZI SATIN ALMAK ÜZERE SAAT 13:46 DA YÜRÜYEREK YOLA ÇIKMAYA
NİYET ETTİM. YOLCULUĞUN ON BEŞ DAKİKA SÜRMESİ BEKLENİYOR.
NOTUN NOTU: DIŞARIDAYKEN
HİÇ KİMSEYLE KONUŞMAYACAĞIMA NAMUSUM VE ŞEREFİM ÜZERİNE YEMİN EDERİM. ZATEN BU
HALDEYKEN KARŞIMA ÇIKACAK OLANI DA TANRI KORUSUN!”
“Hem onu korusun, hem
seni korusun!”
“Artık bu dileğin niyesini,
niçinini sormuyorum. Gidiyorum ben.”
“Niyesi var mı canım? Ya kafana
saksı düşerse, ya araba falan çarparsa? On beş dakika diyorsun, ama hastane
kapılarında sürünmeyi hesaba katmıyorsun hiç.”
“Doğru. Daha uzun sürer.
Üstelik öleceğim de garanti değil. Hastane mastane… Masraf çıkmasın durup
dururken. Notu değiştiriyorum. İNTİHARIMDAN KİMSE SORUMLU DEĞİLDİR. Jiletler
ner’deydi?”
“Aslında orada ‘KİMSE’
denmez biliyorsun, değil mi? ‘HİÇ KİMSE’ diye yazman gerekir. Hem işin doğrusu
da öyle değil ki! Biz neciyiz burada? Sen bu kararı verirken yalnız mıydın ki,
hiç kimse sorumlu değildir diyorsun? Cık cık cık! Gücendim ama… Ha, bu arada
evde jilet yok. Sen en iyisi ilk notunda; samut Laz Bakkal’dan şekersiz damla
sakızı satın almak üzere saat 13:47 sularında evden çıkmaya hazırlanırken
birden kendini öldürmeye niyetlenmen sebebiyle evde mevcudu bitmiş jileti de
aynı yerden temin etmeye karar verdiğini, bu sebeple yürüyerek o cenaha doğru
hareketlendiğini, eğer yolda bir tanıdığa, arkadaşa veya tamamen yabancı birine
rastlayıp konuşmak zorunda kalmaz, trafik araçlarının karışması da muhtemel bir
takım kazalar geçirmez isen on beş dakika içinde geriye dönmüş olmayı ümit
ettiğini belirt! Bak, bak da öğren! Adam gibi bir not nasıl yazılırmış, gördün
mü cicim?”
Demem o ki; benden ne köy
olur, ne kasaba… :D
Vladimir Kush'tan 'Book of Books' Diğer Çalışmaları Sitesi |
Geçen seneki ajandamdan çok
memnundum. Ne zaman konuya sıkışsam hemen derunundan bir cevher yumurtlar;
“Bugün Leylek, Leylek Havada Haftası başlıyormuş.” diye o yükü üzerimden
alıverirdi. Oysa bu yılki ajandanın içeriği genelde bomboş bir yaprak (ki bende
sağ elin baş, işaret ve orta parmağında şiddetli kaşıntıya sebep oluyor) ile sayfanın
tepesinde koca bir tarihten ibaret. Akça pakça sayfaları yazma isteğimi
kamçılıyor olabilir, ama konu önermeyince bütün hevesim kursağımda kalıyor.
Mesela geçen yıl ajandam sayesinde Kütüphaneler Haftası’ndan tam üç tane yazı
kotarmıştım. :)) Oysa bu yıl gazetede görmesem haberim olmayacaktı.
Bizim evin kütüphane
tarihi beş adet eski karyola rabıtasının birbirine çatılmasıyla başlar. Başlangıçta
portakal kasasından hallice görünürken, nedeeen sonra kıymıkları elimize
batmasın diye elde kalan birkaç rengin karışımından hasbelkader ortaya çıkmış
nefis bir çikolata kahverengisine boyanan kitaplığımız, üzeri Varlık Yayınları
ile kısa sürede dolduğundan, hazımsızlık çekmeye çok çabuk başlamıştır. Arkadan
gelen ikinci salvo dikişli ve ciltli romanlardır. Bu yakışıklıları :)) boy bos
sorunu yüzünden rafına sığdıramadığını itiraf etmektense, karton kapaklılardan
daha dayanıklı oldukları bahanesiyle onlara gizli görev vermeyi ve merkeze
kendisini koyup çapı giderek artan çemberler halinde hepsini haneye dağıtmayı evla
görmüştür minyatür kütüphanemiz. Ciltlilerden
oluşan öncü tim ilkin usul usul yatak başuçlarındaki komodinlerin üzerini
doldurup taşırmış, manga olunca tuvalet masalarına, büfelere, şifonyer
tepelerine atağa geçmiş, bir taburu bulunca mutfak ve yemek masalarının eteklerine
yüz sürmüş, en sonunda muzaffer bir bölük halinde az kullanılan koltukların minderlerine
konuşlanarak muradına ermiştir. Soğuk kış gecelerinde yorgan niyetine
yatakların üzerini kapladığı bile olmuştur bunların. :)) Misafir geleceği zaman
başka evlerde temizlik yapılır, bizde ise hanenin esas sahibi misali sere serpe
yayılmalarına izin verilmiş kitaplar kaldırılırdı iskemlelerin, kanepenin
üzerinden… Yani ev halkı dört başı mamur kitaplık hayalleri kurar, bizim bücür kütüphane
ise kitaplara aguşunda daha fazla yer açamadığına hayıflanır dururken, Parşömen
Ulusu çaktırmadan evimizi ele geçirme babında ilk ciddi atılımını yapmıştı bile.
Yıllarca bu işgalin hiç farkına varmadan güle oynaya o odadan bu odaya, o evden
şu eve taşıdık durduk ‘ufacık, tefecik, içi dolu kitapçık’ kütüphanemizi.
Ömrünün sonuna doğru öyle bir tecrübe kazanmıştı ki, bünyesine sığdıramadığı
kitapları bir kuyruklu yıldız gibi peşine takar, evin oturma veya yatak odası
adı altında geçen bölümlerini çaktırmadan tanıdık, eş, dost, akraba için açık
bir kütüphane haline getiriverirdi. Başlangıçta belki de renginin çağrıştırdığı
şeyler dolayısıyla (her sabah kahverengi raflarının o gece beş iri ve uzun
çikolata çubuğuna dönüşmüş olmaları umuduyla kalkardım :D) meftundum o mini
mini kitaplığa. Okuma bilmezken onun asık suratlı, ama asil Varlık Yayınlarının
arasına nadiren kabul ettiği ciltli kitapların cafcaflı kapaklarının üzerinde
ve / veya sayfa aralarındaki üç beş resimden tamamen bana ait (ve tabii kitapta
anlatılanla yakından uzaktan ilgisi olmayan :D) hikâyeler çıkarmak, okumayı öğrendikten
sonra ise raflarında kitap kılığında sakladığı gizli geçitlerden bambaşka
diyarlara dalıp, gördüğüm her patikayı takip ederek kaybolmak için hep
yamacında olurdum.
Parşömen Ulusu, bizim
bızdık kütüphanenin teşvikiyle geometrik dizi halinde çoğalarak, kendi beş
yıllık kalkınma hamlelerini Türkiye Cumhuriyeti’nden çok daha başarılı bir
biçimde gerçekleştirdiğinden olsa gerek, bir süre sonra her taşınma arifesinde
ağzımıza bir persenk dolanır oldu.
“Okumak iyi hoş da, şu
fazla kitapları bir yerlere versek artık.”
Niyeti ciddiye bindirip
konuyu gerçek anlamda tartışmaya açtığımızda ise daha birinci gündem maddesinde
tıkanır kalırdık. Şu adı geçen ‘fazla’ kitaplar hangileriydi?
“Çocuk kitaplarını
verelim artık. Kazık kadar olduk hepimiz.”
“Olmaaaz! Benim onların
her biriyle ayrı anım var. Mesela bak, şu On Beş Yaşında Bir Kaptan var ya… O,
benim kendi çocukluğunu bitirmeye bir türlü gönlü razı olmayan bir akrabamdan
araklamayı başardığım ilk kitaptır. Onu elime verirken dahi – Ghost filminde
medyumu canlandıran Whoopi Goldberg’in dört milyonluk çeki bağışlamak zorunda
kaldığı rahibeyle karşılıklı çekiştirip durması misali – sıkı sıkı yapışmıştı
bir ucundan. ‘Kitapta tek bir leke görmeyeceğim. Satır altlarını falan çizmek
yok. Sayfaları parmaklarını tükürükleyerek çevirmeye kalkarsan seni tükürüğünde
boğarım, ona göre… Okurken diğer kitaplarda yaptığın gibi bir şeyler atıştırman
zinhar yasaktır. Sağda solda unuttuğunu, açık olarak sırt veya – söylerken bile
soğuk soğuk terliyorum, olacak şey değil, ama – yüz üstü bıraktığını, sayfasını
kıvırdığını, hele hele bir arkadaşına ödünç vermiş olduğunu duyar, görür, haber
alırsam benden başka kitap almayı unut! Ayrıca hayatının kâbusu haline gelir,
canını damla damla gözyaşı kanalından çıkartırım haberin olsun!’ şeklindeki bir
söylevle, kitabın ardından hıçkıra hıçkıra ağlamadıysa da dudakları titreyerek
devir teslim törenini zar zor tamamlamıştı. İyeliğimdeki bütün kitaplar hor
kullanımdan şikâyet edebilir ve hakları vardır. Ama On Beş Yaşında Bir Kaptan
hâlâ dün basılmış gibi pırıl pırıl duruyor kitaplığımda…” :))
“Peki, çocuk kitapları
kalsın. Şu pembe dizileri atalım bari.”
“Katiyen olmaz. O
kitaplar araştırma yapma hevesini bana ilk kazandıran matbaa ürünü
sayılabilirler. Okulda okutulan tarih kitaplarının başaramadığını, içinde laf
olsun diye isimleri geçirilen tarihi kişilikler yüzünden merakımı kamçılayan bu
tozpembeler becermiştir. En pembe serinin, en pembe kitabının, en pembe
sayfasından bile bir şeyler öğrendiğim olmuştur kimi zaman. Renklerine saygım,
kendilerine her anlamda gönül borcum vardır.”
“Pekâlâ! Renkli serileri
de geçelim. O zaman bari okuduktan sonra bir daha kapağını kaldırmadıklarımızı
bir kütüphaneye falan bağışlasak. Örneğin 1973 yılında yazarı Nobel Edebiyat
Ödülü’nü aldıktan hemen sonra Türkçeye çevrilen Çöl (Voss) gibi bize ‘hitap
etmeyen’, bitirmek için her yıl hevesle elimize alıp, ilk yirmi sayfadan sonra
gözümüzü hastanede açtığımız kitapları versek de kıymetini bilen biri okusa…”
“Mümkün değil. Adamlar yazarına
boşuna mı vermişler dünya çapındaki ödülü? Değerli olmasa ödüllendirilir mi?
Biz kadrini bilemedik diye kütüphanenin belki de en kıymetli parçasını hiçbir
yere bağışlayacak değilim. İşte o kadar!”
“İyi o zaman, Teksas
Tommiksler?”
“Deli misin? Davranma,
yakarım!”
“E, hiç olmazsa ciltlettiğin
eski mecmuaları verip kurtulalım.”
“Nayır… nolamaz!!! Üç
kuruşa eskiciye sat! Dönüştürülmüş kâğıt hamuru olsun koskoca sinema tarihi,
öyle mi? Kat’a olmaz.”
“İki ton çeken
ansiklopedileri…”
“Aklını kaçırdın zahir!”
“… hiç söylemiyorum
diyecektim zaten. Geçiniz!... Kısaltılmış klasikler var. Hani gazeteler
dağıtmıştı bir zamanlar.”
“Olmaz!”
“Yahu, hepsinin orijinalleri
var zaten kitaplıkta…”
“Olsun! Ben seviyorum o,
özetin özeti cep kitaplarını.”
“Allah Allah! E, biz ne ataca’z
da, bu evin nefes darlığını tedavi edece’z.”
“Geçen gün aldığım
kitabın içinden çıkan reklam broşürünü atsak. Üzerinde önümüzdeki yıl o
yayınevinden çıkacak başka kitapların tanıtımları var. Yani bizim için en
tehlikeli parşömen türü. İşbu kaymak gibi kuşe kılığındaki ajan provokatörün,
bizi taammüden evin selüloz bazlı dominant yaşam formunu iyice azdırmaya azmettirme
suçundan, en kısa zamanda hane nüfusundan silinmesini talep ediyorum.”
“Hmmm. Çok haklısın.
Öncelikle ondan kurtulmamız lazım. Oh be! Vallahi şimdiden ferahlamış göründü
ev gözüme…”
Kütüphaneleri evlere
sokmayı yasaklayan bir kanun çıkarmak lazım! Yoksa insan nüfusu dünya üstünden
silinip gidecek maazallah. :)))
Toni Verdú Carbó'dan 'The Passage of Time' isimli çalışma Diğer İşleri |
Şu yaz ve kış saati
uygulamalarıyla yıldızım hiç barışmamıştır. Prensibini anlasam, hak versem,
hatta başlangıcında ne kadar dâhiyane bir fikir olduğu kanaatine katılsam da
başıma açtığı sorunlardan yakınmaktan kendimi alamıyorum. Bunlar evdeki
saatleri ayarlamayı unutmam veya yaş aldıkça (yaşlandıkça değil :D) biyolojik
saatimi bu yalama zaman kavramına uydurmakta giderek zorlanmaya başlamam gibi
beylik problemler de değil üstelik. Günlerce beynimi işgal eden, işlemin
kendisi… Şimdi saatleri ileri mi alacağız, yoksa geri mi? Bunun hesabını
yapabilmek için her saat ayarlaması öncesi bu uygulamanın hangi gerekçeyle
başlatıldığını kendime yeniden hatırlatmam gerekiyor. Enerji ve dolayısıyla
kaynak tüketimini azaltmak için. Tabii bu düşünceyi, onu ilk dile getiren kişi
ile sonradan fikrin fanatik taraftarı kesilenlerin aklına düşüren sebeplere bakılırsa
bu gerekçe pek de doğru değil aslında.
Bu, ‘parlak’ fikirden ilk
kez bahseden şu yüz dolarlıkların üzerinden hınzır bir Mona Lisa gülümsemesiyle
dünyayı süzen Benjamin Franklin. Adam Paris’teki delegeliğinin son zamanlarında
guttu, safrakesesi taşıydı (eğri oturup, doğru konuşalım; yaşlılıktı… :D) v.s. sağlık
problemlerinden öyle yılmış ki, en az kendisi kadar muzır bir Fransız editör
arkadaşının ‘basit, fakat önemli’ şeylerle ilgilenmesi önerisiyle dalgasını geçmek
istemiş. O sırada yetmiş sekiz yaşında olmasının verdiği can hafifliğine karşı
koyamamış olsa gerek, tutmuş, tıpkı kendisi gibi öğlene kadar yataklarından
çıkmayan Paris Halkı’nın topunu fücceten sekte-i kalpten götürecek bir bildiri
kaleme almış. Hadi o yazmış, arkadaşı da yayınlamaz mı bu, peşine bir sürü
kural takmış, toplumsal hicvi? (Üstelik bir de değil, iki kere yayınlamış. Be
adam, kendine acımadın, bari dört yüz yıl sonrasının insanlığına acısaydın! :D)
Birinci kural panjurlu olarak imal edilen her çerçeve başına ek ve fahiş bir
vergi tahakkuk ettirilmesini, böylece bu camdan… pardon damdan düşme ödemeyi
karşılayamayan halkın ışık geçirmeyen pencerelerden tedricen de olsa kurtulup
doğal aydınlık zamanlarını doğru biçimde kullanmayı kendiliğinden öğrenmesini
öngörüyor. :) İkinci kural bir öncekinin yaptırımına mek parmak katkıda
bulunuyor; her ailenin hafta başına bir poundluk mum tahsisatı olacak, bundan
fazlasını almaları zorlaştırılacak, gerekirse polis zoruyla engellenecektir. :))
Üçüncü kurala göre güneş battıktan sonra tıp mensubu veya hasta kişileri
taşıyanlar haricindeki arabalar trafikten men ediliyor. :))) Sonuncu ve en
dramatik olan kural ise her sabah güneş doğarken tüm kiliselerin çanlarını
çalmasını, hatta daha iyisi şehrin miskin halkını doğal ışığın emirlerine amade
olduğundan haberdar etmek için birkaç pare top atılmasını şart koşuyor. :D
Hadi, bu toplumsal bir
yergi, kişisel bir gırgır... Peki, o ilk teşebbüsten bir yüzyıl kadar sonra
sırf posta ofisindeki iş saatleri, böcek bilimiyle ilgili araştırmalarını ve
koleksiyon çalışmalarını yaptığı zamandan çalıyor diye yazın saatleri yüz yirmi
dakika (Evet, yanlış okumadınız İKİ SAAT…) ileri almayı öneren George Vernon
Hudson’a ne demeli? Bu öneriyi üyesi olduğu topluluğa iki kez sunuyor,
başlangıçta adamın hem önünden, hem ardından gülüyorlar. Sonra fikrin güneşin doğuşu
kadar parlak :) olduğuna karar verseler de uygulamanın olanaksızlığı üzerinde anlaşıp
kulak arkası ediyorlar.
Tamam işte! Orada durun,
kapansın gitsin bu mesele, değil mi? Hayır! William Willet isminde bir İngiliz
müteahhit yeniden hortlatıyor aynı konuyu… Neymiş? Yazın iş dünyasının mesaisi
geç başladığı için golf oynamaya ayıracak zamanı kalmıyormuş. Bütün gün hayalini kurduğu sahaya sonunda
vasıl olup keyifle vuruş yapmaya başladığında ise daha tam hızını alamadan veya
en kritik deliğe geldiğinde alçak (veya giderek alçalan diyelim :D) güneşin
batacağı tutuyormuş. Adam kendi imkânlarıyla ‘Gün Işığının Israfı’ adında bir
broşür yayınlıyor ve bu çok vahim soruna çözüm yolu olarak Nisan ayında her
Pazar yirmişer dakikadan olmak üzere saatleri toplamda seksen dakika (Neyse ki
bu biraz daha insaflı! :D) ileri almayı, Eylülde ise aynı metotla eski haline
getirmeyi öneriyor. Bu şekilde arkasına – müzmin golf hastaları hariç – fazla
taraftar toplamasına pek imkân yok, dediğinizi duyar gibiyim, ama yolu bir
parlamenterle kesişince işler bir anda ciddiye biniyor. İşin içine bir ara
Churchill bile karışıyor. Yine de Birinci Dünya Savaşı patlayıp, kömür
sıkıntısı baş gösterene kadar kimsenin böyle uçuk (!) bir yaklaşımı bırakın
yasalaştırmak, adamdan… pardon fikirden saymaya bile niyeti yok. Ama iş kömür
stoklamaya, yani paraya dayanınca birden herkesin eli cüzdanına… pardon vicdanına
(!) gidiveriyor. Yani yazık değil mi bunca değerli insana? Koskoca Benjamin Franklin’in
yazın güneşin daha erken doğduğunu bir almanaktan öğrendiği ana kadar hayatını gün
ışığının ilk nurlarından uzak yaşamış olması ne büyük kayıp! Ya Hudson? Henüz
on dört yaşındayken İngiliz Böcekleri Koleksiyonun olsun ve Entomolog adında
bir yayın yap, mirasın olan Yeni Zelanda’nın en büyük böcek koleksiyonu Te Papa
Tongarewa (‘Bu Ülkenin Hazinelerinin Bulunduğu Yer’ anlamına geliyormuş. Böceği
hazineden saymak bile kaşınmama yetiyor benim, ama elbette farklı düşünenler
olacaktır. :D) Müzesi’nde sergilensin ve bunları münasebetsiz iş saatlerinin
güneşinden kesmesi yüzünden büyük zorluklarla başarmış ol! Bir bilim adamının
çektiği acılar birden herkesin kafasına dank ediveriyor. Hele Willet ve benzeri
iş güç sahibi golfçuların hayatı… İçler acısı! :D
Prensip şu aslında; (ilkokulda
bize tekerleme gibi öğrettikleri üzere) güneş kışın geç doğar, erken batar,
yazın ise erken doğar, geç batar. Bütün iş, güneşli saatleri kaçırmamakta… Yani
kışın mesai saatlerini ittireceğiz, yazın geri çekeceğiz. Bu durumda yaza doğru
saatleri bir saat geri alıyoruz ki, güneşi daha erken doğuralım… Iıııı…. Yok,
öyle değildi. Bi’ dak’ka, bi’ dak’ka… Siz söylemeyin, ben şimdi çıkaracağım!
Saati geri alınca n’olur? Sabah sekizde kalktığında bir bakarsın saat yediymiş.
Karga bile henüz artıklarıyla müşerref olmamış. Böylece… ıııı… Bu işte bir
tuhaflık var sanki. Yoksa saatleri ileri mi alıyorduk? Tamam, bir de öyle
düşünelim. Saati ileri alınca sabahın sekizi bir anda dokuz olur. Çoktan işe
gitmiş olmanız gerekirken hâlâ mahmur mahmur yatak keyfi yapıyor olmaktan
duyduğunuz suçluluk tavan yapar. Bu konudaki istatistiklere göre yaşınız kemale
ermemiş ve/veya sağlığınız fena değilse kalp krizi geçirmekten yırtarsınız. (Tabii
hangi ayarda olduğunuza bağlı. Zira ilkbahardaki saat ayarında kalp krizi
oranları yükseliyor, sonbahardakinde düşüyormuş.) Ancak sokağa çıkınca sizin
gibi nevri dönmüş bir yığın insan görerek rahatlayan içiniz, her gün işe
öğleden sonra, üstelik iki yana kaykıla kaykıla zor gelen patronunuzu o sabah saat
yalaması… pardon ayarlaması sendromundan muzdarip işçilerini şirketin kapısında
esas duruşta karşılarken görünce hop oturur, hop kalkar.
Yani bu işin sebebini,
prensibini biliyor olmak saati ileri mi, yoksa geri mi almanız gerektiğini
çözmeyi beraberinde getirmiyor maalesef. (En azından benim için durum bu! :D ) Aradan
birkaç hafta geçip biyolojik saatinizin rakkası makul bir ritim tutturana, siz hâlâ
kepenkleri yarı yarıya kapalı gözleriniz için gün ışığı tasarrufundan başka
bahaneler uydurmaya başlayana kadar her gündönümünde oynayıp durduğunuz akreple
yelkovan misali bir ileri, bir geri hesaplar yapmayı sürdürüyorsunuz. “Karnım
zil çalıyor. Saat 18.00 olmuş. Bu saatte de bir şey yenmez ki… Ama dur bi’ dak’ka! Daha yeni saat ayarı
yapmamış mıydık biz? Kesin ileri almışızdır. Çay saatiiii…” veya “Ben aslında
erken gelecektim, ama son anda geçen gün yapılan saat ayarlaması aklıma geldi.
Bir türlü ileri mi, yoksa geri mi aldığımızı hatırlayamadığımdan ikisinin
ortasını bulayım dedim.” gibi yorumlar yapabilirsiniz. Hatta bu ayarların insanın
biyolojik aksamında sebep olduğu kısa devreler, gayretkeş sınav sorusu
hazırlayıcılarına “Yaz saati uygulamasından dokuz gün sonra üç kırk beşi
gösteren bir saat, kış uygulamasına geçilen artık yılda Şubat’ın kaçını işaret
eder?” cinsinden akıllarla durgunluk veren sualler ilham edebilir.
Bunca laf kalabalığının
gerekçesini merak ediyorsunuz değil mi? Efendim, bu sene yine evimizdekileri, bileğimizdekileri,
otomatikleri, mekanikleri, bilumum teknolojik alet edevatın üzerindekileri
(Allahtan bilgisayarlar kendi işlerini kendileri görüyor.), dijitalleri, analogları
ileri mi aldık, geri mi çektik kargaşası yaşarken benim biyolojik zaman ölçer
fazla mesai yapıp zihnimi yirmi beş saat geri almış. “Nasılsa önümüzdeki
haftanın yazısına daha çoooook var.” diye yayıp oturduğum günün pazartesi
olduğuna akşamüstünden önce ayılamadığım için ancak bu yazıyı çırpıştırabildim.
Mazeretim var, ileri saatin geri mağduruyum ben! :)))
Klaus Herrmann'dan 'The Crab Krabi Thailand' Diğer Çalışmaları Sitesi |
Kanser Haftası… Bu
hastalığı bırakın yazmayı, düşünmek bile iyicil her şeyi tümüyle yutan bir
vakum gibi etki ediyor. Tıpkı kelimenin gerçek manası olan yengeç gibi seri,
beklenmedik ve ısrarcı (veya azimli) kıskaçlara sahip bir hastalık.
Sadece bedeni değil, daha
adı telaffuz edildiği anda ruhu da kemirmeye başlayan, tedavisi dahi Araf’a
benzeyen, “Moral çok önemli!” (Sanki diğer hastalıklarda bir önemi yokmuş gibi
veya ‘Hiç teselli veremiyoruz. Yine de siz metanetli birine benziyorsunuz. Ne
yaparsanız yapın, ama lütfen önümde ağlamayın, kriz falan geçirmeyin! Hatta
haberin şokuyla kanı çekilmiş suratınızı da mümkünse bir an evvel gözümün
önünden çekin! Zira ben de insanım. Bu haberi daha kaç kişiye vereceğim
haberiniz var mı? Gidin morali başka yerlerde arayın!’ tadında kişisel bir
savunma mekanizması biçiminde refleksle sarf edilir ya bu mantra…) yaveleri
eşliğinde hastayla birlikte yakın çevresini de derin bir çaresizlik
psikolojisine mahkûm eden illet.
Pençesinden çekip
çıkaramadığım (ve bunu uzun süre kişisel lanetim gibi ruhuma damgaladığım) bir
kıymetlimi teşhisten üç hafta (ancak sonradan saldığımız üzere sinsi
belirtilerinin başlamasından neredeyse iki yıl) sonra bir hastane odasında, ona
fotoğraflarımızdan bir papatya tarlası hazırlamaya çalışırken, malına sıkı
sıkıya yapışmış bir bezirgânın aç ve hasis pençesi benzeri acımasız bir
kavramayla aramızdan çekip alan mendebur.
Uzun bir süre kurgu
eserlerde bile mizansene ortak edilmesine dayanamadığım, adını duyar duymaz
nefes borumu büzen, göğüs kafesimi daraltan, beynime bir yığın ‘keşke’ salan,
‘acaba’larla yüklü suçluluk-çaresizlik-isyan döngüsüne tekrar, tekrar, tekrar
girmeme sebep olan canavar.
Her zaman aralarından
hunharca sökülüp alındığı topluluğa (topluma) en fazla kayıp duygusu yaşatacak;
onları süresiz kaotik ve katatonik bir sürece mahkûm edecek; (Orson Welles’in
kendisini dinlemeye gelen seyirciye titrlerini sayıp; ‘Benim bu kadar
kalabalık, sizin ise bu kadar tenha olmanız ne acı!’ demesi misali) o, tek
kişinin kaybının onlarca insanla ikame edilememesine içerletecek bireyleri
arayıp bulabilmesine sapkın bir hayranlıkla şahit olduğum merhametsiz,
mantıksız ve prensip sahibi (!) seçmen.
Doğaya, doğallığa sırt
çevirmemizi; hızlıyı hazımlıya tercih etmemizi; kaynakları, üzerinde her
canlının hakkı olduğunu umursamadan ‘Benim olmayanı kimseye yar etmem!’
mantığıyla ve açgözlü bir aymazlıkla tüketmemizi önünde sonunda hep kalem kırdığı
kararlarla cezalandıran taviz vermez yargıç.
Kanserin insanlıkla
arasında habis, dallanmış budaklanmış, sağa sola metastaz yapmış bir yarış var.
‘Onlar dünyayı bitirmeden ben köklerini kurutayım.’ cinsi bir telaş… Üstelik
bunu insan türünden yardım alarak ve –anlayana elbette! – göstere göstere yaparak
başarmayı da ilke edinmiş sanki. Yediğimiz, içtiğimiz, kullandığımız şeyleri
suni veya gerçek birer kanserojen damgasıyla, ama tamamen kendi çıkarlarını
gözeterek etiketliyor, önlerine kattıkları bunca korkmuş insanı sığır sürüsü
güden kovboylar gibi ‘Onu yeme! Bunu giyme! Şunu kullanma! Benim istediğimi,
sunduğumu, bana para kazandıracak olanı seç!’ çığlıkları ata ata istediği noktaya,
mala veya yönteme yönlendiriyor, eskiden kasaba kasaba gezen – çizgi romanlara
bile konu olmuş – kendine doktor diyen sahtekârlar misali her derde deva (!)
ilaçlar, aşılar, çözümler ve daha da kötüsü boş umutlar pazarlayarak hayalî
sağlık çığırtkanlığı yapmakta sakınca görmüyor insanların bu alt (!) türü…
Biz, kalanlar ise hastalığa
giderek genişleyen bir yaşam alanı açan kendi yarattığımız sebepleri görmekten
aciz olduğumuz için veya apaçık görsek dahi ambalajının cafcafına aldanıp ‘Yok
canım! Olur mu öyle şey?’ hezeyanlarına yenik düştüğümüzden, hatta (eğri oturup
doğru konuşalım şimdi…) bazen sırf işimize öylesi geldiğinden masum
bebeklerimizi sütten kesilmeden elimizden aldığında bile bir şeyleri
değiştirmek yerine hastalığa kızıyor, isyan ediyor, en fazla ileniyoruz. Kolay,
sorumsuzca ve tereyağından kıl çeker gibi sıyrılıyoruz kanserin heyula gibi
üzerimize düşen suçlayıcı gölgesinden.
Havaya saldığımız,
toprağa kattığımız, sulara karıştırdığımız zehirleri bilmezden gelip,
hayatlarımıza hem ruhen, hem bedenen kıskaçlarını geçiren ve bir kez kenetlendiğinde
hiç zaman aşımı olmayan bir davanın fanatik hâkimi gibi ölüm ilamını her an açıklayabilen,
insanlık ayıbımızla doğanın bize karşı kendini savunmasının karışımı olan, en
dehşet verici çocukluk korkularımızın maddeleşmiş haline benzeyen bu
umacıyı, bu ‘yengeci’ suçluyoruz.
Yok etme konusunda onunla
at başı giderken elcağ’zımızla ürettiğimiz doğallıktan giderek uzaklaşan nice
gıda maddesini; hep daha fazlasını sömürmeye uğraştığımız ve bizi (Allah
saklasın!) bedenimizi avam (!) gibi kullanmaktan kurtaran, ama yine de bize bir
türlü yeterince zamanı bahşetmeyi başaramayan çok önemli ve gerekli (!)
hizmetleri; anamızın ak sütü gibi helâl ve hak gördüğümüz bilumum kaynakları
aksırıncaya, tıksırıncaya, patlayıncaya kadar harcamamızı teşvik eden teknolojik
cicilerimizi; tüketmenin üretmekten (neredeyse) çok daha fazla emek
gerektirdiğini tekrar ve telkin eden, sonunda kendi kendimizi inandırmamızı
sağlayan iletişim araçlarını emrine veriyoruz bu gulyabaninin, ama ne onun gözü
doyuyor, ne bizim.
Yine de şunu bil ki
kanser, bütün bunlara rağmen bazen kötü şeylerden kazara da olsa iyi sonuçlar
doğuyor. Kıymetlilerimizi gözümüzden ırağa, ama gönlümüzün baş köşesine
sürerken bizleri de eğitiyorsun. Önünde sonunda seni yakasından silkelemenin
bir yolunu bulacaktır insanlık. (Tabii bu durumda vay geldi doğanın, dünyanın
başına!!! O da başka bir hikâye…) Belki bu arada kendini besleyen bir organizmayı
yiyip bitirmendeki kör açgözlülüğü idrak ederken seni kendisine ayna yapar, mayasındaki
doymak bilmez hırsı da tıpkı senin yıkıcılığını ortadan kaldırdığı gibi imha
etmenin bir yolunu bulur türümüz. Kim bilir?
Burada tüm insanlığın
adına ahkam kesemeyeceğim, ama kendi adıma sana iki çift laf etmek isterim.
Önce türümün klasik bir örneği olarak yıllarca seni komşu evlere uğrayan
uğursuz bir yabancı olarak gördüm, hatta düpedüz duymazdan, görmezden,
bilmezden geldim. Tüm azametin ve gerçekliğinle karşıma çıkınca kızdım,
haksızlığa uğradığımı düşündüm, hırslandım, nefret ettim, savaştım, teslim
oldum. Sebep olduğun kaybın ardından kendi kendime suçlandım, seni suçladım,
‘keşke’, ‘acaba’, ‘belki’, ‘yoksa’ girdaplarında döne döne dibi buldum. Ama
sonunda ayaklarımı kuşkularımın, paniğimin, suçluluğumun balçıklaştırdığı o dibe
vurduğum gibi suyun yüzeyine çıkmayı başardım. Ve hiç beklemediğim bir şey
oldu.
Senden korkmamayı, yine
senden öğrendim. Beni de eğittin kanser, teşekkür ederim.
Francisco Negroni'den 'Eruption of The Volcano Puyehue-Cordón Caulle in Chile' isimli fotoğraf (Ayrıca: Volkanın resimli öyküsü için) Diğer Çalışmaları Sitesi |
Cıvıldama be serçe! Söyle
arkadaşlarına, bahar bayramlarını biraz ertelesinler! Dalına konduğun ağaç da
hiç utanmadan gelinliğini kuşanmış; “Ey arı milleti! Burada geçen ilkbahardan
beri eline el… pardon çiçeğine hortum değmemiş tazecik, körpecik, – şehir
kirliliğinden nasibini almış olsa da – hâlâ tatlı nektar üretebilecek takati
kalmış bir erik ağacı var. Uçun! Gelin! Batan geminin… aman… yazdan artmış,
kıştan saklanmış yeni sezonun malları bunlaaaar!” diye çığırtkanlık yapıyor beyaz
beyaz. Çiçeklerin yanından çaktırmadan tomurcuklanan yapraklarına fısıldayıver
de, bu kadar ortalara açılıp saçılmasın! Ayıptır! Ve dahi günahtır! Biz burada
daha gençliğinin baharında elektronik cennetine göçmüş KGK’mızın ardından
ağıtlar yakıyoruz, siz orada “Aman da bahar gelmiş! Hoş gelmiş, sefa gelmiş!”
göbek havaları eşliğinde zil takıp oynuyorsunuz. İnsanın acısına biraz saygılı
olun, rica ederim! Doğanın milyonlarca yıldır yine, yeni, yeniden uyanması mı
önemli, yoksa koskoca sekiz senelik insan yapımı bir teknoloji harikasının (!)
ani kaybı mı?
Ah, ben onun hangi
özelliğine ağlasam? Şu; bastın mı, basmadın mı belli olmayan cinsten
açma-kapama düğmesinin üzerinde tepinirken geçirdiğim neşe ve coşku dolu
saniyelere mi? Yoksa Celal Şahin’in “Kırmızı yanınca dur, sarı yanınca bekle,
yeşil yanınca geç, ey hanım teyze!” teranesine benzeyen üç renkli ışığıyla
prizden dosdoğru bilgisayarın eteklerine yüz sürmeye gelen elektriğe
çaktırmadan verdiği ayara mı? Hele voltaj düşünce “Çıkkıdı çık çıkkıdı, çıkkıdı
çık çıkkıdı!”şeklinde bir ritim tutturup, klavyenin başında “Altmıııış,
yetmiiiiş, sekseeeen, doksaaan, yüüüüz! Havada yüüüüz! Aman of! Karada yüüüz!” diye
– ‘kapı gıcırtısına, tencere tıkırtısına oynar’ kavramına yeni bir anlam
katarak – gerdan kırıp, göğüs titretmeme neden olan müzik sever tabiatı…
Gettiiii, getti! Akça pakça; UPS’den bozma; sonradan KGK olma; ama hiçbir büyük
(!) elektronik mağazasının çooook bilgili (!) personelinin adını sanını
duymadığı, hatta “Haminne sen karıştırıyo’ olmayasın? O isimde bir şirket
vardır, ama burası, orası değil!” diye potansiyel müşterisine bunak muamelesi
yaptığı; her eve lazım (!); benim bilgisayara ise kıdemli mülazım ‘elektrik
akımı terbiyecim’ arkasında yaslı bir donanım bırakarak mevta piller merkezinin
yolunu tuttu.
Bir haftadır bilumum
elektronikçiyi gezip bu esrarengiz ve çok gizli (!) aygıtın mevcudunu arıyor,
adını önce İngilizce (anadilimiz ya :D), sonra Türkçe, ardından belki bu kez
anlarlar diye her iki dilde de kısaltma halinde söylüyor, boş bakışlı veya daha
kötüsü, yüzünde sabah işe gelir gelmez üniformasıyla birlikte giydiği “Her gün Alzheimer’lının
ısrarcısına çatmak benim kaderimde mi var, arkadaş?” ifadesi olan tezgâhtarlara
laf anlatmaya çalışıyorum. Önce sözlük anlamı…
“Bu aygıt üzerinde bağlı
bulunan sistem veya sistemleri koruyan ve şebeke enerjisinin kesilmesi
durumunda donanımların beslenmesinin bir süre daha devam ettirilmesini sağlayan
bir pil veya aküdür.”
“Haaa! Yanlış gelmişsin
nine… Senin araba ne marka?”
“Ya sabır! Bilgisayarı
bağlıyorsun da, voltaj dalgalanmalarına karşı koruyor hani. Elektrik falan
kesilirse…”
“Yok, yok! Merak etme! O
programlı elektrik kesintileri sizin zamanınızdaydı, milattan önce üç bin
civarı yani…”
“Ben sakinim, çooook
sakinim. Böyle, takoz gibi bir kutu bu. Hafif zannediyo’sun, eline alınca kolun
kopuyo’ hani. Arkasında bir kuyruğu var. Ucunda da fiş… fiş… fiş… Nasıl
diyeyim, çatala benzeyen bir şey… (Resmen şeytanın post modern tarifi oldu bu…)
Onu duvardaki prize, bilgisayarın fişini de… (Vallahi yetmişli yılların meşhur
filmlerini hatırladım, yüzüm kızardı.) Evladım, söylediklerimin hiç olmazsa
yüzde birini anlayacak kadar gigabayt sahibi, birkaç yaş daha büyük bir modelin
yok mu senin?”
Sonunda mağazalara
girdiğimde “Yardımcı olalım!” palavra… pardon hücumlarını muşmulanın yakın
akrabası bir surat ve her dolunayda kurt adam olan birinin homurtusu ile gece
buzda yatmış bir başkasının boğaz temizlemesi karışımı bir sesle püskürtmeye ve
reyon reyon, raf raf kendim aramaya başladım bu, nesli tükenme tehlikesinde
olan teknolojik yaratığı. Aradığımı bulduğum nadir ‘cismi büyük, bilgisi güdük’
teknoloji marketinde, ancak uzaktan kement atarak yakalayabildiğim tezgâhtarlara
“Ahanda bundan istiyorum.” dediğimde aldığım cevap genellikle “Aaaa, kim koymuş
onu oraya? Ne ki bu?” olduğundan kendilerine itimadım tavan yaptı.
“Siz bunu n’apıyo’sunuz?”
“Kırpıp, kırpıp yıldız
yapıyorum.”
“Ha????”
“Bilgisayara bağlıyorum.”
“Peki, o n’apıyo’?”
(Sabır taşımın akımını
ayarlıyor ki, mağazanın ortasında cinnet getirmeyeyim.)
“Elektrik kesilince işe
yarıyo’. Ne ambalajının üzerinde fiyata rastladım, ne de raf kenarında bir
etiket görebildim. Bir zahmet kaça sattığınızı söyleseniz.”
“Ben bilmem…”
(Beyin bilir! Eh, o da
namevcut olduğundan…)
“Eeee…”
“Ekrana girip bir
bakayım.”
“Süper fikir! (Hah, bak
bunu anlamış gibi bakıyor. Lisanımı gençleştirmem gerektiğini biliyordum
zaten.) Fiyatı neymiş?”
“Bi’ kamyon para!”
“E, ama sizden iki evvel
girdiğim mağazada aynısına bi’ çuval para istemişlerdi.”
“O, eski modeldir hamin…
pardon han’fendi.”
“Neye yaradığını
bilmediğiniz bir aygıtın eskisini, yenisini ayırt edebildiğiniz varsayımından
yola çıkarak soruyorum; eski modellerin farkı nedir? Jiklesi elle mi
çevriliyor? Fazla mı benzin yakıyor? Yoksa onların zamanında elektrik henüz
bilinmediğinden sadece gaz lambalarındaki fitil uzunluğunu mu ayarlıyor?”
“Şimdi bunların bi’ şeyi
oluyo’… bi’ de şeyi… O, şeyi olanlar… Ben fazla teknik ayrıntılarına girmeyeyim
konunun, sizin anlayacağınız bunların fiyatı ne kadar çoksa, o kadar iyi
oluyorlar.”
“Dibini koklamaya gerek
yok diyorsunuz yani…”
“Haa?”
Kavga dövüş benim plastik
beyazı kesintisiz güç kaynağının yerine zenci versiyonunu alıp koymayı başardım
sonunda. Ama hâlâ yastayım, zira ne trafik lambası gibi ışıkları var kendisinin,
ne de ritim tutmasını biliyor. Müzikle tek ilgisi de düğmesine hafifçe
dokununca (oysa eskisininkine önce tabanlarımı duvara dayayarak abanıyor,
yetmezse gerilip gerilip omuz atıyordum, ne güzel) pencerenin dışında
cıvıldaşıp duran serçeleri kaçıran, ağaçların baharlarını döken ve biraz daha
uzun sürse benim de dişlerimi elime verecek tizlikte bir ses çıkarmaktan
ibaret.
Kara kuru bir kutu çıktı
bu. Hiç keyfi yok!
Mikko Eeorola'dan 'Bunny Heaven' isimli çalışma Diğer Çalışmaları Sitesi |
Kişisel emek-ödül
sisteminiz nasıl çalışıyor? Parça başı ücret mi alıyorsunuz, yoksa işi
bitirince toptan mı ödüllendiriyorsunuz kendinizi? Benimki diğer pek çok
sistemim gibi akıllara seza… Ödül emekten neredeyse önce geliyor. Örneğin
aylardır savsakladığım bir işi ertesi gün kesin olarak yapmaya karar vermem,
anında her şey hallolmuşçasına yorgun, doyumlu ve huzur dolu bir biçimde ense
yapmamla ödüllendiriliyor benim havuç-sopa sisteminde. Üstelik ertesi gün
savsaklamaya devam etme hakkım da saklı kalmak şartıyla… :)) Yani “Bugünün
işini yarına bırakma! Bir ay sonrasının suyu mu çıktı?” usulü bir mekanizma.
Evde tek kap yemek bile
kalmamış, açlıktan ölmek istemiyorsam o gün mutfağa girmem şartsa ve bunun için
kendime sinemayı ödül olarak koymuşsam eğer, domatesleri dolaptan çıkarmamla
kendimi film izlerken bulmam bir olur genelde. (Taş çatlasın bir de soğanı
çıkarırım ortaya, ama ondan öteye gitmez… :D) Saatler çuvala mı girdi,
kardeşim? Hem yemeği akşama doğru yaparsam yeniden ısıtmama da gerek kalmaz,
di’ mi ama? :))
Bu durumda hiçbir işimi
halledemediğimi düşünüyorsanız çok yanılıyorsunuz (!) demektir. Aynı örnekten
devam edersek; filmin ortasında vicdanım en şiddetli gastrit krizinden beter
keskinlikte bir sancı gibi devreye girer:
“Domatesleri dışarıda
bıraktın değil mi, kör olmayasıca?”
“Zaten yemek olacaklar.
Yok zararı!”
“Bari kabuklarını
soyaydın.”
“Yok ya! O zaman yemeğin
tamamını yapmam gerekirdi. Pişmesi de bir ila bir buçuk saat desek, bugün
sinemanın yolunu zor bulurdum.”
“E, yarın gelirdin sen
de…”
“Yarın bahar temizliği
yapacağım.”
“Deme! Hani üç aydır
erteleyip durduğun perdeleri yıkama işini de yapacak mısın?”
“Ciddi olarak
düşünüyorum, diyelim.”
“Aferin, aferin! Gözüme
girdin, ama yine de sinemayı araya sıkıştırabilirdin.”
“Bahar temizliği diyorum.
Bütün gün sürer… Sabahın köründe camlarla başlasam… Perdeler falan da diyo’sun…
Her neyse zaten onun ödülü –halim kalırsa tabii – akşama patates kızartması…
İki ödülü aynı gün veremem ki kendime. Üstelik geçen aydan kalma balkon yıkamanın
ödülü olan resim sergisi gezme var daha sırada. Vaktim kalırsa…”
“Olsun! Sinemaya ne zaman
olsa gelirdin. Domatesler…”
“Şşşşş! En heyecanlı
yerindeyiz, bi’ sus!”
On dakika sonra…
“Kabaklar hâlâ dolapta
ama, değil mi?”
“Hıııı… Sus!”
“Dereotu almış mıydın?”
“Çenen tutulsun! Aldım.”
On beş dakika sonra…
“Hiiiii! Evde iyotlu tuz
kalmamıştı.”
Damak kaldırıldıktan
sonra; “Allah müstahakını versin! Yüreğim son anda bademciklerime çarparak
durabildi. Başlıyaca’m iyotluna, iyotsuzuna…”
“Öyle deme! İyot beyin
gelişiminde vazgeçilmez bir faktör.”
“Benimki yeterince
gelişmiş. Vicdanımın dilinin bu kadar uzun olmasından belli! Sus artık!”
“Han’fendi! Şu vicdan
muhasebenizi bitirseniz de perdedeki esas psikolojik gerilime dönsek artık!”
Bu böyle sürüp gider. Yani
işin yüzde biri karşılığında yüzde yüz ödüllendirme, yüzde bin beş yüz vicdan
dırdırı… İsterseniz tamamlamayın o işi, gece uykudan uyandırır.
“Bu akşam da hazır
yemekle idare ettin, ama o domateslerin halini iyi görmedim ben. Bir kere
dışarı çıkınca yine buzdolabına koysan da kâr etmez. Çabucak çürür gider onlar.
Gel, sen yap şu yemeği!”
“Yahu gecenin dördünde
yemek mi yapılır?”
“Ama yaptıktan sonra
uyuyacağın huzurlu uykuyu düşün! Mışıl mışıl mışıl mışıl!”
“Horul horul horul
horul!”
“Kalk, yap şu yemeği!
Yoksa sabah kahvaltısında ense yapımı boza içersin, ona göre…”
Tabii yazma konusu da
aynı sisteme bağlı… Haftalık yazılarımı önceden hazır etmemin ödülü bir gün
boyunca başımın eti yenmeden (tabii başka bir taahhüdüm yok ve /veya peşin
ödülümü de almadıysam :D) kitap okumama izin verilmesi. Yok, eğer daha tek bir
harf, bırakın kâğıdı, zihnimin ucundan dahi geçmediyse, yandı gülüm keten
helva. Haaa, buna rağmen kitap okumakta ısrar ediyorsam şöyle sahneler işten
bile değil:
‘… Zarfın içinden çek falan çıkmadı.’
- “Çıkmaz tabii!”
- “Kes sesini!”
‘… Zarfın içinden çek falan çıkmadı. Yayıncı sıradan bir mektup yazarak,…’
- “Bak, elin yayıncısı
bile bir şeyler yazıyor! Sen öyle yayıl, kitap oku…”
- “Ben kitap okumuyorum,
beynimi besliyorum.”
- “At terli canım.
‘Uyumuyorum, gözlerimi dinlendiriyorum.’ lafından sonra hemen ikinci sırayı
alır senin bu bahanen.”
- “Okuyoruuuuuum….”
‘… Zarfın içinden çek falan çıkmadı. Yayıncı sıradan bir mektup yazarak,
hikâyenin yayınlanabileceğini bildiriyor,…’
- “Hikâye mi? Sevsinler.
Biz daha harflerdeyiz a canım.”
- “Bu, başkasının
hikâyesi, karıştırma! Ayrıca tut şu dilini artık! Apırsan da okuyacağım,
köpürsen de okuyacağım.”
‘… hikâyenin yayınlanabileceğini bildiriyor, beş dolar ödenebileceğini
açıklıyordu. Beş günde yazılmış bir yazıya…’
- “Beş gün, meş gün…
Yazmış ya, sen ona bak!”
- “Bakıyorum zaten. Kapa
çeneni!”
‘Beş günde yazılmış…’
- “Bak, ‘yazılmış’ sözcüğünü
okurken bile nasıl rahatlıyorsun. Midenin buruntusu geçiyor, göğsün huzurlu bir
nefesle genişliyor, sağ elinin parmakları istekli ve heyecanlı hareketlerle
seğiriyor. Gel, ‘He!’ de! Yaz şu yazıları! Ondan sonra ağzımı açarsam yerli
film fabrikatörlerine vicdan olayım.”
‘Beş günde yazılmış bir yazıya beş dolar. Hani şu kenevir fabrikasında
çamaşırhanede, elektrik santralinde
çalıştığı sıralar eline geçen gündelik kadar…’
- “El âlem ne koşullarda
yazıyormuş. Oku da, utan! Bir elin yağda, bir elin balda… Hâlâ tek kelime
yazmadın.”
Bu azimli ‘içsel yargıç’,
eşeği havuçtan soğutur, inanın. Hele de birden fazla şey (kendini roman
zanneden bir öykü, bir dostun okumak istediği ‘Datça Kuşçusu’ serisi, hanedeki
diğer yazarlara redaktörlük ve editörlük hizmetleri :D) yazıyor, buna rağmen
kendinizi çalıştığınıza inandıramıyorsanız… Eee, sonuçta diğerleri Jazz ve
Bisiklet’in yazıları değil tabii. Benim ‘beyinsel gastrit’ bir tek J&B’nin
metinlerini yazıdan sayıyor da… :)))
*Not: Yukarıda ömür törpüsü
vicdanımın çenesi yüzünden mehter takımı gibi iki ileri, bir geri okumaya
çalıştığım üç cümle Irving Stone’un ‘Doludizgin Bir Denizci Jack London’ isimli
biyografisinden alınmıştır.
Mariana Kalacheva'dan (Мариана Калъчева) 'The Hillock' isimli çalışma Diğer Çalışmaları 1 Diğer Çalışmaları 2 Sitesi |
Geçen gün akut bir yokluk
krizi yüzünden acilen bir kitapçıya kaldırılmam :)) gerekince kendimi bir
taksiye atıp (durum başka ulaşım yöntemlerini bekleyemeyecek kadar vahimdi :D);
“Hemen en yakın AVM’ye gidelim lütfen!” diye haykırdım. Sinemada gerilim
filmlerinin “Oh be! Artık peşimizde sivri dişli, sarı gözlü, manyak bakışlı,
makas elli, hokey maskeli, testereli, kara kedili, çalı süpürgeli, baltalı, buz
kıracaklı, yeşil kanlı, kuş veya güve kılıklı, Ripley veya Connor takıntılı,
bebek ve /veya çocuk masumluğunda gizlenen, beyin sote sever yamyam olan, basit
(!) bir seri katilden ileri gidemeyen, üzerine sinmiş – yoksa tüm ağırlığıyla
çökmüş mü demeli – ölümü silkelemek ister gibi habire seğirerek yürüyen,
içinden dumanı üstünde duygusuz insan replikaları çıkaran, dünyayı yok etmeye
memur edilmiş, sinekten bozma, şeytandan olma hiç kimse veya hiçbir şey
takılamayacak. Yırttık!” mealindeki son sahnesinde geri dönüp perdeyi tüm
haşmetiyle kaplayarak seyircilere son bir ‘çığlık’ attıran umacılar misali,
bahar ile yaz arasında gelecek yılın programından fragman gösteren kış mevsimi
gökyüzünün gelmiş geçmiş en korkunç rengi olan sarımsı kurşuniyle üç gün
boyunca bütün şevkimizi kırdıktan sonra yeniden güneşe geçit verdi ya… Taksi
şoförü de bunun keyfiyle ağzında Orhan Abi’sinden bir nakarat, benim acil madde
– kitap – ihtiyacından gözü dönmüş halime aldırmadan aracını şehrin ara
sokaklarına salıverdi. Ulu ve şaşaalı (!) AVM’lere, kenarına adet yerini bulsun
diye çayır çimen döşenip yeşilmiş gibi rol kestirilen çevre yollarında (artık
çevreliği falan kalmadı, resmen şehrin göbeği, ama ağzımız alışmış işte) santim
santim ilerleyerek gitmeye alışmış müşterisine İstanbul’un saklı mahallerini
göstermeye adadı kendini.
Buralardan daha evvel
geçmişliğim var, ama hiç bahar giymiş halini görmemişim zahir. Mevsim mi her
şeyi bu kadar değiştiriyor, yoksa kafamızdaki düşünceler mi? Sanki İstanbul’un
alt yapısına sahip bambaşka bir şehirdeyim. Bu binalar hep iki katlı mıydı,
yoksa bu kış yağan yağmurlarda mı çekmişler? Bir takım densizler (!)
balkonlarına saksılar yerleştirmiş evlerinin. Saksılardaki bitkiler
yeşillendikleri yetmiyormuş gibi bir de çiçeklenmişler mi, yoksa yanlış mı
görüyorum? Bu korkunç (!) manzaraya şaşkın
bir iyimserlikle kafamı iki yana sallayarak tepki gösterdiğimi gören taksi
şoförü aklımdan geçeni ne bilsin? Nakaratına tempo tuttuğumu sanıp aşka geliyor
ve başıyla o hiç bitmeyen teraneye eşlik etmeye başlıyor. Araba ilerledikçe
mahalle kabak çiçeği gibi iyice açılıyor, düpedüz nispet yapıyor bana. Her iki
ila üç yılda bir hiç üşenmeden baştan aşağı değiştirilen, ama her ne hikmetse
bir türlü engebesiz olması sağlanamayan yapboz kaldırım taşlarının arasından
inatla fışkıran yeşillikler hiç beklemediğiniz anda atılan şen kahkahalara
benziyor. Bir mesajı bundan daha canlı ve etkileyici bir biçimde verebilecek
başka bir yöntem bilmiyorum.
“Bir süredir hava
karanlık, yağışlı, depresif olabilir, içinde biriktirdiğin ‘Ne olacak bu
memleketin hali? Ben onca sıkıntıyı bu yaşımda bunları görmek için mi çektim?’
kaygılarını demirden bir gülle gibi midene, yüreğine ve beynine salabilir, ama
merak etme! Ben üzerime kat kat yığılan bunca asfalta, kuma, taşa rağmen
buradaysam eğer, inan ki, her şey çok güzel olacak.”
Bu vaade inanmak öyle
kolay ki bu havada… Bahar, betona boğulmuş büyük şehrin yanağına ancak bir
gamzenin hayaletini konduracak kadar da olsa iyimserliğini bulaştırmış her
yana. Ağaçlar dallarındaki çiçekleri ve ‘çiçeği burnunda yeşili’ :))
yapraklarıyla güneş ışığında duşlarını alan birer Venüs sanki… İki yanı silme
araba dolu sokaklarda yol alır, havadaki tanımlanamaz şehir kokusuna haince (!)
karışan bahar esansını taksinin LPG tankından gelen ekşi sızıntıya katık ederken
insanların yüzlerindeki tuhaf dinginlik, kendini oluşa bırakmışlık ve ‘Böyle
bir günde kötü bir şey olmaz, olamaz.’ amentüsüne kalpten inanmışlık ifadesini
görmezden gelmek olanaksız.
Mahalle arası bir parka
rastlıyoruz. Hayır! Sokak arası… O da değil. Yanlışlıkla kamulaştırılmış gibi
duran ve tren vagonları misali birbirini takip eden tenis kortu, basket sahası,
park, çocuk oyun alanı, (şehri istila eden kahve dükkânlarına inat) çay bahçesi,
yürüyüş yolu ve benzeri bir dizi açıklık. Bu koridor şeklindeki parkı geçerken koyu
renk çalıların, açık renkli çiçeklerle kontrast yaptığı bitki örtüsünün
arasında baharın yeşil-beyaz bayrağına başkaldırıyormuşçasına kızıl-kahverengi
parlayan Alev Ağaçlarının, şehrin sağına soluna selama durmuş askerler gibi
dikilmiş lalelere savruk, rastlantısal bir estetik dersi veren sarı ve beyaz
papatyaların, her taraftan fışkıran ballıbabaların saklı morlarıyla renklenen taze
ve ehlileştirilmemiş çimen öbeklerinin keyfini sürüyorum. Baharın betonla
imtihanından bile bu kadar etkileniyorsam, kazara kıra bayıra çıksam herhalde
ayıların nüfusu bir artar. Neden mi ayılar? Bence doğanın keyfini en fazla
süren hayvan onlar da, o yüzden. (Bkz. Ayı Yogi efeeeem! :D) Ye, iç, yat! Kilonu
sorun eden de yok! :))
Kendimi o kadar iyi
hissediyorum ki, utanmasam, uzanıp buna vesile olan taksi şoförünün kelini şap
diye öpeceğim. :D Amanın! Öpmek derken, parkta bir çift resmen öpüşüyor. Hani bazılarının “Bakın, biz ne kadar
cesuruz! İnsanların ortasında birbirimizi önce dudaklardan başlayarak yer,
yutarız. Siz de öyle geri kafalı, bön ve yobaz avam örnekleri olarak topluca
seyrimize durmakla mükellefsiniz!” biçimindeki yamyamlık gösterileri gibi
değil. Birbirini seven, kollayan, özleyen iki insanın doğal ve sakınmasız
tatlılığıyla… Onlardan iki bank ileride üç dört yaşlarında çocuğuyla güneşin
keyfini çıkaran bir kadın var. Bızdık havaya kalkan tombul işaret parmağıyla
olayı hemen anneye müzevirliyor. “Hah! Şimdi kızılca kıyamet kopacak.” diyorum
içimden. “İster misin kadın iki elini beline koyup; ‘Utanmazlaaar!
Arlanmazlaaar! Sizi gibi ahlak düşkünleri, sizi! Eviniz yok mu sizin? Gidin
evinizde… Tövbe, tövbeee! Ayol, sabinin yüzünü gözünü açacak bunlar, imdaaaat!
Yetişin a dostlar! Poliiiis! İtfaiyeeeee! Jandarmaaaa! Cankurtaran yok muuuuu?’
diye ahlâk kumkuması bayraklarını açsın?”
Ama hayret! Kadının
dudaklarında da benimkilerdeki gibi kendiliğinden oluşan hülyalı bir gülümseme
beliriyor. Kısa ve hoşnut bir an boyunca çifte baktıktan sonra çocuğuna dönüyor.
Adeta içinden ışıklar saçan bir ifade ve az öncekinden de muhteşem bir
tebessümle önündeki hınzır suratlı yoğunlaştırılmış yaşam nüvesine bakıyor. Bu
da bir başka aşk işte! Çocuk çocukluğunu yapıp az ötede gördüklerin taklit
ediyor ve gözlerini kapatıp dudaklarını uzatarak annesine doğru eğiliyor. Kadın
su sesi gibi lıkır lıkır akan bir kahkaha kopararak evladının dudağına şapır
şupur bir öpücük konduruveriyor. Yokluk kriziymiş, kitapmış, alışveriş
merkeziymiş, hepsi aklımdan çıkıyor.
Sen bakma benim “AVM’ye
çek!” dememe şoför bey! Başka saklı güzellikler göster bana! Göreceklerim hep
böyle olacaksa yorulana kadar salla direksiyonunu İstanbul Sokakları’nda! Bahar
bu işte!
Anlaşılan kaldırım arası yeşillikler
doğru söylüyor. ‘Güzel, iyi, doğru şeyler ille de benim yaşam süremde olacak, o
kadar uğraştım, ben de görmeliyim.’ hırçınlığıyla ortalığı kırıp dökmesek;
iyiyi, değerliyi, onurluyu çocuklarımıza, torunlarımıza miras bırakmayı göze
alacak kadar cesur davransak her şey çok güzel olacak havası var yurdumda bugün...
Evet, bu yılın cemre-i
rabia beAKAsı da düştü sonunda… :))
Bahar geldi, hoş geldi!
Bora Çakılkaya'dan empatik sandalyeler :) 'Face Chair' Ortak İşler Sitesi |
Aklıma gelen parlak (!) fikirleri
habire unutmaktan bıktığım için kendime mini mini bir bloknot edindim. Aklıma
her geleni oraya not edebilirim artık. İyi de, Türk’ün aklı malum… :)) Her yere
de elinde bloknotla girilmiyor ki… Olsun, müsait :) yerlerde notlar almaya
başladım. Her zaman yazdığım konuları aklımda daha iyi ve uzun süre
tutabildiğimi düşünmüşümdür. Okuldayken de derslere yazarak çalışırdım. Herkes
kopya hazırladığımı sanırdı. Alakası yok, yazım küçük benim… :) Hoş, artık
beyin süngere döndüğünden yazmak da kâr etmiyor. İki gün önce almış olduğum
nota bakıp “Bunu buraya kim yazmış ki?” diye düşündüğüm çok oluyor şimdilerde.
Bari el yazından hatırla, değil mi? Ama yok! Benim el yazımın da bir günü
öbürünü tutmaz ki… Bazen sağa yatar, tombul tombul olur, yuvarlanır gider.
Bazen kirpi gibi dikilir t’ler, f’ler, l’ler ve bilumum iki seksenlik harfler
çakı gibi selama durur. Çoğunlukla u’lar, n’ler, m’ler, ı’lar nerede başlıyor,
nerede bitiyor belli olmaz. (Mumunu yazıp sonradan okuyabildiğim varit
değildir, o yüzden yanına resmini de çizerim :D) Kelimeler genelde cümlenin
gelişine göre irticalen okunur. :)) Hele bir imzamın diğerini tuttuğunu daha
tarih kaydetmemiştir. Magna Carta’yı getirip önüme koysalar, her bir imzayı
benim attığıma yemin ederim de bir gram başım ağrımaz. Gerçi bugünlerde “Özgür
hiç kimse kendi benzerleri tarafından ülke kanunlarına göre yasal bir şekilde
muhakeme edilip hüküm giymeden tutuklanmayacak, hapsedilmeyecek, mal ve
mülkünden yoksun bırakılmayacak, kanun dışı ilan edilmeyecek, sürgün
edilmeyecek veya hangi şekilde olursa olsun zarara uğratılmayacaktır.”
maddesinin altında imzasının olmasına hiç kimsenin itiraz edeceğini sanmıyorum.
Bu arada birisi mini bloknottan Magna Carta’ya ne şekilde geldiğimizi açıklar
mı? Benim uçurtmanın ipi yine koptu da… :D
Geçen gün konudan yana
(yine) dara düşünce açtım benim kara kaplıyı, aldığım notları ‘bunun sapı,
öbürünün çöpü’ diye ayıklarken birden dikkatimi bambaşka bir şey çekti. Konunun
ne olduğundan bağımsız olmak üzere bütün emir kipleri aynı ifadeyle başlıyor. ‘Önümüzdeki
hafta Ivır Zıvır Günü var. Otur da bu konuyu biraz araştır!’ veya ‘Akıllara
ziyan bir fikir bulmuşsun yine, otur da döktür bari!’ yahut ‘Bilmem hangi
tarihteki metinde kıyısından geçtiğin konuyu oturup yazsana!’ Hepsinde önce oturmam telkin ediliyor
emirlerin yani…
Zaten kaidem en sevdiğim iskemlenin
şeklini aldı artık. Hanımlar birdenbire J-Lo’nunki yerine benimkini örnek
almaya karar verecek olurlarsa estetik cerrahlarının lüzumlu paftayı
oluşturabilmek için eski yazlık sinemalardaki iskemleleri yeniden bulup
buluşturmaları gerekecek. :D Sahi, hatırlar mısınız tam dik açılı
arkalıklarıyla insanları dijital saatlerdeki dört rakamına döndüren o iskemleleri?
İlk yarım saat öyle böyle geçerdi de, sonrası tam bir işkence olurdu hani… Siz
mi filmi seyredersiniz, yoksa Purple Rose of Cairo’da olduğu gibi perdedeki
karakterler mi size bakıp keyif eğler hiç belli olmazdı. Hafifçe yana döner,
hanım hanımcık bacaklarınızı iskemlenin altına sokmaya çalışırdınız, kaskatı
tahtadan yapısı izin vermezdi. Veya dört bacağı bir arada tutsun diye ortaya
çaprazlama bir tel geçirilmiş olduğundan, topuğunuz ona takılır, tuzağa düşmüş
ayılar gibi debelene debelene bir hal olurdunuz kurtulabilmek için. Öne eğilip otursanız,
iskemlenin arkası mızrak sapı gibi olmadık bir noktaya saplanıverir, filmin en
acıklı sahnesinde yürekten (aslında onun biraz daha aşağısından tabii :D) bir
inildemeyle salonu yasa boğardınız. Sonunda yanınızdakine doğru kaykılırdınız
çaresiz. Hatta bazen bütün bir sıranın Meksika Dalgası yapar gibi aynı anda bir
tarafa eğildiği bile olurdu. :)) O taraftan yorulunca, haydi bakalım, hep
beraber ters yöne… Tabii bu arada arkanızdakiler ya oflayıp puflar ya da sizin
devinimlerinizle senkronize olarak, ancak ters yönde yer hareketlerine başlarlardı.
Böylece bir süre sonra sinema balıksırtı bir görünüm alırdı. Film bittiğinde
sizde hal, iskemleyle yakın temasta bulunmuş – ki aldığınız pozisyonlar
nedeniyle göbek deliğiniz bile bir yerinden sandalyeye değerdi – hiçbir noktada his kalmamış olurdu.
Hayatınızda gecenin o saatinde taaa eve kadar yürümekten bu kadar hoşlandığınız
bir başka anı hatırlamazdınız. ‘O’ bölgedeki etin kabalığı işte böyle yaz akşamlarının
hatırasıdır aslında. Zira bir hafta boyunca gecenin anısını yaşatmaya, dünyanın
en yumuşak koltuğuna otursanız da sizi yerinizden sıçratmaya devam ederdi.
Yazın sonuna doğru hafif nasırlaşma eğilimi gösterse de, kışın yeniden hamlardı
maalesef. :D
Konumuza dönersek; kaidem
en çok kullandığım organ olması hasebiyle artık iyice düzleşti. Hoş, aynı şey
beynim için de söylenebilir. Kalan tek kıvrım yemeyi, içmeyi ancak kontrol
ediyor. O ikisini takip eden üçüncü işlem için ise yine en çok kullanılan
organa ihtiyaç var. :)) İşte bu sebeple “Neden yazmak için ille de oturmak
zorunda kalsın insanoğlu?” diyerek kendimi feda ettim ve ‘oturmasız yazma’ (Hiç
gülmeyin! Konuşmasız iletişim oluyorsa, benim söylediğim niye olmasın? :D)
araştırmalarına başladım. İlk denemem genellikle alelacele bir şeyler
çiziktirmem gerektiğinde kullandığım yöntemdi. Hani dirsekler masaya yaslanır,
bir Osmanlı Şahisi (cesamet meselesi… benimkine ancak o karşılık geliyor :D ) misali,
ama onun aksine hedef gözetmeden :) pozisyon alınır, bel çukurlaştırılıp denge
sağlandıktan sonra yazıya başlanır ya... Ancak kısa sürede bu duruşun aynı
zamanda bel fıtığına doğru dört nala koşmak için start pozisyonu olduğunu
anladım. Bu denemeyi takip eden bir hafta boyunca akıntı çağanozu gibi yampiri yampiri
dolaştıktan sonra, içim kan ağlayarak da olsa, seçeneklerimin arasından bu
maddeyi eledim. :))
Bari yazmanın oturmayla
tüm ilgisini keseyim diye düşündüm bu kez. Amerikan Filmleri’nde patronuna kul
olan, gözlüklü, askerî topuzlu, beton suratlı, evde kalmış (Beş şıktan ikisini
tutturuyorum zaten… Hangi ikisi olduğunu söylemem ama! :D ) sekreterler misali
bir taraftan yürüyüp bir taraftan yazmaya niyet ettim. Yürümenin zihni açtığı
doğruymuş, ama okunaklı yazma konusunu, hem de bir daha açılmamak üzere,
kapatıyor. Eee, adamlar boşuna mı icat etmiş stenoyu? :)) Onu da listeden
çıkardık çaresiz.
Bu sefer sekretere değil,
patrona özendim ve bir dikte makinesi edindim. Hem sağlıklı yaşam yürüyüşlerimi
aksatmam, hem de yürürken konuşarak ‘mahallenin delisi’ne çıkmış olan adımı
pekiştiririm. (Hiç öyle bakmayın! Adını deliye çıkarmanın faydalarını Kaçıklık
Diploması kitabında ayrıntılarıyla anlatmıştı Ayşe Nil.) Ama o da ne? Ben
makinenin mikrofonuna gelmiş geçmiş bütün yazı teamüllerini kökünden
değiştirecek, dünya edebiyat tarihinde çığır açacak, ölmüşleri mezarında fır
fır döndürürken, yaşayan yazarları toplu intihara özendirecek kalitede cümleler
söylüyorum, hoparlörden (Allahtan kulaklıkla dinleyecek kadar sağduyum kalmış!
:D) birkaç tuhaf tavuk gıdaklaması taklidi, ünlü haber çıpalarımızdan birini
kıskançlığından çatır çatır çatlatacak uzunlukta ‘eee’ soloları, öznesi
yükleminden habersiz, nesnesi üç evvelki cümlenin sıfatlarıyla ebelemece
oynayan tutarsız sayıklamalar dökülüyor. Bir süre bu anlaşılmaz fenomeni
çözmeye, suçun – katiyen – bende olmadığını (!) ispatlamaya çalıştıysam da,
tahmin edeceğiniz üzere, başaramadım. Sonra birden aklıma bir şey geldi. Ağzımızın
suyu akarak okuduğumuz nice yazarın iş konuşmaya gelince lâl olduğunu
hatırladım. Yani bu bir meslek hastalığı… Yapacak bir şey yok. Birinci önerme
‘Büyük yazarların çoğu güzel konuşamaz.’, ikincisi ‘Güzel (aslına bakarsanız
hiç) konuşamıyorum.’ olunca, çıkan sonuç ister istemez ‘O zaman büyük bir
yazarım.’ haline geldiğinden megalomaninin sınırı da yok tabii! :)) Nihayetinde
bu deneme de başarısız oldu.
Peki, Eski Romalılar
usulü uzanarak yazsam. Kanepede sağdan sola doğru uzanınca, ışık yetersiz
geliyor. Soldan sağa doğru yayılmak ise karşı komşunun “Olmaz ki, günün
ortasında ben mutfakta burnumdan terlerken, böyle de yatılmaz ki…” mealindeki
bakışlarının içerdiği şiddetli muhalefet nedeniyle imkânsız. En iyisi yatağıma
uzanayım, ona da karışacak değiller ya. Yaz AKA, yaz! Düşün, düşün,
yazzzzzzZZZZZZZZ! Ha? Kim? Ne? Hoppalaaaa! Uyuyup kalmışım.
Anlaşıldı. Bu saatten
sonra Ork Gezegeninden Mork (Bir zamanlar Robin Williams’ın sulu ve sinir
bozucu dizisi ‘Mork ve Mindy’de ünlü olmak uğruna kendini helâk edercesine canlandırdığı
karakter. Bilenler bilmeyenlere anlatsın! :D) gibi baş aşağı oturarak yazmamı sağlayacak
bir yoga tekniği geliştirilemeyeceğine göre eski usule devam edeceğim. Oysa bu
köhnemiş geleneği değiştirip tarihe geçmeyi ne kadar isterdim. :))
Andrei Musat'dan 'Child's Play' |
Bugün 23 Nisan
Neşe doluyor insan
Kamutay bugün doğdu
Karanlıkları boğdu
Uzun zamandır ilk güneşli
23 Nisan… Hava nice yıldır böyle cıvıl cıvıl bir gün yaşatmıyordu çocuklara.
Güneş yüzünü göstermeyince de insan neşe dolmakta biraz zorlanıyor doğrusu. :))
Çocuklar çocukluklarını
yaşıyorken hazır, hâlâ içindeki minikten vazgeçmediğini düşünen (veya zanneden)
büyüklere de gün doğacak bu güzel günün yüzü suyu hürmetine. İpin ucunda heyecanla,
coşkuyla, sabırsızca, ama ikide bir iplerine asılınarak hizaya sokulmaları
nedeniyle terbiyeli ve uslu salınan rengârenk uçurtmalara benzeyen ufaklıkların
peşine takılıp önce kıvrak, ardından kaypak, nihayet eğreti kuyruklar gibi
bugüne kıyısından ilişmeye uğraşacaklar. Kıvrak; çünkü günlerini yaşamak için
ıslak sabun gibi sıvışmaya hazır çocuklarla işbirliği yapacakmış gibi
davranacaklar ilk başta. Ama bir çocuğun coşku ve enerji deposu büyükleri ona
müsamaha göstermeye ne kadar azimli olurlarsa olsun onların sabır depolarından
çooook sonra boşaldığından “Oraya da gidelim, burada da oynayalım, park, şişme
oyuncaklar… Bilmem hangi alışveriş merkezinin en süngüsü düşük oyun parkının da
hatırı kalmasın, aman! Okulun gösterileri, 23 Nisan Balosu, kukla gösterisi,
yüz boyamaca, top oynamaca, itişip kakışmaca, vara yoğa bir ağız dolusu gülmece,
bağırmaca, çağırmaca…” derken ana babalar teslim bayrağını çekerler. Ondan
sonrası kaypaklaşma aşamaları…
Çocuk: “Yaaaaa…
Arkadaşlarım gidiyo’ ama…”
Anne: “Onlar gitsinler
evladım. Onlar oraya gitsinler, biz eve gidelim. Hem ben sana ne pastalar, ne çastalar,
ne börekler, ne çörekler yaptım. Güzel güzel yer, sonra da yatıp mışıl mışıl
uyursun.”
Çocuk: “Aç di’ilim ben
yaaa… Uykum da yok!”
Anne: “Ama yemek yemezsen
büyümezsin sonra. Bööle küçücüüüük kalırsın.”
Çocuk: “Ben dün büyüdüm
ya. Hem de kapıda ölçünce sen söylemiştin, unuttun muuuu?”
Anne: “Haaaa! İyi de sen
televizyondaki teyzeler amcalar ne söylüyo’ duymadın mı? Asıl büyüme hormonları
uyuyunca salgılanıyormuş. Sana benden söz, bugün yatar uyursan yarına en az beş
santim atmış olarak uyanacaksın.”
Baba: “Atmak derken, sen
de biraz destekli atsan diyorum.”
Anne: “Sen karışma!
Ölçecek olan ben değil miyim? Önce işareti indiririm, yarın sabah da tekrar
çıktırırım, olur biter.”
Baba: “ Kime yutturaca’n?
Cin gibi o. Hemen anlar.”
Anne: “Sen yaparsan anlar
tabii. Vallahi ayaklarıma karasular indi. Şuradan şuraya gidesim yok! Onun
tarafını tutup yan çizecek olursan çıngar çıkarırım, ona göre… Hafta sonu maç
gecesini falan da unut! Bilmem anlatabiliyo’ muyum?”
Baba: “Hıı… Eve gidince
biz ne oyunlar oynayacağız çocuğumla şimdi, di’ mi annesiiiii?”
Anne: “Tabii… Siz
oynarsınız, ben de kafamı sabahki boyutlarına küçültmek için buzluğa sokarım.
Akşama da aynı buzluktan pizza yaparım. O kadar seyretmem bir işe yarasın bari.
Pizza gecesiiiiii!... Ne harika di’ miiii?”
Çocuk: “Yaaa… Ben
arkadaşlarımla oynayacaktım yaa!”
Anne: “E, oynadın zaten
çocu’um! Sabahtan beri azıyo’… yani koşturup oynuyo’dunuz ya.”
Çocuk: “Ama daha onu
oynayacaadık, bunu oynayacaaadık, daha koşacaaadık, iteceeedik, kakacaaadık,
bağıracaaadık, çağıracaaadık. Hem hani bugün benim günümdü?”
Anne: “Senin günün zaten.
Günün arkadaşlarına ayrılan kısmı bitti, anne babaya ayrılan kısmı başladı.
Annesiyle babası evlatlarını çoooook özlemiş. Şimdi o da uslu çocuk olup kendi
gününün bu bölümünü onlara ayıracakmış, di’ mi benim bi’tanem?”
Çocuk: “Ya, of ya! Her
yıl aynı şey!”
Baba: “Hadi gene iyisin.
Bu yıl çabuk pes etti.”
Anne: “Zaten onun da
turşusu çıktı, bakma böyle üstten üstten konuştuğuna. Sabahtan beri at gibi
koşturuyo’. Eve gidince burnu tabakta uyumazsa n’oliiim!...”
Çocuk: “Babaaaa!”
Baba: “Hadi inşallah!
Dediğin gibi olursa…”
Çocuk: “Babaaaaa!
Babaaaa!”
Baba: “Efendim.”
Çocuk: “Eve gidince uçak
maketini bitirelim miiiii?”
Anne: “Aaaa, ne güzel
fikir!”
Çocuk: “Olur mu baba?
Babaaa!”
Baba: “Neresi güzel yahu?
Sen o model uçağı gördün mü? Uçak mühendisinin profesörü gelse onu
birleştiremez. Amerikan Bilmecesinden beter! Geçen defa bir iki parçasını
birbirine tutturup ‘Bunların birkaç gün kuruması lazım.’ diyerek zor
kurtulmuştum elinden.”
Çocuk: “Yapca’z mı baba?
Babaaaa?”
Anne: “İyi ya, kalan parçaları
tutkallar kurumaya bırakırsınız.”
Çocuk: “Ya baba
yaaaa!...”
Baba: “Sonraki iki gün
parmaklarımdan yapışkan temizlediydim. Başım ağrıdı, midem bulandı, beter
oldum. Zehirli miydi neydi o tutkal? Zaten daha modelin planını gördüğümde
burcu burcu terlediydim. Katiyen bir daha katlanamam.”
Çocuk: “Babaaaa!”
Baba: “Çocuğum araba
kullanırken öyle bağırılmaz diye kaç defa söyledim. Bak, dikkatimi dağıtırsan
kaza yaparız sonra.”
Çocuk: “Ama yapca’z di’
mi uçağı?”
Baba: “Hııı… Bakarız.”
İşte böyle, kaypaklıktan
eğretiliğe yıldırım hızıyla geçilir. :))
Zaten tarihte Çocuk
Bayramı’nın bir çocuğu tatmin edecek denli güzel geçtiği hiç kaydedilmiş midir
acaba? :D
Ben de çocuk fikirli biri
olarak bugünü derhal kendime yonttum ve kısa bir yazıyla anarak günün kalanını
içimdeki miniğe ayırdım. Her yaştan çocuğun bayramı kutlu olsun, kendisini
büyük ilan edenlere de kolay gelsin. :))
Oleg Zhukov'dan (Олег Жуков) 'The Ant Thriller' Diğer Çalışmarı 1 Diğer Çalışmaları 2 |
Hiç ufacık bir sorun size
dünyanın döndüğünü bile unutturdu mu? Daha doğrusu dünyanın döndüğünü
unutmazsınız da, sanki kendi ekseni etrafındaki yirmi dört saatlik pirüetinde yüz
yirmi dört kez sizin üzerinizden geçiyormuş gibi gelir. Üstelik kulunçlarınızı
ezen hayırsever bir ayı :)) gibi değil de, canı burnunda bir ev hanımının
elinde yufka açıyormuş gibi rol kesen merdane misali veya asfalt düzleyen
silindir benzeri bir acımasızlıkla muamele eder size. Kendinizi Atlas gibi…
Yok, yok! Hani dünyayı iki boynuzunun üzerinde dengeleyen şu meşhur öküz gibi
hissedersiniz. Hatta kuyruğunun erişemeyeceği bir yere et yiyen cinsinden bir
zonzon (AKA sözlüğünde iri ve zırıltıcı bir karasinek türü… Bkz. 7 Aralık 2010 tarihli
yazım) konmuş ve dünyayı taşırken sarf ettiği emeğin kan ve teri alnından tam
gözünün bebeğine damlamak üzere olan bir öküz gibi...
Bu öyle bir haldir ki; o
sırada çevrenizde, mahallenizde, ülkenizde ve / veya dünyada gerçekleşmekte
olan son derece ciddi şeyleri gözünüz görmez, kulağınız duymaz, hatta bunların
sorun olarak görülmelerine itiraz etmekten kerhen vazgeçseniz de, aslında söz
konusu edilmelerini dahi aklınız almaz. Etrafınızdaki insanların kendi yaşam
gaileleriyle boğuşurken bile gülüp eğlenecek imkânlar ve fırsatlar yaratıyor
olmasını şahsınızı hedef almış bir hakaret olarak algıladığınız anları
kastediyorum. Sizin hayatınızda da bir sürü şey olmaktadır o sıra, ama nedense
olan bitenle aranıza o küçücük sorun bir dağ gibi girmiştir hani. Ne yapsanız
aklınız hep o mini mini konuya kayar. Saç kılından daha fazla yer kaplamayan
probleminizi çekiştire çekiştire onun dışında kalanlarla aranızda
görünür-görünmez denecek kadar incecik, fakat çok dayanıklı bir zar oluşturacak
kadar genişletirsiniz. Hatta o ‘kıldan ince, kılıçtan keskince’ nesneyi
etrafınıza bir koza örmekte kullanırsınız ki, dışarıdan müdahaleleri de
engellesin, gözünüzün, kulağınızın, aklınızın kendisi haricindeki herhangi bir
şeye kaymasına izin vermesin. Gece yatmadan önce son düşünceniz, sabah
kalktığınızda ilk aklınıza gelen o olsun. İncir çekirdeğini doldurmayacak bir
şey aklınızı teslim alsın, ruhunuza sızsın, kalbinizi ise tamamen devre dışı
bıraksın. Bir anti-aşk durumu yani!!! :))
Dert denemeyecek denli sancısız,
sorun kabul edilmeyecek kadar çözümlü, konusu olmayacak kadar önemsiz,
anlatsanız alaya alınacağınız denli manasız, ufaktan da ufaktır, ama siz
gözünüzde büyüttükçe büyütürsünüz. Elinizde değildir. Hani sızlayan dişinize
dilinizle habire dokunmaktan, adeta ağrısının devam edip etmediğini kontrol
etme bahanesiyle bile isteye canınızı yakmaktan manyakça, fakat zorlayıcı bir
zevk alırsınız ya… İşte o hesap! Kurtulmak için çözümler üretmeye çalışırken
bile bunun sonuçlarını kurcalayıp durur aklınız. Bulduğunuz çare minyatür
sıkıntınızdan daha fazla sorun yaratır mı acaba? Yoksa hiçbir şey yapmamak mı
doğru olan? Azıcık sabretseniz kendiliğinden, sihirli değnekle dokunulmuşçasına
kaybolup gider mi dersiniz? Veya o
zamana kadar uyguladıklarınızdan daha radikal, daha şiddetli, daha acımasız bir
metot mu kullansanız? Şöyle çat diye tepeden inme, ani ve kısa süren cinsinden bir
yöntem… ‘Olmak veya olmamak, işte bütün mesele bu!’ tiradını William
Shakespeare’e ilham eden ruh ve / veya vecd haline bu şekilde ulaşmak önce
komiğinize gider, sonra zorunuza, nihayet koskoca yazarı ve güzelim eserini
böyle bir şeye alet ettiğiniz için kendi kendinizi ayıplarsınız. Ama durmak ne
mümkün! :)) İsteseniz de kendinizi akışından kurtaramadığınız bir anafor bu.
Ha, yalnız öyle dibe falan çekmiyor. Bin devirde kurutan bir çamaşır makinesi
gibi hep aynı seviyede içiniz dışınıza çıkana veya içiniz dışınız bir ve sadece
‘O’ olana kadar kendi etrafında döndürüp duruyor. Bir anti-esriklik hali
yani!!! :))
Her zaman sorunlarınızı
unutturan şeyler; okumak, yazmak, çizmek, seyretmek, dinlemek sadece birer
amplifikatör veya lup haline gelip iyice dev aynasında gösteriyor size bu
mikro-pürüzü. Okuduğunuz her harf aklınıza onun bir modeli olarak giriyor ve beyninizin
en uzak köşelerine dahi hastalık bulaştırır gibi klonluyor sorun saydığınız
nesnenin suni kopyalarını. Yazmak tüm anlamlarından soyunmuş. Ne içinizi
döktürüyor size, ne de akla mantığa uyan bir konuyu anlamlı bir biçimde savunmanıza
izin veriyor. Sanki kalemden parmağınızı yazı fikirlerinize ulaşmanızı sağlayan
o uçsuz bucaksız boğazın en fazla gıdıklanan kısmına sokmuşsunuz gibi öğürme
refleksi misali arka arkaya saçmalıyorsunuz. Kalem tutan eliniz ağzınızın
anlatamadığını süslü ifadelerle şekillendirmek için kaşınsa da, ortaya çıkan metin
dilinizdeki beceriksizlikten pek farklı değil. Çizdiğiniz tek şey ise ‘O’
zaten. Sağdan, soldan, cepheden, kuşbakışı, ikili perspektif, üçlü perspektif,
detay, kompozisyon, karakalem, renkli çalışma… Ama hep o, hep ‘O’! Her açıdan,
her ayrıntısıyla kafanıza kazınmış da, ezberden gözü kapalı çizebilirmişsiniz
neredeyse. Ve tabii seyrettiğiniz her şeye de bir yerlerinden karışmış oluyor,
kendini hatırlatıyor. Tablolara bir köşesinden ilişiyor, doğadaki bütün bahar
manzaralarının ayrılmaz bir parçası oluyor. Hatta daha kötüsü bile var. İzlemek
için onun dâhil olduğu senaryoları seçiyorsunuz bilinçli veya bilinçsiz. Küçücük
dediğiniz şey ekranda devleşip H.G. Wells’in hikâyesinden hortluyor, bir
Hollywood fecaatinde kıvrıla, kıvırta, kıvrana sinirinizi iyice bozuyor. Dinlemek
de bir başka işkence. Çünkü notalar bir türlü taşımıyor sizi daha önce
götürdüğü yerlere. Belki ‘O’ müziğe sızmayı başaramıyor, ama müziğin de size
sızmasını, içinizi doldurmasını engelliyor nasıl yapıyorsa artık. Aslında yapan
‘O’ değil elbette. Sizsiniz. Ama dedim ya, elinizde değil. Yanınız, yöreniz,
önünüz, ardınız, geçmişiniz, şimdiniz ve geleceğiniz ‘O’ olmuş çoktan. Siz ‘O’
olmuşsunuz hatta. Yani bir anti-mistik deneyim!!! :))
Kurtulmaya çalıştıkça
bataklık gibi içine çekiliyorsunuz. Debelenmeyi bırakınca ise sadece fırtınanın
gözü gibi bir dinginlik hali… Çevrenizi kasıp kavururken size dokunmaması daha
incitici, çok daha korkutucu. Etrafınızda dolaşırken görmek bile kaşındırıyor
sizi, ne zaman üzerinize geleceğini hesaplamaya başlıyorsunuz ufaktan. Panikliyorsunuz.
Yalnız bu harekete geçiren cinsinden değil, donduran, duyarsızlaştıran ve yapış
yapış bir dehşet. Öyle ki; en basit kurtulma çaresi bile aklınıza gelmiyor.
Başka her şeyi, her kocaman şeyi en ufak ayrıntısına kadar hatırlıyorsunuz da,
mikroskobik bir engebeyi kökünden çözebilecek milyonlarca seçenek uçup gidiyor
pek mahir beyninizin çok kudretli nöronlarından. Öyle katatonik bir haldesiniz
ki, ancak üç toplu iğne başı boyunda bir şeyin size doğrudan ulaşmasına ambargo
koyduğu dış dünyadan atılan kurtarma halatlarına dahi uzanacak iradeyi
bulamıyorsunuz. Yani bir anti-bilinç tecrübesi!!! :))
Bir mucize olur da
yakanızı kendiliğinden bırakırsa ne âlâ. Yoksa değişik bir zombi türü olarak
sürdürebilirsiniz kalan ömrünüzü. Ellerinizi öne uzatarak, karanlık yuvalarına
gömülmüş gözlerinizde bomboş bakışlar, dilinizde tek bir sözcük, sarsak sarsak
yürür ve taraz taraz bir sesle; “Karınca! Karınca! Karınca!” diyerek hayatınızı
tamamına erdirebilirsiniz.
Efendim? Karınca nereden
mi çıktı? Bir bilsem nereden çıktığını? Evi karıncalar istila etti. Bir
haftadır kaynağını arıyorum. Yollarına tuzlar,
kahveler, naneler, sirkeler, karabiberler mi (çok dikkatle gözlemledim,
hiç biri hapşırmadı :D) dökmedim, burunlarına… pardon duyargalarına küflü
limonlar mı dayamadım, tepelerine toksik ilaçlar mı boca etmedim? Bana mısın
demiyorlar. Her baktığım yerde onları görüyorum artık. Her şey kıpırdıyor, bıdı
bıdı yürüyor, yokluyor ve giderek çoğalıyor sanki. Yokluk krizindeki alkolikten
beter bir durumdayım. En son kapıcının kafasından antenler çıktığını görmeye
başlayınca kendimden korktum.
Tıp literatürüne ilk ‘karınca
bastı anksiyetesi (aslında cinneti demek daha doğru olur)’ olarak girmek
üzereyim.
İmdat!!! :)))
Jacob 'Jeddaka' Ankney'den 'Through The Clouds, Night' isimli çalışma Diğer Çalışmaları |
Bu yıl bahar içimizi bir
doldurup bir boşaltmaya yemin etmiş gibi. Hele İstanbul’da insanı deniz
tutmuştan beter edecek bir süratle değişiyor hava. Aynı gün içinde beş kez
mevsim değiştirip, üç dört saatlik aralarla kara kışı, ılıman baharı, serin
sonbaharı ve boğucu yazı yaşadığınız yetmiyormuş gibi, Hollywood usulü felaket
filmleri benzeri nereden çıktığı belli olmayan elektrik fırtınaları, hortumdan
bozma rüzgârlar veya tufanın ön gösterimine dahi şahit olabiliyorsunuz. Hele
bir de şehirde zorunlu bir turistik geziye çıktıysanız maruz kaldığınız iklim
değişiklikleri o kadar artıyor ki, kendinizi yirmi dört saat içinde üç ömür
yaşamış gibi hissetmeye başlıyorsunuz.
Tabiat bundan pek
şikâyetçi değil. Çiçeklerle ağaçların keyfi yerinde. Erguvanlar bu yıl da
randevularına tam zamanında yetişip şehri neşeye boğdular. Mor salkımlarla
pıtrak pıtrak birbirlerine sarılıp hasret gidermekle meşguller. Kuşlar deseniz,
onlara her gün bayram… Baharı ayrı seviyorlar, yazı ayrı… Kış ile sonbahara da,
sonradan güneş açtığı sürece, itirazları yok zaten. Sesleri hiç kesilmiyor. Yalnız
göçmen kuşların işi biraz zor. Gün boyu “Kalk, gidelim! Soğuklar geri geldi.”
ötüşü ile “Otur oturduğun yere, daha yeni döndüydük.” cıvıltısını peş peşe
eklemekten helâk oluyor gariplerim. Taksi durağının taklacı güvercinleri ise
göçmenlerin bir toplanıp bir dağılmalarından tepe sersemine döndüler. Yetiştiricileri
istedikleri kadar aşağıda alkış tutsun, onlar balıketi cüsselerine bakmadan, arkalarından
yetişmeye çalışırken jetin peşine takılmış pırpır uçak gibi kaldıkları ustura
misali uçan kırlangıçları takip etmeye uğraşıyorlar. Karıncalar baharı bizim
evde (dördüncü kat) kutlamaya karar verdiklerine göre böceklerin de keyfi
yerinde. Sinekler nicedir pencere tellerine yapışıp meşreplerine uygun bir caz
parçasında dans edebilmek için fırsat kolluyorlar zaten. Gerçi ‘Bahar ve
Kelebekler’den dahi depresif bir konu çıkarmayı başarmış Ömer Seyfettin’in
‘sıhhat ve afiyete delalet eden’ beyaz kelebeklerinden de; keder ve hastalık
getireceğinden korkulan sarı kelebeklerinden de; felaket, matem ve ölümü
simgelediğine inanılan siyah kelebeklerinden de görmedim henüz. [Pembe kelebek
sürüleri bolluğu, kırmızılar ise savaşı işaret edermiş bir de… Anmadan
geçemedim. Zira söz konusu hikâye canımı epey yakmıştı. Öyküyü okuduğum yıl ilk
gördüğüm kelebek sarı olunca – ki ben genelde ilk kez hep o rengini görürüm bu
münasebetsizlerin :)) – etrafta keder ve
hastalık aramaktan önüme bakmayı unuttuğum için olsa gerek, ayağımı bir taşa toslamış
ve ancak bu kazanın öyküdeki büyük ninenin kehanetinin gerçekleştiğini
ispatladığına kanaat getirdikten sonra bir nebze rahata ermiştim. :D]
Havaların böyle
cilvelenmesinden tek yakınan biz, insanlarız yani. Kırılıp dökülmekten veya gün
boyu predepresif, depresif, postdepresif, premanik, manik, postmanik ruh
hallerine ışık hızıyla geçmeye uğraşmaktan yorgun düştük. Ortalıkta kol… pardon burun gezen hastalıklar
da cabası… Çevrenizde aksıran, tıksıran, kibarca boğazını temizleyen veya
davudi bir sesle öksürenlerle aranıza gazetenizi, çantanızı, gözden
çıkardığınız bir arkadaşınızı koyarak idare etmeye çalışsanız da; ilaçla yedi
günde, ilaçsız bir haftada ve fakat delip de geçen – insana bırakın dünyaya geldiği güne lanet
etmeyi, atalarının neslinin dahi taş devrinde tükenip gitmesini dileten – o,
menhus salgına yakalanma olasılığınız hiç azalmıyor. Uzmanlar bahar aylarında bol su içmeyi ve sıvı
içeren yeşil besinleri tüketmeyi öneriyorlar, ama burun mukozanız ithal
ettiğiniz bilumum sıvıyı ille de kendi üzerinden beden çevrimine sokmaya karar
verdiğinde ne yapmanız gerektiğinden hiç bahsetmiyorlar. Günde iki litre su
içmemiz lazımmış, pöh! Fazla mesai yapan bir burun bedeninizin yüzde yetmiş
beşini oluşturması gereken o kısmı sadece ve sadece kafanıza – artık ne kadar
boşluk, geçit, girinti, hatta yiv varsa – tıka basa doldurma kabiliyetine
sahip… Ah, şu yüzünüzdeki her hücreyi doldurduktan sonra – tek çıkış noktası ve
haliyle onca sıvıyı boşaltmaya yetmeyecek denli dar olan – burnunuzda beklemeye
alındığında birike birike gayet verimli bir petrol damarı gibi giderek
lüzucileşen, üstelik bütün sondaj girişimlerinize tırnaklarını sinüslerinize
geçirerek karşı koyan o münasebetsiz nesneden bir sihirbazın birbirine bağlı
rengârenk mendilleri cebinden çıkarması gibi kurtulmak mümkün olabilseydi…
(Evet, kabul ediyorum, seyretmesi iğrenç olurdu. Ama ben de tutup herkesin
önünde yapacak değildim yani… :D) Ama hayır! Rengi ve boyutları sebebiyle
palyaçolara yakınlık hissetmenize neden olan ve artık asli görevini sanki hiç
yapmamışçasına unutmuş görünen burnunuz ne yardan (öğğğ!) geçer, ne de serden…
İster limon sıkar gibi ovuştura ovuştura çekiştirin onu, ister deliklerinden beyninizi
dışarı fırlatacak şiddette ateşleme :)) talimleri yapın, hatta isterseniz “İlle
dışarı çıkacak diye bir kural mı var canım? Bir de ters yönde deneyelim. Eğer
yemek borusu bu obez yığını geçirecek kadar esneyebilirse mide de hazmetme
konusunda bir iyilik yapıverir artık.” diye düşünerek trafiğin akışını
değiştirmeye çalışın, tek damlasını bile azaltamıyorsunuz içerideki bulamacın.
Yarım saat boyunca kafanızı duvarlara vurmak da dâhil her şeyi denedikten sonra
tam bu, salgılanır salgılanmaz kendiliğinden yapışma ve donma kabiliyetine
sahip ve patenti sadece sizde olan tutkalla bir arada yaşamaya alıştığınızı
düşünürken birden met zamanı geliyor. Cezirde çekile çekile kıkırdaklara kadar
nüfuz etmiş olan o ağdalı yığın bir anda sıvılaşıp Niagara Şelalesi’ni aratmayan
bir şiddet ve heybetle zincirinden boşanıveriyor. Öyle ki; ne mendil kâr eder
bu sele, ne çarşaf paklar… Tam ev sigortasının seyelan teminatı var mıydı, diye
düşünürken tsunami gibi art arda gelen dalgalar kesilmeye yüz tutuyor. “Eh, bu
defakini de sağ salim atlattık.” diye yüzünüzü gözünüzü temizlemeye banyoya
girince, aynadan size bakan bukalemun cinsi bir yaratıkla burun buruna
geliyorsunuz. Yüzünüz tuhaf bir proporsiyonla irileşmiş sanki. Balıkgözü
mercekle çekilmiş fotoğrafa dönmüşsünüz. Bukalemunla benzerliğinizi mühürlemekte
ısrarcı davranan kıpkırmızı diliniz, şişmiş ve çatlamış dudaklarınızı ıslatma
bahanesiyle her an sinek avlamaya çıkacak iştahta olduğunu gösterir gibi bir
görünüp bir kayboluyor. Gözleriniz de şehlalığa yeni anlamlar yükleyecek kadar
yollarını şaşırmış. Biri sağdaki ilaç dolabına melül, mahzun bakarken, diğerinin
düşmüş üst gözkapağından görünen kanlı aklarında ipini koparmış bir ada gibi
gezinip duran donuk bir iris soldaki kâğıt havluyu kesiyor çaktırmadan. Bu
kadarı yukarıdaki bukalemun tanımlaması açısından size az göründüyse; “Az
önceki taşkının elinizle ve mendille savuşturamadığınız; sehpa ve masa
örtüleriyle durduramadığınız; hatta halı, perde, yatak, yorganla barikat
kurmanıza rağmen yüzünüze sıvaşmasını engelleyemediğiniz sarı-yeşil kabuklarıyla
dekore cildiniz manzarayı tamamlıyor.” demem herhalde yeterli olacaktır.
“Bedenim lime lime, bari
ruhum sağlam kalsın.” diyerek giriştiğiniz kendinizi oyalama taktikleri ani ve
uyarmadan gelen taşkınlar yüzünden zor ile imkânsız arasında görevlere
dönüşürken, bir de halinize bakıp şükretmeye mi, yoksa gerçekten geçmiş olsun
demeye mi geldikleri belli olmayan sağlıklı (ki bu sözcüğü en galiz küfür
niyetine kullanabilirsiniz o anda :D ) konuklarla uğraşıyorsunuz.
“Ah canıııım! Kala kala
televizyona kaldın di’ miiii? Ama bu halde de hiç çekilmez. Nesine bakıyo’sun
şu aptal kutusunun?”
“Makbıyorub ki…”
“Nasıl bakmıyo’sun ayol?
Hem de nasıl seyrediyo’sun. Şu uyduruk diziden bile duygulanıp elleriyle
yellene yellene ağlayan benim sanki…”
“Ne televisyonu, ne disisi,
ne duygusu, ne ağlabası! Murnub elibe gelbiş saten… Gösüb de ondan kıskandı,
akıb duruyo’… Bendil yetiştirin diye sallıyorub elibi. Debinden meri gösünün
içine makıyorub asıl, aba nerdeee… Sen oturbuş, tuvalet ka’adı rulolarıyla murnunu
tıkabaya uğraşıyo’sun. O ıslak bendillerden kendine elmise falan mı miçiyo’sun
allasen?”
“Ha, yok canım. Kanepe
biraz nemli geldi de… Ama hastalıkta olur böyle şeyler, utanacak bir şey yok…
Gene de keşke yetişkinler için üretilen şu şeylerden alsaydın.”
“Nebli bi? Ha, sen onu
şey sandııın… Yok yaf’! Murnubdan mömrekleribe sıra gelbiyo’ ki…”
“E, bu ne peki? Ay,
kalkamıyorum. Yapıştım kaldım buraya. Bi’ de ciklet gibi uzuyor bu koltuğun
kumaşı yahu!”
“O, kubaş falan di’il!”
“Ne sırıtıyo’sun sen yaa?
Ay, yoksa bu… ha… ha… hapşuuuuuuuuu!!!”
“Hadi hayırlı, uğurlu ve
de geçbiş os’suuun! Al, debe debe kullan!”
İntikab soğuk yenen mir
yebektir. :))))
Rob Pettit'ten Cell Phone Art Diğer Çalışmaları |
Gözüne giren ışıkla kendine
geldi. Kış boyu odasının duvarını yalayıp geçen güneş, baharın gelmesi
şerefine, her sabah doğrudan yüzüne projektör tutar olmuştu. Gece geç yatmış
olsaydı söverek kalkacaktı yataktan. Oysa bugün keyfi yerindeydi. Güzelce dinlenmiş,
yakın vadeli işlerini rayına oturtmuş olarak uyanıyordu yeni güne.
“Sayın abonemiz! Bu bir
bant kaydıdır. Şu anda kullandığınız ısı, ışık ve keyif kaynağının foton
sayaçları aylık kotanızın dolduğunuzu göstermektedir. Hizmeti kullanmaya devam
etmek istiyorsanız kazıklı… pardon zamlı fiyatlandırma tarifesine geçmek için
boğazınızı bir kez temizleyiniz. Bu üç hizmetten; ısıyı istemiyorsanız yorganı
üzerinizden atın, ışığı istemiyorsanız gözünüzü kapatın, keyfi istemiyorsanız
lütfen dilinizi köküne kadar dışarı çıkarın.”
Mahmur mahmur kafasını
kaşıyarak odasına göz gezdirirken yine üst komşusunun televizyonun sesini fazla
açtığını düşündü. Sabahın keyfi bu şekilde bozulduğu için canı sıkıldı. Ağzının
içinden homurdandı.
“Yanlış giriş yaptınız.
Lütfen girişinizi verilen parametrelere uygun olarak yineleyiniz!”
“N’oluyo’ ya?”
“Yanlış giriş yaptınız.
Lütfen…”
“Kıs şu televizyonun
sesini be adam!”
“… parametrelere uygun
olarak yineleyiniz.”
“KARDEŞİM, kime diyorum?”
“Yanlış giriş yaptınız.
Sayın abonemiz üç kez hatalı giriş yaptınız. Bu durumda kotanızı doldurduğunuz
için size verdiğimiz hizmeti durduracağımızı bildirir, ayırdığınız zaman için
teşekkür ederek iyi günler dileriz.”
Oda zifiri karanlığa
gömülünce sanki kulakları da duymaz olmuş gibi geldi birden. Sonra ışıkla birlikte
sesin de gittiğini fark etti. Pencerenin ardı derinliği olmayan bir siyahlığa
gömülmüştü adeta. Kapkara gökyüzünde yıldızları aradı mantıksızca. Kendini
yataktan dışarı atarak gözüne takılan tek minik ışık kaynağına doğru tökezledi.
Elinin altında elektrik düğmesini hissedince ‘Tabii ya!’ diye düşündü. ‘Nasıl
akıl edemedim? Işığa duyarlı, fosforlu düğmeler bunlar.’ Uyku sersemi olan ve daha
fazla akıl yürütmeye itiraz eden beyni ‘Işık olsun!’ diye buyurunca parmakları
bu emri ikiletmedi. Düğmenin hafif çıtırtısıyla oda aydınlandı. Ekonomik ampul
loş bir ziyayla işe koyulup nihayet her köşeyi tüm ayrıntısıyla göstermeye
başlar başlamaz yukarı kattaki televizyon yine coştu.
“Sayın abonemiz. Bu bir
bant kaydıdır. Hâlihazırda kullandığınız suni aydınlanma sistemini boş yere
meşgul ettiğiniz tarafımıza rapor edilmiştir. Acil durum olduğunu
bildiriyorsanız boğulur gibi nefes alın. Sistem yanlışlıkla devreye girdiyse
kibarca öksürün. Bilerek düğmesine bastıysanız hizmetin en üst seviyeden
tarifelendirileceğini ve aylık faturanıza ceza mahiyetinde dünyanın parası
bindirileceğini kabul ettiğinizi göstermek amacıyla panik atak geçirin.”
“Sabahın köründe hangi
bilimkurgu filmi bu ya?” diye söylendi ağzının içinden. Bulanık gözlerini
elinin tersiyle silerek gece etrafa saçtığı giysilerine baktı.
“Hatalı giriş yaptınız…”
“Gömlek, pantolon, ceket.”
“Hatalı giriş yaptınız.
Lütfen verilen parametrelere uyun!”
“Eee, her şey burada, ama
çoraplar yok. Nereye koydum ki ben bunları?”
“Hatalı giriş…”
“Yuh! Ayakkabının tekini
buraya kadar sürümüşüm.”
“Hatalı giriş yaptınız.
Parametrelere uygun giriş yapmadığınız takdirde verilen hizmet on saniye içinde
sonlandırılacaktır. Dokuz… sekiz… yedi… altı…”
O sırada bir türlü
bırakamadığı sigaranın ilk gıcığı boğazını yakınca hafifçe öksürdü. Arkası kötü
geldi tabii.
“Sistem hatası olduğuna
dair kaydınız alınmıştır. Elemanlarımız en kısa sürede sizi arayacaktır.
Hizmetimizden yararlandığınız için teşekkür eder, sağlıklı günler dileriz.”
Odadaki kakofoninin
beynini iyice çalışmaz hale getirdiğini düşünmeye başlamıştı ki her yer
sessizliğe büründü. Cümlenin sonu neredeyse öksürüklerin bitimine rastlamıştı. Düşüncelerini
hâlâ tam anlamıyla odaklayamıyordu. Alaycı bir ifadeyle gülümseyerek ‘Erken
yatmak bana yaramıyor.’ diye düşündü. ‘Fazla mesai yapmaya alışmış beyin
hücreleri normalden uzun bir tatile çıkınca toptan dumura uğruyorlar zahir.’
Yerdeki giysileri ayağıyla sürüyüp odanın bir köşesine topladı ve yeni bir
takım bulabilmek amacıyla dolabı açtı.
“Sayın abonemiz.”
“Aaa, yeter ama!!!“
“Yararlanmakta olduğunuz
temiz…”
“KAPAT ŞUNU DİYORUM. Yüksek sesle televizyon
izlemekten sağır mı oldun yoksa? KAPATSANA ŞU ALETİ ARKADAŞ!”
Öfke ve hırsla dolap
kapısını çarpınca çıkan sesten kendisi bile ürktü. Uyandığında hissettiği huzur
uçup gitmişti işte. Yataktan kalkarken yere düşürdüğü yorgana bir tekme atıp,
hızını alamayınca oda kapısına saldırdı.
“Sayın abonemiz. Bu bir
bant kaydıdır. Şu anda yararlanmakta olduğunuz giysilerinizi düzenli tutma hizm...”
“… bir bant kaydıdır. Şu
anda yararlanmakta olduğunuz yatacak yer ve dinlenme hizme…”
“… dır. Hâlihazırda
kullandığınız ev güvenliği ana başlığı, oda kapısı alt maddesi hizmeti…”
Birbiri üzerine konuşan
bunca sesi duyunca uyandığından beri tutukluk yapan beyni sonunda marşa bastı.
Çok tuhaf şeyler oluyordu. Donup kaldı. O sırada derinlerden bir başka ses duyuldu.
Şiddetini desibel desibel arttırıp giderek tizleşen bu siren sonunda diğer her
şeyi susturdu. En yüksek notasında kesilir kesilmez “Lütfen adınızı ve
soyadınızı, kimliğinizde okunduğu şekilde, başında veya ortasında göbek adı
kullanmadan, tam olarak söyleyiniz!” diye gürledi biri. Bu defaki filmden
alınma bir anons falan olamazdı. Çünkü cümlenin yanlış yerlerinde saçma sapan
vurgular yapmıyordu. Tam tersine; öfkeli bir insandan beklenebilecek biçimde
patlamaya hazır bir sıkkınlıkla konuşmuş, şimdiyse muhtemelen giderek azalan
bir sabırla talebinin yerine getirilmesini bekliyordu. Telaşla cevapladı.
“Salim Aklıselimoğlu.”
“Gölgeoyunu Mahallesi,
Hayali Küçük Ali Sokak, 666 Numara, Daire 13 sakini Salim Aklıselimoğlu mu?”
“E, eveeeet…”
“Lütfen adres
bilgilerinizle birlikte adınızı ve soyadınızı tam olarak söyleyin beyefendi! Konuştuklarımız
kayda alınıyor.”
“Söyledim ya. Ben Salim
Aklıselimoğlu. Burada oturuyorum. Neler oluyor?”
“Olmadı, ama neyse… Kimlik
numaranız.”
“Benim kimlik numaramdan
size ne? Hem siz kimsiniz? Bütün bunlar ne manaya geliyor?”
“Ben Ana Hizmet Birimi
Çağrı Merkezi’nden Burcu.”
“Burcu mu? İyi de siz
erkeksiniz?”
“O konuyu bu yazıyı
yazanla tartışırsınız. Kimlik numaranız lütfen!”
“Yirmi iki bölü yedi.”
“Ana adı, baba adı, doğum
yılı, doğum yeri, tarihçesi, o bölgede kurulan şehir devletleri, bitki örtüsü,
coğrafik şekilleri…”
“Ne? Kim? Ne zaman? Hangisi?”
“İlkokul üçüncü sınıftaki
sıra arkadaşınızın kafasındaki yüz yirmi yedi milyar üç yüz elli altıncı kılın
uzunluğu…”
“Ha?”
“Kurbağa gagasının
anatomisi… Karlofça savaşının üç yüz Konyalısının ad ve soyadları… Vektörel ile
faktöriyelin farkı…”
Salim boğazında
düğümlenen yumruyu avazı çıktığı kadar “Yangın vaaaaaaar!” diye bağırarak
fırlatıp atmak istediyse de, ağzından gargaraya benzer bir gurultudan gayrisi
çıkmadı. Güneş ışınları ısrarla kapalı göz kapaklarının arasından sızmaya
çalışıyor, başucundaki telefonun açık kalmış ahizesinden “Sayın Abonemiz. Bu
bir bant kaydıdır.” teranesi yükseliyordu.
Travis Favretto'dan Spring Cleaning isimli çalışma Diğer Çalışmaları 1 Diğer Çalışmaları 2 Sitesi |
Evinizin tek odasına
hapsolup sadece o mekânın imkânlarına mahkûm oldunuz mu, bilmem. Zor iştir, ama
bazen...
Mesela eve temizlikçi
gelir. Sizin ise o gün mutlaka evde kalmayı gerektiren bir meşguliyetiniz veya
özrünüz vardır. Sadece birkaç kez gördüğünüz ufak tefek bir hanım olan
gündelikçiniz o günün işkencecisi olup çıkıverir. “Ben salona giriyo’m! Vaaa mı
bi’ diiceen?” diye yarım ağızla sorgu sual edip sizi şöyle bir tarttıktan sonra
“Sen hemen çıkıyo’n herhal’.” diye düpedüz aba altından sopa gösterir. Çok
aldırıp önemsemeden, hele de hiç sebep göstermeden “Ben bugün evdeyim.”
gibilerden yorum yaparak, bire bir buçukluk tombul bir havludan bozma yer
bezini bir hamlede sıkma kudretine sahip temizlikçinizi başınızdan
savabileceğinizi sanıyorsanız yanılırsınız.
“Amaniiiin! Hasta mısın?”
“Hayır.”
“Hiiii! İşten mi go’dular
depiği?”
“Yooo!”
“Eee, gafa izni mi
aaa’dın yoğsam?”
“Sen kafa iznini de mi
biliyorsun?”
“Heee! Tııı’latınca işe
getmeyo’n.”
Konuşmanın buralarına
gelince hafiften eğlenmeye bile başlarsınız – ki bu felaketinizin de
başlangıcıdır aynı zamanda. Önce temizlik malzemelerini bir banyo, bir oda
taşıyıp dururken kadıncağızı sadece gözlerinizle takip edersiniz.
“Bak seeen! Demek tırlatınca…
Nasıl oluyor o?”
“Gittiğin evde bir
gocagarı vaa’sa tııı’latmak garanti!”
Bu, gökten dinozorları
yok eden meteor misali kucağınıza düşen ‘kocakarı’ lafını üzerinize alınmamak
için hemen duruşunuzu dikleştirip yüzünüze daha genç bir hava verebilmek amacıyla
pencereden gelen ışığı arkanıza alır, dudaklarınızı şuh (!) bir şekilde öne
çıkarırken kelimeleri ezip büzerek ve saçınızı savura savura konuşmaya
başlarsınız.
“Diyo’suuuuun… Hadi
yeeaaa! Yeme beni abi!”
“Ha??? Haaaa! Bak sana
diyo’m! Gapıdan giree’ giii’mez üstüne atlaaa’ böö’leleri… Yok, peee’vazları
alacaaa’mışım. Yok, çeee’çeveleee ovacaaa’mışım. Emme zinhaaa’ çamaşııı’ suyu
kullanmah yoğumuş. Alaaa’cisi vaamış. Aksırııı’mış, öksürüü’müş. Daha bi’ sürü
bilmen ne? Bütün gün önündeee aaa’dındaaa dolaşııı’ duruu’…”
Lafının burasında yandan
öyle bir bakış atar ki, hemen kendinize gelir ve birden o konuşurken sizin de
yanında gidip gelmeye başladığınızı fark edersiniz. Zınk diye olduğunuz yerde
durup orada olma sebebinizi açıklamak için “Akşam yemeği için misafirlere
böfstrogonof yapmam gerekiyor da…” gibilerinden aklınıza ilk gelen şeyi
sallayıverirsiniz. Ama hâlihazırda yatak odasıyla banyo arasına konuşlanmış
olduğunuzu ve mutfağa varmak için evin öbür ucuna gitmeniz gerektiğini ikinci
bir bakışla hiç zorlanmadan, anında anlatan temizlikçiniz yarı belinize kadar
trafik ışığına dönmenize neden olur. Önce rezil rüsva olmanın mide bulantısıyla
yeşile çalar, sonra kendinizi bu kadar açık etmenin endişesiyle sararıp solar,
nihayet bunca rahatsızlığın ana sebebi olduğuna kanaat getirdiğiniz
gündelikçinize duyduğunuz hiddetten bayrak kırmızısı olursunuz. “Sen hani
salona başlıyordun? Ne işin var burada?” diye çıkışmakta bulursunuz çareyi.
“Aha, iti an... Heç
canıııım! Arka balkona govalaaa’ almaya gidiyo’m ya…”
Gafil avlanmanın
kızgınlığıyla ağzınızın içinden söylene söylene mutfağa doğru yollanır, bir
süre etraftaki bilumum tabak çanağı tıngırdatır, mutfaktaki her dolabın
kapısını birer, buzdolabınınkini üç dört kez açıp kapatırsınız. O sırada
sağlıklı düşünme fırsatı bulup; “Evde trüf mantarı bitmiş. Ben bi’ koşu
Fransa’ya gidip alayım da geleyim.” diye kendinizi dışarı atabilirseniz ne âlâ.
Yok, eğer orada biraz fazla kalırsanız temizlikçinizi mutfağın kapısında
bulmanız işten bile değildir.
“Salon bitti. Mutfağa
girece’m! Sen yap pöfstürünü, yap! Ben ellemem o tarafı…”
“Yok, yok! Hiç olur mu?
Ben çıkiiim.”
“Aaa gatiyyyen olmaaa’.
Başlamış’ın madem.”
Bir on beş dakika daha
çekiştikten sonra yalanın kuyruklusunu söylediğinizi çoktan anlamış
temizlikçinizden adeta kaçar gibi kendi mutfağınızdan ricat edersiniz.
Hazmetmesi ve izah etmesi zor bir durumdur. Bu yüzden kırmızı görmüş ve
burnundan soluyan boğa misali eşine eşine kırk beş dakika boyunca turladığınız
arka odada karşınızda birden ve yeniden temizlikçinizi gördüğünüzde o anki
halinizi açıklamakta biraz (!) güçlük çeker, işi düpedüz zıtlaşmaya vardırır ve
sadece sizin baktığınız taraftan görünen yenilginin intikamını almaya
çabalarsınız. “Bu odanın dolaplarının üstü alınacak. Diğer odanın kalorifer
petekleri bal dök yala olacak. Banyonun fayanslarında makyajımı yapamazsam
kapik işlemez! O cilayı kullanma, kokuyo’. Bu deterjanı dökme, yakıyo’.”
benzeri haşin, ama cılız bir sesle verilen abuk sabuk emirlerle vaziyeti
kurtarmaya çalışırken o zamana kadar birbirinizin suratını görmeden gül gibi
geçinip gittiğiniz gündelikçiyle havada nükleer dikenlerin uçuştuğu üçüncü
dünya savaşının eşiğine geldiğinizi fark edersiniz.
“Ben o odanın
pencerelerini sileceee’dim…”
“Gatiyyyyen… şey yani
katiyen olmaz.”
“Bari petekleee gel’cek
hafta yapaydım…”
“Amma naz ettin… Alt tarafı gıçı gırıh bi’
dolap yav’!”
“Madem öyle deyon… Ben dolaplaaa,
sen yeee’leee’ … Vaaa mısın?”
“Varım be! Beni mi
gorgutacaaan!”
“Yalnız ben bezlerime
dokunduuu’mam, ona göre… Sen şu sopanın ucunda sürüdüün paçavralarla idare
edivee’… Ne anlıyo’nuz o sırıklı
saçaklaaa’dan bilmem. Halbukimsisi insan yeri sildiği bezi akşam eve sarhoş
dönen gocasının ümüğünü tutar gibi bi’ avuç dolusu kavrayacak ki şöööle…
Soo’nacııı’ma tepesinde iki kıl gadaa kalmış saçını dolar gibi bileğine bi’
saracak… Ha, bi’ de bazı garılara dönen o kopasıca başını geri çevirir gibi na’
böööle iki defa döndürü döndürüverecek ki, işin tadı çıksın, değil mi
arkadaşım?”
“Gurk!”
Akşama bir de üste para
verirken evi kazımaktan şakülü kaymış manzaranıza acır gözlerle bakarak;
“Bugünkü asistin fena
değildi. Gerçi ne çıkardığın iş bakımından ne de aramızda geçen sosyokültürel
atışmalardan istediğim randımanı aldığım söylenemez. Pazartesi gittiğim
profesör o konuda daha doyurucu bir birikime sahip. Gelecek hafta da evde
kalmayı planlıyorsan bir gün evvelden beni ara! Bugün aramızdaki diyalog çabuk
geliştiğine göre bir dahakine hafif bir dedikoduyla tatlandırarak yenilenebilir
enerji kaynakları üzerine tartışabiliriz. Yalnız gelecek sefere daha hazırlıklı
ol! Bu haftaki böfstrogonof çok acemice bir hamleydi. Senden daha orijinal
çıkışlar bekliyorum!” diyecektir. Tabii
gündelikçinin birkaç saat içinde ruhunuz bile duymadan sizi sizden çalma
işleminin zavallı kurbanı olarak bu yoruma “Sen nassı’ isteee’seniz.” şeklinde
cevap vermeniz hiç şaşırtıcı olmayacaktır. Eğer temizlikçinizin lisansı
yeniyse, söz konusu etkinin pencereden yanlışlıkla giren erkek sineklere dahi
“ayaklarını yuğmayı” teklif ettiğiniz birkaç saat boyunca sürmesi beklenebilir.
Lisansüstü derecesini başarıyla almış bir gündelikçi; haftanın yarısını
ayaklarınıza paspastan terlik, ellerinize toz bezinden eldiven geçirerek evi
turlarken kendi kendinize “Oraya basma, yeni sildim! Burayı elleme, iz
kalıyor.” diye çemkirmenizi tetikleyebilir. Doktorasını tamamlamış bir
temizlikçi, onun geldiği günün arifesinde evi baştan aşağı kırklamış olduğunuz
halde, kapıdan girer girmez çerçevelerin üzerinde parmaklarını gezdirerek
cıkcıklanacak kadar kaprisli olur. Profesör gündelikçinin ise geldiğinde
kahvesi, günlük gazeteleri tetebbu ettikten sonra televizyonu açtığında da
mojitosu hazır olmalıdır. Teftişinden geçmek için bir haftadır kazıyıp
durduğunuz evi beğenmezse, fazladan temizlik ödevi vererek yılsonu notunuzu yükseltmenizi
bile talep edebilir.
Ama birkaç seferden sonra siz de deneyim kazanıyorsunuz. ‘O’ geldiği gün ille de evde kalmanız gerekiyorsa yanınıza gazete, kitap, bulmaca, televizyon, bilgisayar, kâğıt, envai çeşit kalem ile klostrofobiyi engellemek için Kanarya Adaları’nın büyük boy posterini alıp bir odaya kapanıyorsunuz. Yine de gün batımına doğru bütün oyalanma taktiklerinizi tükettiğinizden afakanlarınızı bu türden bir yazıya dökmek gözünüze çok doğru, akıllıca ve en önemlisi cazip bir fikir gibi görünüyor. Bakalım okuması da o kadar cazip olacak mı? :)))
Ama birkaç seferden sonra siz de deneyim kazanıyorsunuz. ‘O’ geldiği gün ille de evde kalmanız gerekiyorsa yanınıza gazete, kitap, bulmaca, televizyon, bilgisayar, kâğıt, envai çeşit kalem ile klostrofobiyi engellemek için Kanarya Adaları’nın büyük boy posterini alıp bir odaya kapanıyorsunuz. Yine de gün batımına doğru bütün oyalanma taktiklerinizi tükettiğinizden afakanlarınızı bu türden bir yazıya dökmek gözünüze çok doğru, akıllıca ve en önemlisi cazip bir fikir gibi görünüyor. Bakalım okuması da o kadar cazip olacak mı? :)))
Aimé-Jules Dalou'dan 'Peasant Woman Nursing A Baby' isimli çalışma
Fotoğraf: Daniel P. Hetteix Düzenleme: AKA
|
Mayısın ikinci pazarı
Anneler Günü… Haziranın üçüncü pazarı Babalar Günü… Bu hesapla gidersek,
temmuzun dördüncü pazarını Evlatlar Günü kabul eder, çıkmaz ayın son
çarşambasında da kalan akraba ü taallukata bir iyilik düşünebiliriz. :))
Ben konuyu böyle gırgıra
alıyorum da, Anna Marie Jarvis annesinin kadın ve çocuk sağlığını daha iyi
koşullara taşımak amacıyla başlattığı bir örgütlenmenin adını onun anısını
yaşatmak üzere ölümsüzleştirmeyi düşündüğünde aklında esas olarak ne vardı
acaba? Annesini ve onun yaşamını adadığı ülküyü sürdürmek için uğraşır, onun
adına tarihe bir çentik atmaya çalışırken kendi adını hatırlanır kılacağının
farkında mıydı? Gerçi annesinin adı da Ann Maria Jarvis olduğuna göre bir taşla
iki kuş vurmuş bile sayılabilir… :)) Her ne hayal ettiyse; insanların anneliğin,
annenin hatırlanması ve takdir edilmesinin amaçlandığı bir günün anlamını
bezirgânların tuzağına düşerek; yüreklerindeki sevgi, minnet ve vefa yükünü
boşaltma babında hiçbir önemi olmayan, hatta düpedüz başarısız, gereksiz ve
anlamsız hediyelerle bulanıklaştıracağını öngörmediği kesin. Yoksa yedi yıl
uğraştıktan sonra nihayet resmileştirilmesini sağladığı Anneler Günü’nün sadece
altı yıl içerisinde ticarileştirildiğinden şikâyet etmezdi. Acı, ama onca
özveri ve emek kutsal olsa da, hedefini bu kadar ıskalayınca duyulan hüsranı
gidermenin çaresi pek yok gibi.
Annelik için de kutsaldır
denir hep. Bu, kutsallık pek eksantrik bir kavram. TDK’ya bakılırsa, kutsal
kelimesinin birinci anlamı; güçlü bir dinî saygı uyandıran veya uyandırması
gereken. Dedim ya ayrıksı diye… İşte, en başında başlıyor tuhaflığı. Bu tanım
şu ünlü ve komik kaideler dizisine benzemiyor mu? Birinci kural: Kutsal olan
her şey dinî saygı uyandırır. İkinci kural: Aksi durumlarda da birinci kural
geçerlidir. :)) Anne ve / veya annelik dinî saygı uyandırıyor mu? Eh, evet
demek lazım. Ama Orhan Boran’ın sevdiğim latifelerinden birinde olduğu gibi
bazen sadece olasılığını telaffuz etmek dahi öylesine doğal bir aksülamel
yaratıyor ki muhatabında, olayın dinî saygıya kadar gelip dayanması bayağı
sürüyor. Söz konusu olay şöyle: Otobüste
başına dikilen genç bir kızın ısrarlı bakışlarıyla taciz ettiği Orhan Boran
sonunda kalkıp yerini ona vermek zorunda kalır. Ancak bu defa meraklı bakışlarıyla
rahatsız eden taraf kendisidir. Hanım kız bu sessiz baskıya dayanamayıp hamile
olduğunu yumurtlayıverir. Bedeninden bir şey anlaşılmadığı için Orhan Boran kaç
aylık olduğunu soracak olur. Cevap veciz! “Vallahi henüz iki saat oldu…” [Genç
kadının söylediği ikinci cümle Sansür Kurulu Eş Başkanım Mübine
Kılıkırkyarar’ın hışmına uğradı. Diğer Eş Başkan Mertek Salgitsin ise hâlâ
espriyi anlamaya uğraşıyor. :)) Merak edenler daha açıklayıcı ve derli toplu
yazılmış şeklini http://cadde.milliyet.com.tr/2012/01/16/YazarDetay/1533994/Soyle_bakalim
adresinden okuyabilir. :D ]
Pekâlâ, birinci anlamı
kutsallığı anneliğe bağlamakta pek başarılı olamadı. O zaman biz de ikinci
anlamını deneriz… Tapınılacak veya yolunda can verilecek derecede sevilen. Bu,
anne ile ilgili tasavvurlarımıza biraz daha yakın geliyor, değil mi? İyi de; kutsal
olduğunu düşündüğümüz şeyleri korumak, kollamak adına bir başka kutsal sayılan
şeyi, canı (ister kendinizinki, ister bir başkasınınki olsun) feda etmek biraz
kavram kargaşasına sebep oluyor sanki. Ama Tevfik Fikret Tarih-i Kadime Zeyl’de
boşuna mı yazmış? İnsanoğlu bu! Kendi yapar, kendi tapar… Yaptığı şeye
taptığını ispat etmek için de kendi kendini yok eder. Ha, durum müsaitse ve
/veya başka kutsallıklar da tehlikedeyse (!) yol arkadaşı olarak yanına
yanlışını (!) gördüğü başkalarını almaktan da geri kalmaz. (Bkz. İkinci sayfa
haberleri…) Yine de pek çoğumuz annemize
böyle bir sevgiyle bağlı olduğumuzun dile getirilmesinden çok da rahatsız
olmayız. [Zaten hiçbir can, cananına ‘Seni uğrunda yaşayacak kadar çok
seviyorum.’ demiş midir, dediyse aldığı cevap ne olmuştur, hep merak ederim.
:D] Ama işin aslı çok farklıdır. Ortada bir tapılma, yolunda can verilme durumu
gerçekten varsa da, normal bir anne-çocuk ilişkisinde evlattan anneye doğru
değil, anneden evlada doğru işler. Bir veterinerde şahit olduğum üzere; bir
taraftan hasta olduğunu (!) iddia ettiği muhabbet kuşunu mıncıra mıncıra
severken [Aynen vakidir. Üstelik kuş da öyle fazla rahatsız görünmüyordu. Hayır!
Baygın falan değildi. :D], diğer taraftan hayvancık can havliyle her
cıvıldadığında “Anan kurban olsun sana!” diye naralar atan bir adam konuyu
damardan izah etmektedir. :)) Bu durumda kutsallığı anneye iliştirme konusunda
ikinci tanım da yaya kalmış görünüyor.
Kutsal kelimesinin üçüncü
anlamı; bozulmaması, dokunulmaması, karşı çıkılmaması gereken, üstüne
titrenilen imiş. Bozulmaması gereken mi? Annelik zaten eğer kadın aksine karar
verip; ısrar, inat ve azimle bu yönde uğraşmıyorsa bozulması biraz güç bir
müessese. Yoksa biz, evlatlara kalsa daha doğar doğmaz annelerimizi reddetmemiz
gerekirdi. Niye öyle bakıyorsunuz? Dokuz ay boyunca mis gibi, sıcacık,
yumuşacık, çoğunlukla gürültülü olsa [Her öğünden sonra üst kattan garıl gurul
sesler gelir. Sussun diye tavana vurursunuz, bu sefer de dışarıdan bir çığlık:
“Ay! Tekme attı. Bak, koy elini şuraya!” :D] ve sonlara doğru biraz dar gelmeye
[Gebe kalmadan önce neden karın boşluğundaki lüzumsuz (!) organların tahliyesini
sağlamaz ki şu anneler? Güzellik uğruna yağ aldırmayı biliyorlar ama… :D]
başlasa da, gayet korunaklı bir yerde ekmek anneden, su… yine anneden yaşayıp
gider; soğuk, sıcak, açlık, tokluk, ev kirası, arabanın taksiti, gelir vergisi,
kimlik numarası, kart şifresi gibi şeyleri dert etmez iken birdenbire “Almanya’dan oğlum gelecek!” bile denmeden kapı
dışarı ediliyorsunuz. Var mı bundan daha haince ve merhametsiz bir muamele? :))
Her neyse… Biz konumuza dönelim. Nerede kalmıştık? A, evet, dokunulmaması
gereken… Annelik dokunulmazlık konusunda da o yasanın mucidi sayılacak bir
konumdadır aslında. (Bkz. Tekrar Orhan Boran’ın anısı…) Örneğin; unvanını fısıldamasıyla birlikte kavga
edenlerin etrafında toplanmış azgın bir kalabalıkta dahi anında kendisine
koridor açtırma kudretine sahip; dövüşenlere üç saydırıp beş tartakladığı, seyircileri
ayrı ayrı azarladığı halde utançla karışık bir sükûttan başka karşılık görmeyen;
sonunda iki eline sığdırabildiği kadar kulağa asılıp sürüye sürüye yanına
kattıklarıyla birlikte o, bütün hayvani dürtüleri ayaklanmış, üstüne üstlük fırça
yediği için de gururu incinmiş güruhun arasından burnu bile kanamadan sıyrılıp
çıkabilecek tek canlı türü bir annedir. :)) Gelelim üstüne titreme mevzuuna.
Hepimiz annelerimizin üzerine titreriz tabii. Ama nedense hep en az ihtiyaç
duyduğu ve istediği zamanlarda… Özellikle Anneler Günü’nde kapıdan başımızı
şöyle bir uzatıp “Ce-eee!” dedikten sonra trafiği bahane ederek aceleyle kalkarken
özene bezene yaptığı yemeklerle donattığı sofraya bakıp “Aman anneee! Her yıl
böyle zahmete girme! Sana da yazık!” diyerek nasıl da kadir kıymet bildiğimizi
ispatladığımız anlarda. Son olarak; kutsal olan şeylere karşı çıkılmaması
gerekiyormuş. Hıh, sanki mümkünmüş gibi... Birinci kural: Anne daima haklıdır. İkinci
kural: Haklı olmadığı zamanlarda da birinci kural geçerlidir. (Bunu bir yerden
hatırlayacağım ama…:D ) Hele de çocuğunu, onun asgari gereksinimlerini bile
karşılayamayacağı ortama doğurup, düşüncesizlik, çaresizlik ve zorbalıkla
şekillenmiş bir yetiştirme sürecine mahkûm eden annelere bile karşı
çıkılamazken... Yine de kuluçka makinesinin biraz değişik bir sürümü olan bu anne
türüne kutsallığın şimdiye kadarki üç anlamından bir pay çıkarmak azıcık zor
görünüyor. Kısmet dördüncüye artık…
Kutsal sözcüğünün
dördüncü anlamı; Tanrı’ya adanmış olan, tanrısal… Hah, en azından yukarıda
bahsi geçen türü bu tanıma sokarak Tanrı’ya havale edebilir ve onlara da kutsal
olmanın yolunu açabiliriz. Böylece bütün anneleri kutsal kılma “misyonumuz” da
yerine getirilmiş olur. :)) İşin şakası bir yana; annelik, beyni ve yüreği daima
ve tam kapasiteyle çalıştırırken, aralarında bıçak sırtı bir dengeleme de
yapabilmeyi gerektiren bir iş. Aynı anda hem bezdirici, hem mest edici olabilen
bir zanaat. Yani bir bilen bana öyle demişti. :))
Biraz erken de olsa, Anneler
Günü kutlu olsun.
Erik Johansson'dan 'Melting Point' Sitesi Diğer Çalışmaları |
Bir süredir kafamı
boşaltma bahanesiyle bilmece, bildirmece, bulmaca, buldurmaca ve bunların
doğrudan akla düşürdüğü dondurmaya :)) sardırmış durumdayım. Hepsinin kendi
çapında sakıncaları var. En çok da sonuncunun. Adı üstünde dondurma… Şu aralar
kara iklimine özenen İstanbul’da bazen kelimenin gerçek anlamıyla donduruyor
insanı. Üşüyünce ne oluyor peki? Yeniden acil enerji gereksinimi alarmı veriyor
beden. Fazla uğraşıp didinmeden enerji deposunu en çabuk ne doldurur? Şeker! Eskilerin
deyimiyle tam bir fasit daire… [Fasit, fesat çıkaran demekmiş. Dairenin fesatı olduğuna
göre; kînâver kat’-ı mükâfî, fitne-zâ münharif falan diye sıradan gidebiliriz
yani. Son yazdıklarımın anlamları araştırmacılığınızın ellerinden öper.
Bulmacaları çözmek için ararken benim gözlerim aktı, şimdi size kolayından
söyler miyim hiç? :D Bu arada eskiden sözcüklerin Osmanlıcası verilir, Türkçesi
sorulurdu. Şimdilerde durum tersine dönmüş. Yorum yok!!!] Şimdiki adıyla kısır
döngü… Seker yiyip, çabucak yakıp, yine şeker isteme durumu yani. Eh, madem
kendimizi sağlık uzmanlarının ellerinde dart oklarıyla karşısında aportta
bekledikleri bir hedef tahtasının tam ortasına yerleştiriyoruz, şöyle keyfiyle,
saltanatıyla yapalım şu işi, değil mi? Ağzımıza kıtlama şeker atıp on beş gün
bekleyecek halimiz yok ya… Çikolata iyi gider, yaraşır. Ama yetmez. Habire
reklamını döndürdükleri fıstıklı, karamelli, nugalı, sütlü-bitter karışık
[Tamam, tamam! Yutkunmayı bırakın! Ben de çeşitleri saymayı keserim. Salyaların
ortasında bir yerde buluşuruz. :D]… İsmi lazım değil bir sürü cinsi olanlardan
yiyelim ki, hiç olmazsa şanımız yürüsün, tahtalıköye avdetimiz fiyakalı olsun. Hani
lisede tahta sıralara karalanan şu ünlü; “Hızlı yaşa, genç öl! Cesedin
yakışıklı olsun.” seçme saçmasındaki gibi… Kimse hızlı yaşayıp genç ölecek
olursanız, genellikle cesedinizin bir yerlerden (otobüs, kamyon kaportası veya
bir uçurumun dibi olabilir) spatulayla kazınacağını söylemez ama... İbarenin
sonundaki “yakışıklılık” ancak ölü yıkayıcının kolaj sanatındaki ustalığına
kalıyor yani. [Bu da yazdığım en gotik esprilerden biri olarak tarihe geçti.
Onca çikolata yiyoruz, birazcık olsun etkilemez mi insanın ruh halini?:D]
Konuyu öyle bir saptırdım ki, hemen geri dönmeye kalkarsam devrileceğim. O
yüzden bir O dönüşüyle [U dönüşünün çapı yetmez :D] toparlamaya çalışayım.
Hazır konusu açılmışken
tahta sıraların üzerine tükenmezle döktürdüğüm sanat eserlerinin (!) tadı hâlâ
damağımdadır. Başka malzemeler bir daha o hazzı yaşatamadı tam olarak. Rengi,
dokusu, sadece üç çizgi atmış olsanız dahi bir bitmişlik havası… Üzerine tahta
kokusu, öğrenci teri ve okul depolarında beklemekten hafif bir küf esansı
sinmiş olarak üstelik. Hiçbir şeyi eksik değildi yani yaptıklarımın. :)) Genellikle
öğretmenlerin komik portrelerini çizerek başlardım işe. Yıllanmaktan yumuşamış
tahtaya kolayca gömülen çizimler her an fırlayıp nutuk çekecek kadar canlı
görünürlerdi sanki. Beyaz kâğıtla eşleşen hiçbir malzemenin bu etkiyi doğurmamasının
ardındaki sır, tahtanın üst üste atılan cilanın altında kalmasına rağmen hâlâ
bağını koparmadığı doğayla birlikte ördüğü büyüde gizliydi elbette. Yani
damarlarında… Öyle ki; deseni çıkarmaya çalışırken kullanılan arama
çizgilerinin bile kendi hayatı olurdu sıranın tatlı kahverengisinin üzerinde.
Her gün yeni bir şeyler ekleyip kompozisyonu (!) geliştirmeye çağırırdı beni.
Eh, ona yanıt vermediğim de pek olmadı zaten. Yılsonunda yandaki arkadaşın
sırasına tebelleş olduğum bile vakidir. :))
Şimdikilerle
kıyaslandığında anaokulu gibi kalan üniversiteye hazırlık kursunun pırıl pırıl,
mika kaplama sıralarını görene kadar ilerideki çizim çalışmalarımın ana
malzemesine karar verdiğimi sanıyordum. Ne zaman okuldakilerin yanında akça
pakça kalan, kendinden desenli, açık yeşil sıraların üzerinde bana bakan bir
çift göz yakaladım, hayatım kaydı. :))
Ha, söylemeden
geçemeyeceğim; ben tavuk suyuna çorbada bile şekiller, figürler, suratlar,
manzaralar, kompozisyonlar gören lanetlilerdenim. Çocukken bir de millete peri
padişahının memleketini tarif ediyormuşum gibi; “Aaa, bak! Şuy’daki kız mavi
fıyıldağını çeviyiyo’. Oy’daki dağda bi’ dev var. Bi’ duda’a yee’de, bi’ duda’a
gökte. (masallarda en sevdiğim tarifti de…) Tek gözlü. Elini de şuy’daki suya
sokmuş.“ falan diye anlatırdım gördüklerimi. Toprak rengi, bulaşık suyundan
hallice bir yer karosunun hangi noktasında mavi rengi bulduğumu, – hadi onca
ayrıntı neyse de – devin tepegöz ve köfte dudaklı olduğuna nasıl teşhis
koyduğumu anlamak için önceleri burunlarını taşlara yapıştıran ailem sonunda ne
anlatsam “He!” demekte bulmuştu çareyi. O zamanlar şimdiki gibi çat kapı
psikologlar, pedagoglar yok tabii. Ben perde desenlerinden ayakkabı dizaynı
çıkarma :)) aşamasına geçtiğimde [O sıralar gördüklerimden kimseye
bahsetmeyecek kadar deneyim kazanmıştım. Herkes o muhteşem (!) fikirlerin iki
kulağımın arasındaki gri :)) bölgeden kaynaklandığında hemfikirdi artık. :D]
televizyonda seyrettiğimiz Amerikan Dizileri sağ olsun, “çocukların hayali
arkadaşları” konusuna ancak vakıf olunmuştu ülkemizde. Yine yanlış teşhis, ama
olsun, gelişme var en azından… :)) Eğer endişeli ebeveynlerim bir bilene
(çocuğu artık okula başlamış olan yan komşu) danıştılarsa bile benim haberim
olmadı. Ondan aldıkları cevap da en fazla; “Çocuk bu ayol! Doğal atığında inci
bile bulur. Başka takacak şey bulamadınız mı? Elektriğiniz, suyunuz falan
kesilmiyo’ mu sizin? Ayın sonunu da rahat buluyo’sunuz zahir. Eh, madem öyle
bi’ elli ka’at borç verseniz de bizim eve et girse…” şeklinde olmuştur
herhalde. :)) Daha da derinlere daldık, vurgun yemeden yavaşça yükselelim.
Bizim üniversiteye
hazırlık kursunun ders yılı başında gıcır gıcır, bal dök yala olan sırası, bu
kez kurşun kalem marifetiyle [Tükenmezler mikanın üzerinde fazla maceracı bir
oynaklıkla hareket ediyor zira. Kontrol etmesi bayağı güç. Tecrübe konuşuyor
burada. :D] büyük sınava kadar tüm stresimi üzerine akıtabileceğim bir tuval
haline geldi tabiatıyla. Tek sorun temizlikçilerdi. Bazıları çok gayretkeş
çıkıyor; toz beziyle üstten şöyle bir alıp desenleri birbirine karıştırmakla
yetinmiyor; çeşitli deterjanlarla eserlerime (!) savaş açıyorlardı düpedüz. Ama
her şeye rağmen yarıyıl tatiline girmeden başyapıtımın (!) tamamlandığını
düşündüğüm kısımlarını şeffaf tutkalla korumayı akıl etmiştim. Ayrıca o
bölümler bu şekilde daha parlak, daha canlı görünüyor, ruhumu şöyle böyle,
gururumu ise fena halde okşuyordu. :)) Haa, sınıfın her iki üç haftada bir
sıraları temiz tutmayla ilgili vaazlara maruz kalmasının tek müsebbibi ben
değildim elbette. Herkes karınca kararınca elinden geleni yapıyordu, ama ne
zaman konu açılsa başlar bana dönüyordu nedense… :D
Güzel sanatların sınavına
sonucunu fazlaca umursamadan (Hayır, kendimden emin olmakla alakası yok, hatta
tam tersine sınavda diğerlerinin kâğıtlarına bakınca salonun ortasında harakiri
yapasım gelmişti! Onun sebebi tamamen farklı bir antikalık…) hazırlanırken beni
antrene eden çiçeği burnunda bir endüstri tasarımcısına yukarıdaki malzeme keşiflerimden
(!) bahsedecek oldum. Bana öyle bir baktı ki, ömrümce unutamam. Muhtemelen
Antik Siraküza halkı da banyodaki meşhur ve muhteşem keşfinin [Hayır! Ben suyun
kaldırma gücünden bahsediyorum. Aklınıza gelenlere hâkim olun rica ederim. :D] heyecanıyla
sokaklarda “Eureka! Eureka!” diye sivil dolaşan Arşimet’e o şekilde bakmıştır. [Eh,
Arşimet tezini ispat etti, biz yaya kaldık. Haksız mıymış öyle bakmakta? Hayır!
:D] Fazla geniş bir viraj oldu, hemen bağlıyorum.
Yıllar geçtikçe masalara,
dolaplara onları kötü emellerime alet etmek için daha az, normal görevlerini
yapma kapasitelerini ölçmek için daha çok bakar oldum. Gerçi evin yemek masası
birkaç kez uçurumun kıyısından döndü, ama olur o kadar… Bu günlerde üzeri
çözülmüş bilmece, bulmaca ekleri ve dondurma kâğıtlarıyla kaplandığı için
yakasını kurtarmakta daha başarılı oluyor. Ancak kafamı boşaltma bahanesiyle
sardığım bilmeceler aksi tesir yaptı. Dondurmalar da bedenimi benzer şekilde
etkilemiş olacak ki, eskiden aşağı bakınca ufarak birer alamanayı [bulmacanın
gözünü seveyim :D] andıran ayaklarımı görebilirken, şimdi araya yuvarlak ve
genellikle tişörtlerimle aynı renk bir engel giriyor. :))
Bir süre ara verip,
hareket etmeye başlamazsam, kapılardan sığmayacağım. Hoş, onlar da tahtadan
yapılıyordu, değil mi? Hmmmm!!! :))
Jonas De Ro'dan 'Summer Time' isimli çalışma Diğer işleri 1 Sitesi |
Hava yaz kokmaya başladı,
ama… Mevsimlerin her şehirde kendine özgü bir kokusu vardır. Daha doğrusu her
şehrin kendi kokusu vardır, bir de içeriğinin mevsimler değiştikçe sadece o
şehir için hazırladığı parfümler… Şimdi İstanbul’da Şehir Parfümü No:4 Bahar
Vedası ile No:5 Yaz Hülyası son moda. :))
Aslında çok da gerçekten
uzak sayılmaz bu… Mesela sonbahar İstanbul’a yanık yaprak kokusuyla gelir. Ona,
yağmura hasret toprağınkiyle karışık yeni açılmış okul girişlerinden püsküren
yoğun küf kokusu eşlik eder. Ayrıca tatilden dönen dibi tutmuş insan kokusu ile
sabah otobüslerine sinen “Of, gene karanlık günler başlıyor.” iç sıkıntısının nemli
ve göğüs daraltan havası karşılaşınca ortaya çıkan depresif bir pus vardır ki,
bence bu şehirdeki bütün sislerin anası odur. :)) Soğumaya başlayan havayla birlikte
teker teker kapanan apartman pencerelerinin pervazlarında biriken kavruk tozlar
ile Marmara Denizi’nin üzerinden ufak ufak baş göstermeye başlayan elektrik
fırtınalarının tazeleyici kokusu da yardıma gelir. Ha, bir de yazın bitimini
henüz büyükleri gibi hayatlarından, avuçlarından kayıp giden bir yılın çentiği
olarak değil, yepyeni başlangıçların muazzam ve esrar dolu girişi olarak
algılayan çocuklardaki yaşam enerjisinin hafif bir karanfil rayihasını andıran kokusu
vardır ki, şehrin olmazsa olmazıdır. Ve bunların hepsi birleşip gri ve sıkkın
bir sabah gözünüzü ovuşturarak apartman kapısını açtığınız anda burun
deliklerinize saldırır. İşte sizin için sonbahar o an şehre gelmiştir.
İzmir’de ise önce lokmaların
kokusu yoğunlaşır. Sanki her zamankinden farklı, çok daha özel bir hamur işi
yiyormuşsunuz gibi bir doygunluk, bir vaat gelir havaya saldığı şekerli buğuya.
Yaz boyu boğazınıza dizilen boyozlar da bir lezzetlenir, bir lezzetlenir.
Seyyar satıcının yanından geçerken kokusunu duymamak için burnunuzu cimri
bezirgânın para kesesi gibi iki yanından tutup büzesiniz gelir. Yazın güneşte
pişen yollar mevsim boyu tuttukları tozlu nefeslerini birden koyuverir sanki.
Şehre dönen yazlıkçıların otomobilleri de ağdalı bir asfalt kokusu getirir
gelirken. Ama en tipik gösterge sabah ayazının o burun kavuran, demirimsi kar
kokusudur. Şehir pek ender gördüğü bu yağışın kokusunu en muhkem yerinde
saklarmış da, her sonbaharda bohçasından çamaşırların arasına konulmuş lavanta
torbası çıkarır gibi çekip savurur, şehir sakinlerinin yüzüne üflermiş gibi…
Tuhaftır, ama bu da tazeleyicidir. Dirileştirir, olduğundan genç hissettirir
insanı. Gerçi üçüncü soluktan sonra burnunuzu yolda bir yerde düşürdüğünüzü ve
onun yerine yüzünüzün ortasına kurukafalarda olduğu gibi bir delik açıldığını
düşünmeye başlarsınız. Burnu bir süreliğine tatile çıkarıp ağızdan nefes almaya
çalışmak ilk akla gelen savunmadır genellikle. Önce iyi bir fikir gibi görünse
de, sonradan sanki az önce burnunuzun yerine açılan deliğin çapı büyümüş gibi gelir.
Suratınızın alt yarısı dönüşü olmayan diyarlara gitmiştir sanki. Hatta ısı
düşmeye devam edecek olursa sinüslerinizin, bu doğal derin dondurucuda
şoklanmanın basıncıyla, yaşı üzerinde donmuş dide-i giryânınızı [bulmacaların tesiri
sürüyor :D] şampanya mantarı misali yuvalarından fırlatacağından emin olursunuz.
Göz deliklerinden soluyan ilk insan olarak tarihe geçmek üzeresinizdir. :))
İyice uyuşmuş diliniz otuz iki aysbergden oluşan sıradağlara her temas
ettiğinde, aşağıdan yükselen soğuk havanın etkisiyle ağır buzlanma yaşayan
beyninize “ağız içinde tanımlanamayan cisim” alarmı vermeye başlar. Yunanca ve
İngilizcedeki peltek ‘th’ sesini çıkarmakta ustalaşmak istiyorsanız İzmir’in
kuru ayazının üzerine yoktur. Çevredeki diğer yüzü donmuşlarla sohbeti
koyulayın, hem kulağınız doyar o sese, hem ağzınız alışır.
“Gıth tha geliho’
aa’thıg! Hafalaa thoğuthu iğthzse.”
“Efeth, efeth! Aothaopıf geğthse
the pfintheg. Thonthug fallahi!”
İstanbul’da yazın kokusu
çok sinsi bir biçimde belirir. Eğer hasbelkader bahçelerinde on beş
santimetrekare yeşillik kalmış evlerin bulunduğu bölgelerde yaşıyorsanız, önce
kurumaya başlayan toprağın bahar boyunca saldığı vaat dolu kokunun hafifçe
tozlanmaya, bayatlamaya başladığını fark edersiniz. “Tamam.” demektedir büyük şehrin üvey çocuğu.
“Yağmur mağmur iyi, hoş da, artık suyun gökten düşen türüne pek bel bağlamayın.
Bağrımdaki solucanlar aşağılara, daha nemli katmanlara göç etmeye başladılar
bile. Rüzgâr biraz sert esse, tozur oldum. Havadaki münferit griliklere
aldırmayın, sabah çiyinden gayrisi haram artık.”
Hemen ardından atkestanesi
ağaçlarının çiçekleri dile… pardon ele gelir. Baharın son sözü hep onlara
aitmiş gibi mevsimin bitiminde açan çiçeklerini geç kalmış tipi misali hep
birden salıverirler aşağıya. “Onlar kokmaz ki…” diyenlere de şaşarım. Havadaki
izleri beklemiş vazo çiçeğine o kadar benzer ki oysa. Hani özene bezene
çiçekçiden alıp eve getirdikten iki gün sonra, solmaya başlamanın hemen
arifesinde, saldıkları “Canım çıkıyor benim, kalanlara selam olsun!” kokusu
vardır ya… İnsanı aldığına, alacağına, böyle hunharca yolunmuş bir doğa
parçasını bir de uzata uzata, işkenceyle öldürme işine alet olduğuna pişman
eden o, sonu gelmez veda rayihasından bahsediyorum. Sapını da kesseniz, suyuna
baş ağrısı ilaçları da atsanız kâr etmez. O hüzünlü koku önce eve, sonra
ruhunuza siner, bahar bezginliğinize çaktırmadan omuz verir adeta. Atkestaneleri
de çiçeklerini dökerken buna benzer bir koku salarak bahara veda ederler işte.
Bu şehrin denizi
atmosferle muhabbeti hep yaz başlangıcında koyular. Betonlanmış, ehlileştirilip
hizaya sokulmuş kıyıları yalarken saçılan köpüklerine sakladığı iyot ve tuz
kokusunu İstanbul’un müzmin nemli havasındaki buhara aktarıp şehrin en iç
kesimlerine kadar göndermeyi başarır. Peki, o büyülü aroma akla ilk neyi
getirir dersiniz? Bir deniz topunun acı-ekşi kokusunu… Tamam, yanında hiçbir
havuzun taklit edemeyeceği nötrleştirici, sakinleştirici, iyileştirici ve
dinlendirici deniz suyunun tene değen serin gelgitleri de hatırlanır elbette.
Ama plastik şezlongların güneş altında saldığı petrol artığı koku da hemen peşine
takılır işte. Neyse ki o sırada yan taraftaki büfeden yaza özel kızartma
kokuları [Kızartma kokusu da her mevsimde farklıdır. Kışın her tarafı kapalı
bir mutfakta patates kızartın da, yazın yapabildiğiniz kadar gönül hoşluğu ve
açlıkla saldırabilecek misiniz bakalım. :D] imdada yetişir. Deniz kokusu bir de
günlük gailenin dışına çıkmış olmanın iç ferahlatan, yüz güldüren hayalini
gördürür iki taşın arasında. Bu hafifleme insanlara çabuk sirayet eder. Ama
kokularına değil maalesef. Hava ısındıkça etrafa saçtıkları – yoksa sıvadıkları
mı demeli… parfümle banyo yapanlar olduğundan kuşkulanıyorum zaman zaman – koku
çeşitliliği artsa da, hiç kimse yeni kesilmiş karpuz gibi kokmaz mesela.
Karpuz, kavun kokusu da eskiden yaz mevsiminin hoş geldin aromaları arasındaydı.
Şimdi kavunlar hiç de öyle taze bir koku vermiyor. İçerikleri nasıl değiştiyse,
kokuları da acılaştı. Artık duyunca içine derin derin nefesler çekmeye
özendirmiyorlar insanı. Karpuzlar hâlâ yaz şampiyonu sayılabilir. Ancak bu
şampiyonluk cesamete kaydı sanki. O
kadar büyüdüler ki, birisi gelip; “Karpuza dördüncü arıyoruz.” dese hiç
şaşırmayacağım. Bir kesişte iki aileyi rahat doyurur bazıları. Kabukları şu
malum deyimin gereğini yerine getirip denize düşecek olsa insanlar gözlerini
ufka dikip ya bir tsunami veya kutsal kitaplara geçecek türden yeni bir tufan
beklemeye başlayacaklar korkarım. :)) Domatesler, salatalıklar da hakeza.
İstanbul’da neredeyse hiç duyulmuyor mis kokuları. Demek ki büyük şehirlerin
kendine özgü kokuları doğanın burunsal armağanlarının çoğunu gölgeliyor.
Her zamanki gibi ben “Yaz
kokuyor!” dedim, hava bozdu. Kesin bana nispet yapıyor. Ne zaman “Bahar geldi.”
desem, kar, tipi … Ne zaman “Yaz geliyor.” desem, gümbür, şakır… Son seferinde
kafamdan aşağı kova kova su yiyerek; [çizgi filmlere yaraşır bir manzara arz
eder şekilde :D] ben önde, şimşeklerle yıldırımlar arkada, şemsiyemden
şerareler saça saça kapağı eve zor atınca bu yazının üzerine hiddet ve şiddetle
bir ‘İptal’ damgası vurmak geldi içimden. Kıyamadım. [Hazırda başka yazı yoktu
da! :D] Nasılsa yaz istese de, istemese de gelecek… Siz de onun niyetine okuyun
bari. :))Michael Whelan'ın Stephen King'in Kara Kule Serisi için yaptığı 'Gunslinger on the Beach' isimli çalışması Sitesi Diğer Çalışmaları |
Kimdi bilmiyorum. Belki de
Stephen King’dir. Antrparantez kendisi favori yazarlarımdandır. [Oysa siz
Dostoyevski veya Tolstoy, hatta Çehov falan bekliyordunuz, değil mi? Cık! :D]
Bir keresinde aile üyelerimden, hem de ‘Bu daha çocuk!’ diye düşündüğüm biri
onun hakkında “Yahu bu adam bunca kitabı nasıl yazmış olabilir? Bu işte bir iş
var!” mealinde laflar edene kadar kesinlikle benim için soyadı ayarında bir
yazardı. Fakat yarı yaşımdaki birinin benim hiç kafamı kurcalamayan bir şeyi bu
kadar bilinçli bir farkındalıkla ve böylesine teklifsizce dile getirmiş olması
içimi bayağı karıştırdı. Oysa ben onun hiç de hızlı yazmadığını düşünüyordum.
Çünkü hızlı yazmaktan anladığım; ben bir kitabını bitirmeden yenisinin kitapçı
raflarına konmasıydı. Işık hızıyla yazamıyorsa, bunu yapması biraz zor olurdu
tabii. Öncelikle işin tabiatı gereği, sonra da benim okuma süratim yüzünden… İlkokuldaki okuma yarışmaları mı kazandırdı
bu yeteneği, yoksa onlarsız da mı kelimeleri göz ucuma takıp sayfa çevirme
şampiyonu olurdum, bilemiyorum. İnsanların üzerinde sinir bozucu bir etkisi
olduğundan doğru dürüst övünemedim bile üstelik. İçimde ukdedir. :))
İlk okumalar genellikle
yalayıp yutmayı içerdiğinden en tuğlasından kitaplar bile otuz altı saatten
uzun sürmez bizim mahallede. Yerken, içerken… Tamam, o kısmı atlayalım! :))
Uyumak hariç, soluksuz okurum. Asıl kitap bittikten sonra başlar süreç. Belli
başlı, beğendiğim bölümleri yeniden hatırlama, tartma, işleme, süsleme, hayali
ayrıntılar ekleme ve ikinci yutuş… Bir alınan keyfi ve süresini uzatma
ameliyesi, bir sineğin yağını çıkartma hali, bir zihinsel geviş getirme süreci
yani. [Teşbihler giderek iğrençleşiyor. :D] Şimdilerde unuttuğum, unutmayı
başarabildiğim :) bazı kitapları tekrar okuyunca; “Allah Allah! Bu kitap bu
kadarcık mıydı?” diye şaşakalmamın sebebi de bu olsa gerek. Adamlar yazmış,
onların üzerine bir de ben – zihnimden – yazmışım, haberim yok! :))
Biraz düşünüp taşınınca
King’in günde otuz altı saat çalışmıyorsa onca kitabı nasıl yazmış olabileceği dimağıma
balık kılçığı misali saplandı kaldı. Hatta aklî bir enfeksiyon haline gelip
iyice bir oydu etrafını… Kalibresi değişmese de, benim gözümde King’in tahtı
epey gitti geldi bir süre. Neyse ki ilk kitabını ülkesinde 1974 yılında
bastırdığını, oysa bizlerin (Türk okuyucuların) kendisiyle ancak 1979 yılında
müşerref olduğumuzu fark edince biraz rahatlar gibi oldum. Ayrıca adam
neredeyse okuma yazma öğrenir öğrenmez yazmaya karar vermiş, bu hesapla bebeklikten
itibaren gözlem yapmaya başlamış demek lazım… :))
Her neyse… Yazıya
başlarken bahsettiğim üzere; o değilse de bir başka yazar aşağı yukarı şöyle bir
şey söylemiş: “Yazmak, satır aralarında açılan boşluktan içeri düşünce başlar.”
Güzel laf… Hakikaten defteri kalemi alıp cümleleri birbiri peşi sıra dizmek
‘yazmak’ fiilinin sadece kâğıt üstünde görünen kısmını ifade ediyor. Eğer o
satırlar aralanmaya; metnin panjur gibi durağan manzarasından tekinsiz :))
ışıklar sızmaya başlamadıysa o yazıdan ne köy oluyor, ne kasaba… Denemeyle
sabit. Ha, sağını solunu çekeleyip, biraz cilalayınca yazı gibi duruyor. Hatta
aklını vermeden okuyacağı kadar meşgul bir anını yakalarsa karisinin, “Evet!
Ben anlamlı, iyi bir şey okudum.” bile dedirtebiliyor bazen. Ancak yazan kişi
için için biliyor ki, o yazı olmamıştır. Çünkü öncelikle sürükleyip götürmesi
gereken kişiyi, yani kalemi tutanı – tam tersine – iyice altına gömmüş,
kelimelerden oluşan bir kabre sokmuştur.
Yine de satır arası uğursuz
boşluklar, iyi bir şeyler çıkartmak için tek başına yeterli değil. İsmi
üstünde, uğursuz zira… Eğer yazan yerine, peşine yazıyı takacak olursa,
zihinsel bir vurgun yeme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyorsunuz. Yazının arkasına
takılıp daldığınız ölçüde beyniniz de oksijensizliğin düşünsel belirtilerini
vermeye başlıyor. Bir derinlik sarhoşluğu ki, dipteyken keyfine doyum olmaz,
ama... Boğulup kalmadan yüzeye çıkmayı başarırsanız, yukarıda sizi seçme
saçmalardan oluşan bir metnin beklediğine emin olabilirsiniz. :))
Bazen de boşluk
sandığınız şey zihninizin derinlik algısını yanıltan bir çeşit fikirsel
illüzyon çıkıyor. “Ahanda, içine düşeceğim satır arası açıldı!” diye balıklama
atlayınca; Jerry’nin havuz görüntüsü verecek şekilde boyadığı beton zemine
çarpan Tom gibi tramplen tahtası misali yaylanarak burnunuzun üzerine çakılmış
halde buluyorsunuz kendinizi. :))
Son zamanlarda bana olan
da bu. Yalancı boşluklara toslamaktan beynim aşırı yoğrulmuş köfte paçalına
döndü. Tıpkı onun gibi her yere, her şeye yapışıyor. Öncelikle de fikir sandığı
bir yığın abesliğe. Eskiden bir kıymık hakkında ormanlar dolusu yazarken, şimdi
ummanları vaporizatörle dahi püskürtemiyorum. Acaba favori yazarımdan yardım mı
istesem?
İyi de güvendiğim dağlara
King yağmış. Kendisine seslendiği ismiyle Stevie, ‘Yazmak Sanatı’ isimli
kitabında benim gibi yazanları yerin dibine batırmış. Neymiş? Sıfatlar, zarflar
çoğunlukla laf salatasıymış. Örneğin bir hikâyede veya kitapta karakterin
kapıyı kapatması gerekiyorsa, bunu ille de ‘sıkıca’ yapmasına gerek yokmuş.
Kapıyı kapatsın, olsun bitsinmiş. Oysa ben sadece ‘sıkıca’ değil; en hafifinden
– kelime işlemcimin de nefret edeceği ve kinini ikinci sözcüğün altına kırmızı zikzaklar
döşeyerek kusacağı üzere :)) – ‘sıkı sıkı’ veya daha ileri giderek; ‘umacı
görmekten korkan çocuğun gözleri gibi’, hatta abartıp; ‘sayfalarının arasından
saygın bir lisanla dökülecek saçmalıkları durdurmak istediği kitap gibi’
kapattırırım o kapıyı kendi kahramanıma. :)) Olsun! “Kendisi İngiliz dili için
konuşuyordur. Türkçenin sıfatlarından; zarflarından; zincirleme, hatta kendi
üzerine düğüm atan müteselsil tamlamalarından [AKA usulü yani :D] bihaberdir.”
diyerek kulak arkası etmeye çalışıyorum yazdıklarını. Ama King orada durmuyor
ki…
Bu sefer de zor ve kolay
okunan yazıları teşhis etmekle ilgili vuruyor en can alıcı noktama. Efendim,
insan zor okunacak yazıyı şıp diye anlarmış. Çünkü az paragraflı, boşluğu pek
fazla olmayan metinlerden oluşurmuş. Kolay okunanlar ise sayfada kuyruğuna
tarantula bağlamış danaburnu geçecek ölçüde [AKA icadı türeme bir deyim!!! :))
King Türkçe bilip sadece bu cümleciği okusa geçirdiği büyük kazanın bile
başaramadığı bir şey gerçekleşir, derin bir komaya girerdi mutlaka. :D]
boşluklar bırakan bir yığın irili ufaklı paragraftan oluşurmuş.
Tamam, paragrafsız yazı
biraz tam tahıl ekmeklerini andırıyor. Hani ağzınıza atar atmaz içerideki tüm
ifrazatı mas edip dilinizi, damağınızı Taklamakan Çölü gibi kurutan; çiğnendiği
ölçüde küçüleceği yerde, tam aksine sanki diş etleriniz ile yanaklarınızı da oluşturduğu
devasa macuna katıyormuşçasına irileşen; yemek borusunun yolunu bulsa bile fil
yutmuş boa yılanı gibi [sağ olasın Saint
Exupéry :D] hissetmenize neden olan seksek taşından hallice hamur işi…
[Oku ve öl Stevie! :D] Metnin görüntüsü de suyu yeni çekilmiş bir mil
tabakasına benzer. Gözeneksiz ve tıkız bir kitle… :))
İyi de gazete sütunu gibi
yalnızca dikey satır ekleme olanağı veren bir alana paragrafı bol bir yazı
yazmaya kalktı mı hiç acaba? Bu tür sayfalarda paragrafı az olan metinler çatı
latası gibi görünecekse eğer, çok olanlar rulosundan boşanmış tuvalet kâğıdı
gibi uzayıp gidiyor. Öyle ‘Az yaz, öz yaz!’ gibi beylik nasihatler de işe
yaramıyor. Onu ancak King yapabiliyor zira… Az ve öz yazarak (İki basit
benzetme veya mesela dünyanın en doğal işine taktığı akıllara durgunluk veren bir
isim sayesinde metni zeki bir hınzırlıkla kendisine ve tabii hayranıysanız size
mal etmesinin, en korkunç konuyu bile sevimli bir yaramazlık havasıyla
sunmasının hastasıyımdır.) altı ila yedi yüz sayfalık romanlar çıkarmak onun ve
benzerlerinin inhisarında.
Ben ise böyle incir çekirdeğini doldurmayacak mevzularda iki sayfalık zırvalar yazarak kendimi eğliyorum. Gazetede Stephen King’in Shining (Türkçe adı Medyum. O yıllarda ilgi çekse çekse, böyle bir isim çeker diye düşünüp koymuş olsalar gerek. Konuya da, orijinal isme de dış kapının mandalı kontenjanından akraba bir ad…) isimli kitabının devamını yazmakta olduğunu okuyunca aklıma bütün bunlar gelmemiş olsa, bu hafta fikren yine açtık evlatlarım… :)))
Ben ise böyle incir çekirdeğini doldurmayacak mevzularda iki sayfalık zırvalar yazarak kendimi eğliyorum. Gazetede Stephen King’in Shining (Türkçe adı Medyum. O yıllarda ilgi çekse çekse, böyle bir isim çeker diye düşünüp koymuş olsalar gerek. Konuya da, orijinal isme de dış kapının mandalı kontenjanından akraba bir ad…) isimli kitabının devamını yazmakta olduğunu okuyunca aklıma bütün bunlar gelmemiş olsa, bu hafta fikren yine açtık evlatlarım… :)))
Henrique Oliveira'dan 'Desnatureza' isimli yerleştirme Sitesi Fotoğraf François Bouchet (looking4poetry) Diğer Çalışmaları |
Arıza…
Zaten başlı başına can
sıkan bir olgu. Ama evrene bu kadarı da yetmemiş; ‘Bunu nasıl içinden çıkılmaz bir
hale getiririm?’ diye epey kafa patlatmış ve bulduktan sonra da bazı
seçilmişlere (!) musallat etmiştir. O
“seçilmişlerden” biri de benim. Bir arıza nasıl daha zararlı, zaman çalıcı ve
umut kırıcı olabilir ki, diye sorarsanız, derhal gerekli kuralları sayayım.
Birinci Kural: Arıza
olmalıdır. Gülmeyin! Hiç başınıza esasında pek de kontrolünüz dışında olmayan
sebeplerden doğduğunu sonradan fark ettiğiniz aksilikler gelmedi mi? Mesela
fırınınız ilk yemeği makul biçimde pişirir, sonrakini yakarsa arızalı olduğuna
hükmedersiniz. Demek ki, ilk ısıtma ameliyelerinde normal çalışacak kadar
takati oluyor, ancak her ne sebeptense sonuncusundaki fazla mesai kafasını
kızdırıveriyor. :)) Eve çağırdığınız tamirciye ne diyeceksiniz? “Yemekleri
yakıyo’ bu!” Adam bütün fırını söküp bir şey bulamamasına rağmen sağını solunu
değiştirdikten sonra arızayı biraz daha etraflıca anlattırır. “Fırın ısındıktan
sonra da aynı ısı ve zamanlamayla kurarsan tabii yakar son yemeği şaşkın!”
mealinde bir yorumda bulunup, bir de hiç acımadan ücretini tahsil ettikten
sonra çekip gider. Arıza yok… Fırın, baştan anlayıp dinlemeden işe girişen bir
tamircinin ellerinde bekâretini kaybetti… :)) Paracıklar uçtu… Üstüne üstlük
onca kömür olmuş yemeğin vebali de üzerinize kaldı, iyi mi? :))
İkinci Kural: Yukarıda da
geçtiği üzere, sorun kontrolünüz dışında gerçekleşmelidir. Yani şehrin öbür
ucundaki akrabalara hafta sonu trafiğinde ve ille de sizin arabanızla gitmek
isteyen yaşlı bir tanıdığınızı kandırmak için bağlantı kablolarını söktüğünüz
araba arıza yapmamış, olsa olsa kalpsiz (!) bir genç (!) olan sahibi tarafından
suistimal edilmiştir. :))
Üçüncü Kural: Çalışma
prensipleri hakkında en ufak bir fikrinizin olmadığı mekanizmaları etkilemelidir.
Örneğin kapı kilidinin açılmamakta direnmesi arızadan sayılmaz. Kapıyı iterek,
kakarak, kaldırarak, - baktınız olmuyor - anahtarı önce tamamen yerleştirip
ardından üçte bir geriye çekerken ani bir hareketle sağa kanırtmak gibi
manevralar yaparak açmayı başarırsınız genelde. Tabii sonunda bunca kötü
kullanılmış anahtarın “Eee, yeter be! Atadan kalma havaneli bile benim kadar
ırgalanmamıştır ömrü boyunca.” diyerek kilit içinde kırılması da mümkün. O
zaman da yenisini alırsınız, olur biter.
Buradan dördüncü kurala
yumuşak geçiş yapalım; arıza mağduru nesne “Amaaan, bunu atar, gıcır gıcır,
pırıl pırıl, hem de daha çok fonksiyonlusunu satın alırım! Parama geçer
hükmüm!” diyemeyeceğiniz ölçüde değer taşıyan; daha da iyisi (!) sorun
çıkardığında kalbinizi sıkıştırarak başınızın etrafında kanat takmış para
destelerinin uçuştuğunu görmenize neden olacak kadar sersemletici bir şok
yaratan cinsinden olmalıdır. Bunu başaramıyorsa, hiç olmadı, başkasına ait
olmalıdır. Hayır! Öyle yakınıza, tanıdığınıza veya akrabanıza falan değil.
[Onlarla ödeşmenin bir yolunu bulursunuz zira. :D] Bir kuruluşun size
bahşettiği (!) iki plastik kapak, birkaç vida ve dört beş metrelik kablodan
oluşan bir aygıtta boy göstermelidir arızanız ki, tadından yenmesin. O, üç
kuruşluk şeyi üzerinize zimmetlediler mi, hapı yuttunuz demektir.
Ama bu da yetmez! Gerçek
bir baş belası arıza asla, ama asla devamlılık arz etmemelidir. Bu, ne demek?
En çok ihtiyacınız olduğu bir sırada canınızdan bezdirecek bir kılı kırk
yarmayla arızaya geçip, siz onu kullanarak yerine getirmeniz gereken görevleri
kulağınızı ta Kırım üzerinden göstererek yaptıktan sonra, birdenbire hiçbir
şeyi yokmuş gibi tıkır tıkır çalışmaya başlamalıdır söz konusu aygıt mesela. Bu
işin olmazsa olmaz kuralı işte budur!
Örnek mi istiyorsunuz?
Buyurun cenaze namazıma… :))
Telefonların bin bir
temenna ile bağlandığı, bunca teşrifattan sonra en küçük bir arızanın bile her
iki tarafça da (hane halkı ve PTT) hiç hoş karşılanmadığı yıllar. Açıyorsunuz
çevir sesi yok. Acil telefon etmeniz lazım. [Zaten zorunlu ve acil olmayan
konuşmalar için o değerli, o kutsal (!) alet rahatsız edilmez, dantel örtüsünün
altındaki uykusundan kaldırılmaz, gereken neyse tabanvayla veya en kabadayısı
bir dolmuş parasına yapılırdı.] Karda kışta (Bu da seslendirilmeyen bir başka
kural! Arıza dediğin hep koşulların en kötü olduğu zamanda baş göstermeli!) yol
teperek gidip postaneden veya bakkaldan (O, bir lirayı kumbara gibi aletin üst
kapağındaki bölmeye sıkıştırıp arama yaptığımız telefonları hatırlıyor
musunuz?) konuşulur. O arada arıza da bildirilir. Gelip bakarlar. Orasını
burasını kurcalayınca çevir sesi gelir. “Tamamdır.” deyip giderler. İlkin on
dakikada bir kontrol edersiniz, sorun yoktur. Sonra gerçekten telefon etmeyi
gerektiren bir durum olur. Ahizede yine ölüm sessizliği… Yukarıdaki olaylar
tekrarlanır. Bir daha… Bir daha… Her defasında “Bu kez kesin oldu. Artık bu
telefonu duvara çalsanız bile arıza yapmaz.” laflarıyla… Sonunda o yılların
ağır topu, bir dilekçe patlatılır da sorun kökünden halledilir.
Bir de doktoru görünce iyileşen
hasta misali tamirciye âşık bir cinsi vardır bu baş belalarının. Aygıt arızaya
geçer. Servisi çağırırsınız. Kapıdan adımlarını atmalarıyla aletin canı gelir.
Ondan sonra anlat anlatabilirsen… “Biz şöyle yaptıktı, böyle açtıktı, öbür
türlü bastıktı, burasından tuttuktu…” Hepsi yeniden yapılır. Aygıt çatır çatır
çalışmaya devam eder. Önce tamirci, sonra ev halkı pes edip servis evi terk
ettikten on beş dakika sonra hoooop, yine arıza… “Hııı, demek ısınınca yapıyo’.
O zaman servis gelene kadar zinhar kapatmayalım.” Tamirci gelir, arızanın son
iki saniyesine yetişir. Alet onun gül cemalini görünce yine görevini ifa etmeye
karar vermiştir. Adam yine de sağını solunu yoklar, ama bir şey bulamaz. Bu
ziyaretin kerametiyle iki gün problem çıkmaz, sonra yeniden arıza. Tamirci zili
çalar, aygıt çalışır, o çıkar, on dakika sonra arıza. Telefonla çağrılan bir
başka tamirci şehrin yarısını katederek gelir. Pencereden yarı belinize
sarkarak adama arızanın geçtiğini haber verirsiniz. Suratınıza idamınızı
isteyen bir savcı ifadesiyle bakarak döner gider. Bazı tamirciler durumdan
görev çıkaracak olursa evine dönerken yine uğrar. Bütün gün canınızı
burnunuzdan getiren sorun daha tamirci kapıda pabuçlarını çıkarırken çözülür,
adam sizin sokağın köşesini dönüp gözden kaybolduğu anda yeniden başlar. :))
Haa, serviste şıkır şıkır
çalışıp, eve gelince yeniden arızaya geçen modelleri de vardır bunların. :D
Bunları yazmaktan
meramım; yine aynı tip bir sorunla boğuşuyor olmam. Net bağlantım Nesrin
Topkapı’nın öldürücü :)) kalça darbelerini bile solda sıfır bırakacak bir
kıvraklıkla göbek atıyor. Örneğin… Modemi okuyup üfleyerek açıyorum. Sorun yok.
Bilgisayarı açıyorum. Sorun yok. E-posta programını açıyorum. Göz kırpmaya
başlıyor. Kasap havası temposuna geçmezse şanslıyım. Bereket birkaç kez
“uykudan uyanmış mahmur” pozlarında kırpıştıktan sonra ışıkları sabitleniyor
modemin. Postalarıma bakayım diyorum. Birinci postada ek yok, sorun yok. İkinci
postada tırnak boyunda bir resim var. Hayda breeee! Bursa Kılıç Kalkan Ekibi
gelmiş ellerindekini şakırdata, takırdata, pırıldata benim modemin ışıklarında
oyunlarını oynuyorlar sanki. Biri yanıyor, biri sönüyor, bir diğeri az sonra
gözünün feri kalmayacakmış gibi silikleşiyor, derken vazgeçip denizci ışıldağı
gibi parlıyor. Veya daha açar açmaz kekeme hatibin nutku gibi bitmek bilmez bir
“Ba-ba-ba-bağlan-dı-dı-dım. Y-y-yok! Ba-ba-ba-bağlana-na-na-ma-ma-ma-mı-mı-mışım.”
döngüsüne giriyor. Yahut on dakika boyunca melekler gibi uçarak iş görürken,
sonraki on saat bir türlü marş basmıyor. Yani neymiş?
Birinci Kural; arıza
gerçekten var. İkinci Kural; kesinlikle kontrolüm dışında. Üçüncü Kural; modemden,
bilgisayardan, aralarından iki yıl boyunca su sızmamışken birden ilişkilerine
son vermeye karar vermelerinin sebebinden zerrece anlıyorsam Bill Gates olayım.
Dördüncü Kural; bu nesne (modem) bana ait değil. [Servis sağlayıcımın
olmasaydı, şimdiye kadar çoktan geleneksel yöntemle – iki tekme, bir sümsük –
onu işler hale getirmiştim. :D] Beşinci Kural; arıza devamlı değil. Periyodik değil.
Belli bir sebebe bağlı hiç değil. Sadece sabrımla köşe kapmaca oynama konusunda
istikrarlı. Yazılı olmayan kural, yani zamanlama söz konusu olduğunda ise
mükemmel. Ne zaman gerçekten nete girmem gerekli ve/ veya zorunlu olsa
bağlantım kesiliyor ve saatlerce gelmiyor. Sürpriz yapıp son anda beliren bir
başka kural gereği ise kimse bir şey yap(a)mıyor. Ne servis sağlayıcım, ne
telefon şirketi, ne iki kez evin bütün kablolarını baştan aşağıya yenileyen
elektrikçi, ne modem, ne bilgisayar, ne karşı komşu, ne sokaktan geçen Sarı
Çizmeli Mehmet Ağa sorumluluk kabul ediyor. Her şeyin müsebbibi benim!
Yazılarımı yükleyemememin
sebebini arz ederim. :))
Isaac Cordal'dan 'Cement Bleak' isimli çalışma Diğer İşleri |
Hiç işiniz birdenbire
kendi kendini yapmaya başladı mı?
Mesela yemek
yapacaksınız. Bezgin bir ruh haliyle mutfağa giriyorsunuz ki, domatesler,
soğanlar çoktan dolaptan çıkıp tezgâha sıralanmışlar. Hem de ne kadar
gerekiyorsa, o miktarda. İçinde bulundukları torbalara geçirdikleri saptan
kabuktan, çürükten, küften tırnaklarıyla uğraşmak, basit bir naylon poşetten
domates çıkarırken bile kan ter içinde kalmak zorunda değilsiniz. Hiç gülmeyin!
Yapan bilir! :)) Bir patlıcanını sapını ve diken bozmalarını; içindekileri
taşıması gerekirken tam tersine un ufak olup sizi sokağın ortasında etrafa
saçılmış sebze meyve, ayakkabılarınıza vuran süt ve sirke dalgaları, etek
ucunuzda köy çocuğunun burnundan sarkan malum ifrazat misali asılı kalmış
yumurta akı ile rezil bir halde bırakan o, hain naylon torbalara nasıl
geçirdiğini tahmin bile edemezsiniz. Ama iş eve kadar dökülüp saçılmadan
gelebilmiş malları salıvermeye gelince, incecik, kuş tüyünden hafif ve yukarıda
tasvir edildiği üzere son derece dayanıksız olan o, hışırtı kumkuması poşetler
birden kendilerini mithril (Bkz. Yüzüklerin Efendisi) mamulâtı zannetmeye
başlar. Tırnaklarınızla; olmadı, bileyicinin tornasından yeni çıkmış babadan
kalma et bıçağıyla; yetmedi, sanki ekmek dilimlemek için değil de Gordion
Düğümünü kesmek için tasarlanmışçasına parmağınızı kemiğiyle birlikte uçurabilecek
kabiliyetteki lazerle biçimlendirilmiş yeni teknoloji ürünü bıçaklarla
saldırsanız da kâr etmez. Patlıcanın güdük dikeni deler geçer de plastiği,
sizin saldırma ve satır hücumlarınız dahi akim kalır.
Böyle zaman alan :)) bir
uğraştan kurtulmuş olmanıza şükretseniz de, insan olmanın gereği bir
memnuniyetsizlikle :)) “Öfff! Şimdi işin yoksa soymakla, doğramakla uğraş!”
diye içinizden geçirmeden yapamıyorsunuz. Bıçağı almak için bir anlığına
dönüyorsunuz, tekrar baktığınızda sebzeler soyulmuş, doğranmış, şu televizyon
aşçılarının programlarındaki gibi boyları boylarına uygun irili ufaklı kaplara
paylaştırılmış bile. [Hep merak ederim onca çeşit çanak çömleği normal bir evin
mutfağına yerleştirmeye kalksalar ne olur, diye… Yine de beş cevizi her nasılsa
son derece estetik bir biçimde sergileyebilen bir kâsenin, kıyılmış
maydanozların kenarına yapışmayıp tam ortasına yeşil ve gümrah bir yığın
halinde konuşlandığı uygun büyüklükte bir porselenin, billur gibi bir suda
patatesler arası güzellik yarışmasını kazanmış gibi nazlı nazlı salınan sapsarı
küplerle dolu pırıl pırıl bir çanağın özlemini çekmiyor da değilim hani. :D]
Sizin mucize devam ediyor!
“Hadi canım! Ocağa
döndüğümde tencereyi ateşte görecek de değilim herhalde.” diyorsunuz ki, bakışlarınızın
istemsizce kaydığı noktada tam da öyle bir manzara var. Oh be! O mendebur
zeytinyağı tenekesinin görevlerinin hiçbirini yerine getirme niyetinde olmayan
kapağıyla boğuşmak yok! Dudak bükenler bugüne kadar asla zeytinyağı tenekesi
açmamış olanlardır. :)) Hele de yeni açacaksanız…
İlkin parmağınızı
geçirmeniz gereken halkayı hâlihazırda parçası olduğu plastikten,
tırnaklarınızla sökmek zorundasınız ki, aslında olan bunun tam aksidir.
Kendinizi iki işaret parmağınızın tırnağı da sökülmüş bir halde, sağı solu
yamulmuş [Eee, çekilen onca acıyı birilerinin ödemesi lazım ne de olsa…
Elleriniz sancısa da ayaklarınız ne güne duruyor? İlk tırnağınızı kırınca bir
tekme yapıştırıverirsiniz o dibi çıkasıca metal kutuya. Şimdi ek olarak
ayağınız da zonkluyor, ama intikamınıza feda olsun. :D] tenekenin üzerinde
dibine kadar tahtaya gömülmüş bir çivi başı sinsiliğiyle bekleyen kapağını bu
kez orta ve başparmaklarınızın tırnakları pahasına kazırken bulmanız
kaçınılmazdır. Sonuçta başarılı olursanız [Yüzde kırk ihtimalle mümkündür.
Kalan yüzde altmış olasılığa ise; tenekenin tekmelenmekten yarılarak mutfağı
zeytinyağına doyurması; bilumum delici ve kesici aletle yaptığınız saldırının
kutuya birkaç çiziğe, size ikisi derin beş kesiğe, bıçaklara toptan telefe mal
olması; bakkalla yapılan biraz (!) fazlaca “kullanılmış” (yamulmayı da aşıp
kendi üzerine düğüm atmış anlamında), ama hâlâ sımsıkı kapalı beş litrelik tenekeyle
bir litrelik cam şişede zeytinyağını takas etme pazarlıkları gibi seçenekler dâhil.
:D] bu sefer de “Ben derviş miyim kardeşim? Dönmi’ce’m işte, dönmi’ce’m!” diye
ter ter tepinen bir kapağı çevirebilmek için kan ter içerisinde uğraşmak;
altındaki aslında kolayca kopması gereken, ikinci – ve yine – plastik tapanın
“En iyi tapa, hiç geçit vermeyendir. Görev yerimi asla terk etmem. Ancak toptan
sökmeniz lazım beni.” şeklinde bir vazifeşinaslıkla önce halkasını, sonra tüm
gövdesini feda etmek pahasına cansiperane direnişini kırmak ve en sonunda da
sadece tek delik açılan bir kutudan – basit basınç kuralları gereği –
kekeleyerek dökülürken ortalığı batıran zeytinyağıyla boğuşmak zorunda
kalırsınız.
Şimdi anladınız mı bir
tencereyi ateşe koymak ne büyük bir çaba gerektiriyormuş? Üstelik daha –son
günlerde moda olduğu üzere– yemeği yüklenmeden de fazlasıyla ağır çeken,
kenarları keskin ve ele gelmez olduğu için zor kavranan, sapından tartmaya
kalksanız tenisçi dirseği veya Karpal Tünel Sendromundan mustarip olmanıza yol
açabilecek kadar tehlikeli :)) bir nesneyi dolaptaki arkadaşlarının arasında
gömüldüğü yerden çıkarmanın güçlüklerinden bahsetmedim bile. Bu tencere milleti
kapağını bile kendiliğinden teslim etmiyor insana. İlle iki ayağınızla
saplarına basıp kapağın kulpuna asılıp çekmek zorunda kalıyorsunuz açabilmek
için. Neymiş? Hava almayan yemek daha iyi ve çabuk pişermiş. Hayır efendim!
Önce insan pişiyor. Hem de kendi ısısıyla, kendi suyunda ve şıpınişi… :))
Peki, tencereyi ocağa
yerleştirince yemek bitti mi? Yoooo! Daha onca malzemeyi içine atmak lazım.
“İşin yoksa tek tek dök kızgın yağa tabak çanaktakileri. Şimdi muhakkak kendini
yeni keşfedilen bir tekerlek türü zanneden yaramaz bir soğan dilimi veya basit
bir yemeğin parçası olmaktansa ocağın tertemiz, apak tuvalinde kahverengi abstre
bir desen haline gelmeye karar veren sanatsever bir domates parçası yahut dibi
görünen bir tencereye atlamak yerine kenarını trambolin niyetine kullanarak
fırınla duvar arasında “dünyanın merkezine seyahat” duyurusu gibi görünen
muazzam (!) yarığa dalmayı tercih eden maceracı bir patlıcan halkası
çıkacaktır.” diye düşünürken bir bakıyorsunuz tencere çoktan içini boylamış malzemelerin
aralık bıraktığı kapağından hafifçe istim koyuvermeye başlamış bile. Hemen
altını kısıyorsunuz ki taşıp ortalığı berbat etmesin. Oh, amma yorulduk, değil
mi? :))
İşte ben de bugünlerde
buna benzer bir fenomen yaşıyorum. Onca arıza, sorun, sıkıntı bir yandan
ensemde boza pişirirken, diğer yandan üç öykü ve beş yazı kendilerini yazdırmak
için aynı anda kapıma dayandılar. Bütün yapmam gereken kalemle kâğıdı elime
almak. Gerisi tamamen o ikisine kalmış. Elim mecburen suç ortaklığı yapsa da, beynim
katiyen konuya dâhil olmuyor. Nereden mi anladım? Eh, yukarıdaki metni okumuş
olsaydınız, siz de anlardınız. :)) Kelimeler, cümleler, paragraflar fazla fazla
ve kendiliklerinden dökülüveriyor kalemin ucundan, sonraki okumalarda içim kan
ağlayarak (!) yüzde yetmiş beşini atmak zorunda kalıyorum. Öyle böyle değil.
Sanki ileri teknoloji sahibi bir uygarlıktan içine öyküler kaydedilmiş bir
kalem ödünç almışım gibi sürekli arkası geliyor. Hatta o yüzden ilk tükenmezim
bittiğinde dehşete düştüm. O ana kadar bütün kerameti ona yüklemiştim zira. Ama
ikinci birinciyi de geçti. Üçüncüyle dördüncünün ne zaman bittiğini dahi
hatırlamıyorum zaten.
Sağ elimi artık
hissetmiyorum. Bir süre solu da denedim. Kitap harfiyle yazarken idare etse de,
el yazısı bir felaketmiş. Hele yuvarlak harfleri hiç sevmiyor. Mamafih sağ
elimle yukarıdan aşağıya tek bir düzgün çizgi çekemezken, solumla sektirmeden,
bulaştırmadan dümdüz hatlar halinde Çin Seddi’ni dahi boyayabileceğimi
keşfettim. Miyagi San görse gurur duyardı. (Bkz. Karate Kid)
Ha, bu arada yaşamam
gereken hayat da yazıları kaleme aldığım… pardon kalemden çıkardığım odanın bir
köşesine çekilmiş, boynunu bükmüş, işimin bitmesini [gerçek veya mecazi anlamda
olması hiç fark etmez :D] bekliyor. :))
Maurice "Mo" Baker'den 'Male House Sparrow Feeding Young' isimli fotoğraf Diğer Çalışmaları Sitesi |
Bir Babalar Günü’nü daha
arkada bıraktık. Oh be! Hiç olmazsa ahkâm kesemeyeceğim bir konu çıktı. Gerçi
bundan on beş yıl önce Doğa Ana bana bir evlatlık verdiğinde [aslında kafama
attı demek daha doğru olur :D ] ucundan babalığa da [Doğa, “ana” olunca, bana
da babalık kalıyor malumunuz… :D] bulaşmışlığım vardır. :))
Ancak babalık anlayışım
daha çok vesveseli bir analığa benzediği, hele de kafama atıldıktan üç ay sonra
“Ben Doğa Anamı tanımak istiyorum, tutmayın beni!” diyerek terk-i AKA eyleyen
serçe yavrusunun ardından gizli gizli içerisine döktüğüm gözyaşlarının
Akdeniz’in seviyesini bile etkilediği düşünülürse, bana “zoraki babadan bozma
sulu gözlü analık” demek daha doğru olur. :)) Evladını reddeden, geri almamak
için türlü önlemler [yuvasına geri konmasını engellemek, serçe ana babasını durumdan
haberdar etmemek, evine dönmeye, kendini insafına bırakmaya karar veren evladına
sırtını dönmek] tezgâhlayan Doğa Ana’ya ise söyleyecek tek lafım bile yok. :))
Babalık gıllıgışlı bir
zanaat. Kendi babamdan biliyorum. Beni tutup önüne ilk koyduklarında hiçbir şey
hissetmediğini söyler hep. Ha Topatan Kavunu’na iki taraflı fincan kulpu takıp
çıkarmışlar karşısına, ha “Ahanda, bu senin evladın!” iddiasıyla muşmula
suratlı bir bebek… :)) Oysa ben tüyü bitmemiş serçe yavrusunu zemine çıkmamak
üzere yapışmış hafif tümsekli ve alacalı bir leke gibi önümde görüverince hemen
şiddetli bir acıma hissetmiştim en azından. Demek benim bebeklik manzaram
insana bunu dahi ilham etmeyecek denli fakirmiş. :))
Akıl ucumuzdan bile
geçmeyen bir şeyin oluşuna şahit olmak çok sarsıcı bir deneyim. Yine de benim
serçe yavrusunun iki kat yukarıdan çarpa çarpa (kafasında açık bir yara,
sırtında yaygın bir morluk vardı yere yapıştığında) düştükten sonra sağ
kalmasına inanamamam normal de, babamın annemin giderek irileşen karnını dokuz
ay seyrettikten sonra içinden hiçbir şey çıkmayacağını, yine iki âşık baş başa
hayatlarına eskisi gibi devam edebileceklerini umması azıcık tuhaf sanki. :))
Bir de kendinizde hiç
bulunmadığını düşündüğünüz bir takım eğilimlerin, hislerin ve / veya tavırların
[serçe yavrusuna nazire yaparcasına :D] damdan düşer gibi musallat olması var
ruhunuza. İlk fiziksel temasla iki taraf arasında yaşanan bir geçişim, bir
aldım-verdim-kabul ettim ticareti :)), karşılıklı benimseme-benimsenme hali…
Benim olayda beş günlük (sonradan yaptığım araştırmalara göre daha büyük
olamazmış zira) “yumurta artığının” önceleri göbeğini bile kaldıramayan
ayacıklarıyla fayansların üzerinde benden uzağa sürünmeye çalışırken, avucuma
aldığım andan itibaren sakinleşip paluze gibi yayılması şeklinde tanımlanabilir
bu durum. :)) Belki de kadın fiziğinin, yetiştiriliş tarzının, mahalle
baskısının [Ne sandınız? Bir kadına yapılan en ağır baskılardan biri annelik
içgüdülerine sahip olma gerekliliği üzerinedir. :D], hormonların, doğanın iteklemelerinin
sonucu ve “çat” diye bir anda olay ufkunu [Hani kara deliklerdeki ışığın bile
yutulmaya başladığı nokta… :D]
aşıyorsunuz da, ne ruhunuz duyuyor, ne de umurunuzda oluyor. Oysa babam
kırklarına geldiğinde dahi hâlâ ellerini gözlerine siper etmiş o ‘ufka’
bakıyordu uzaktan. :)) Babalığın zorunluluklarını, sorumluluklarını,
sıkıntılarını gerçek anlamıyla daha yeni yeni yüklenmeye başlamıştı emekli
olunca. Eh, ilkin bunlar girince devreye, babalık zanaatı da öğretmenlerin yaz
tatili için verdikleri halde ertesi yıl genelde hiç sormadıkları, sırf
öğrenciye karın ağrısı, ana babaya çemkirme sebebi olsun diye icat edilmiş
ödevler benzeri veya Demokles’in Kılıcı misali bir kavram haline geliyor
kaçınılmaz olarak. Bunları nereden mi biliyorum? Ancak bir evlada bahşedilen ve
kullanılmadığına ender rastlanılan işkence yöntemleriyle :)) tek tek ağzından
söktüm babamın. Bütün babalar böyle değilmiş. Bazıları görür görmez
bağlanırmış, bazıları ise “Bunun ipini beğenmedim, şunun boyu münasip değil…”
diye bir türlü beğenmezmiş atılan halatları… :D Bizimki ortaya karışık! Eee,
herkesin babası kendine normal, benimki de bana… :))
Ben muhabbet kuşundan
bozma [O geldiğinde evde bir de muhabbet kuşumuz vardı, kendisini uzunca bir
süre o türe yakıştırdı bizim “yumurta artığı”.] insan [Yıllar geçtikçe artık
basit (!) bir muhabbet kuşu da değil, bizler gibi ulu (!) ve heybetli (!) bir
insan olduğuna dair inancı ağır bastı. Mesela her yemek yapışımda mutfağa
gelirdi. Sebzelerle birlikte musluğun altında yıkanırken aslında bana yardım
ettiğini zannettiğinden kuşkulanıyorum. :)) O yüzden serçe üstü patlıcan
oturtma yemekten son anda kurtulduğumuz çok olmuştur. :D] olan serçemle daha
ilk cıvıltısında, hatta ilk tıkırtısında (Yemek istediğini başlangıçta
kendisini yerleştirdiğimiz bandi çay paketinden bozma muhteşem (!) sarayının
kenarını gagalayarak bildirirdi.) anlaşmaya başlamıştım. Babam ise bizim ilk
akıllı, mantıklı ve makul konuşmamızın en az çeyrek asır sonra gerçekleştiğini,
benimle kendisi arasındaki haberleşme hatlarının :)) ancak o zaman açıldığını
iddia ediyor. Anlaşmak için gerekli görülen şeyler insandan insana değişir
elbette, tıpkı zevkler ve renkler gibi… :))
Babalık zor bir zanaat da
aynı zamanda. Cananınızla, yani kendinizden ayrı görmeseniz de aslında siz olmayan
biriyle aylarca simbiyotik bir yaşam paylaşan bir melezi :)) ortaya çıkar
çıkmaz size eklemeye çalışıyorlar, düşünsenize! :)) Hem de ilk ve tek hamlede…
Kucağınıza manasız sesler çıkaran bir bohça koyup; içeriğinden, kapsamından,
süresinden, yoğunluğundan habersiz olduğunuz bir ilişki kurma sorumluluğunu
yükleyiveriyorlar omuzlarınıza. Esasen benim babalık (!) deneyimim de pek
farklı sayılmaz. :)) Üstelik kafama düşen tuhaf sesli hibritte genetik anlamda
dahlim bile yoktu benim. :D Ama ilişkimizin on üç yıl (doğadaki ömürleri de o
kadarmış) süreceğini, yaşamlarımızın ayrılmaz biçimde iç içe geçeceğini, ufacık
bir serçenin bana duyduğu sınırsız güven (onu ait olduğu yere, doğaya
göndermemiş, gönderememiş olmamı dahi gözümde haklı çıkaracak denli çıldırtıcı
bir teslimiyet ile emanet etti hayatını bana) yüzünden hissettiğim minnet ve
suçluluğun bu karşılıklı geçişmiş yaşam süresini acı-zevk karışımı bir Araf’a
döndüreceğini hayal bile edemezdim. Üstelik o sıralarda yolu yarılamıştım
neredeyse. Çok daha genç yaşta baba olanlar ne yapsın? :))
Babalar, günlerini
annelerinkinden daha sonra, adeta ite kaka kutluyor; ebeveynlik söz konusu
olduğunda başrolü hep dişiye kaptırmış gözüküyor; “Onu mu daha çok seviyorsun,
beni mi?” yarışlarında madalya yerine nal toplamalarına içerliyor; ailenin
çifte X’li üyesine tek Y kromozomuyla denk gelme çabaları habire evrimden ve
teknolojiden çelme yiyor olsa da doğanın pozitif ayrımcılık :)) yaparak
hazırladığı diğer ebeveynden daha az saygı, takdir ve sevgi hak ediyor
değiller. Hatta mayalarının [Doğa bünyesindeki pek çok babayı iskele babası
olarak yaratmıştır. Onlardan, birçoğu saçma olan bazı ilkelere uygun bir baba
çıkaracağım diye inatlaşan tek tür de insandır. :D] aksine benimsedikleri bu
rol onlara Ebeveynlik Oskar’ı bile kazandırabilir. Best Supporting Parent Award
goes to… :))
Ben babamı bizim “yumurta
artığı” üç günlüğüne tatile kaçıp - ‘Yeşil Yolculuk’ beklediği gibi gitmeyince
- havuz başında insanlardan tost dilenirken bulunup getirildiğinde yeniden tanıdım
ve tanımladım. Daha baştan o yavruyu eve sokmamıza, üç ay bakıp beslememize
şiddetle itiraz eden, memleketine döner dönmez derhal doğaya iade etmemiz
gerektiğini inatla savunan, hatta aksi yönde bir tezin lakırdısını bile
ettirmeyen babam, üç gün boyunca “Zaten önünde sonunda salacaktık. Kendi
kaçtığı daha iyi oldu.” mealindeki tarihe geçebilecek roller kesmesine rağmen
ensesinden :)) tutulup geri getirilen serçeyi görür görmez dizinin bağları
çözülen kızına “Siz artık ayrılamazsınız.” diyen ilk kişi olmuştur. [Tabii
bundan kastı “İkinizi birden o, adı batasıca doğaya salıyorum. Yıkıl! Gözüm
görmesin seni!” de olabilir. Ama işin aslını ne o zaman, ne de daha sonra
sormaya cesaret edebildim. Yüzsüzlüğe vurdum, gargaraya getirdim. :D]
Anneler Gününü erken kutlamıştım. Hem de günün mana ve ehemmiyetine en uymayacak biçimde… Babalar Gününü de maalesef geç kutlamış oluyorum. Ama endişeye mahal yok! Gelenek bozulmadı. Yine günün anlam ve öneminden ırağa düşmeyi başardım. :))
Anneler Gününü erken kutlamıştım. Hem de günün mana ve ehemmiyetine en uymayacak biçimde… Babalar Gününü de maalesef geç kutlamış oluyorum. Ama endişeye mahal yok! Gelenek bozulmadı. Yine günün anlam ve öneminden ırağa düşmeyi başardım. :))
Teflon Turkey Jasmine'den 'Humidity' isimli fotoğraf Diğer işleri |
İstanbul’un su güreşi
mevsimi açıldı.
Yataktan gece boyu içinde
debelene debelene dolandığınız çarşaflar tarafından eski siyah-beyaz
filmlerdeki mumyalara benzetilmiş biçimde kalktığınız sabahlar… Yüzünüze
çarptığınız suyun vücut sıcaklığına varan serinliği (!)… Siz mi kahvaltı
ediyorsunuz, yoksa kahvaltı mı sizi :)) bilememeler… Nefes darlığı çeken
üfürükçünün pis kokulu ve yetersiz soluğuna benzeyen her esintiyi rüzgâr yerine
koymalar… Çürük sakız gibi her yere yapışan teninize genzindeki tozu püskürtme fırsatı
kollayan sinek telleriyle kaplı pencereleri açar açmaz eve saldıran sauna
buharını iyiye yormalar… Kapalı alanlara adımınızı attığınız anda şok dondurma
seçeneğinde takılıp kalmış klimaların sizi tepenizden aşağıya buzdan bir
heykele dönüştürmesi… (Genellikle Yıldız
Savaşları’nda karbonayt duşuna sokulan Han Solo misali tetanik ve sessiz bir
çığlıkla donup kalıyorsunuz altlarında, ama bazen son anda yana sıçrayarak akut
nezlesel etkilerinden kurtulmak mümkün o, “serinletici”lerin. :D) Duş aldıktan
on beş saniye sonra kuruduğunuz yanılsamasını takiben aslında sadece
dokunduğunuz her şeyle tuhaf bir bütünleşme (sıvaşma da diyebiliriz) aşamasına
geçtiğinizi keşfetmeler… Önce havlulara, sonra temiz, tiril tiril giysilerinize,
ardından dışarı çıkmak için boğulurcasına tokmağına el attığınız kapıya
yapışmalar… Buzdolabından çıkarıp bağrınıza bastığınız :)) su şişesinden
bardağa dökülürken dahi boğazınızı gıcıkladığı halde yemek borunuza varmadan
ısınan, midenizi boyladığında ise fokurdamakta olan buz gibi hava… Efendim?
Hayır, cümlenin sonundaki “buz gibi hava” ifadesi yanlış yazılmış falan değil!
Bu mevsimde İstanbul’da hava ile su arasında pek bir fark yok zira…
Birkaç hafta evvel bahar
yorgunluğundan dem vurur, niye her sene aynı şeyleri tekrar tekrar yaşadığımızdan
yakınırken hiç aklıma gelmemişti. Ama artık biliyorum. Nasıl bebekler diş
çıkarırken tükürük bezleri harekete geçer, ortamı salyaya boğarsa, bu şehrin
sakinleri İstanbul’un yazını soluyabilmek üzere ilkbaharda kendilerine solungaç
imal ederken de aynısı oluyor. Yalnız bizim durumumuzda en yakın salgı bezi tiroit
olduğundan, onun fazla mesai yaparken etkilediği hormonlardan oluşan kokteylin
kafasını biz “Bahar Depresyonu” olarak algılıyoruz. [Diğer şehirler kendi Bahar
Sendromlarının nedenini kendileri bulsunlar. Benim uzmanlığım İstanbul ile
sınırlı çünkü. :D]
Bir de şehrin yüzde
altmışa varan oranda su yüklenmiş atmosferinde, olduğundan yüzde yüz yirmi daha
ağırmış gibi gelen her bir atomumuzu sürükleyebilmek için yürümek yerine
yüzebilseydik… Bu günlerde sığ bir kurbağalamaya ancak izin verse de soluduğumuz
ortam, haşmetli bir kelebekle depar atmamızı gerektirecek günler çok uzakta
değil. :D
Öylesine hasretiz ki kuru
havaya, haftalar öncesinden köprülerinde (yani alternatifi olmayan yerlerde) ve
bazı ana arterlerinde onarım yapılacağı açıklanan yollara iş makinelerinin;
sıcakta beyni tost olmuş işçilerin; ilgili ilgisiz her yere konulan, ama asıl
gereken noktalara gelince mevcudu kalmayan işaretleme konilerinin döküldüğü ilk
günün sabahında dahi içinde tek başına oturduğumuz otomobillerimizle trafiğe
vuruyoruz kendimizi. Karbonmonoksitte de oksijen atomu var, malum… :)) Egzoz ve
asfaltın sıcağıyla kavrulmuş, neminden kurtulmuş olduğu hayaliyle doyasıya
içimize çekiyoruz bu, mis (!) gibi ekşi-acı kokulu karışımı… Oysa siz, başka
şehirlerde oturanlar televizyon haberlerinde gösterilen uzayıp giden otomobil
kuyruklarındaki onca insanı en hafifinden düşüncesiz veya adlı adınca beyinsiz
:)) zannediyordunuz değil mi? İtiraf edin! :)) Demek ki neymiş? Önyargılı
olmamak gerekiyormuş. :D
Her şey gibi yazmak da
bir işkence bu havada.
Kâğıt ile kalem elime
yapışıyor da, kelimeler sayfanın beyazına geçmeyi reddediyor nedense.
Yukarıdaki paragrafları kırk yedi hamlede ancak yazabildim. James Joyce ile
aynı dertten muzdaripim zahir. [Kendimi James Joyce ile mi mukayese ettim ben? Sıcak
başıma vurmuş olmalı… Mamafih sinsice arkadan yaklaştığı için vuranın yüzünü de
görmedim doğrusu. Belki de şu meşhur salon oyununun tabiriyle “Bay Sıcak AKA’yı
nemle yazı odasında öldürdü.” demek lazım. Bu espriler de serinlemenizi
sağlayamadıysa, gerisi aaaaaz sonraaaaaaa!!! :D]
Efendim, ben de bu
anekdotu aktaranın (Steve King) yalancısıyım. :)) Bir gün arkadaşı Joyce’u
ziyarete geldiğinde adamcağızın kafasını dertli dertli yazı masasına
yasladığını görüp sormuş:
“Ne o? Sorun yazmakla mı
alakalı?”
Elbette öyleymiş. :))
“Bugün kaç kelime
yazdın?” diye konuyu biraz daha kurcalamış arkadaş. [Joyce ne kadar ağır
yazıyor olursa olsun, bana sorarsanız “arkadaş” kaşınıyor. Benzer durumlarda
kendi yaptıklarımdan biliyorum. :D]
“Yedi.” diye cevap vermiş
Joyce.
Siz olsanız böyle bir
yanıttan sonra suları dalgalandırmayı sürdürür müydünüz? Ancak arkadaşı iyi
niyetle (!) yorum yapmaya devam etmiş.
“E, bu senin için gayet
iyi ama…” (!!!!????!!!!)
Joyce’un yanıtı:
“İyi olmasına iyi de, o
yedi taneyi bir türlü sıraya sokamıyorum.”
İşte benim durum da aynen
böyle!
Fikir? Burada! Kalem?
Lebbeyk! Kâğıt? Dünden hazır! [Siz onun öyle dediğine bakmayın! Bu A4 bloknot
beni fena halde hayal kırıklığına uğrattı. Ne güzel A5 – ben onlara “şeytan
azapta gerek boy bloknot” diyordum, çünkü en coştuğum anlarda ya sayfa
bitiyordu, ya da ekleme yapmaktan beyazı görünmez olmuş kâğıt gevrediği için
deliniveriyordu – boyutundakilerle idare ediyordum. Ama zenginlik başa bela!
Kelime varsıllığı, beni villa tipi (A5’ler iki oda bir salon, mini bloknotlar
stüdyo tipi… Mutfaktaki yoluk bloknot hariç! O, yıkılmak üzere olan bir kulübe.
A3’lerin malikâne, tabaka kâğıtların ise kâşane olduğunu söylememe gerek var
mı? :D) bloknotlara özendirdi. Oysa başlangıçta üzerinde at koşturacağımı
zannettiğim A4’ün 623,7 santimetrekaresinin tamamını kekeleyen metinlere
harcamam yetmiyormuş gibi, dişe dokunur bir şey bulacağım diye içine daldığım
sayfalarda kayboluyorum bir de. :D] Kelimeler deseniz, yukarıda bahsettiğim
üzere gani (!). Madem öyle, neden “Marş, marş!” diye bağırınca yerlerine geçmez
ki bunlar? Başlangıçta karışık bir sıra oluştursunlar razıyım. Ama sonra hizaya
gelip anlamını bir sonrakinin anlamına uzatsa kendiliğinden, olmuyor mu? Yazıya
dönüşmeleri için ille de kırk yedi kez üzerlerini çizip sil baştan mı “Hazıııır
ol!” çekmek mi lazım? Yok mu bunun daha kolay bir yolu?
Bütün bunların tek bir
müsebbibi var, o da su! Havaya karıştığı gibi her şeye sızıyor. Yoksa bu yazı
bu kadar sulu olur muydu? :)) Veya su katılmamış bir zırva! Yahut suya sabuna
dokunmayan bir saçmalık… En aklı başında göründüğü yerlerde (bin dereden su
getirirken nasıl olacaksa artık) bile sudan bir metin olduğu su götürmez bir
gerçek! Ne yapabilirim? Ortamdaki onca neme rağmen suyu kesilmiş değirmene
döndüm bu aralar. Sular seller gibi yazmak sulu gidip susuz geldiğim
hayallerimde kaldı artık. :))
Belki de sözcüklerim de benim gibi suda solumaya alışana kadar biraz ara vermeliyim. Hayatımda ille de su olacaksa bari mavi, engin ve serin bir versiyonu olsun.
Belki de sözcüklerim de benim gibi suda solumaya alışana kadar biraz ara vermeliyim. Hayatımda ille de su olacaksa bari mavi, engin ve serin bir versiyonu olsun.
Gustav Klimt'ten ünlü 'The Kiss' Diğer Eserleri 1 Diğer Eserleri 2 |
Epeydir gazetelerin ciddi
(haber magazini) ve gayri ciddi (magazin haberi) kısımlarını eşit derecede
meşgul eden, sadece gazetecileri kaygılara gark etmekle kalmayıp – sayelerinde
– okurlara da hafakanlar bastıran bazı araştırma sonuçları dolanıyor ortalarda…
Efendim, internet bağımlılık yapıyormuş. Özellikle sosyal paylaşım sitelerini
yerden yere vuruyorlar bu konuda. Bir ucundan sadece bir “meraklı” olarak
girilip, diğer ucundan “müptela” olarak çıkıl(am)ıyormuş. :)) Bağımlılığın
sözlükteki karşılığı biraz fazla ayrıntılı, ancak anlatılmak istenenin uzağına
düşmüş gibi geldi doğrusu. Bana sorsalar “onsuz yapamamak” tarzı daha basit ve
damardan bir açıklamayı tercih ederdim ki, sizin de yakinen bildiğiniz üzere
kısa ve öz olmak katiyen meşrebime uygun değildir. :))
Konumuzdan ve şu andaki
konumumuzdan :)) başlarsak; ismi lazım değil bazı paylaşım siteleri :) olmadan
kendini tamam hissetmeyen bir grup insan olduğu iddia ediliyor. Kendilerini ve
başkalarını bu sanal ortamlar üzerinden tanımlıyor ve bu tanımlamayı
ayrıntılandırmak için belki de en az sahip oldukları (veya kontrol
edebildikleri diyelim) bir şeyi, zamanı bozuk para gibi harcamaktan çekinmiyorlarmış.
E, bu minvalde olayın kapsamını azıcık daha genişletirsek iş, hobiler,
sorumluluklar, aile v.b. pek çok şey de birer bağımlılık. “Ama bağımlılık denen
şey insanları gerçek hayattan koparıyor, ruhsal ve sosyal dengelerini bozuyor
olmalı.” diyeceksiniz. İşimiz de bizi gerçek hayattan koparmıyor mu? Birileri
karınlarını doyurmak için çöpten yemek toplarken siz – örneğin – klimalı bir
toplantı salonunda tuzsuz-şekersiz (sağlıklı olma bağımlılığına sağlıklı bir
bağımlılık şart! :D) çakıl taşından hallice kurabiyeleri kemirerek sadece yüz
çift seçkin (!) göze layık görülen bir kitapçığın kapağında gofre kullanıp
kullanmamayı tartışıyorsanız pek de hayatın içinde olduğunuzu iddia edemezsiniz
herhalde. :)) Üstelik ruhsal ve sosyal dengeyi meslek sahibi olmak kadar bozan
başka bir şey daha var mıdır? Elinizi vicdanınıza koyun da söyleyin! Ofisinizde
“Bu kıytırık matbaa bütün gofreleri kaydırdığı halde, sırf sahibi söz konusu
Yüz Ulu Manitu’dan birini tanıyor diye ödeneklerine onay vermek zorunda kalmaktan
neffffffrrrrrrreeeettttttt ediyorum.” şeklinde avaz avaz düşünürken :)) ruhsal
dengeniz ne âlemde, sosyal ahengin neresinde duruyorsunuz? :D
Hadi “Her insan yaşamak
için para kazanmak, para kazanmak için de bir şeyler yapmak zorunda. Ölmemek
için yaptıklarımız bağımlılıktan sayılmaz!” diyerek meslekleri kapsam dışı
kabul edelim. [Buradan ‘Yaşam da bir bağımlılıktır aslında. Oysa keşfedildiğine
dair güçlü kuşkuların filizlenme aşamasına girdiği korka korka telaffuz
edilirken dahi nefesimizi tuttuğumuz :)) Higgs Bozonu olmasa hepimiz ne güzel
enerji enerjiye ışıyıp gidecektik.’ tarzında bir yerlere doğru yol almak da
mümkündü. Ucuz atlattınız, hadi geçmiş olsun! :D] Peki, ya hobilerimiz? Örneğin
“Abi resim yapmasam yaşayamazdım. Bu, var olma biçimim. Kendimi tanımlama ve /
veya yaşamı kendime (tabii tarzımdan hoşlanan bir iki kişiye de) tercüme etme
şeklim.” derken bağımlılığı tam on ikiden vurduğumuzu görmezden mi geleceğiz
yani? İşten güçten, aileden, yani hobimiz dışında kalan lüzumsuz (!) şeylerden ayırdığımız
(aslında düpedüz çaldığımız) zamanı; yazmaya, çizmeye, okumaya, izlemeye,
dinlemeye, yoğurmaya, yontmaya, fotoğraf çekmeye, sergi gezmeye, yürümeye,
koşmaya, bisiklete binmeye :)), yüzmeye, göbeği açıp güneşlenmeye, burun
üzerinde dengede dururken türkü çığırmaya, dünyanın en marjinal yerlerinde soyu
tükenmekte olan türlere kendimizi kovalatmaya, yakalatmaya, sokturmaya,
ısırtmaya, parçalatmaya, o güne kadar yapılmış olanlardan daha orijinal (!) bir
biçimde adam öldürmeye (bkz. Mr. Brooks… :D) sarf etmiyor muyuz? Bunlar v.b.
niceleri için harcanan maddi ve manevi şeyler gözümüzde nikotin bağımlısının
sigarasına, narkotik bağımlısının uyuşturucusuna, alkol bağımlısının içkisine,
adrenalin bağımlısının yaşamına biçtiği bedele eşit, yani “pek önemsiz” ile
“aslında az bile” arasında bir yelpazede değil mi?
Tamam! “Hobilerimiz
olmasa tek hücrelilerden ne farkımız kalır? Ayrıca abartılmış olanlar dışında
pek çok hobinin zarardan çok yararı var. Mutlu ve doyumlu insan ruhen dengeli
olmaya daha yakındır.” demenize hak verdim. Gerçi incelticisi bitmiş bazı resim
meraklılarının halini görmüş olsanız sözlerinizdeki ‘ruhen dengeli olma’
kısmını tekrar düşünmeniz gerekirdi. Ressamlığı meslek olarak benimsemiş
olanlar bile fırçalarını saklayabilir onların karşısında. Efendim? Orada başka
bir bağımlılık mı seziyorsunuz? Ne alakası var? Ben kokusunu seviyorum onun bi’
kere! :))
Aile, çoluk çocuk ne
olacak peki? Hepimizin ağzında “Onlarsız yaşayamam.” lafı yok mudur? Veya
sözlükteki tanım üzerinden yürürsek; onların istemine, gücüne veya yardımına
bağlı ve dünden hazır bir biçimde özgürlüğümüzden veya özerkliğimizden
vazgeçmiş değil miyiz? Gerçi evlatların ve bazı “ıssız” lakabıyla malul
kişilerin hakkını yemeyelim. Evlatlar hayatları boyu, ıssızlar ise akılları baliğ
olduktan sonra :)) bağımlılık objesi olma konusunda diğerlerinden keskin
sınırlarla ayrılırlar. Nasıl mı? Siz hiç “Aga, beni içersen akciğerini katran
kazanına çeviririm, tüyünü de sen dikersin.” diye tüten bir sigara,
“Karajiyerini dejerim an’adın mı? Gel, öpüjem!” diye lıkırdayan bir içki,
“Hayatını kaydırırımmmmm!” hülyalarına daldıran bir uyuşturucu, “Salağını
çıkarırım. Ak mı, kara mı ayırt edemezsin? Aaaaaz sonnnnraaaaa!” naraları atan
yazılı, görsel ve / veya işitsel iletişim aracı :)) gördünüz mü? Oysa ıssızlar
hiç olmazsa kendilerine bulaşmamanız, bulaştıysanız çabuk kurtulmanız için kaba
veya nazik birtakım sinyaller keşfetmiş ve başarıyla uygulamaktalar. Çağan
Irmak’ın filminde anlatıldığı üzere klişeye kaçacak kadar ayan beyan olmasa da,
önünde sonunda sizi kendilerinden (aslında tam tersi elbette :D)
uzaklaştırmanın bir yolunu bulurlar. Onlar da yalnızlığa bağımlı malum. Şimdi
ıssızları dışlarmış gibi ‘onlar’ demek de içime sinmedi, çizgi temasıyla da
olsa içlerinden biri sayılabilirim zira. (Öyle çizgi deyip de geçmeyin! Tenis
maçlarında beş santim eninde bir hat üzerinde yapılan içeride-dışarıda
tartışmalarına bakarsanız ucundan ecük değmek bile sizi dâhil ediyor. Yine de
eskiden hakemlerin avazlarına ses edemeyen oyuncular şimdi Şahin – kartal
diyenler de var – Gözü namında bir “delikli demire” sırtlarını yaslayıp habire
itirazı basıyorlar. Yakında teknoloji iyice ilerleyip bütün saha sensörlere
doyunca onun da devri geçecektir. O zaman Serena Williams’ı maçtan önce “Bacım,
kortun kuzey ucunda fazla zıplama, orası a’cık göçmüş zaten, papaz olmayalım
sonra!” diye uyaran toprak kortların veya abus Federer’e “Çatma, kurban olayım
çehreni! Vallahi sen adım atar atmaz sahanın yeşili sararıp soluyo’.” diye
yalvaran çim kortların vaka-ı adiye olduğunu göreceğiz. Şimdilerin ‘onun ikinci
servislerindeki başarı yüzdesi, öbürünün çığlığının desibeli, iki tenisçinin
basit hatalarının karşılaştırmalı grafiği’ gibi alengirli istatistiklerinin
yerini “Kortun 51 derece 26 dakika 1,88 saniye kuzey, 0 derece 12 dakika 50,06
saniye batı koordinatları civarında sağ ayağının küçük parmağındaki ikinci
boğuma 1,37 kilogram şiddetinde baskı uygulayarak attığı servislerin başarı
yüzdesinin standart sapması.” cinsinden akla ziyan sayıtımlar alacaktır….. Ben
buraya nasıl ve nereden geldim yav’?) Hörmetsizlik etmeyelim! :D
Evlat ise tümüyle nevi
şahsına münhasır bağımlılık nesnesi… Daha doğarken bile (kapağı anneden dışarı
atarak :D) bu iptilanın oluşmasını engellemeye çalışıyor. :)) Bebekken her gece
ana babasını ayağa dikerek “Bu daha hiçbir şey değil, artık ölene kadar benim
için uykuların kaçacak!” uyarısında mı bulunmuyor? Çocukken “Ben büyüyünce sana hiç kızmıı’ca’m
ama…” sitemleriyle aslında gelecekte bütün çektiklerinin (!) intikamını almak
üzere sinsi bir bekleyişe geçtiğini mi ihsas etmiyor? Okul çağında peşini bırakmazsanız
her başı sıkıştığında kapınıza dayanacağını mı belli etmiyor? Ergenliğe
ulaşınca hakkınızda edindiği bilgilerin ışığında “Sen de on üçünde evden
kaçmaya çalışmışsın ama…” türünden kirli çamaşırlarınızı size karşı kullanarak
bağımlılığı tek taraflı feshetmeye mi çalışmıyor? Okullar bitip sıra iş bulmaya
gelince dünyanın öbür ucundan gelen teklifleri mi kabul etmiyor? Aile sahibi
olup torunu kucağınıza verdiği andan itibaren sırra kadem mi basmıyor? E, daha
ne yapsın sizi kendinden korumak için? :)) Yine de bu iptilayı engellemeyi başardığı
söylenemez.
Bağımlılık kötü şey!
Tedavisi de sancılı. Bazıları azar azar bırakmayı, bazıları toptan terk etmeyi,
bazıları da hâlihazırdakinin yerine başka bağımlılıklar koymayı tercih ediyor.
Ama müptelaların en tehlikeli türü arızasını kabul etmeyenler. “Ben istediğim
anda vazgeçerim!” diye ayak direyenler. Onsuz yapamadıkları şeylerden bir süre
uzak duruyor, kendilerini yeterince aldattıklarına kanaat getirince ise yeniden
ve daha beter başlıyorlar.
Ama ben yazmaya bağımlı
değilim. Katiyen! İstediğim zaman bırakabiliyorum. Valla’ billa’! :)))))
Anthony McCall'un 'Five Minutes of Pure Sculpture' isimli eseri Diğer Çalışmaları 1 Diğer Çalışmaları 2 Sitesi Fotoğraf Markus Schreiber Diğer İşleri |
“Sonra bir üst kata
gönderdiler. Oradaki memura her şeyi baştan anlattık tabii. Alt katta
sorulanların aynısını yukarıda da yanıtladık. Amaaan! Sen de bilirsin bu
işleri… İki saat sonra beş kişiye yedi defa anlatmış oldum konuyu yani…”
“Beşe yedi, fena oran
değilmiş.”
“Di’ mi? Peki, iş
halloldu mu?”
“… du mu?”
“Valla’ bilmiyoruz. Bi’
şi’ler yaptılar. Bilgisayara bi’ şi’ler girdiler. Sonra da bizi sepetlediler
‘Olmuştur.’ diye.”
“Olmuştur, olmuştur.”
“Hah işte! Son gittiğimiz
adam da aynen böyle söyledi. Artık olmuş mudur, olmamış mıdır, hafta başında
öğrenece’z.”
“Hafta başı...”
“Di’ mi? Ay başı da
diyebilirlerdi.”
“Ay başı… Maaş günü…”
“Maaş günü mü? Ner’den
aklına geldi şimdi? A, bak! Gün deyince hatırladım. Çocuğun okulundan aradılar
geçende. Gün yapacaklarmış. Şarkılar, şiirler… Sınav mınav diye hışırı
çıkmışmış çocukların, azıcık eğlensinlermiş, falan filan.”
“Sınavda…”
“Sınavda di’il ya,
okulda! Ben de katkıda bulunmak ister miymişim? Kadına telefonda olmaz yerine,
olur dememiş miyim? Kafa bin beş yüz tabii. Sonra da unuttum gitti. Üç gün
sonra zır, bir telefon… Gene aynı kadın. Aldı sazı eline; bir liste sayıp
döküyor ki, değme gitsin. Bi’ araya girebilsem, ama ne mümkün. Bilirsin
öylelerini…”
“Bilirim…”
“Ben ortalarında bi’
yerde kopmuşum. Kadın ne dese, ‘He!’ diyorum. Birden kendime geldim ki, okul
aile birliğine üye olmaktan, daha büyük projelerde çalışmaktan falan
bahsediyo’.”
“Bahseder tabii! Kolay
mı?”
“Ne kolay mı?”
“… Iııı… Bahsetmek?”
“Yok artık! Nerelerdeydin
yine?”
“Bilmem. Geziyo’dum.”
“Nereyi?”
“Evrenleri. Mesela
ticaretin bürokratik işlem karşılığı yapıldığı bir evrende olsaydık n’olurdu?”
“Ha?”
“Yani şöyle bir şey…
Ekmek alacaksın diyelim. Bakkala gidiyo’sun. Fiyatı; bakkalın dış kapının
mandalı bir akrabasının devlet kapısındaki işlerini takip etmek.”
“Nası’ yani?”
“Ekmek alacaksan, on
dak’ka takip ediyo’sun. Et alacaksan, iki gün. Son model bir Ferrari için, otuz
altı kişinin, biri deniz aşırı olmak üzere, yedi ülkedeki karmaşık iş
takiplerini başarıyla sonuçlandırmak gerek mesela.”
“Hoppalaaa! Ner’den
aklına geliyo’ bunlar?”
“Sen uğraştığın işi
anlatırken düşündüm. Sonra şu memurlar bilgisayara bi’ şi’ler girmişler ya… İnsanların
bilgisayar olduğu bi’ dünyada olsaydık, buna gerek kalmazdı mesela. Ses
kaydetmek için kulaklarının mıncırır, koku kaydetmek için burunlarına bastırır,
görüntü kaydetmek için kaşlarını yolarlardı, olur biterdi. Güreşçi kulaklı, boksör
burunlu ve kaşsız bir sürü insan, fakat kayıt kabiliyeti mükemmel. Nasıl? Yalnız
şimdi düşündüm de, sosyalleşmeleri bayağı zor olurdu. Sokakta çarpışsalar,
hooop olmadık bi’ yerlerinden faaliyet raporu özeti dökülebilir yani. Yoo, hiç
öyle bakma! Bilgisayar deyince, yazıcısı ayrı, tarayıcısı ayrı olacak değil ya.
Benim insan kompüterler pek marifetli ve kompakt yaratıklar.”
“Ben derdimi anlatırken,
sen suratıma baka baka bunları mı düşünüyo’dun? Ben de bi’ şi’ söylüyo’, diye
dinliyorum.”
“Duuuur, daha bitmedi.
Peki, ya hafta başının aynı zamanda ay başı olduğu bir evrende olsaydık. Yani
bir ay yedi gün. Her hafta başı maaş günü.”
“Aman ne orijinal! Burada
da haftalıkla çalışanlar yok mu, şaşkın?”
“Yoook, öyle değil! Her
hafta başında buradaki otuz günün karşılığı maaş alıyo’sun. Çünkü yedi gün otuz
güne sayılıyo’. Daha doğrusu yirmi sekiz güne… Yediye tam bölünme açısından,
anlarsın…”
“Haa, bak bunu sevdim!
Yedi gün çalış, yirmi sekiz günlük para al… Güzelmiş. Sen şu evrenin adresini
yazsana bana.”
“Di’ mi? Yalnız günler doksan
altı saatmiş orada. Günlük mesai de kırk…”
“Hoppalaaaa! Buradaki
koşullardan beter yani. Ne anladım ben bu işten?”
“Valla’ işine gelirse!
Bizimki gibi bir evrende yaşayınca bazı konularda doğuştan özürlü oluyorsun.
İşçi lehine üç kuruşluk parlak fikir, anında işveren lehine yedi kuruşluk bir
diğerini doğuruyor. Tamamen içinde bulunduğumuz evrenin arızası, ben masumum! Eee,
hâlâ istiyo’musun adresi?”
“Almiim! Senin çıkında
başka neler var şöyle ucuzundan?”
“Sınavlarda en çok
eğlendirenin en iyi notu aldığı, en iyi okulu kazandığı bir evrenim var.
‘Yeteneksizsiniz’ misali sınavlar yani. En fazla alkış toplayan, notunu
yükseltiyor, idealindeki okulun şahikasına girme hakkı kazanıyor. Ne dersin?”
“Valla’ bunu benim çocuk
beğenir beğenmesine de, mezuniyet sonrası yine bizim evrenden farklı olmayacak
sanki. Eee, başka neleriniz var?”
“Telefonun olmadığı bi’
dünya?”
“Valla’ ne iyi olurdu? Şu
ikide bir gelen ‘Onu al! Bunu verelim! Şu muhteşem!’ telefonlarından
kurtulurduk hiç olmazsa.”
“Ha, telefon yok, ama
daha etkili bir haberleşme yöntemi var. Konuşmak istediğin kişinin yanına ışınlanıveriyorsun.”
“Amanın!”
“Korkma, korkma! Işınlamada
gayet sert kanunlar var.”
“Haaaa!!! Ne gibi?”
“Görüşmeleri önceden
yazdırıyo’sun. Hani bi’ zamanlar şehirlerarası telefonları yazdırırdık ya, o
hesap. Bi’ aydan bi’ yıla kadar hakkında araştırma yapılıyor. Bu kapsamda
malın, mülkün, işin gücün var mı bakılıyor? Tapu, bordro, kimlik no, ama en
önemlisi annenin kızlık soyadı sorgu sual ediliyor. Görüşeceğin kişiyi tanıyo’
musun? O seni tanıyo’ mu? Sıcak ve soğuk holografik çizgi im damgan; şua
geçirgenliği vergi, resim ve harç bedellerin; ıslak ve kuru imzan kurcalanıyor
da, ondan sonra izin alabiliyorsun.”
“Yahu bu ne işkence!
Peki, ya acil durumlarda ne oluyor? Hastaneyi falan aramak gerekirse…”
“Onlar kolay canım! Bi’
santral var. Hemen oraya ışınlanıyo’sun. Tababetten de, belagatten de nasibini
almamış, ama bürokrasiyi hücre çekirdeklerine kadar hatmetmiş ve hazmetmiş
santral memuru kendi kafasına göre müdahale edip öldürmezse eğer, sıraya koyuyor
seni. Öncelikli numaralar bittikten sonra da hâlâ sağsan, nihayet acile
ışınlıyorlar.”
“Anladım, arıza sürüyor.”
“Ne arızası?”
“Az önce bahsettiğin
kusurlu evren arızası. Yahu şöyle daha iyi, daha insanca, daha mantıklı yaşanan
bi’ evren yok mu senin bohçada hanım?”
“Şikâyetine göre evren
yaptık, ondan bile yakınıyo’sun yav’!!! Beğenmiyo’san alma! Bana müşteri mi
yok? Evrenci geldi hanıııııım! Haddddeeeee tassse tassse evriiiieeen!!!”
Sam Spratt'tan 'Ed Maximus' portresi Diğer çalışmaları 1 Diğer Çalışmaları 2 Sitesi |
Hep yakınıyorum ya yazacak
bir şey bulamamaktan. Hatta yazacak şey bulamamayı konu alan metinlerim
diğerlerinden fazladır belki de. :) İşte bu yaz, yazacak bir şey bulamamayı
bile yazamıyorum! (Cümleye gel! :D)
Sanki şehre çöreklenen
buğu nöronlarımı mühürledi. Haa, hiç yazmıyor değilim. Elim yine kaleme kâğıda
gidiyor. Hatta sayfalar minnetle yaşaran [Yazabildiğimi sanmanın duygusallığı
işte, siz aldırmayın! Belki de havadaki nemin değişik bir tezahürüdür. :D]
gözlerimin önünde dolup dolup taşıyor. Fakat ya ortalarda bir yerde kopuyorum
beyazı “kirleten” sözcüklerden ya da sonradan okuyunca hoşuma gitmiyor
çıkardığım iş. Uzmanı olduğum üzere hemen bir bahane buluyorum tabii: “Tam
yazının kalbine ulaşmıştım, kapı çaldı. Nedir kardeşim şu kapıcı milletinden
çektiğimiz?”
Bahane olması bir yana
bizim kapıcı gerçekten bir “Zamanlama Anıtı”dır. Sabah servisi [Ki bugüne kadar
tek seferinde bile bir şey istemişliğim yoktur. “O zaman açma kapıyı arkadaş!
Deli misin, divane misin?” şeklinde özetlenebilecek yorumları ağzım yamuk bir
Mona Lisa gülümsemesiyle kaykılmış, tek kaşım “Sizce?” der gibi havaya kalkmış
bir halde ve yüzümdeki kaderine razı ifadeyi “elegan” bir biçimde
baharatlandıran akıllara zarar bir bakışla yanıtlamam yeterli olacaktır
sanırım. :D] denilen lanetli (!) ziyaretin beni yıkadığım tencerenin yağı elime
sıvanmış, arka bahçede (balkon :D) toza toprağa bulanmış, değiştirmek üzere
olduğum nevresimlere dolanmış, bulaşık makinesini boşaltmak üzere domalmış,
banyoda sabunlanmış, süpürmek için kaldırdığım bir koltuğun altında kalmış, bir
çizimin veya yazının en hassas yerinde transa dalmış halde yakalamadığı pek
enderdir. Geleceği saat belli olduğu için kapının arkasında aportta beklediğim
günlerde dahi hep son anda ya telefon çalar veya düdüklü tencere çığlıklanır, rüzgârdan
kapı, pencere yahut cama kuş çarpar (kuş cinsi seviyor bizi :D), çamaşır
makinesi şaha kalkar, boru patlar, yel üfürür, sel götürür ve ben her seferinde
kapıya nefes nefese, suratım beş karış yetişirim.
Diğer bahaneler arasında
en sık kullandığım ve en ayrıntılı olanı “Yapacak bir yığın iş var, kafamın
gerisinde dırdır edip duruyorlar da ondan yazamıyorum.” şeklinde ise de,
genellikle daha basit olanları tercih ederim: “Hava soğuk!” “Bahardandır.”
“Hava sıcak!” “Ruh halim uygun değil.” “Hıçkırık tuttu.” “Enim dar!” – ki
külliyen yalan! :))
Bu aralar da mevsimin
suya doymuş havasına, pencereden görünen denizi göğe karıştıran kasvetli
manzaraya, günün en sıcak saatinde dışarı çıkmaya neden olan mücbir koşullara,
tutuşmuş haldeyken duşa girmenin yarattığı rehavete, bir de uyuşan işaret
parmağıma (günde on saat kalem tutmanın yan etkisi herhalde :D) bağlıyorum yazı
yitimi sendromumu.
İşin tuhafı daha önceden
yazıp demlenmeye (!) bıraktığım metinler bile gözüme kötü görünüyor. (Tabii
gerçekten kötü olma ihtimalleri de var. Ama beni buna kimse ikna edemez. :D)
Böyle bol keseden yazı harcamaya devam edecek olursam yakında eski
gazinolardaki assolistlere döneceğim. Hani dinleyiciler istedikleri parçaları
peçeteye yazar verirlerdi ya… Ben de okuyuculardan istek konuları kabul etmeye
başlayacağım.
“Halılara dadanan maytlarla
ilgili hiç yazmamıştın.” veya “Dünya Bilmem Ne Günü’nü her defasında atlıyorsun.
Her çıkmaz ayın son çarşambasında bakıyorum, bekliyorum. Yok! Teessüf ederim!”
yahut “İncir çekirdeğini doldurmayan yazılarına üç vakte kadar son vermezsen
karışmam. Bir dost.” şeklinde bir not bulsam yazı masamda yolda bir milyona toslamıştan
daha fazla sevineceğim. Niye mi? E, hiç olmazsa bu notları sahibine iade etmem
gerekmiyor. Oysa bir milyon öyle mi? Önce say, sonra tekrar say, okşayarak say,
severek say, koklayarak say, bağrına bas, yüzüne sür. (Sivilcelere, kanca
burunlara, kepçe kulaklara, kırışıklara birebir. Bir anda Dünya Güzeli
oluyorsunuz, fena mı? :D) Ardından ayakların geri geri giderek karakola götür.
Polisler bir üstüne başına, bir de getirdiğin paraya bakıp Adli Tıbba bile sevk
etmeye gerek görmeden “Yazık, herhalde terelelli!” şeklinde teşhis koysunlar.
Miktarı – bir milyon yetmiş altı lira kırk dokuz kuruş :)) – söyleyince
yüzlerindeki kuşkunun ibresi akıl sağlığından dürüstlüğüne doğru kaysın.
“Abi, bu kesin dokuz yüz
yirmi dört bin dokuz lira elli bir kuruşun üzerine yattı. Küsuratlı rakamla
bizi kandırıyor.”
“Evet, evet! Ben de
şüphelendim. Hele o, gözlerinin üzerindeki kaşları var ya… Acayip kıllandırıyor
adamı!”
Ve onca parayı ardında
bırakarak ayrıldığın yetmiyormuş gibi, şüphe sebebiyle gözaltına alınmadığına
şükrederek eve dön. Vallahi çekilir gibi değil! :))
Hah! İşte yine koptum
yazıdan. Daha şimdi kendimi dalgın dalgın pencereden bakar ve –
inanmayacaksınız :)) – hiçbir şey düşünmezken yakaladım. Oysa ne zaman “Zihninizi
boşaltın!” deseler tam tersine bir sürü şey üşüşür beynime, aklî ataleti bir
türlü yakalayamam. Yazık! Demek biraz daha gayret etsem mistik bir deneyim
yaşamak işten bile değilmiş; beeeen her şeyiiiiim, her şey deeee beeeeeen…
Iııı… Sadece yazı hariç! :)) Eh, buradan
hareket edersek meditasyon yapmaya taammüden teşebbüs edecek olsam yazacak bir
şeyler bulmam pek muhtemel. Hadi bakalım! Oomm! Ooommm! Ooooğğğmmmmhhhhh!... I-
ıh! Bunca “om”dan sonra tek aklıma gelen saatlerce sıcakta sürünerek, bir derin
dondurucu kılığındaki klimalar, bir otuz altı – Celcius – ayar güneş tarafından
çarpıla çarpıla yaptığım alışverişten sonra her an parçalanma tehditleri
savuran poşetlerle elim kolum dolu olarak girdiğim eczanede olanlar.
AKA: “Hönk, hönk, hönk!
Bi’ baş ağrısı ilacı, bi’ mide ağrısı ilacı, bi’ de vitamin alacaktım.”
ECZACI: “ Baş ağrısı… tamam.
Mide…”
BEYAZ GÖMLEKLİ (BG): “Ooooğğğğğmmmm…
Koruyucunuz ooooğğğğğmmmm var mı?”
AKA: “Yok, teşekkürler.
Siz de ilaçları uzatıp durmayın eczacı hanım, ellerim dolu görüyorsunuz! Hele
bir çantama erişeyim, alırım onları da… İki dakika beklerseniz yarım saate para
da çıkaracağım, hiç merak etmeyin!”
BG: “Koruyooooğğğmmm!
Gözenekleri açoooğğğmmm, sivilceleri kapoooğğğmmm, kırışık siloooğğğğmmm…”
AKA: “Hah! Cüzdan da çıkıyoooooğğğğmm…
Ehem, şey yani çıkıyooooooooo’, çıkıyooo’…”
BG: “Nemlendiroooğğğğmmmm…”
AKA: “Doğru. Hava nemli
olunca elim kayıyo’.”
BG: “Koruyucooooğğğmmm
sürelim şurayoooğğğmmm.”
AKA: “Hoppalaaaa! Çekin
elinizi kardeşim! Yarım yüzyıl idare etmiş bu surat zaten. Gerek yok!”
BG: “Amaooooğğğğmmmm yüzünüz
kızarmış bakoooğğğmmm. Demek cildiniz hassasooooğğğğmmm…”
AKA: “ Ne hassas cildi
ya! Hava kırk derece, elimde altı tane imanına kadar yüklü torba, arkadaşınız
yüz bulsa ilaç poşetini burnuma asacak, siz suratımı yumuşatmak uğruna beynimi
buğulama tüketmeye karar vermişsiniz, tabii kızarırım.”
Yok, yok. Gecelerle gündüzler hiçbir serinleme belirtisi göstermeden birbirini izler, hatta (aydınlıkta ve karanlıkta, ölüm bizi ayırana kadar :D kesintisiz buğulama olduğumuz düşünülürse) yüzlerce saatlik tek bir güne dönüşürken mantık çerçevesinde bir şeyler yazmak iyice olanaksızlaşıyor. Belki de beynim, yüzümden akan terlere yedirilen kremin arasına karışıp çaktırmadan kafatasımı terk etmiştir. Efendim? Hangi krem mi? Yukarıdaki infilakımı takiben Beyaz Gömleklinin oğmlaya oğmlaya hem beni, hem de telaşla tansiyonuma bakıp ağzıma dilaltı tıkıştırmaya çalışan eczacıyı ipnotize ederek, kaşla göz arasında (aslında saç çizgisiyle göğüs kafesi arası demek lazım) bulduğu her yere sıvadığı “koruyucu” elbette. Bir taraftan da “Yüzünüzdeki ooooğğğmmmm fay hatlarına ooooğğğğmmm çok iyi geloooooğğğğğmmm!” diye söylenip duruyordu densiz. :))
Bazı yazıların kaderi beklemek oluyor nedense. Yazarken güldür güldür akıyor da, iş paylaşmaya gelince hep bir engel çıkıyor. “Günün anlam ve önemine uygun değil.” “Dur, dur! Şimdi son yazdığımı paylaşayım da, o yedek kalsın.” “Zayıf azıcık. Beklesin, beslensin, et tutsun.” “E, artık bu da paylaşılmaz ki… Ama belki…” v.b. gerekçelerle muğlâk bir son kullanım tarihine gün sayıyor bu, gariban yedek kulübesi bekçileri.
Yok, yok. Gecelerle gündüzler hiçbir serinleme belirtisi göstermeden birbirini izler, hatta (aydınlıkta ve karanlıkta, ölüm bizi ayırana kadar :D kesintisiz buğulama olduğumuz düşünülürse) yüzlerce saatlik tek bir güne dönüşürken mantık çerçevesinde bir şeyler yazmak iyice olanaksızlaşıyor. Belki de beynim, yüzümden akan terlere yedirilen kremin arasına karışıp çaktırmadan kafatasımı terk etmiştir. Efendim? Hangi krem mi? Yukarıdaki infilakımı takiben Beyaz Gömleklinin oğmlaya oğmlaya hem beni, hem de telaşla tansiyonuma bakıp ağzıma dilaltı tıkıştırmaya çalışan eczacıyı ipnotize ederek, kaşla göz arasında (aslında saç çizgisiyle göğüs kafesi arası demek lazım) bulduğu her yere sıvadığı “koruyucu” elbette. Bir taraftan da “Yüzünüzdeki ooooğğğmmmm fay hatlarına ooooğğğğmmm çok iyi geloooooğğğğğmmm!” diye söylenip duruyordu densiz. :))
Andrew (Android) Jones'dan 'Wanderer Awake' Sitesi Diğer Çalışmaları |
Hiç paylaşmamak üzere bir
şeyler üretmek… Kendi kendine resimler yapmak, kimsenin duymayacağı şarkılar
bestelemek, gizli gizli yontup köşe bucak saklamak, suç işlermiş gibi yazı
yazmak, sadece kendi gözü için görüntü depolamak, etrafta olup bitenlerden sırf
kişisel zihin sinemasında seyretmek için filmler kurgulamak… Başlangıçta biraz
zavallı işi veya son günlerin argosuyla seslendirirsek “ezikçe” bir çaba gibi
görünüyor değil mi? Çünkü arkasını göğsünü gere gere ortaya çıkacak bir
cesarete dayamayan uğraşılar kale alınmaya da pek değmez. Yaratıcısının
başkasına gösterecek, “Bunu ben yaptım.” diye kendine pay çıkaracak kudreti
bulamadığı işler emekten dahi sayılmaz. Tıpkı ormanda kimse görmeden devrilen
ağaç tartışması veya Schrödinger’in kedisinin akıbeti misali… :)) Ama bu pek
doğru değil. Yıllar boyunca çoğunu kâğıda dökmediği görüntüler biriktirmiş, hiç
kaleme almadığı hikâyeler kurgulamış, peşine hiç düşmediği fikirlerin yıllar
sonra başkası tarafından dillendirilmesine seyirci kalmış [Şu bilgisayarda yazı
paylaşma fikrini ilk ben bulmuştum, sonra gıyabımda patladı gitti!!! :D] bir
“ezik” olarak bir çeşit saman altından su yürütmek diye tarif edilebilecek “akıllarda
kilitli kalmış (veya bırakılmış) koleksiyonlara” sahip olma mevzuunun ne kadar
doyum veren bir şey olduğunu açığa vurmak için yazıyorum bu yazıyı… :D
Bu doyumun ilk ve en
önemli sebebi söz konusu emek [sadece kafanızı işgal etse de bir emek var ortada
ne de olsa… :D] ürününü gören olmadığı için eleştirecek kimsenin de
çıkmamasıdır. Hiç de azımsanmayacak bir ayrıcalıktır ha, küçümsemeyin! :)) Hele
de kılı kırk yaran, ortaya çıkardığınız her ne olursa olsun aradan yarım asır
geçtikten sonra dahi hakkında vıdı vıdı etme kabiliyet ve azmine sahip
(“İlkokul birinci sınıftayken yaptığın ördek resmine neden o beneği
kondurduğunu hâlâ anlamış değilim. Nasıl böyle bir hata yaparsın? Gagasını
maviye boyadın, bir şey demedim. Gözlerini kafasından büyük çizdin, ağzımı
açmadım. Hatta ayak niyetine eğri büğrü ağaç dalına benzer bir şeyler
kondurdun, biri Hanya’ya öbürü Konya’ya bakıyordu, dilimi tuttum. Ama sırtının
ortasındaki o Çingene pembesi puantiye… Pes!!!”) bir sanat eleştirmeniniz varsa
kafanızın içinde. Böyle durumlarda kendinizi ya bir “enstitüde” :)) buluyorsunuz
yahut sokaklarda cep telefonuyla konuşuyormuş numarasıyla [İşte sadece bu
sebeple Martin Cooper’a teşekkür borçluyum. Yoksa o aletlerin olur olmaz
yerlerde titreşip, zırlayarak, göbek havası çalması hâlâ zıvanadan çıkarıyor
beni. ] yanağınıza attığınız elinize “Çenen tutulsuuuuun! Kırk yıldır ömrümü
yedin, boğazında kalsın inşallllllahhhhh!” diye haykırırken. :D
İkinci sebep her gün
biraz daha beslenip şişerek kafanızı, yüreğinizi dolduran, hatta zaman zaman
tıkayan bir şeyi nihayet içinizden “estetik olduğunu düşündüğünüz bir biçimde”
dışarı atabilme ayrıcalığıdır. Neden mi estetizmi vurguladım? Çünkü genelgeçer
güzellik kurallarına uymayan pek çok dolgu ve tıkama malzemesini her gün
fazlasıyla çirkin denilebilecek yöntemlerle ihraç ediyoruz zaten. :)) Elbette
çöp atmaktan bahsediyorum, siz ne sanmıştınız? (Hoş, Vik Muniz, Bernard Pras
gibi sanatçıların eserleri düşünülürse bu da pek doğru sayılmaz ya…) Ruhunuzun
ufkunu görmeyi engelleyen bir fazlalığı sonunda aradan çıkarmış, ama yine de
elinizin altında tutuyor olmanın verdiği hazzın tadına doyulmaz. Ortaya koyulan
bu, gönül, akıl ve ruh posası [Tartışmasız kuraldır! Meydana getirdiğiniz her
ne olursa olsun tasarladığınızın yanında neredeyse bir hiç, bir gölge, bir
kalıntı, bir posadır. :D] size cennet taamı gibi gelir bu yüzden. :))
Üçüncü sebep kendinizi
bir şeyler yaptığınıza, kimsecikler bilmese de bu dünyaya katkıda
bulunduğunuza, – hadi adlı adınca ve en derunumuzdaki gizli arzuyu
seslendirerek söyleyelim – evrenin duvarına bir çentik attığınıza, ardınızda
sizden bir iz bıraktığınıza inandırmadaki anlaşılmaz becerisidir. İlle de “Buradan
Sarı Çizmeli Mehmet Ağa da geçti.” denecek. Yoksa siz ilk insanların o
resimleri kayalara öylesine eğlenmek, tarihlerini not almak, o aralar taptığı
neyse ona yaranmak veya o gün kaç mamut öldürdüklerini Soyu Tükenmekte Olan
Türleri Korumamakla Yükümlü Homo Sapiens Mağara İdaresine ibraz etmek için mi
yaptığını sanıyordunuz? :)) Aslında yerleşim yerlerinin yakınlarında yetişmiş
olma talihsizliğine uğramış nice ağacın üzerindeki eğri büğrü “Ali Ayşe’yi
seviyo’.” kazıntıları ile tuvalet kapılarının arkasına çiziktirilen “sevme”
eyleminin daha “doğal” şeklinin fazlasıyla amiyane olarak resmedildiği “sanat
eserlerinden” bir farkları yok onların da. Hepsi “Ben de buradaydım.” mesajı,
hepsi yaşadığını ispatlama tutkusunun sonucu… :D
Dördüncü sebep bazılarının
boş zaman diyerek hakaret ettiği, ana babanızın o esnada yüzünüzü kaplayan mahut
ifadeye “Yine hayallere mi daldın, kör olmayasıca?” şeklinde söylendiği,
çalışırken (veya genellikle sevmediğiniz, ama karşılığında birilerinin size
para ödediği bir işi yaparken) sümüklüböceğin kabuğunu sürümesi hızında geçtiği
halde fikirlerinizi içine tıkıştırmaya uğraşırken arkasından atlı kovalıyormuş
gibi kayıp giden saniyeleri, dakikaları, saatleri, günleri, haftaları, ayları,
yılları, hatta bir ömrü balık istifi bir kafayla geçirmenizi ve hiç
sıkılmamanızı sağlamaktaki olağanüstü başarısıdır. Öyle ki; bir süre sonra yüzeyde
iş gören ve günlük gaileyi otomatiğe bağlanmış bir ayine dönüştüren beyniniz
arka planda fazla mesaide olduğunu hissetmez bile. Bunun sonucunda da şu ünlü
atasözü tersine döner zaman zaman ve fare dağ doğurur. :)) Minicik şeylerden
mucizevî ve muazzam geri dönüşler alırsınız bazen. Karşınıza her gün aynı
şekilde ve ömrünüzün on binde birini bile işgal etmeyecek ölçüde çıkan birinin
veya bir şeyin izine aradan yıllar geçtikten sonra yaptığınız resmin tuhaf
enerjisinde, bestelediğiniz melodinin bir anlığına sendeleyen ritminde, yoğurduğunuz
heykelin mayasında, yazınızın satır aralarında rastlayınca diliniz tutulur. Ve böylece
“akılda kilitli kalmış koleksiyonların” sizi bu derece tatmin etmesinin
ardındaki beşinci sebep de ortaya çıkar: “Koleksiyonu” bilen olmadığına göre sadece
sizi ilgilendiren, eğer çok harcıâlem değilse sizden başkasına hiçbir şey ifade
etmeyen bu küçük sürprizleri sual eden kimse de çıkmayacaktır. Siz de boşu
boşuna “Her sabah ana caddeye çıkarken önünden geçtiğim mimozanın en güzel, en
ışıltılı mevsimini bu gotik manzaranın en karanlık yerine tanrısal bir müjde
gibi konduruvermişim.” diye işaret etmek, “Mahallemizin eskicisinin
‘IIııııIIIıııırdaaaaıııııı! IrdağlağlırııIIIııığğğğ!’ avazını kulakla yürek…
pardon kaşla göz arasında yedirivermişim şu iki ölçüye.” açıklamasında bulunmak
veya “Çocukluğumun masallarındaki tekerlemelerin hayalperest, ama umut veren
parlaklığı sızmış yazının bir paragrafına.” gibilerinden vurgulamalar yapmak türünde
beyhude ve ucuzlatan çabalara girişmeyeceksiniz. [Neden ucuzlatmak dedim? Çünkü
eserimizi (!) doygunlaştırdığını düşündüğümüz bir şeyi karşı tarafa izah etmeye
çalışmak zordur. Bu amaçla konuyu basitleştirme girişimi genellikle banalleştirmekten
başka bir işe yaramaz. Üstelik ne muhatabınıza gerçek anlamda anlatabilirsiniz
meramınızı, ne de bunca uğraşın sonunda zenginlik sandığınızın aslında
antikalık olduğu zehabından kurtarabilirsiniz kendinizi… :D] Ve buna rağmen
duyduğunuz haz, coşku ve can hafifliği hiç azalmayacak. :))
Eğer siz de kimsenin
görmediği resimler (hatta onları sadece aklınızdaki tuvale resmediyor olsanız
bile) yapıyor, kimsenin duymadığı şarkılar besteliyor [Cazsa ben dinlerim, bana
getir! :D], kimseye göstermeden yontuyor, yoğuruyor, çentiyor [ağaçlar ile tuvalet
kapıları hariç :D], kimsenin bakmadığı fotoğraflar, seyretmediği filmler çekiyor
[Nuri Bilge Ceylan’ın filmleri bu türden fotoğraflar, hikayeler, tablolar,
melodiler, görüntüler ve tabii ki yine pek çoğunun dikkatini çekmeyen bir yığın
minik ayrıntı ve konuyla örülmüş kendi kendini artarda, tekrar tekrar doğuran
hınzır birer destan mesela… ] ve bunları yaşamınızın önce acemice, sonra
deneyimli, nihayet bilgece [tabii oraya varabilirseniz, bana daha nasip olmadı
:D] özetlenmiş farklı sürümlerini değişik yöntemlerle izlemek, gözlemek
olduğunu düşünmekten kendinizi alamıyorsanız sakın vazgeçmeyin!
İnsan hiç olmazsa kendini
eğleyebilmeli şu hayatta, değil mi? :))
René Magritte'den 'Clear Ideas' Eserleri |
Bazı yazıların kaderi beklemek oluyor nedense. Yazarken güldür güldür akıyor da, iş paylaşmaya gelince hep bir engel çıkıyor. “Günün anlam ve önemine uygun değil.” “Dur, dur! Şimdi son yazdığımı paylaşayım da, o yedek kalsın.” “Zayıf azıcık. Beklesin, beslensin, et tutsun.” “E, artık bu da paylaşılmaz ki… Ama belki…” v.b. gerekçelerle muğlâk bir son kullanım tarihine gün sayıyor bu, gariban yedek kulübesi bekçileri.
Tabii her paylaşma
girişimi ve dolayısıyla yeniden gözden geçirme işlemi metnin üzerinde izler
bırakıyor. Birinci girişim: “Buraya kadar güzel güzel yazmışım da, şu noktada
niye sapıtmışım acaba? At gitsin üçüncü paragrafı! Bakiiim, yine olmadı. Belki
de yeni bir konu aramalı.” Aradan üç gün geçtikten sonra ikinci girişim: “Tüüü!
Görüyo’ musun yaptığını? O çöpe attığın paragrafa son satırda gönderme
yapmışsın. Havada kaldı şimdi bu cümle. Eski halini nereden bulayım şimdi?
Salla gitsin o kısmı da! O virgülü şu tarafa alır, şuraya üç kelime eklerim. Bu
devrik cümleleri de düzelttik mi?...Bi’ da’a oki’im. Cık! Hiç içime sinmedi.”
Bir hafta sonra üçüncü girişim: “Allah Allaaaah! Bunu niye burada tutuyorum ki
hâlâ? Demek yazının bütün büyüsü o attığım kısımlardaymış. Geriye bir şey
kalmamış. En iyisi İşe Yaramazlar Dosyasına kaldırmak.” Bir ay sonra ani
gelişen bir fikir yoksunluğu ve yazısız kalma sonucu: “Kim koymuş bunu Seçme
Saçmalara kardeşim? Mis gibi yazı işte! Şurayı azıcık toparlar, oradaki
cümlenin arasına üç paragraflık bir parantez girersem gayet güzel olur. Yalnız
şimdi aklıma bomba gibi bir fikir geldi, önce onu bi’ yazayım da…” Üç ay sonra
bir işgüzarlık atağı esnasında dosyalarda temizlik yaparken: “Allah Allaaah!
Kimin yazısı bu? Stili benimkilere de benziyo’ hani… Bayağı derli toplu, ama
ikinciyle dördüncü arasına bir paragraf daha girmeli. Yazının sonlarına doğru
da o kısma atıf yaparım, şık olur. Şu tombul parantezi de çıkarmalı tamamen.
İnsafım kurusun! Yakında bütün metni paranteze alacağım, herkes rahat edecek.
Şimdiiiii… olmasına oldu da…. Iııı…” Bir yıl sonra bezginlik tavan yapmışken:
Bkz. Birinci girişim. :))
Bütün bu aşamalar bazı
yazılara yarıyor. Suyunu çekip, demini alıyor, bayağı ipe sapa gelir şeylere
dönüşüyorlar. Diğerleri ise yalama olup, aşırı çiğnenmiş sakızlar misali
çürüyerek çöp kutusunu boyluyor ve sanal âlemin lağımlarında kayboluyorlar. Benim
gibi ortaya çıkardığı [daha doğrusu oluşturmayı başardıktan sonra nihayete
erdirebildiği ender ve soyu tükenmekte olan :D] her şeye tutkuyla bağlı olan
[Nuh’tan kalma düz perspektif – en arkadaki figürün de kompozisyonda kendine en
öndeki kadar yer bulabildiği anlamında :)) – resimlerimi, gurbet elden aileme
yazdığım, nevi şahsına münhasır yeni bir edebi (!) tür (üniversite hayatımın
kargacık burgacık çizgi romanı ile tarihte yazılmış en berbat metin ortaya
karışık) örneği ve tıp literatürüne Postacı Tipi Bel Fıtığı olarak geçmiş bir
meslek hastalığının müsebbibi olan elli sayfalık mektup azmanlarını dahi
saklıyorum hâlâ. :D] biri bile bazen böylesine kıyıcı (!) olabiliyor işte.
Yine de son ana kadar
bilinçaltımla yaptığım kavgalar hiç bitmiyor. Yani bir yazının gruba veya dijital
safra atım merkezine gönderilmesi olasılığı bilinç ile bilinçsizlik :))
arasında gidip gelen güdü ve dürtülerin etki alanında bulunuyor. Bir nanosaniye
önce paylaş düğmesinin dibinde arz-ı endam eden metin bir an sonra kendini
üzerine sifon çekilmiş bir halde bulabiliyor. Örneğin:
“Tamam! Artık yeter! Bu
yazıyı kesin olarak paylaşıma açacağım bu kez. Bir de şöyle uygun bir resim
veya fotoğraf bulursak.”
(Öhhööö! Bir yıldan
fazladır depodaydı o yazı. Pişman olursun. Resim bulmakla uğraşacağına yeni bir
fikir ara kendine!)
“Hayır! Bu metin gruba
yüklenecek, işte o kadar!”
(Hiç sanmıyorum. O kelime
çöplüğü yirmi dakikaya kadar kadük olmazsa, ben de Süper Ego olayım.)
“Duymuyorum kiiii!
Eveleme geveleme deve kuşu portakalı sooooyduuuuum baş ucumini mini birler,
çalışkan ikiler, tembel…”
(Sensin tembel! Bunca
zamandır dişe dokunan bir şey yazamadı diye bu yazıyı allayıp pullayıp
paylaşmaya çalışan benim sanki… Öhhö… şey… yani benim tabii, ama…. Amaaaaan!
Tembellik falan… Bunlar boş işler… Hem gayrete ne hacet! Bilinçaltı her zaman
galip geliiiiir. Freud’un buzdağı teorisini hiç duymadın mı sen? Bilinç suyun
üstünde kalan taraf sadece. Demek ki, zihninin dokuzda sekizi bana ait. Yani
istesem Titanik’i bile batırabilirim, nerede kaldı iki sayfalık yazı…)
“Yok, bu böyle olmayacak.
İster istemez kulağım bunun söylediklerine kayıyor. İşitsel patinajı önlemek
için müzik falan dinlemeli ki, hiç olmazsa zavallı, fakir dokuzda bir sağlam
kalsın. İyi de ne? Cazzzzzz!!!!!”
(Uyar! Ella… veya ille de
yenilerden olsun dersen Stacy yahut Esperanza rica edeyim.)
“Etme! Füzyon veya nu caz
olmalı. Yoksa şöyle çılgın gitar soloları mı dinlesem? Jaco Pastorius belki…”
(Demeee! Ön planda
esnekliğini kaybetmiş ve giderek katılaşan, biraz yüklensem çatır çatır
kırılacak bir irade gösterisi, arka planda cayır cayır bir gitar… Bilince sızmak
için ideal ortam!)
“Ben ne diyorum ya? Müzik
ruhun gıdasıdır. Ruhu besliyorsa tutup benim adı batası ve bir daha
çıkmayasıcayı es geçecek değil a! Demek ruhsal obeziteye karşı bir şey bulmalı.
Karşı… karşıt… zıt… anti… Buldum! Anti-müzik. Dünyanın en iyi anti-müziği
nerede yapılır? Elbette benim gırtlağımda! Öhöm… öhöm. Strencirs in dı nayt…”
(Güzel! Omurilikten
söylediği şarkıyla beni alt ettiğini sanıyor, oysa bir “alt”ı alt edince
aslında “üst” etmiş olduğu gerçeğini gözden kaçırdı. Şimdi usulca yükselip
bilinç rolüne soyunalım. Gerçi yüzeye çıkınca bu, çığlık çığlığa bağıran çocukların
ellerine geçirdikleri karavana kepçeleriyle Ramazan Davulu niyetine
kullandıkları teneke bidonun içine hapsolmuş talihsiz kedilerin ciyaklayarak
kodeslerini tırmalamasını andıran kakofoniye maruz kalacağım. Bir daha
armoniyle melodiyi aynı anda algılayamamak gibi bir beyin hasarı riski var, ama
olur o kadar artık!)
“Vondring in dı nayt… Yazının
temasını saptamalı ki uygun resim bulalım. Vat vör dı çensıs… Nedir bu yazının ana
fikri?”
(Ham hayal!)
“Vid vi şeyring lav… Ham
hayal… Çok doğru… Gerçeküstücülere bakmalı… bifor dı nayt is truUuUuU… Dali?
Magritte? Roy? Tanning?...samting in yor ays…”
(Sen onların sanatına
nasıl ham hayal dersin? Utan, utan!)
“Vaz so invayting… Yok
canım! O manada değil, yani hayal mayal deyince…"
(Dedin işte! Bak, şimdi
de dedin! Hayal ha? Koskoca gerçeküstücülere, baba Dada’lara… Yazıklar olsun!)
“Samting in yor smayl...
Valla’ billa’ demedim. Onlara ‘Ham!’ diyecek tek kişi… vaz so eksayting … ancak
bir ay aç kalmış biri olabilir. Keh, kih, koh, kah…. samting in may hart…”
(Espriye gel! Mamafih
bunlar güzel işaretler. Zihnin istikrarında ciddi bozulmalar var, demek ki…)
“Gerçi Méret Oppenheim’ın Yamyam
Sofrası var. İşte o, ‘Ham!’ diye yenebilir… told mi ay mast hev yuUuUuU…”
(Tamam, iyice kaçırdı
ipin ucunu. Çağrışımlar da başladı. Kıvama geldi artık. Titanik’i ner’de
batırsak?... Heybeli’de!!!)
“Strencirs in dı nayt…”
(… mehtaba çıkardıııııık
mehtaba çıkaaardıııııık…)
“Sandallarımız neş’e
dolaaaar… Tu lonli pipıl vi vör… zevke dalaaaaardııııııık zevke dalaaaaardık…”
Kabul edin, işim zor!
:)))
Sean Kilpatrick'in bir fotoğrafı Sitesi Diğer Fotoğrafları |
Olimpiyatı da hayırlısıyla
bitirdik. Sporcularımızın zihinleri, bizlerin de ulusal gurur işkembelerimiz
fazlasıyla goygoya doyurulup şişirildiğinden olsa gerek oyunların sonunda
hazımsızlık tavan yaptı. Ağzı olan (daha doğrusu hem ağzı, hem de önünde
konuşacak bir mikrofonu olan) konuştu, olmayan da derdini anlatmak için jest ve
mimiklerinden faydalandı. :)) Kendi adıma bu olimpiyatta bütün ifade
yöntemlerini denediğimi söyleyebilirim.
Önce hep kendi sporcusuna
yontan BBC’nin yayıncılık politikasına sevgilerimi (!) belirttim. Aslında son üç
(Pekin, Vancouver, Londra) olimpiyata has olmak üzere oyunların yayınıyla Olimpik
Yayın Servisi (OBS) ilgileniyor güya, ama tarafsız olması gereken bir kurum bu
kadar yanlı yayıncılık yapınca insan şüpheye düşüyor haliyle… Ayrıca bundan
önce hiçbir olimpiyatta bu kadar çok boş plan, kuşbakışı anlamsız görüntü,
üzerinde sporcu olmayan saha, jüri ismiyle malul [Jüri seçer, hakem
değerlendirir malum. Bu yüzden isim değişikliğinin sebebi umarım ki nitelikleri
değil, nicelikleri olsun. Zira spikerlerin dediği doğruysa sporculardan
fazlaymış sayıları. Ama manzara ister istemez akla şunu getiriyor: Hakemler,
hakemleri kontrol eden hakemler, hakemleri kontrol eden hakemleri kontrol eden
hakemler… :D] hakem kalabalığı seyretmemiştim. Özellikle atletizmde sahada
bilmem kaç tane başka karşılaşma yapılırken bitmiş koşunun galibinin göbek
deliğinin nasıl zıpladığını veya saçına taktığı çiçeğin taç yapraklarının her
fulesinde ahenkle dans edişini :)) göstermek uğruna pek çok önemli olayı sadece
spikerlerin – o da himmet ederlerse elbette – aralarında yaptıkları dedikodulardan
öğrenmemize sebep oldular.
Sonra “Minderin Aslanları”,
“Filenin Sultanları”, “Potanın Perileri”, “Pistlerin Kraliçeleri” isimlerini
kendileri yakıştırıp, kendileri beğendikleri yetmiyormuş gibi sporculara aslında
sahip olmadıkları (ve kendilerine sorulsa büyük ihtimalle hiç telaffuz
edilmemiş olmasını dileyecekleri) payeler bahşedip (!) en ufak bir pürüzde yıllar
süren çalışmaları, adanmışlıkları, fedakârlıkları hiçe sayacak bir hoyratlıkla hepsini
bir kenara atan, görmezden gelen ve / veya başarılarını “Hadi gene iyiler!
Milyoner oldular.” ayarında çiğliklerle manşet yapanlara (Bundan daha çirkin yorumlar
da yapıldı, ama çağdaş (!) “Olimpiyat Ruhu”nun bile hazmetmekte güçlük çektiği paralar
kazanan yabancı sporcular varken, üstelik “Gençlerimizi özendiriyoruz.”
bahanesinin ardına sığınarak bu tarz imalarda bulunmak Brütüslüğün kaçıncı
aşamasıdır bilemiyorum.) derunumdaki bütün saygıları (!) sundum. :))
Kablolu yayın mağduru…
pardon izleyicisi olarak devlet kanalımızın neleri, ne ölçüde görmemiz, neleri
görmememiz veya görmezden gelmemiz gerektiğini; seyretmemize izin verilen
görüntüleri doğru (!) yorumlama biçimini; eğer iki kulağımızın ortasındaki – boş
olması tercih edilen, ama maalesef birkaç gri hücresi hâlâ aktif olan :D – kısım
yukarıdaki iki koşulu dahi yerine getiremeyecek kadar dikbaşlı ise kimleri
takdir etmenin uygun olacağını kafamıza vura vura öğretmesini nasıl minnetle
karşıladığımı anlatamam, “Sevgili Seyirciler!”. :)) Kabloluya hasbelkader
girmiş yabancı kaynaklı diğer “Spor (!!!) Kanalı” ise aslında dünyanın tek
gerçeğinin ekonomi olduğunu; ismine ister şampiyona, ister yarış, ister
Olimpiyat densin, hepsinin (aslında her şeyin elbette!!! :D) uluuuuu
bezirgânlık zanaatının birer tezahürü sayılması gerektiğini ispatlamak için
yaptığı reklam (branşımdan tiksindim desem yeri var… :D) arası spor yayınıyla
Beckham’ı burnundaki kıllara varasıya ezberletti sağ olsun.
Yeni görüntüleme
teknikleri iliğine kemiğine kadar sömürüldü yukarıda bahsedildiği üzere.
Örneğin atlama (beygiri) masasını seyretmeye niyetlenen jimnastik
meraklılarının hepsini beygir… pardon deniz tutmadıysa n’olayım… :)) Sporcu
havadayken görüntüyü durdurup üç yüz altmış derece (Tamam, abarttım. Hadi gelin
el sıkışalım, sizin gül hatırınız için iki yüz yetmiş olsun. :D) çevirerek
oynatmaya devam edince seyircilerin içi dışına çıktı. Salonda olup atlayışı merkezî
ekrandan izlemek gafletinde bulunanların bile yüzü yeşermiştir herhalde. :D [En
azından Epke Zonderland, nam-ı diğer “Uçan Hollandalının” barfiksteki
olağanüstü serisini bir kerecik daha izleyebilmek için televizyon ekranının
içindeki salon ekranına odaklanmaya çalışırken benimki yeşermişti… Dakikalarca
tepesinde dev monitörüyle boş jimnastik salonunu gösterdiler de, altın madalya
kazanan bu seriyi tekrarlamadılar, kudurdum. :D] Fotoğraf hafızasının kas
hafızasına tam anlamıyla aktarılması mümkün olsaydı eğer, pek çoğumuz örneğin
kule atlama dalında suya girmeden önce kayboldu diye düşünmeniz muhtemel
(Aslında suyun dışında da saçları ve omuz kasları olmasa havaya karışacak kadar
ince bir sporcu. Yan dönünce gitti zannettiklerinizden… :D) Yue Lin’e inat
amutta içe doğru (!) üç buçuk takla, beş buçuk burgu yapabilir veya ritmik
jimnastikte Evgeniya Kanaeva da kimmiş (!), geri denge elemanını pivotla
gösterirken boynumuzda çember çevirir, sağ eldeki lobutlara değirmen yaptırır,
solla top zıplatır, saçlarımıza taktığımız üç değişik renkteki kurdelenin iki
tanesine spiraller çizdirirken üçüncüyle bumerang yapar ve o arada spor olsun
diye :)) bir de ip atlardık. Her evden bir olimpiyat rekortmeni çıkardı.
Görüntülerin berraklığı o derecedeydi ki, isabet eden her yumrukta bizim de dişlerimiz
sallandı, havuzdan sıçrayan sulardan ıslandık [Aslında İstanbul’a çöken buğulu sıcak
yüzünden on dakikada bir duşa girdiğim için Ranomi Kromowidjojo’yu seyrederken ondan daha yaş olduğumu iddia etsem
başım ağrımaz. :D], atletlerin sarf ettikleri efor sebebiyle gencecik
suratlarına eklenen her bir kırışıktan beş fazlası (gerçi bizimki yaşlılıktan,
ama neyse… :D) vardı bizim yüzümüzde. Hatta öyle havaya girdik ki, bizim
haltercilere havlusunu kaldırarak eşlik eden çalıştırıcıya “Hıh!” (Aslında
“IıIıIıIğĞğĞğhHhHhHh!!!!!” tabii. Malum, sanal da olsa o ağırlığın altına
girince… :D) deyicilik bile yaptık. Ama ne oldu? Tam kondisyonu doğrultup forma
girmeye başlamıştık olimpiyat bitti! :))
Ezcümle bu olimpiyatın
özellikle açılış ve kapanışı itibarıyla bende uyandırdığı izlenim tipik bir
Türk düğünü*…
*Davul zurna? Gani! O
yüzden açılış seremonisinde tam Büyük Britanya sporcuları geçerken
manikürcüsünün çıkardığı işi denetler halde kameraya yakalanacak kadar yılmıştı
Kraliçe gürültüden (!). Coe ve Rogge ikilisinin olimpiyatın erdemlerini ve
kotarılan işin büyüklüğünü sıraladıkları konuşmalarının sonunda kendisinden
oyunları başlatmasını talep ettiklerinde “Açtım gitti!” anlamında kısa bir
cümleyle herkesi çırak çıkarması da biraz “Hadi evladım, siz uslu uslu oynayın!
Benim kafam kaldırmıyo’ artık düğün derneği…” demenin İngilizcesine benziyordu
sanki. :D
*Bilen bilmeyen, gelen
gelmeyen, olan olmayan herkesi coşturma ve / veya apıştırma iddiası? Hem de
nasıl! Açılışta sporcular coştu, seyirciler koltukların sağına soluna
serpiştirilmiş ledleri bozarım korkusuna apıştı. Kapanışta seyirci artık
parlamaya ufaktan alıştığı ve esasen bir stat konserinde olduğuna sonunda
ayıldığından coştu; sporcular ise hangi taş… pardon dekor kalksa altından ya
ünlü biri veya motorlu araç çıktığını fark edince apıştı. [Hoş, John Lennon’un gıcır
gıcır, pırıl pırıl görüntüsüyle dev ekrandan seslendiği üzere; barış içindeki
(!) ütopik bir üniter Dünya Devletinin temsili vatandaşı iddiasıyla sahaya
sürülüp sonradan aslında dev bir B.Britanya bayrağının malzemesi olduğumu
anlasam ben de apışıp kalırdım doğrusu. Çok mu art niyetliyim?
Eeevvvvveeeeeeetttt!!!! :D]
Ha, kolundan tutulup
göbek atmaya zorlananlar da eksik değildi. Neden madalya alamadığını veya derecesinin
beklentileri niçin karşılamadığını burunlarına uzatılan mikrofonlara sündüre
sündüre anlatmak zorunda bırakılan eski şampiyonlar fedakârlık ve şanssızlık
destanlarıyla bu devasa Olimpiyat Makinesinin dişlilerini yağlamaktan
kaçamadılar. [Phelps’in bir dahaki olimpiyatta aynı akıbete uğramak istemediği
için yüzmeyi bıraktığından şüpheleniyorum. :D]
Eh, düğünün ardından
dedikodusunu yapma kısmına televizyon başındaki olimpiyat muhabiriniz olarak
:)) ben de naçizane bir yazıyla katkıda bulunduğuma göre pek de haksız sayılmam
değil mi bu benzetmeyi yapmakta?
Thornton Utz'dan 'Traffic Jam to Nowhere' isimli ilüstrasyon Diğer Çalışmaları 1 Diğer Çalışmaları 2 |
Ner’de o eski bayramlar?
Ner’de olacak? Çocukluğumuzun, gençliğimizin, başımızda bir büyük olup
onun kurşungeçirmez (O zamanlar öyle zannedilir, malum. :D) varlığının
gölgesinde bir yandan aç, bir yandan korkulu gözlerle hayatı izlediğimiz
zamanların durduğu yerde, amigdalamızda. :)) Giderek daha da puslanan,
netliğini yitiren anılara karşın kendimizi gerçekten emniyette gördüğümüz
zamanların duyguları; romantik, ama keskin lavanta aromalı tülbentlere sarılmış
bir halde büyülü kokusuyla en dramatik olayı bile yumuşatan sedir ağacından
yapılma zihinsel bir çeyiz sandığında saklanmaya devam ediyor. Elbette bir
yanılsama…
Neymiş? İnsanlar birbirine karşı daha nazikmiş o zamanlar. Hatır gönül
sayılırmış. Yaşlılara saygı esasmış, Komşuluk varmış. Çeyiz sandığını azıcık
yerinden oynatıp altında biriken toz toprağa baktığımda ben bambaşka şeyler
görüyorum oysa. “Falancalar geçen bayram bizden önce davranmış, ziyaretimize
gelmişti. Bu defa biz onları bastıralım.” yarışları mı nezaket, komşuluk, yoksa
demir unundan yapılmış kurabiyeleri imamın abdest suyuna ismi fısıldanmış çayla
kaktırmaya çalışırken “Ay, pek güzel olmuş. Bunun tarifini mutlaka istiyorum.”
diyerek yalancılığın gözünü çıkarmak mı hatır gönül saymak? :))
Hele de hazırlık kısmı… Ev daha iki gün önce temizlenmiş olsa bile bütün
hanımlar arife günü kafası kesik tavuklara döner, bu ruh durumundayken hane
halkının kafalarını da uçurmaları pek uzun sürmezdi. :D
“Sabahın köründen beri banyoyu kazıyorum. Bakkala gidip tuz ruhu al dedim
diye elleri parçalanmış annene çemkirmeye utanmıyor musun kör olmayasıca?”
“O örtüleri kaldır, sandıktakileri ser! Bakiiim… cık… bunların da kolası
kalmamış. Sen en iyisi her ihtimale karşı o kaldırdıklarını çamaşır suyuna bas!
Olmazsa onları sereriz yine. Ama vaktiyle çıkarmayı unutayım deme! Bi’
sararırlarsa çivit mivit de kâr etmez. Onları işleyene kadar gözlerim aktıydı.
Başlarına bir şey gelirse ben de seninkileri akıtırım.”
“Oooolum, ayaa’mın altında dolaşmayın! Çıkın dışar’da oynayın! O senin
ayağındakiler ne öyle? Tüüü! Top oynamaya bayramlık ruganlarla mı gidiyo’sun
sen? Çab-buk çıkar onları, bacaklarını kırarım…”
“Acaba salonu boyasa mıydık? Bak, her yer örümcek ağı olmuş! Ne güzel
tertemiz olurdu. Hem badana kokusu bayram sabahına da pek yaraşır. Al bakiiim,
bu kutu, bu fırça! Üç saatte
bitiriverirsin. Ben her şeyi örttüm, ama yere falan damlarsa her lekeyi senin
bir parçanla kapatırım ona göre…”
“Ay, anneeeee! O şimdi mi yapılır. Ben bu yemekleri nereye koyacağımı bilmiyorum,
sen koskoca tavuğu haşlıyo’sun. İki saate kalmaz pişer o şimdi. Pilavı taa gece
yapacaktım. Yani iki ayağım bi’ pabuca az geldi, ellerimi de araya
karıştırıyo’sun. Aşk olsun!!!”
“Kız öyle okşar gibi vurma! Şöyle sıkı patlat! Halıdan bırak tozu, fısıltı
bile çıkmıyo’ ayol. O halıyı salona yaydığımda hâlâ rengi gelmemişse seni nasıl
pataklayacaksam, sen de onu öyle döv! Elini korkak alıştırma!”
“Merhabaaaaa komşu! Efen’im? Bayram temizliği mi? Yok canım, ne gerek
var? Bunlar her gün yaptığım şeyler. Hem tertemiz evi niye tekrar kırklayayım
ayol! Bazı pasaklılar yapsın bayram temizliğini! Kııız, adı batasıca! O perdeyi
bi’ yırt, bak ben seni n’apıyorum? Kusura bakma komşu! Şu benim kıza bi’
bakayım. Tutturdu üç gün önce yıkanan perdeyi yine suya basaca’m, diye… Cam mı
silecekmiş ne? Benim kızım diye demiyorum teyzesi, ama çok hamarattır, çooook.
Sahi senin oğlan askerden döndüydü di’ mi? Memuriyet mi düşünüyor demiştin?”
Nezaket? Hatır gönül? Yaşlılara saygı? Komşuluk? E, ama hâlâ arifedeyiz,
daha bayram gelmedi ki. :)) O da şöyle oluyor:
“Aman efendim! Kimler gelmiş, kimler gelmiş? Hoş geldiniz! Buy’run,
buy’run! (Yahu ben sana bunların kulağına kar suyu kaçır, ‘Bayramı memlekette
geçir’cez.’ de, demedim mi? Çöreklenirler şimdi. Bi’ yere çıkamayız.) Çıkarmayın,
çıkarmayın! Zaten ev kirli. (Sırtım, belim hâlâ ağrıyo’, ama ne gam? Çamurlu
ayakkabılarınıza kurban olsun! İnsan yenisini alamıyo’sa bari bi’ lostra
yaptırır, ne bu böyle?) Ne iyi ettiniz de geldiniz… (Sabah erkenden halamlara
atacaktık kapağı. Ama beyefendinin uykusunun açılmasını, kahvaltısını, eşref
saatini bekledik. Al işte! Çoluklu çocuklu baskın…) Yok zararı evladım. Taaa
iki ay önce alınmıştı o, çoktaaan eskimiştir. Dördüncüsü de hep gözüme
batıyo’du zaten, iyi oldu tekmelediğin, son modaya uygun üç ayaklı bi’ sehpamız
oldu artık. (Bana bak! Al şu veledi gözümün önünden. Çıkın, bahçede azın! Yoksa
elimde kalacak.) Haaa, oynasınlar, oynasınlar. Ne güzel anlaştılar di’ mi?
Tıpkı bizim gibi… Allah muhabbetlerini bozmasın! (N’apiiim bebeğinin bacağını
kopardıysa be kızım? Sen de vermeseydin eline! Kaç defa söyledim
oyuncaklarınıza mukayyet olun diye. Yok, sana yenisi menisi… Ağlama, çarparım!)
Aman, estağfurullah! Siz bakmayın bunun yaygarasına! İçer’de bi’ sürü oyuncağı
var. Şımarıklık ediyo’. Çocuk işte! Sahi kahvenizi nasıl içerdiniz? Hııı… Bi’
şekerli, bi’ orta, bi’ kakuleli, bi’ sade, bi’ mangalda olmazsa olmaz… Doğru mu
anlamışım? (Ne güzel! Bi’ saat ocak başındayım. Acaba büyük kıza söylesem de o
mu yapsa? Onun da aklı bi’ karış havada be anam. Aaa, anam geliyo’ yardıma. Ne
varsa analarda var zaten. Bu çocuk da pek önümden ardımdan dolaşıyo’. Sıkıntısı
ne acaba?) Efendim? Ay, ben sizi ufak tefek görünce... Ehem… Çay mı? Demli, misket limonlu… Pek güzel, pek
güzel! Öhhhöööö, kızım! (Yarım saattir sana kaş göz yapıyorum. Kalkıp yardıma
gelsene! Koskoca kız oldun, hâlâ misafir gibi başköşede oturuyo’sun. Kakule
kalmamış evde. Misket limonu zaten yoktu. Bi’ koşu git sor bakiiiim komşulara,
var mıymış onlarda? Bana bak, öyle bizde kalmamış, yokmuş falan demeyesin.
Şimdi kendilerini dev aynasında görürler bu çakşırı… ehem… her neyse… Sen
‘Annem evdekiler bayatladığı için rica ediyo’.’ falan de en iyisi! Çıkmadan
önce şu sade kahveyi de götürüver içeri. Ben yaptım dersin, sana ilerisi için
reklam olur hiç olmazsa. Yoksa evde kalaca’n başıma… Ayol kahve hiç elde
götürülür mü? Şur’daki gümüş tepsiyi al! Üzerine örtü ser, örtüüüü! Götürürken
kahveyi sallama, köpüğü kaçmasın! Hele bi’ örtüye falan damlasın, bak o lekeyi
nasıl alnına damgalıyorum. Anneee kuzineden bozma mangaldaki kahve nası’
gidiyo’? Anne, anneeee! A, kadın uyumuş kalmış başında. Neyse bunun daha yirmi
dak’kası var en azından.) Efen’im? Haa, ayakyolu (Ayol tuvalet demeyi bile
bilmiyo’ bunlar!) köşeyi dönünce ilk kapı… Temiz havlu asılıdır. (Tabii sen
ellerini sildikten sonra yenisini asmak lazım. Ooof of! Şimdiden bittim! Ne
çileli başım varmış! Çalış, didin, bi’ oh diyemeyecek miyim ben? Şöyle bi’
köşeye oturup evlatlarıma el öptüreceğim günler ne zaman gelecek Allahım?)
Anneeee, anneeee! Uyan ya! Öyle köşede kıvrılıp şekerleme yapmakla olmuyo’ bu
işler!”
İşte nezaket, işte hatır gönül, işte komşuluk, işte yaşlılara saygıııııı…
:))
Şaka bir yana; eski bayramlar da şimdiki gibi yaşam koşullarının
dayattığı adetlerden oluşmuştu. İnsan sayısı azdı. Nicelik (arz) azalınca,
öznel değer (talep) artar, malum. O zamanlar şimdiki gibi trafik yoğunluğunun
değil, bozuk veya hiç olmayan yolların marifeti olan bir uzaklık ile güvenilmez
hatlar ve çabuk kabaran faturalarının kıskacında kalmış insanların görüşmeleri
nispeten zor olduğu için, bayramlardaki bu tür fırsatlar (yukarıda hicvedilen
şeklinin aksine) genellikle hevesle beklenen bir olay oluyordu. O günlerde
yekdiğerini her an ulaşılabilir hale getiren teknolojinin insanları yüz yüze
görüşmeyi değersiz (!) kılacak denli yaklaştırabileceği (!) hayal bile
edilemezdi elbette. (Nasıl biz onların bayrama atfettiklerini tam olarak
anlayamıyor, tahayyül edemiyorsak.)
İnsanın bu yakınlaşmayla (!) ortaya çıkan bir yan etkinin sonucunda
kendiyle baş başa kalma veya post-modern biçimde söylersek varoluşsal
ihtiyacını aslında bunu hiç tatmin etmeyecek paket tatil programlarıyla
kapatmak için bayramları bekleyebileceğini tahmin etmelerine de imkân yoktu.
Zaten şimdinin ‘kırk dakikada Bodrum’unu, o günlerin ‘saat başı kömürlük’
mağduruna nasıl açıklayabilirdiniz? :))
Sonuç olarak o zamanların bayram törelerini aşırı yüceltmek kadar şimdiki
bayram alışkanlıklarını yerden yere vurmak da yararsız. Her şey bir koşul/
yaptırım veya sebep / sonuç, daha doğrusu bir arz / talep meselesi zira.
Şöyle diyebilir miyiz acaba; eskiden zamana değer katan insandı, şimdi
insana değer katan zaman. O da bizde kalmadı! :))
Katrin Koenning'den 'Transit' isimli çalışma Diğer Çalışmaları Sitesi |
Birinci kadın tedirgin
görünüyordu. Elindeki kahve fincanını aceleci bir hareket ve fakat abartılı bir
dikkatle dudaklarına götürürken gözlerini boşlukta bir noktaya dikmişti.
Höpürdeterek aldığı ilk yudumu yüzündeki ekşi ifade takip etti. Geniş ve loş
bir odasında oturdukları evin kızına dönüp “Taze elden, taze kahve…” derken
dahi suratı tam düzelmemişti. Ev sahibi olan ikinci kadın kurumlu kurumlu
kıpırdanarak çoktan bir iskemleye yerleşmiş hafif alık, biraz da hayalci bir
ifadeyle gözlerini birinci kadına dikmiş olan kızına baktı. Bir süre odada grubun
en yaşlısının, sedirin köşesine ilişmiş örgü ören kadının şişlerinden çıkan
çıtırtıdan başka bir ses duyulmadı. Birinci kadın daha fazla sabredemiyormuş
gibi kahveyi dökme pahasına elindekini ortadaki sehpaya sertçe bıraktı.
Tabağında zıngırdayan fincana aldırmadan lafa giriverdi.
“Önce plastikten yamru
yumru oyuncak bir araba vardı. Hani şu, çocukların tepesine telden direksiyon
bağlayıp sokaklarda koşuşturduklarından… Ama ben içindeymişim o arabanın.
Böyle, upuzuuun bir yolda gidiyormuşum. Birileri de varmış yanımda… Kim,
bilmiyorum… Yalnız arada sırtımı pışpışlayıp aferin çekiyorlarmış. Niye? Belli
değil… Hava güzel. Pırıl pırıl bir güneş, derin mavi bir gökyüzü. İçimde keyif
ile heyecan birleşmiş, sefasını sürüyorum günün. Omzumu okşayan elin verdiği
güven de cabası… Arkaya bakacak oluyorum, aynı el, sahibini görmeme fırsat
kalmadan telaşlı bir jestle ileriyi işaret ediyor. Araba sürerken nasıl bu
kadar dikkatsiz davrandığıma şaşarak ağır çekimdeymiş gibi yeniden önüme
dönüyorum. Karşı şeritten bana doğru yaklaşan bir araçmış işaret ettiği. ‘Adam
yolunda gidiyor, telaşlanacak ne var ki bunda?’ diye düşünsem de arkadakinin
endişesi bulaşıcı sanki. Yaklaştıkça benim yamuk plastikten daha fazla
otomobile benzediğini görüyorum o arabanın. Oysa benimki de kaşla göz arasında
façayı düzeltmiş meğer. Motor kapağı teneke oyuncakları andırıyor artık.
Boyalı, yer yer paslı bir kaput. O sırada karşıdan gelen araç yanımdan geçiyor.
Deprem olmuş gibi sallanıyor her şey. Geriye göz atıyorum. Arka koltuktakiler
camdan görünen kasvetli gökyüzünün uğursuz aydınlığında belirsiz. Geçip giden
araba da bir tuhaf. Önümde uzanan parlak gün ile arkamdaki fırtınanın tezadına
canım sıkılınca bu garipliğin sebebini anlamaya fırsat bulamadan gözden
kayboluyor araç. İçimden bir ses gaza basmamı, her nereye gidiyorsam biran önce
oraya varmamı söylemesine rağmen isyankâr bir sükûnetle oyuncak arabamı hep
aynı hızda sürmeye devam ediyorum. Bu sefer de sollanıyorum. Yine her şey
titriyor. Manzara dahi… Benimse üzerimde bir esriklik hali. ‘Fırtınadan
kaçıyorlar, doluya tutulmasalar bari…’ diye düşünüyorum uyuşuk uyuşuk. Araç
ilerlerken tekerlekler ters yöne dönüyormuş gibi görünüyor. Önce her zamanki
göz yanılgısının kurbanı olduğumu zannediyorum, ama öyle değil. Bu kafamın
gerisinde bir şeyleri gıdıklıyor, ama tepemdeki gökyüzü griye dönüşmeye
başlarken dikkatim dağılıyor. Kırların ortasında bir okul beliriveriyor aniden.
Kapısından paydos ziliyle fırlayan bir sürü çocuk… Hiç kaygı duymadan, hız
kesmeden geçip gidiyorum yanlarından. Koruyucu melekleri mi var? Ya birine
çarparsam… Dikkatli olmam lazım, oysa sanki onlardan biriymişim gibi heyecanlı
bir rahatlamayla coşuyor içim. Gökyüzü kararmaya devam ederken bir dizi okulu
daha geçiyorum. İçlerinden fırlayan çocukların yaşlarıysa giderek büyüyor.
Sırtımı sıvazlayan elin artık beni onaylar gibi değil, yönlendirmeye
yeltenircesine iteklediğini fark ediyorum. İçerliyorum bu dürtmeye. Derken
artık fırtınanın sürüklediği bulutlar yüzünden işlemeli, kalın bir kumaşa
benzemiş olan gökte bir şimşeğin parlaması gözümü kamaştırıyor ve ardından
kükreyen gök gürültüsü bu, atlastan brokarın yırtıldığını haykırıyor
kulaklarıma sanki. Yine de hâlâ sakinim. İleride vaat dolu tatlı bir pembelik
var. Gözlerimi ondan ayırmıyorum, çünkü ufku görebildiğim her yer, üç yüz
altmış derece bu incecik sıcak aydınlıkla çerçevelenmiş. Artık gerçek bir
otomobile dönüşen aracımın silecekleri ağır bir yağmur perdesini camdan
kazımaya çalışıyor. Ama ritmik sesi dışında bir faydası yok. Kalp atışını
andıran bu gürültüye kulak veriyor, yolun önümde hiç sapmadan devam ettiğinden
son derece emin, yan camlardan gördüklerime dalıyorum. Birileri koşuşup
duruyor. Belli belirsiz gölgeler halindeler. Gayeleri fırtınadan kaçmak mı,
yoksa onu kutlamak ve kutsamak mı anlaşılmıyor. Ben fendine eremiyorum ya
durumun, onlar da birbirlerinden, hatta kendi ereklerinden habersiz gibiler.
Hareketleri istemsiz, sanki bir başkasının komutuna uyarcasına kesik kesik… Tam
o sırada sırtımdaki el itekleyiveriyor ‘Sen önüne dön!’ der gibi. İtaat ediyorum.
Ancak içim eziliyor. Sanki kırlardaki insanlara bir borcum varmışçasına
suçluluk hissediyorum uzaktan uzaktan.
Onları geçerken fırtına da dinmeye yüz tutuyor. Şurada burada
gökkuşakları… Ağır yağmurla koyulaşmış toprağın tütmekte olduğu araziye
yeterince neşe getiremiyorlar yine de. Bir araba daha solluyor aracımı.
İçindekiler boş ifadelerle gülümsüyor bana. Bu arabanın tekerlekleri de ters
yönde dönüyor, daha sonra geçen arabaların da… Biraz dikkat edince karşı yönden
gelenlerin aslında biraz önce beni sollayanlar olduğunu fark ediyorum. Geri
geri gidiyorlar. Araçların arka sinyalleri beni uyarır gibi kırmızı kırmızı
parlıyor karşıdan gelirken. İçindekiler hâlâ gülüyor, ama ifadeleri nedense
Munch’ın Çığlığını hatırlatıyor. Sırtımdaki elin kakmaları sertleşiyor. Etrafa
bakınmam hoşuna gitmiyor belli ki. Güneşin yeniden saldığı ışıkların asfaltta
yarattığı serapların eseriymiş gibi küreye benzeyen bir şeyin uzaktan üzerime
gelmeye başladığını görüyorum o anda. Bu şekil sağımdan solumdan geçen
arabaların bana anımsattığı şeyi idrak etmeme neden oluyor. Çektirme yapılmış
bilardo topları gibiler. İlk darbeyle amaçlanan yere vurduktan sonra bu etkinin
sönümlenmesiyle sihirliymişçesine tekerleklerin dönüş yönüne, yani geriye doğru
gelmeye başlıyor hepsi de. Karşımdaki sanal da olsa, dev gibi bilardo topundan
kaçmak için sapacak bir yer arıyorum, ama bütün kavşaklar panik içinde
koşuşturan insanlarla tıkalı. Bunlar da az evvel kırlarda gördüğüm kalabalık
gibi rastgele hareket ediyorlar. Önümdeki top iki şeridi de kaplayarak büyürken
tali yolların çözüm olmadığını, önünde sonunda direksiyonu araziye kırmam
gerekeceğini anladığım anda uyanıyorum.”
İkinci kadın pat diye
kesilen bu, uzun monoloğun bitmesini zaten aportta beklediğinden hemen atıldı.
“Valla’ ne desem bilmem
ki? Araba sürmek iyidir. İyi idareci olduğunu gösterir derler. Ama oyuncak
araba? Oyuncak merhametli olmaya delalet eder. Eee, bu durumda hem merhametli
hem de iyi idareci olduğun çıkıyo’ ortaya. O, nasıl olur, bilemedim ben…
Fırtına evde tatsızlıktır. Ama sonra gökkuşağı görmüşsün. O da bolluğa,
mutluluğa, başarıya yorumlanır. Kalabalık görmek saltanata işaret eder. Oradan
itaat etmeye geçiyo’sun. E, o da
güvensizliği, iç karmaşayı gösterir. Bu nasıl saltanat? Top görmek yolculuktur
derler. E, sen zaten rüyanda seyahat ediyormuşsun. Yalnız bi’ de rüyaların hep
tersi olur denir, biliyo’sun. Iıııı… Valla’ ben işin içinden çıkamadım.” Evin kızı birinci kadını
ağzının içine düşercesine dinlemişti. Rüya yorumlarına ise - bir yandan hepsini
ezberlemeye uğraşırken - ebleh bir gurultuyla “Ay, çok heyecanlı!” diye tepki
verdi. Birinci kadın sözü bittiği anda içi boşalmış gibi pörsümüştü. Oda iyice
loşlaşmış ve sessizliğe gömülmüştü. Örgü şişleri de durmuştu artık. Üçü de
sedirin köşesindeki yaşlı kadına baktılar. O ise kaçırdığı bir ilmeği
görebilmek için alnını kırıştırmış, gözlüklerinin bir üstünden bir altından
bakarak örgüsünü kurcalayıp duruyordu. “Eee, hayat işte!” dedi. Bu uğursuz
sohbeti değiştirmek istediğini varsaydı diğer üçü. Tam daha neşeli şeylerden söz
açmaya hazırlanırken yaşlı kadın gözlerini birinci kadınınkilere dikti. Yüzünde
hiç yaşına uygun olmayan bir haşinlikle üzerine basa basa tekrarladı: “Hayat,
hayat!” İrkilen birinci kadın rüyasındaki elin bu kez soğuk terler boşanan
sırtından yeniden ittiğini hisseder gibi oldu ve boğulurcasına nefes alarak
uyandı. Ensesindekini tanıyınca rahatladı. “Rüyaymış.” dedi iç geçirerek.
“Kendi gençliğime, anneme ve anneanneme bir rüyamı anlattığımı görüyordum.”
Beriki bıkkın bir sesle cevap verdi. “Onlar da bu otobüste buğulama olmuş
herkes gibi gecenin üçünde oyuncak arabalar, bilardo topları, fırtınalar ve ne
yaptığını bilmeyen insanlara dair bir nutuk dinlediler diyo’sun yani…”
Gustave Caillebotte'dan 'Jour de pluie à Paris' isimli eser Diğer Eserleri |
Kendisiyle ilk kez bir müzikalde tanıştık. Belki daha önce de
karşılaşmışızdır, çünkü aynı meclislerde bulunmuş olacak kadar ortak noktamız
vardı. Ancak öyle bir şey yaşandıysa bile bende hiç iz bırakmadığı aşikâr.
Sıradan mıydı? Biraz. Ama ben nice sıradanlardan ne yıldız ışıklarının
fışkırdığına tanıklık ettim. Onda ise ışık yoktu. Hah, durumunun tam teşhisi
buydu işte! Varlığını kanıtlamaya zar zor yeten mat bir parlaklık belki. Hepsi
o!
Tamam, kabul ediyorum; ortam da kötüydü. Tipik bir Amerikan müzikali
beklentisiyle karşısına oturduğum film tam bir fiyasko çıkmıştı. Başrollerinde biri fondan ayarında bir
aktris, diğeri şimdinin tatsız jöle şekerlerine benzeyen bir komedyen-aktör… Film
ümitsizce, ama ısrarla bu ikisinden bir çift yaratmak için çırpınıyordu. ‘Jöle
şeker’, ‘fondanın’ – filmi kurtarma telaşı yüzünden olsa gerek yer yer iç bayan
– tatlılığıyla başa çıkabilmek için o kadar esniyor, yaylanıyor, titreşiyordu
ki, ortalara doğru hem kendisi, hem de yamalı bohça misali tema seyirciyi
tutmaya başlıyordu. ‘Son’ yazısı perdede göründüğünde ise aslen çok sevilen bir
hanım olan ‘fondan’ bile adıyla müsemma bir şekilde eriyerek son sahneyi
kaplayan suni pusa sıvaşıyordu sanki. :) Müzik kendisini türünün adına katmış
bir film için fazlasıyla formsuz, kıt ve bütünlükten uzaktı. Dans (ki bence
müzikallerin ayrılmaz bir parçasıdır) ya yanaktan yapışık bir halde saat
rakkası gibi sallanmaya indirgenmiş veya yanlışlıkla açık bir kabloya
dokunmuşçasına seğirme ve çırpınmalardan ibaret bırakılmıştı. Sanki büyük bir
hevesle vodvilin kapısını çalmış, ama karşısına sığ ve fakat sulu bir aşk hikâyesi
çıkmıştı filmin. Yönetmen ise bu ikisine çaktırmadan (Aslında üç tabii… Seyircileri
de uyandırmamaya çalışıyordu, çünkü bazıları filmin ilk çeyreğinde çoktan
komaya girmişti. :D) aradan sıyrılmaya çalışıyordu muhtemelen. :)) Eh,
tanışmamız böyle bir hâlet-i ruhiyede olunca bana daha da beter görünmüş
olabilir kendisi.
Kötü başladık, kabul. Ama ondan
sonra da aramız ısınmadı ki… Suçun çoğu bendeydi aslında. Kuzey Kutbunun (Böyle
durumlarda neden Güney Kutbu denmez? ‘Güney ya, sıcak olur.’ ön yargısıyla mı acaba?
Yoksa ‘Teee Güney Kutbu anacı’m. Oradan kuzey yarımküreye gelene kadar ısınır
hava. Hem burnumuzun dibinde (!) mis gibi Arktika varken niye gidip antisine
hava attıralım, di’ mi ama?’ diye düşünüldüğünden mi? :D ) kapısı açık kalmış
gibi davranan bendim çünkü. O ise oldukça yansız bir sokulganlık gösteriyordu. Sevilmeyen
ot gibi her fırsatta burnumun dibinde bitmese de, benim soğukluğumdan cesareti
kırılmış falan da değildi. Yalnız çok önemli bir handikabı vardı. Hani bazı
yüzleri bir türlü anımsayamazsınız, o kişiyi bir türlü tanışıklığınızı
belgeleyen mahut çerçeveye oturtamazsınız ya… (Ben al takke ver külah sohbet
ettiğim kasiyeri market kapısının dışında bir türlü hatırlayamam mesela… Ondan
sonra düşün dur! Acaba ilkokuldan arkadaşım mıydı, yoksa ‘Ayşecik Tatilde’
filmindeki figüran mı? :D) O da fazlasıyla özelliksiz bir yapıya sahipti. Sokakta
rastlaşsak ben onu çıkarana kadar geçen süre köşeyi dönmüş olmama yetiyordu.
Aralarında kendisine yer bulmasına hep şaşırdığım çeşitli arkadaş gruplarına
takılıp karşımda beliriverdiğinde ise, diğerleriyle hoşbeş etmekten, keyfimi
cilalamaktan ona selam vermeye bile vakit kalmıyordu. Gruplara kolay
girebilmesinin benim üzerimdeki etkisi sıfırdı yani. Düpedüz görmezden
geliyordum onu. Gerçi bu da normal sayılabilir. Çünkü bu sokulganlığının hoşlukla,
yakınlıkla veya tatlılıkla bir ilgisi yoktu. Kendini belli edecek bir şey
yapmadan göz, kulak, el, akıl eriminde bulunanlar; kişilere, olaylara,
etkinliklere her nasılsa kıyısından köşesinden ilişe(bile)nler vardır ya, işte
onlardandı. Sanırım her yere sızabilmesinin ardındaki sır da buydu.
“Bro’ falanca olmadı yaaaa… Bi’ sorun çıktı, katılamıyo’ aramıza…”
“Hadi yaaa! Eee, n’apcaz şimdi? Çok da kritik bir açığımız var. Gidenin
boyuna huyuna benzeyeni bulmak zor. Hem de bu dar zamanda.”
“Bro’ şey var ya…”
“Ney var?”
“Bak, şur’da!”
“Hani? Haaa, şeyi diyo’sun sen. Hıııı… olur mu ki? O yaşını başını
almıştır. Ağırdan satmaz mı kendini?”
“Bro’ amma yaptın şimdi! Tanımıyo’muşsun gibi sen de…”
“E, tanımıyorum.”
“Ha işte! Ben de onu diyorum. Hep buralarda, ama kimse tanımıyo’. Açığı
doldurmak için ideal.”
“Eee, uyarlama işi n’olcak?”
“Gerek yok! Sen onu gruba al, bi’ süre sonra orada olduğunu bile fark
etmeyeceksin. Valla’ bak!”
“Hedef kitlemiz topa tutmasın sonra?”
“Bro’ hedef kitle sen, ben varken ona mı bakacak yaaaa?”
“O da doğr… ehem… şey…. Aaaa, ayıp ediyo’sun ama… Hepimiz birimiz… di’ mi
şimdi?”
“O açıdan bakınca sen de haklısın bro’! Neyse, ben iyi haberi vereyim
kendisine.”
Bütün bunları yazıyorum, ama hakkında pek kötü laf da edilmemiştir.
Arkasından dedikodusunu yapan da pek yoktur zaten. İşin aslı bu konuda uzman
biri onun ilk ortaya çıktığı zaman, yer ve kendi tarzı açısından mükemmel
olduğunu bile iddia etmiştir. Hatta “Ona fazla kibar davrandığımı
düşünüyorsanız, övgünün dozunu azaltıp ‘mükemmellik derecesinde harika’
diyeyim. Ha, aksini düşünen varsa sebebini de açıklayıversin bi’ zahmet!” diye
meydan bile okumuştur. Siz şimdi; “Vay be! Böylesine olumlu bir izlenim bırakan
birine nasıl burun kıvırabiliyor bu haddini bilmez?” diyeceksiniz. Demeyin! :))
Öncelikle o, ‘biri’ değil. Sonralıkla :)) söz konusu meydan okumaya her
babayiğidin karşılık veremeyeceğine dair Nasrettin Hoca’nın helvaya aşerdiğinde
söylediği meşhur lafı kullanarak da olsa bir açıklamam var. Hani demiş ya “Yağ
var, un var, şeker var madem, neden helva yapmazsın be adam?” diye. İyi de helva
vaaaar, HELVA var! Her ikisini de yersiniz. (Birincisini bardak bardak su
eşliğinde ve kulunca sümsük, olmadı, Heimlich manevrası sayesinde… İkincisini
ise hâlâ on parmaklı olup olmadığınızı sık sık kontrol ederek. :D) Sırf sonuç
helvaya benzedi diye, hayatında hiç helva karmamış bir insan niçin ille de
“Yağını az koymuş, unu fazla kaçmış, esmer şekerle daha iyi olurdu.” cinsinden
laflar ederek çizmeyi aşmak zorunda olsun. “Elinize sağlık, ama benim damağıma
uygun değil.” demeye hakkı yok mu yani?
Efendim? ‘Bunca dedikodu bir helva için miymiş?” mi buyurdunuz? Ne
alakası var? Helva değil, şarkı, şarkı! Kendisi “Zararsız Saydam Şarkıların” (Yazının
üçte ikisinde sizin de yanlış kanıya kapıldığınız üzere, bu türlerin insan
versiyonu da mevcut. :D) tipik bir örneği. Hani aldığınız albümlerde
dinlediğinizi fark bile etmediğiniz veya “Aman ya! Ağzıyla kuş tutsa bu şarkıya
şakıtamaz.” diyerek atlayıp geçtiğiniz parçalar vardır ya, işte onlardan biri…
En azından benim için öyleydi. Öyleydi diyorum, çünkü Louis’nin trompetiyle
içine ‘ruh’ üflediği, Ella’nın her notasını yeni ovulmuş pirinçler gibi ışıl
ışıl parlattığı yorumunu hiç dinlememiş olduğumu yeni fark ettim. “Otuzlarda
yazılmış müzikal parçasından ellilerde bir caz şarkısı çıkarmaya soyunmuş bunca
müzisyenin içerisinde sadece Armstrong – Fitzgerald ikilisi temporal lobuma :))
hitap ediyorsa, benim kabahatim ne?” diyeceğim; şarkının Diaghilev’in
referansına, Prokofiev’in övgülerine mazhar olmuş bestecisine, ‘gökkuşağının
ötesinde’ sözler yazmış güftecisine ve yirmiye yakın diğer yorumcusuna haksızlık
olacak. Üstelik hakkındaki kemikleşmiş ön yargım yüzünden asıl suç bendeyken.
Sahi şarkıyı bulabildiniz mi? Geçen haftalarda grupta da paylaşılmıştı.
:))
M.C. Escher'den 'Day and Night' isimli çalışma Diğer Çalışmaları Sitesi |
İnsan denen kusurlu
(Aslında kusursuz yaratıklar olsaydık hayatın ne kadar çekilmez olacağını
anlatmayı çok isterdim burada, ama o da bir başka yazıya kalsın. :D) ve unutkan
mahlûk çevresinde bulunanların anlamını idrak etmek için hep bir şeyler yapmak
zorunda. Sahip olduğuna inandığı şeyler kadar sevdikleri ve takdir ettiklerini
de şöyle ya da böyle hissetmek istiyor. Bunun en kestirme yollarından biri ne
gariptir ki söz konusu kişi veya nesneyi diğerlerinden ayırıp izole etmek,
etrafına bir çerçeve çizmek. Ben bu ihtiyacın ne denli güçlü bir dürtü
olduğunun farkına ilk kez bir resim dersinde vardım. Aydınlık bir arka plan
önünde açık renk bir objeyi konu almıştık. Karakalem çalışırken bu, başa
beladır. :)) Benim gibi gördüğünü ille de kâğıda aktarma sancığına
tutulmuşlardansanız :) sorun daha da büyür. İki saat boyunca aydınlık alanla
akça pakça objenin aynı tonlarda buluşup iç içe geçiştiği bölgelerin büyüsünü
nasıl verebilirim diye debelendikten sonra nihayet başardığımı düşünmüştüm o
gün. Sonunda çıkardığım iş bence neredeyse hayal ettiğim kadar iyiydi. Sağdan
soldan arkadaşlar görüşümdeki isabeti :)) pohpohlayıp, sırtımı sıvazladıkça
kırk yıllık vücut geliştirmecilerden farkım kalmayacak denli koltuklarım
kabarmıştı üstelik. :D Bir an sonra ise kâğıdıma bakıp saçını başını yolan;
“Nerede kavun, nerede arkasındaki duvar? Ne resmi bu? Mars’tan ziyarete gelmiş
amorf bir uzaylı mı?” diye ter ter tepinen öğretmenin karşısında ezilip
büzülüp, dünyanın en minyon dişi Arnold Schwarzenegger’i olmayı [yani koltuklar
yine kabarık kalacak, ama öğretmen görmeyecek hesabı… :D] dilerken buldum
kendimi. Bir türlü anlayamıyordum adamın derdini. Ne gördüysem onu çizmiştim
işte. O ise nesnelerin sınırlara sahip olması gerektiğini, resme bakanın –
nonfigüratif bir çalışma değilse eğer – kâğıttakinin ne olduğunu anlamak
isteyeceğini, o yüzden görmesem de kavunla duvarı ayıracak ışık farkının
aslında var olduğunu savunuyordu. Eh, ben de o zamanlar uyaroğluydum. Beş
dakikada [İşin doğrusu savunulan fikre kökten itirazım olduğu :)) ve
bilinçaltım işin çeşitli safhalarında yularımı ele geçirip beni “Karanlık (!)
Tarafa” çektiği için ilkinden çok daha uzun sürdü bu çalışma… :D] “Sevgili
Öğretmenimin” istediği türden bir şeyler karalayıp kucağına attım. Yine de
diğerini, benim “Mars’tan Gelen Ziyaretçiyi” kendime saklamayı ihmal etmedim.
Sonradan o çizimi – Saint Exupéry’nin
fil yutmuş boa yılanı misali – çevremdekilere gösterip ne gördüklerini sordum.
Çoğu ‘duvar önü kavun’ kısmını bilse de hepsi öğretmenimle aynı tezi savundu;
şu eski çocuk şarkısındaki köy gibi benim çizimde de “gitmesem de, GÖRMESEM DE”
bir sınır vardı uzakta… Olmalıydı! “Kavun bitmeli, duvar başlamalı.”
diyorlardı. Aynı efekti gölgelere karışan nesnelerde tuhaf karşılamadıkları
halde neden aydınlıkta itiraz ettiklerini sorunca elle tutulur, GÖZLE GÖRÜNÜR
:)) bir yanıt verememeleri bile [ki o hiç çizilmeyesice resmimle başıma
gelenden pek de farklı değildi durumları. Ben de meramımı anlatamasam da,
gördüğümü resmettiğimden fazlasıyla emindim zira. Bunun bizi en azından
berabere yapması gerekirdi, ama skor hep çoğunluğun lehineydi. :D] kanaatlerini
etkilemiyordu. İşin en garibi de daha sonra yapıp öğretmenden kerhen geçer not
aldığım diğer resmi (Duvaaaaar……. Kavuuuuuuun :D) görünce ağızları “Hah! Bak bu
olmuş işte!” derken dahi gözlerinin habire benim Marslı’ya (duvavun :D)
kaymasıydı. İçlerinden sadece biri “Buna
bakınca kavunu avucumun içinde hissedemiyorum.” diyecek kadar tercüme
edebilmişti hislerini. Şimdi kavun ve avuç içi mevzuunun neleri çağrıştırdığını
bir tarafa bırakırsak :)) objenin resimsevere (!) değil de bir başka objeye
ait hale getirilmesineydi esas itirazı yani…
Sonradan herkesin belki de bir çeşit iyelik hissedebilmek için çevredeki
kişileri, nesneleri olduğundan değişik görmeye (veya hayal etmeye) ve bunu sık
sık yinelemek için özel çaba göstermeye kendini çok küçükken programladığını
salmaya başladım. Sahip olana kadar erişilmez, esrarengiz, keyif ve ayrıcalık
vaadiyle dolu, ışıltılı gözükür ya çocuğa oyuncak… İyeliğini kazanır kazanmaz
ise değeri bir dizi hayal kırıklığının ve en önemlisi ulaşılmazlık sihrini
kaybetmiş olmasının altında kalır çoğunlukla. Ufaklık bu tatsız histen
kurtulmak için önce oyuncağın sağlamlığını sınar ki, diğer binlerce benzerinden
farklı kılmak (“Var ya, iki defa duvara çaldım, bana mısın demedi. Seninki gibi
güneşi görünce yamulmadı bi’ kere.”), kendine mal etmek (Örneğin; ‘Neyle
Çiğnenirse Çiğnensin Asla Çürümeyen Sakız Sahibi’ gibi mide bulandırıcı
mevkilere bile razı olursunuz çocukken. :D) mümkün olsun. O da olmazsa bir
oyuncaktan birkaç tane daha çıkarabilir mi diye uğraşır. (Oyuncak Hikâyesi
filmindeki Sid’in oyuncaklarını hatırlayın. :D) Yıllarca hayali kurulan deniz
manzaralı eve kavuştuktan bir süre sonra orayı hâlâ karşı apartmanın duvarına
bakan dairede oturuyormuşçasına kanıksamak da böyle bir şey işte. Burada söz
konusu iyeliği tekrar hissedilir (veya tadı çıkarılır) hale getirmek için ya
her gün eve profesyonel övücü [Hiç öyle bakmayın! Profesyonel ağıtçı oluyor da,
övücü niye olmasın? Cemal Nadir’in mükemmel tipi Dalkavuk’un ismi
kibarlaştırılmış ve kiralanabilir türü yani… Cazip kredi ve kampanya
koşullarıyla sunulan “prövücüler” yanında, 7/24 veya acil durum gibi olağanüstü
koşullarda yıkama yağlama yapabilecek çok özel – ve pahalı – modellerimiz de
mevcuttur. :D] çağırmak veya – gücünüz ona yetmiyorsa –burnunuzun dibinde
manzarayı kapatacak bir inşaatın başlamasını dilemek gerekiyor. Efendim? Son
şıkkı anlayamadınız mı? Aaaa… Ama bir iyeliğin tadı en çok kaybedilirken çıkar,
bilmiyor musunuz? Lebi derya manzaranın orta yerine betondan bir kule diksinler
de, bakın nasıl kıymete biniyor iki gün önce kafanızı bile çevirip bakmadığınız
dalgalı ufuklar! :))
‘Var’ı tanımlayabilmek için ya devamlı taze tanık(lık)lara veya ille de
‘Yok’un varlığına :)) ihtiyaç duyuyor insanoğlu yani. Oysa hayvanlarda böyle
bir gereksinim yok. Diyeceksiniz ki;
“Onlarda zaten sahip olmak diye bir kavram yok. Sen hiç ‘Abi şu benim sağ
art ayağın orta tırnağını gördün mü? Daha üç ceylan önce parmağımın ucundaydı,
şimdi yok. Bak, görüyo’ musun? Gettiiiii, getti! Dominant bir soydan kalma,
yıllarca gözüm gibi baktığım, ilerideki kayalarda özene bezene pedikürünü
yaptığım, fazla yıpranmasın diye ancak çok özel avlara sakladığım, bana iki yıl
üst üste sürü liderliğini kazandırmış güzelim tırnağım kaybolmuştur. Gören veya
yerini bilenlerin zinhar beni arayıp yüreğimi kaldırmaması, uygun bir törenle
defnederek başında saygı duruşu yapmaları önemle duyurulur.’ diye kükreyip
duran bir aslan gördün mü? Veya o aralar etrafta biraz fazlaca dolaşan guguk
kuşuyla sohbeti koyulayıp; ‘Kardeş benim yumurtam diye demiyorum, ama çıkışı
çok zahmetsiz oldu. Sonra bi’ gün iki dak’kalığına gözümü üzerinden ayırdım
keratanın. Sen kaşla göz arasında bi’ şiş, bi’ şiş! Üç katı olmuş eski halinin,
yeminle! Bak, demedi deme! Bu benimki, kuş neslinin geleceğidir! Göz açıp
kapayana kadar dünyayı biz, kuşlar yöneteceğiz. Benim ki de Dünya Kuşkanı
olmazsa n’oliim…’ diye ebleh ebleh cıvıldayan bir serçeye şahit oldun mu?”
Efen’im? Demeyecek miydiniz? Siz sadece müzik dinlemek için grubun
sayfasına girip gözü kazara bu yazıya ilişen bedbahtlardan biri misiniz?
Hııııı…. Neyse… :)))
Sonuç olarak bazen evlatlarımızla ağlatana kadar dalga geçmemizin;
eşimizin dostumuzun birtakım arızalarını olur olmaz yerlerde ballandıra ballandıra
anlatmamızın [“Aga, bu bi’ horlar, bi’ horlar… Sanırsın o gece savaş çıkmış,
sen de askeri havaalanını mesken tutmuşsun. Önce ‘Gar gar gar’ motorlar
çalışır. Sonra ‘Roaaaaarrrrr’ diye gaz verilir. Arada şehre düşen bombaların
sesini duyarsın; ‘İyyyyyyüüüüüüüüuuu!’… Sonra da patlamayı; ‘Pooaaaaaahhhh!’
Ardından uyku apnesinin sessizliği… Çok dramatiktir, çoooook! Diyo’lar ki
‘Tora! Tora! Tora!’ filmini çekerken yönetmenler bizimkini çok istemişler, ama
Japonya’dan tam net duyamadıkları için son anda vazgeçmişler. Neredeyse Oscar
alacaktı yani… Kah, kih, koh!”]; harika bir rüyanın orta yerinde kendi
çimdiğimizle uyanmamızın :)); özene bezene aldığımız bir giysiyi sonunda içine
giremez hale gelene kadar bir türlü üzerimize geçirmediğimiz halde ayağımızı vuran
ayakkabıyı fiyatını amorte edene dek (yani tırnaklarımız dökülene, topuklarımız
sökülene kadar :D) giymemizin sebebi hep bu “hissetme”, “tadını çıkarma”,
“idrak etme” gereksinimidir.
İşte ben de şu ara mevsimi iyice hissetmeye, tadını çıkarmaya, idrak
etmeye çalışıyorum ki, bir daha kış gelince “Ben yazı, sıcağı özledim.”
demeyeyim. Çenem tutulaydı da, ağzımı açmayaydım. Yandım, eridim, bittim… :))
Joanna Barnum'dan 'Generations' isimli çalışma Diğer Çalışmaları 1 Diğer Çalışmaları 2 Sitesi |
Hani dudaklarınız karıncalanır… Dilinizin üzerinde sözcükler köpürür…
Tansiyonunuz tavan yapar… Heyecandan gözünüz seğirir… Sadece muhatabınızı
değil, dünyayı da beraberinde kurtaracakmışsınız gibi gelir… Ağzınızı bir
açabilseniz koruyucu bir dua, bir esirgeme büyüsü, tecrübeler bütününüzün
acıtıcı, korkutucu, ezici, ama aynı zamanda kollayıcı gücü olanca kudretiyle
laflarınızdan taşacak ve karşınızdakinin ömrü boyunca kalkanı olacaktır.
Kalbiniz aklınızı müthiş, fendine erilmez bir biçimde ve tam kıvamında
esnetmiş, zekânız ise kulu olduğu kuru mantığı duygularınıza gerektiği ölçüde
yedirmeyi ömrünüzün bu müstesna anında nihayet başarmıştır. Bir vecd halidir
ki, sormayın gitsin. Ayaklarınız yere temas edip, aklınız normalde bulunduğu
mevkiye inince patinaj yapan arabanın tekerlekleri yolu kavradığında hırs ve
hızla öne atılması misali soluksuz kalana kadar konuşacağınıza eminsinizdir.
Gerçekten de öyle olur.
“Kendine dikkat et evladım!” deyiverirsiniz bir nefeste.
Muhatabınız ise pürüzsüz genç teninde en ufak bir kırışık oluşturmayan
bir kaş çatışıyla karşılık verir buna. Aranızdaki ilişkinin samimiyeti izin
veriyorsa “Aman anneeee / babaaaaa/ teyzeee/ halaaaa/ dayııııı/ amcaaaa!”
anlamında bir nida da eşlik edebilir o, sizi evhamlara salan, ama aynı zamanda
saflığı ve duruluğuyla efsunlayan mimiğe.
Ne olmuştur da bir nanosaniyede laflarınız dokuzuncu boğumda amansız bir
kevgire yakalanmış, geriye sadece yukarıdaki dört zavallı sözcük kalmıştır?
Evet, ne söylerseniz söyleyin, sizi dinlemeyeceğini, hatta duymayacağını
bilirsiniz. (Siz vaktiyle işitmiş miydiniz dil dökenleri? :D) Ama zaten aslında
kendiniz için konuşacağınızı kabul etmiş, kelamınızın onun bir kulağından girip,
gri kıvrımlar arasında son derece başarılı bir slalom (Yani hiçbir beyinsel
etkileşim gerçekleşmemesi hali… :D) çıkardıktan sonra, harfi harfine aynı
kalmış olarak diğerinden fışkıracağı fikriyle ayrıntılı bir barış anlaşması
imzalamışsınızdır. :)) E, o zaman salın gitsin, di’ mi? Nedir sizi durduran?
Eline sizinle ilgili hiç bilmediği kozlar veriyor olma korkusu mu? [Bir ergene
hitaben “Ben senin yaşındayken…” diye başladığınız her cümle yol –istediğini elde
etme yöntemleri – , su – sizi sizinle ilgili ayrıntılara boğarak aradan
sıyrılabilme imkânı – ve elektrik – parmağınızı prize sokmuştan beter
çarpıldığınız yorumlar – olarak size geri dönecektir. :D] Yoksa
anlatacaklarınızın fazla etkili olup onu gereğinden temkinli, korkak veya
endişeli bir hale getireceğinden veya tam tersine “Seni öldürmediyse bunca şey,
bana bi’ şii’cik olmaz!” kalibresinde bir aymazlık ve kaygısızlık silahına
dönüştüreceğinden çekindiğiniz için mi dut yemiş bülbüle döndünüz?
Belki de hepsi birden düğümler boğazınızı. O yüzden – ve bir de nutuk
atmak için aldığınız derin nefes boşa gitmesin diye tabii… :D – en şarlatanından
bir üfürükçü misali yukarıdaki ‘emirmiş gibi rol kesen dilek kipini’ salarsınız
üzerine. Yaşıyla birlikte giderek kalınlaşsa da hâlâ altındaki savunmasız
çocuğu gösteren yarı saydam kendine güven kabuğunu güçlendirmenin çaresi
ağzınızdan dökülemeyen diğer sözcüklerde gizliymişçesine vicdan azabı çeker,
bunun tüm ağırlığını o cümleye yüklediğinizi zannedersiniz. Sizin aklınızdan
bunlar geçerken o, sizi çocukluğunda gözünde onca büyüttüğü kudretinizden
soyunup çırılçıplak kalmış, vesveseli (ki o çağlardakiler için büyüklerinin en
zavallı hali, onlardan utanmaya başlamalarının ilk gerekçelerinden biridir :D),
hatta ağlak bir yetişkin olarak görmektedir. Haksız da değildir hani… :)) Çünkü
kabuğunuzu güçlendiren nice savaşın yıkıntıları arasından baktığınızda onun
sizinle aynı yıkımlardan geçmeyeceğini, kendi savaşlarını (çoğunlukla sizin
havsalanızın bile almayacağı, bambaşka bir çağın çarpışmaları) vereceğini
varsaymak çoook zordur. Onun önündeki hayatla karşılaşmasında işine yarayacak
türden bir zırhı sizin ardınızdaki hayat deneyiminden dokuyabilmeniz
olanaksızdır. Bırakın bunları; kendine özgü ve benzersiz olduğunu unutmadan
sıradanlığını soğukkanlılıkla keşfe çıkmasını sağlayacak araç gereci önüne
serme kabiliyetiniz bile yoktur. O da tıpkı sizin gibi koridordaki (veya Aşık
Veysel’in dediği gibi söylersek; iki kapılı handaki) o, iki duvara (Gerçi Özgünlük
ve Alışılmışlık duvarlarının yanı sıra “Muhteşemim!” diyerek havalandığınızda
tavanın, “Bitmişim ben!” sızıldanmalarıyla kendinizi yere çaldığınızda tabanın
vurduğu darbeler de var. Ama onlardan bahsedip iyice moral bozmayalım şimdi.
:D) toslaya toslaya öğrenecektir ‘benzersiz aynılığını’. :)) Hoş, hatalarınızı,
pişmanlıklarınızı, başarılarınızı, kutsanmışlıklarınızı, kısaca hayat
deneyiminizi üç beş doğru kelimeyi yan yana getirerek ona tüm kapsamıyla
aktarabileceğiniz fikri ilk kez yapışmış değildir yakanıza. Uzun zamandır
iptilasının farkında bir bağımlı misali bu düşünceye uyanık olduğunuz her an
(Rüyalarınızdaki davranışlarınızdan da sorumlu değilsiniz ya… Hiç merak
etmeyin, her biri daima birer hitabet harikası olan nutuklarınıza düşlerinizde
bile kulak asmayan çocuğunuza bir zamanlar en sevdiği çizgi filmdeki metotlarla
işkence ettiğiniz karabasanlar gördüğünüzü kimseye söylemeyeceğim. :D) direnme
ve kendinizi devamlı izana davet etme gayreti içindesinizdir. Ama madde
bağımlıları kadar kolay değildir sizin işiniz. Öyle “Bir buçuk yıldır ayığım.”
falan demeyi unutun! “On dakikadır vaaz vermedim, yaşasın!” diyebiliyorsanız,
işte size günün başarısı! Sonrası biraz fiesta (Böyle bir zafer kutlanmaz mı?),
biraz siesta (Hem konuşmamak için dişlerinizi sıkarken, hem de fiestada
yorulduğunuzdan…)! :D
Bazen bu çaba aklınızı başınızdan alır ve birbirine 180 derece ters yönlerde
yer alan ilkeleri aynı anda savunduğunuzu dahi fark etmezsiniz. “Dürüst davran,
kendin ol! Bırak, seni sen olduğun için kabul etsinler! Şu saçlarını da topla!
Üstüne başına bi’ çeki düzen ver yahu! Herkes seni kafası karışık yeni
yetmelerden zannedecek, ne o öyle!” cinsi aşure söylevlerden bahsediyorum. :))
Söylev demişken, siz dudaklarınıza takılan o konuşmada ne diyecektiniz sahi?
“Başarı karanlık bir merdiven boşluğunda kibrit çakmaya benzer. İlk
gözüne çarpan kendi ellerinde bir türlü yakmaya kıyamadıkları kibritleriyle
etrafı aydınlatacak birinin çıkmasını bekleyen kalabalık olur. İkinci gördüğün
ise bir üst kata çıkan merdivenler…”
Cık! Öyle değildi.
“Başarı alev almış bir gökdelende deli gibi dolandıktan sonra nihayet
kapısını bulup açtığın yangın merdivenine benzer. Dışarısı mahşer yeri gibidir
ve daha inilecek sayısız kat vardır…”
I-ıh! Böyle de olmaz.
“Başarın yadsınamaz. Ama öyle bir noktadasın ki, seninle aynı başarıyı
göstermiş ve en az senin kadar pohpohlanmış bir yığın ergenle [hormondan
atlarının dizginini salmış giderken önüne çıkan diğer ölümlüleri :) acımadan
çiğneyip geçebilecek, fakat kendi tırnağı kırıldığında dünyası başına yıkılacak
benzerlerin yani… :D] baş etmen gerekecek. Yani yılana (!) sarılman gereken bir
durumdasın. Sana bu dünyadaki ömrümüzü doldurmuş gibi görünsek dahi kırık saat misali
günde iki defa doğru zamanı gösterme ihtimalimiz hâlâ mevcut olabilir. (Aslında
bozuk saat tanımlaması daha uygun olacak, ama artık zamanla ilişkimizin bir ileri
gidip, bir geri kaldığını söyleyerek akranlarıma ihanet etmemi bekliyorsan,
Belgrat Ormanları yönüne dönüp içine derin bir nefes çek! Hoş, artık aldığın o hava
da egzoz ve şehir kirliliği kokacak ya neyse… :D ) Vereceğimiz yanıtın işine
yaramayacağına emin olduğunda dahi bize başvurmaktan çekinme! Nasılsa – bunu
kabul etmek zor olsa da itiraf ediyorum ki – her zaman bildiğini okuma seçeneği
elinin altında olacaktır. (Akabinde yakana yapışacak sorunlardan,
sorumluluklardan, yaptırımlardan kaçabileceğini ise akkkklına bile getirme! :D)
Eski model bilgisayardan daha kalın kafalı; aynı şarkıda takılıp kalmış
iPod’tan daha inatçı, köşesi yuvarlak kare ikonlarına, siyah çerçeveli
ekranlarına dahi patent alan teknoloji devlerinden daha tutucu; etapları
giderek zorlaşan PSP oyunundan daha geçilmez; Wii’de kendine yer bulamayan çivi
atma, tükürük yarıştırmaca, çelik çomak kuralları veya ‘ene mene dosi, dosi
saklambosi’ tekerlemesinden daha anlaşılmaz; çocukluk oyuncağınla oynarken
arkadaşına yakalanmaktan daha utanç verici ve önündeki kocaman tekerleği bin
bir güçlükle çevirdikten sonra sadece ve sadece hattın diğer ucundaki kişiyle
görüşmeni sağlayan üç kiloluk telefon kalıntılarından daha yaşlı olduğumuzu
düşünebilirsin. Yine de… Seni en çok sinirlendiren davranışımızın muhtemel sebebinin
sana olan sevgimiz olduğunu (yani boğazına sarılacakmış gibi göründüğümüzde
bunu muhabbetimizden yapıyoruz. :D) hep hatırla!”
Demek meşhur nutuk buydu ha? Hıııı… Görürsem söylerim! :)
Shervin James'den 'The Beginning and The End' isimli çalışma Diğer Çalışmaları Sitesi |
Sonlar bazen kendiliğinden gelir. Öyle aniden falan da değil hani…
Göstere göstere! Siz de anlarsınız, başkaları da…
Başta biraz itiraz edecek olursunuz. Sonra aralanan dudaklarınız öylece
kalır. İçinizde duruma baş kaldırmanızı haklı gösterecek bir dayanak noktası
kalmamıştır çünkü. Her şeyin başladığı o ilk zamanlardaki coşku ve heyecanı
gülümseyerek hatırlarsınız. Bir daha aynı şeyleri aynı şekilde
hissedemeyeceğinizin (Farklı versiyonlarını yaşayabilirsiniz canım, enseyi
karartmayın hemen!) idraki dışında başka bir acılık ve buruklukla tadı
bozulmayan, demini güzel almış bir tatmin duyarsınız. Biten her ne ise, onunla ilgili ne aklınızda,
ne yüreğinizde en ufak bir kuşku yoktur. Atışınızı yapmış, hedefe isabetinin
derecesini de görmüşsünüzdür. İster tutturun o nişangâhı, ister ıska geçin…
Geldiğiniz noktada artık keşkeler bile tükenmiştir. Elinizden geleni yapmış,
gitmeniz gereken yere (orası hedefiniz olmasa veya zaten amaçsızca başlamış
olsanız dahi) varmış ve tünelin ucundaki ışığı daha görmeden aydınlığını
hissetmişsinizdir çoktan. Yani daha başlarken kafanızda bitiş çizgisini
göğüslediğinizi hayal ettiğiniz, sonu önceden belli, içi dolu, hem icracısına,
hem de tüketicisine makul oranda keyif vermiş bir şeydir bitmekte olan.
Bazen biten şey bir tecrübe olmayacak denli ayrıcalıklıdır. “Her şey en
ufak ve önemsiz olanları dahi bir deneyimdir.” diyecekler çıkar belki, ama ben
farklı düşünüyorum. Bence devam ettirmeyi düşündüğünüz konularda yaşadıklarınız
birer deneyimdir. Örneğin mesleğiniz, hayatınızı idame ettirmenizi sağlayan
demirbaş ilişkileriniz, rutin işler (Hani genellikle bizi canımızdan
bezdirdiğini zannettiğimiz, ama bir felaket anında ilk özlemini duyduğumuz
münasebetsiz zaman çalıcıları… Bankada kuyrukta beklemek gibi, telefonda
asansör müziği… pardon “Müşteri Hizmetleri Hattı”nın cıngılını dinlemek gibi,
itişe kakışa alışveriş yapmak gibi, tepişe tepişe toplu taşıma araçlarına
doluşmak gibi… Gibi oğlu gibi!) benzeri meselelerde yaşadıklarımız deneyimdir.
Çünkü onları gelecekte verimli bir biçimde kullanma olanağı bulacaksınızdır.
Ama mesela direksiyon hâkimiyeti kaybedilmiş bir aracın çarpması sonucu havada
iki takla atan bir minibüste yaşadıklarınızın size ilerisi için (sağ
kalmışsanız elbette!) vaat ettiği – en hafifinden – arabaya binme korkusuna veya
tam aksi; o heyecanı yeniden yaşama isteğine (adrenalin tutkunlarını hafife
almayın! :D) deneyim demek (filmlerde dublörlük falan yapmıyorsanız) biraz
abartılı olur. Konumuza dönersek; anlık bir itkiyle başladığınız ve akıl
erdiremediğiniz biçimde yerini, zamanını ve en önemlisi doğru kişileri bulmuş
bir şeyin bitmesinin (damdan düşer gibi bir kariyer değişikliği
planlamıyorsanız eğer) sizin için bir deneyim değil, olsa olsa kubbede kalan
hoş bir sada olacağı aşikârdır. En azından ben her zaman böyle düşündüm. O
yüzden de gırgırına modelist-stilist olduğumu veya fasulyeden bir gazetede
çalıştığımı yahut yağlı boyaya geçmem için ağzımdan girip burnumdan çıkan,
karma sergilere katılayım diye kafamın etini yiyenlere rağmen sadece canım
isteyince ve canımın istediğinin canımın istediği teknikle resmini yaptığımı iş
başvurularıma ekleyecek teknik (!) dili [Şehrin güzide (!) bir kurumunda iki
yıl giyim tasarımı okudum (!) ve dereceyle (!) mezun oldum. Büyük tirajlı bir
gazetenin sanat haberleri servisinde (!) çalıştım. (!!!???!!!) Resimle
uğraşmaktayım. (!!!) Çeşitli tekniklerle çalışılmış ve bazıları iş yerlerini
süsleyen eserlerim (!) mevcuttur. :D] bir türlü bulamadım. Hatta mülakatlarda
ne zaman hobilerimi sorsalar “En sevdiğim şey geleceği olmayan, ama doyumlu
işlere emek vermektir.” dememek için dudaklarımı ısırdım. :D
Ne yapılanın, ne de onun yoluna bile isteye, ayıla bayıla kurban
ettiğiniz enerjinizin geleceğinizde karşılık geldiği bir durum, düzey ve dahi
nokta olmayınca her şey bittiğinde geride kalan deneyim değil, macera oluyor.
Eh, insan evinde otururken de macera yaşayabiliyormuş. İşte buna bir deneyim
diyebiliriz. :))
Gruba yazmaya başlarken hiçbir amacım yoktu. Veya şöyle söyleyeyim;
sonunu önceden gördüğüm bir şeyi başlatmıştım. Bir süre ilgi görürse görecek,
sonunda tavsayacak ve kendi kendine sönüp gidecekti. [Dışarıdan
gözlemlendiğinde biraz kötümser bir bakış açısı gibi algılanabilir, ama ne
yapayım? Beraber çok uzun zaman geçirince birbirine alışmak kaçınılmaz. Tamam,
itiraf ediyorum; bu, benim yaşam felsefem ve ben onu seviyorum. :D ]
Her şeyin bir ömrü var. Ve iyi ki de var! Yoksa hayatımız boyunca karşılaştığımız
şeyleri bitirmeye bir türlü kıyamaz, uzayda yol alan büyük cisimlerin ufak
tefek olanları çekim alanına dolayıp peşine takması misali hep yanımıza yöremize
iliştirirdik. Yaşamımız atıklar(ımız)dan oluşmuş bir kabuğun ardında gizlenerek
(yoksa kaybolarak mı demeli :D) geçerdi o zaman… Oysa bütün havı dökülmüş
olduğu halde kendisinin silik, ama bilge bir kopyası pozunda hâlâ tek parça
gözüken bir halıya benzemeyi daha asil bulmuşumdur her zaman. Gerçi bende yine
de birkaç yoluk hav kaldı. Ama köpeğin sidiğiyle kahve lekesini örtmek için
yerleştirdiğim koltuğun ayağının altında yassıldığından fazla belli olmuyor. :D
Ezcümle; bu kesin bir veda yazısıdır. Kubbede kalan hoş (!) sedanın son
tınlamasıdır. (Hani kulağınızda, belki de beyninizde uzuuuuuuun bir zaman sürer
gider de, sonunda kendinizden şüpheye düşüp bir KBB’cının yolunu tutarsınız ya…
İşte o hesap! :D)
Bana burada ahkâm kesme izni verdiğiniz için hepinize teşekkür
ederim. Saygı ve sevgilerimle…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder