J&B Yazıları 5

Emilia "Paw5" Pawlikowska'dan 'Forest' isimli çalışma
Bir yazı nasıl yazılıyor?
Gayet basit. Giriş, gelişme ve sonuç için üç cümle seçiyorsunuz. Bunları aralıklı olarak bir dosya kâğıdına (Muhakkak çizgili olacak, sol tarafa kırmızı kalemle çizgi çekip kenar süsü yapmayı unutmayın.) yazdıktan sonra boş kalan satırları aklınıza gelen gelmeyen (O da nasıl oluyor demeyin, oluyor!) bir yığın saçmalıkla dolduruyorsunuz. Eveeeet, konumuzu böylece işledikten sonra sıra geldi problem çözmeye. :)) Teoriyi hallettik, biraz da pratik yapalım.
Bu hafta Orman Haftası.
Giriş için gayet usturuplu bir cümle seçimi. Öncelikle sosyal bir etkinliği ilan ediyorsunuz. Bileni var, bilmeyeni var. Ama en önemlisi SİZİN adı sanı pek edilmeyen, kıyıda köşede kalmış bir haftayı biliyor (Hayır, ajandadan kopya çektiğinizi açıklamaya gerek yok!) ve önemsiyor olmanız. İlan etmek, alttan alta bilmişlik taslamak ve son olarak bu iki eylem sayesinde hiç çaba harcamadan bu olayı bilmeyen, unutan, hatta pek de umursamayan kişilerde suçluluk duygusu uyandırmak…  Bu, bir yazıyı okutmak için en güçlü kozlardan biridir. :)) Tek cümle ile bunca kuş… şey yani okuyucu vuracağınız… amaaaan toplayacağınız aklınıza gelir miydi? (Eee, tecrübe konuşuyor… pardon yazıyor burada! :D ) Şimdi herkes nefesini tutmuş ikinci cümleyi bekliyor olmalı. Akıllarından neler geçiyordur kim bilir?
“Hiiii, acaba duyarsızlığımızdan mı dem vuracak? Ay, vallahi ben her yıl kutlarım bu haftayı. Evde geçit törenleri yapar, maytap yakarız. Ayrıca geçen yıl bu vesileyle bahçedeki uyuz ağacı bile budatmıştım. Hatta kesim ekibi cinsini de söylediydi, ama aklımda kaldıysa Obama olayım. Iıııı… Belki de Usain Bolt olsam daha iyi olacak. Yoksa bizim çevreci arkadaşlar benim Orman Haftasını bu yıl da unuttuğumu öğrenirlerse, ancak Bolt olursam kurtulabilirim ellerinden.”
Bırakın, soğuk terler dökerek beklemeye devam etsin okuyucular! Siz gelişme cümlesine odaklanın!
“Yok, yok! Kesin ormanların güzelliğini anlatacak. O vahşi doğanın bile içindeki canlılara nasıl şefkatli yuvalar kurduğundan, derununda kaç çeşit tabii hazine barındırdığından, sanki kusursuz bir fraktaliymiş gibi evrenin altın oranını bünyesinde nasıl tekrar tekrar ürettiğinden, sade ihtişamıyla insanı bir görüşte baştan çıkarabilme kabiliyetinden, yan yana gelmesi mümkün ve / veya estetik kabul edilmeyen nice rengi yeşil paletinde nasıl kaynaştırıverdiğinden, rahat bırakıldığında neredeyse hiç zarar vermeden çoğalmayı, büyümeyi sürdürebilme kudretinden bahsedecek.  Kimse görmese bile ormanda devrilen ağacın tüm ağırlığıyla yüreklere düştüğünden dem vuracak. Orman yangınlarının kara dumanının binlerce kilometre öteden bile boğazımıza düğümlediği güdük nefesler benzeri oksijensiz cümlelerle o korkunç yıkımı anlatacak belki. Hatta kapladığı geniş alan yüzünden böylesine görkemli ve güçlü görünen bir şeyin niye bu kadar narin ve kırılgan bir güzellik olduğuna ağıtlar yakacak. En sonunda dünyanın bu, hor kullanılan ahşap saraylarının içini dolduran kuş sesleri sayesinde dallarının yeşiline kanat takacak ve huzurunu ruhumuza üfleyecek.”
Ama bu böyle olmaz ki. Siz müstakbel okuyucunuzun (bazıları müstakbel veya sabit okumayıcı olacaktır, hele de yazıyı bu kadar gevelerseniz…) aklından geçenleri değil, yazacağınız yazıyı düşünün, rica ederim. Ner’de kalmıştık? A, evet! Gelişme cümlesi. Düşünün bakalım, en az giriş kadar etkileyici bir gelişme cümlesi nasıl yazılabilir?
“Orman çok güzel bi’ şi’dir. Yeşil olur. Biz ormanlarımızı çok severiz. Hafta sonları dolmamızı, sarmamızı, böreğimizi, çöreğimizi yapar, küçük tüpümüzü, yanıcı malzemeden örtülerimizi, plastik ve teneke şişelerdeki içeceklerimizi, bi’ de topumuzla tüfeğimizi alır, doğru ormana gideriz. Ormanın havası tertemiz olur. Onun için ağaçlara karşı sigara tellendirmenin keyfi hiçbir şeyde yoktur. Orman ağaçlardan oluşmuştur. Ağaç üstü yeşil, altı kahverengi bi’ şi’dir. Bazen cik cik sesler çıkarır, bazen de hışır hışır der. Bazılarının gıcırdadığı da söylenir. Ben hiç duymadım. Ağaçların dalları vardır. Üst dallar hiçbir işe yaramaz, alt dallara salıncak kurulur. Ağaçların gövdeleri bıçakla marifetini göstermek için idealdir. Her ağaca adının baş harfini kazımak gerekir ki, kaybolursan yolunu bulasın. Ormanın çok içine girilmez, çünkü orada bi’ sürü hayvan vardır. Ama en kötüsü karıncalardır. Yemeklere saldırırlar, hiç sevmem. Ormanın bi’ iyi tarafı daha vardır. Yiyip, içip, top oynayıp, tüfekle sağa sola ateş ettikten sonra ortalığı derleyip toplamaya hiç gerek olmaz. Ne var ne yoksa arkanda bırakıp tertemiz evine dönebilirsin. Ormanı temiz tutmak, korumak, zarar görmesin diye gözetmek gerekir. Ama Allahtan bu bizim görevimiz değildir. Gökten zembille inen melaikeler nasıl olsa bu işi yaparlar. Ayrıca orman… orman… orman yeşil ve güzel bi’ şi’dir işte! Orman ormandır.”
Ay, bu ilkokul kompozisyonu nereden çıktı? Burada yetişkinlere yazı dersi veriliyor, lütfen kendinize gelin. Hâlâ bir gelişme cümlesi çıkaramadınız, hatırlatırım.
Orman insanın içindeki nüveyi tüm açıklığıyla göz önüne serebilecek nadir yer, ortam ve kavramlardan biridir.
Amanın! Vallahi beklediğimize değdi. Tüylerim ürperdi ayol! Bir tek cümlede bu kadar ezici bir ahkâm ancak böyle kesilebilir. Ben karşısında şapka çıkarıyorum bu cümlenin, ama bazı okuyucular hareket edecek halde bile değiller. Bakın, bakın! Kiminin gözleri yuvalarından uğramış, haftanın manası – ve yazının anlamsızlığı – dâhilinde olsa gerek, suratları da hafif yeşile çalıyor. Etkilendikleri kesin! (Akut Yazı Tutması Sendromu da bir etkilenmedir sonuçta…) Üstelik daha kapanış cümlesini bile yazmadık. Acaba en anlamlı son nasıl yapılabilir? Şöyle Orman Uyuklayanı (Hasancık) gibi çaktırmadan kış uykusuna yatırmalı okuyucuyu önce. Bu arada Orman Tilkisi gibi hepçil davranmalı ve beslenmeye müsait her şeyi yazıya koymalı. Ayrıca yazının Orman Gülü gibi çok renkli ve estetik, Orman Ötleğeni kadar seri ve melodik (Aslına bakarsanız hiç melodik değiller, ahlâka mugayir (!) kabul edilen laflara konulan bip’ten hallice çıkıyor sesleri. :D ) olmasına dikkat etmeli ki sonradan “Hangi Orman Kibarı yazmış bunu?” demesinler. Metnin ana fikrini bulmak için orman taşlamaya gerek kalmamalı, ama aynı zamanda Orman Kanunu düşkünlerine pabuç bırakacak kadar da doğrudan yazılmamalı. Orman Sarmaşığı misali tatlı tatlı sarılmalı kelimeler, boğarken dahi dekoratif görünmeli metin. “Bir ülkede ormanların sağlıklı olarak var olabilmesinin birinci koşulu genel anlamda o ülkede sağlam bir orman rejiminin bulunmasına, özel anlamda da keyfe, çıkara, kişiye, batıl ve yoz inançlara tabi olmayan bir orman yasasıyla varlığının garanti altına alınmasına bağlıdır.” gibilerinden Orman Horozluğu yapılmamalıdır, yoksa avlarlar. Orman Sıçanı kadar sevimli, ama sinsi, Orman Yeşilbacağı kadar batakçı davranmalı ve “Ormanlar malımız değil, mirasımızdır.” benzeri ortaya ortaya konuşulmalıdır. Orman köylülerinden, işçilerinden zinhar bahsedilmemeli, ülkenin medeniyetler beşiği bir büyük şehrinde ancak üç soluğa yetecek kadar kalmış ormanların köprüydü, çılgın kanaldı diye yenip bitirilmelerine sırt (aslında buraya başka bir kelime yakışırdı, ama ayıp olur şimdi :D ) dönüp susulmalıdır. Türkiye’nin en yeşil bölgesinin en yeşil mevzilerine ‘santra santra santral kurulacak, her ev ışıl ışıl olacak’ bahanesiyle damardan girme teşebbüsleri (çoğu başarıya ulaştı, ama bizimki züğürt tesellisi işte!) kat’a konu edilmemelidir. Yine de uslanmayan dil söyleyecek, inatçı kalem de tutup yazacak olursa eğer, orman gibi saçı sakalı olan birileri bulunup arkalarına gizlenilmelidir.
Evet, amaçlarımızı da ortaya koyduktan kelli sıra geldi sonuç cümlemize:
Orman Haftası hepimize kutlu olsun. (!)



 Vessela Banzourkova'dan 'Floating in the Mirror World' isimli çalışma
Sitesi
Dışarıda pırıl pırıl, masmavi bir gün var ve ben sürünüyorum. Martının biri karşı damın yağmur oluğuna oturmuş keyifle kendini temizliyor, bense sürünüyorum. Köşedeki evde bir kadın pencereye çıkmış, mendil boyutundaki mutfak bezini ikiye üç salon halısıymış gibi büyük bir şevk ve tutkuyla silkeliyor, ben sürünüyorum. Taksi durağındakiler bahar müjdecisi havayı görünce kendilerini arabalarının sarısını parlatmaya adamışlar, karıncalar gibi devinip, didinip duruyorlar, ben seyrederken dahi sürünüyorum. Durağın hemen yanında yetiştirdikleri takla güvercinleri haşarılığa çıkmış mahalle veletleri gibi gökyüzüne dağılmış, havayı tokatlayarak uçuyorlar, gözlerim peşlerinde, ama ben sürünüyorum. Parktan dertli bir gıcırtı geliyor, herhalde çocuktan enlice biri oturdu, salıncağın canı çıkası var, ben ondan çok sürünüyorum. Kapıcı bahçenin tozunu almaya çıkmış, çim biçiyor, kokusu hiçbir parfüm tasarımcısının şişeleyemeyeceği cinsten bir yaşam coşkusu esansı gibi burun deliklerime doluyor, ama ben bu teşvike de direniyor ve sürünüyorum. Sokakta bir bızdık üç ila dört yıllık yaşamının en büyük haksızlığını çığlık çığlığa dillendirmeye çalışıyor, avazındaki hayal kırıklığı içimi burkuyor, haliyle sürünüyorum. Artık iyiden iyiye alıştığımız polis ve cankurtaran sirenleri geri planda ufaklığa koro yapıyorlar ve ben sürünüyorum. Spiker kar geliyor diyor, sürünüyorum. Karganın biri ötüyor, sürünüyorum. Bakkalın çırağı siparişleri getiriyor, ilk kez görüyormuş gibi tuhaf tuhaf suratıma bakıyor, biliyorum oğlum, sürünüyorum. Gazeteyi açarken elimi sürüyorum, çünkü sürünüyorum. Yeni dizi başlıyormuş, çok heyecanlıymış, falancayla filancayı bir araya getirmişmiş, aşnaymış da fişneymiş, işim var, ben sürünüyorum. Mecliste temsilcilerimiz (!) yine gırtlak gırtlağa gelmişler, n’olmuş, ben de sürünüyorum. Dört sürünüyorum, artı dört sürünüyorum, üçüncü dörde halim kalmıyor, zira sürünüyorum. Sivas kundaklamasının zaman aşımına içimde meşaleler yaksam da faydası yok, sürünüyorum. Manşetlerde gözlerimi sürüyor, okudukça daha çok sürünüyorum. O kadın komşunun tavuğuna kışt dedi diye öldürülmüş, bu kadın gözünün üzerinde kaşı var diye dövülmüş, bir başkası çocuklarını ısıtamadı diye kendini asmış, acıların ülkesinde yaşıyormuşuz, hiç mi hiç iyi bir şey olmuyormuş, tamam işte, ben de sürünüyorum. Arkadaşım “Bahar depresyonu bu!” diye teşhisimi koyuyor, yüzüne boş boş bakıp sürünüyorum. Vitamine yüklenip kendime iyi davranacakmışım, ha bir de hareket etmem lazımmış, iyi ya işte, ben de sürünüyorum.  Vitamine karşıdan deriiiin derin baktıktan sonra saçımı okşuyor, yanağımdan makas alıyor, aynadan kendime öpücük atıyorum, iş hareket etmeye gelince, dünya dönüyor ya zaten, hoş, ona da itirazım var, zira sürünüyorum. Arkadaş “Depresyonda olmak hoşuna gidiyor senin yahu!” diye ahkâm kesiyor, “O benim işim.” diyecek oluyorum, amaaan boş ver, nasılsa öyle de sürünüyorum, böyle de sürünüyorum. Bu, böyle olmazmış, antidepresan almam lazımmış, artık herkes kullanıyormuş zaten, vaka-i adiye olmuşmuş, olmuştur, her can sıkıntısının adını depresyon koyar, avuç avuç ilaç yutarsan vaka-i adiye de olur, vaka-i adliye de, ama ne gam, ben her halükarda sürünüyorum. Yemek yapmak lazım, iyi de, kim yiyecek, ben sürünüyorum. Ütüler dağ gibi, ben eteklerinde, yine sürünüyorum. Evi götüren bazı ismi lazım değiller var, götürsünler, ben sürünüyorum. Maaşı çekmeli biran evvel, yoksa kalabalık olur, sürünürüm, olsun, ben zaten sürünüyorum. Acaba talimat verip maaşı direkt kart hesabına mı boca ettirsem, bir ceplerinden öbür ceplerine, onlar sağ, ben… sürünüyorum. Yine de kuyruğu dik tutmak lazım, saçı başı düzelttirmeli, saç balta girmemiş salkım söğüt ormanına dönmüş, baş ise… söyledik ya, sürünüyor. Yüzü de boyamalı biraz, Frankenstein’ın gelini bir tek sinema salonunda güzel, makyaj malzemelerini aldım elime, banyo aynasının önünde sürünüyorum. Surata astar atma aşamasını geçip ikinci katı vururken halime acıyan tavandan yardım geliyor, tepemden tıp tıp su damlıyor, meğer üst komşunun su borusu delinmiş, sürünürken sürünürken hoooop yüzüyorum. Koştur, koştur, haber vermek lazım, üst katın kapısını çalıyorum, bir hanım, “Ev battı!” diyor, sürünüyoruz. İki gün sürüne yüze geçiyor, tavanlar kabarıyor, dökülen boyalar tabanın döşeme desenlerine karışıyor, ben de aralarında sürünüyorum. Ha kurudu, ha kuruyacak diye elde kap kacak sabah akşam gezinmekten sıdkım sıyrılıyor, onu arkamda bırakıp sürünüyorum. ‘Hazır doğruluktan, gerçeklikten sıyrılmışım, kurguya yöneleyim, elimde altı aydır ısrarla roman olmaya çalışan bir öykü var, onu kırpmakla uğraşıp kendimi unutayım.’ diyorum, süründürüyor beni, sürünüyorum. Tavanlar sonunda kuruyor, izlerin arasında art deco figürler, abstre desenler var, eşe dosta onları yeni suluboya çalışmalarım diye yutturmaya uğraşırken bir yandan da “Aman, duvarlara sürünmeyin!” diye uyarıyorum, ama ben sürünüyorum. Kadın kısmısının en birinci tedavi yöntemi diyerek kendimi dışarı atıyor, o mağaza benim, şu mağaza yine benim dolanıp duruyor, gördüğüm birbirinin kopyası nesnelerden yılıyor, sürünüyorum. Çul çaputtan umudu kesip parşömene takılıyorum, kitap bakarken o kadar süründürüyorum ki tezgâhtarı ‘Hediye mi alacaksınız?’ diye soruyor, gülmeye mecalim yok, sürünüyorum.  Oradan çıkıyorum, her alışveriş merkezinde mantar gibi biten sinemalara gözüm ilişiyor, o tarafa sürünüyorum. Girsem mi diye ayak sürürken, yanımdan geçenlerin “Abi accaayyyipppp bi’ şi’miş.” mealinde konuştuklarını duyunca filmin ‘bol efekt, az hikaye, birinci yarı bezdirici, ikinci yarı mide döndürücü, çıktıktan on dakika sonra konuyla ilgili akut amnezi’ cinsinden olduğunu anlıyor, tornistan sürünüyorum. Eve dönerken arabayla trafiğin arasına karıştığımdan süründüğüm pek belli olmuyor, çünkü topluca sürünüyoruz.  Bir ayağımı atarken öbürünü köpek kapa kapa bahçe yolunda sürünüyorum. İki gram yağmur atıştırınca salyangozlar seyrana çıkmış, anten-gözlerini kıskançlıkla dikmiş bana bakıyorlar, çünkü onlardan iyi sürünüyorum. Posta kutusunu dolduran – yirmi küsur yıl önce Amerikan filmlerinde ağzımız açık seyrederken artık alıştık mektup yerine her ay hesap özeti, fatura, bildirim, reklam yığınlarıyla boğuşmaya – rengârenk zarfları nedensiz bir hevesle çıkarıyorum, ‘son ödeme tarihi’ ifadesini fark edince biran sürpriz bir şey görme umuduyla göndere çektiğim göz kapaklarım hemen yarıya iniyor, sürünüyorum. Sabahları sürünerek kalkıyor, sürünerek kahvaltıyı hazırlıyor, ekmeğime yağ sürüyor, sürüne sürüne yiyorum. Markete sürünerek gidiyor, alışveriş arabasının peşinden sürükleniyor, kartımı pos makinesine şöyle bir sürtüyor, torbaları sürüye sürüye eve geliyorum. Akşamın beşinde kurulu oyuncaklar gibi sürüne sürüne bilgisayarı açıyor, kolumu dahi kaldırmadan parmağımın ucunu sürüye sürüye komut veriyorum. Birden yeni yazıyı yazmam gerektiği aklıma geliyor, kelime işlemciyi açıyorum, boş sayfaya bakıp sürünüyorum. Yazı altta kalacak değil ya, o da sürünüyor, ama ben orada bile mızıklıyor, işin çoğunu ona bırakıyorum, garibim beni yankılayıp duruyor, SÜRÜNÜYORUZ-rünüyoruz-nüyoruz-yoruz-ruz-zzzz… Sürünmemiz sürüp yazıdan bir şey çıkmayacağı kanaati her iki tarafta da (hem yazıda, hem bende) hâsıl olunca yollarımız ayrılıyor, onu bilmem, ama ben günü peşimde sürüklemekten vazgeçip, geceye sürünüyorum.  Tam üst göz kapakları alttakilerle flörte durmuşken televizyonda bir belgesele rastlıyorum, yılanları anlatıyor, şöyle bir göz atınca hem nicelik, hem nitelik açısından onlardan çok daha iyi bir sürüngen olduğuma karar veriyorum, koltuklarım kabarıyor, uyumaya giderken göğsümü gere gere sürünüyorum. Gece rüyamda protozoa olduğumu görüyor, “Oh be! Hiç olmazsa artık mecburum.” diye düşünerek keyif ve huzur içinde sürünüyorum. Sabah yeniden insan olmaya uyanınca düş kırıklığı yaşıyor, sil baştan sürünüyorum. 
Yetti artık! Bana bak! Bahar depresyonu musun, ayakta geçirilen bir çeşit ruhsal enfeksiyon musun nesin, yürü, git! Seni tepelemeye dahi mecalim yok, sürünüyorum.  



Dave Chihuly'den Tacoma'daki Glass Museum'da 'Bridge'
Diğer Çalışmaları            Sitesi
Bir dost yazılarımı okurken zorlandığını ifade etti. Akıcı olmakla beraber cümlelerin ucu bucağı olmadığından, bir de çoğunlukla paragraf falan hak getire üslubundan dolayı yazıda kaldığı yeri bulmakta güçlük çekiyormuş. Haklı!... Düşünsenize, on beş satırlık bir cümleye “Yahu okudum, ama ne dedi bu şimdi?” diye yeniden göz atmak isteseniz, nerde başladığını dahi bulamıyorsunuz. Bir çuval sözcük... Cümlenin kendisi bir paragraf uzunluğunda zaten. Neresinden tutsanız sağından solundan parantezler, virgüller, noktalı virgüller dökülüyor. Biraz silkeleseniz, koskoca cümle “Şimdi anladııım. Bunca laf salatası ‘Bugün yağmur yağdı.’ demek içinmiş.” misali aydınlanma anlarının rüzgârına kapılıyor, savrulup gidiyor, geriye bir tek nokta (.) kalıyor. :)) Her ne kadar bu eleştiriye hak verdiysem de, enim dar cinsi bahaneler bulup arkasına saklanmaktan da kendimi alamadım. :D Oysa esas yapılması gereken cümlelerimi laf kalabalığından kurtarmak. İyi de kim kurtaracak? (O kişinin ben olmadığı, olamayacağı ortada… :D) Keşke ben bildiğim gibi yazsam, sonra birisi gelse, “Orası fazla. Burası sarkmış. Bu cümle baştan falso, at gitsin! Saçma! Zırva! Gereksiz! Ayıp!!! Güncel değil. Ahenksiz! Dengesiz! Parantez kullanmak yasak! Kafaya göre noktalı virgül konmaz, böl cümleyi, kurtul! Uzun! Sulu! Fazla dramatik! Didaktik! Bu, ne bu? Eş anlamlılar sözlüğü gibi cümle… Hiç olmamış! Evladım, çalış da gel!” diye ayıklasa... Nasıl rahat ederdim, anlatamam.
Bense yazıyorum, okuyorum, düzeltiyorum. Sonra yine okuyorum. Fazlalıkları atıp, attığımdan fazlasını ilave ediyorum. (İşte bu, hiç şaşmaz! :D) Tekrar okuyorum. Noktası, virgülü yerinde mi diye sil baştan alıyorum. Kulağa nasıl geliyor diye yüksek sesle okuyorum. İyi gelmiyor tabii! :)) O kısımları çıkarıp, daha fazlasını katıyorum. (Dedim ya, bu kural hiç bozulmaz!) Yeniden okuyorum. Paragraflarla yapboz oynuyorum. Tekrar, tekrar, tekrar okuyorum. Sonunda kelime işlemciye gönderilebilir kararını veriyorum. Bilgisayara girmeye başlıyorum. Oraya yazarken muhakkak bir yerleri değişiyor. Hadi bakalım, baştan tetebbu… Artık kelime işlemcinin imkânları da elimin altında ya… O kısmı kaldır, buraya taşı! Şu kelime beş ileri gidince kulağa daha iyi geliyor, birdirbir oynat! Bu üç satırı toptan atmalı, sil gitsin! Yok, olmadı. Geri al! Kan, ter ve gözyaşı… :)) Hep beyaza bakmak sebebiyle gözyaşı. Onca harfiyat yapmaktan dolayı ter. (Buradaki ‘harfiyat’ harf işi anlamında – bkz. AKA sözlüğü 1. Cilt :)) – kullanılmıştır. Hafriyat kamyonlarının üzerindeki yanlış yazımla hiçbir akrabalığı yoktur. Duyurulur! :D) Daha başlarken kendi kendimi “Bu kadar uğraştıktan sonra bu yazı hal-i yola girmeyecek olursa, kan çıkacak, ona göre.” diye tehdit etmem nedeniyle de muhakkak kan. :)) Eh, yazıyı gruba aktarma zamanı geldiğinde daha fazla düzeltme yapmaya mecalim kalmadığından “Yükle gitsin!” sözcükleri havaya neon ışıklarıyla yazılmış gibi görünüyor artık.
Aslında ezelden beri böyleydim ben. ‘BAKKALA GİDİYORUM’ diye not bırakmam bile bir buçuk saat sürerdi. Öyle iki kelime yazmakla biter mi hiç? Sorarlar adama hangi bakkala gidiyorsun diye… Tamam o zaman. KÖŞEDEKİ BAKKALA GİDİYORUM. Vallahi pek güzel oldu. Tam kapıdan çıkacağım, sol omuz başımdan bir ses…
“Hangi köşe? Sokağın iki köşesinde de bakkal var akıllım.”
“Allah Allah! Ne önemi var şimdi bunun? O köşe değilse, bu köşedir.”
“Cık! Olmaz! Olamaz!”
“SAĞ KÖŞEDEKİ BAKKALA GİDİYORUM. Oldu mu?”
“Kime göre sağ?”
“Buyur?”
“Senin sağın mı? Notu okuyanın sağı mı? Okurken ne yöne baktığını nereden bileceksin?”
“Yahu ne fark eder?”
“Bi’ şey yapıyo’sun, bari adam gibi yap!”
“LAZ BAKKALA KADAR GİDİYORUM. Tamam mı?”
“Hani kesme? Nerede kesme? Bütün noktalama ve imlâ işaretlerini sil baştan mı öğreteceğiz canım? Aaaaa!”
“Tamam, tamam, anladık! LAZ BAKKAL’A KADAR GİDİYORUM.”
“Niçin ‘kadar’ diyorsun? Alışveriş yapmayacak mısın? Oraya kadar gidip bir şey almadan mı geri dönmeyi planlıyorsun?”
“Fesuphanallah! LAZ BAKKAL’A ALIŞVERİŞE GİDİYORUM. Nasıl?”
“Fena değil. Ama ne alacaksın, esas önemli olan o!”
“Benim alacağımdan notu okuyana ne, kardeşim?”
“Öyle deme! Ya alacağın şey evde varsa, ya sen bulamadıysan, ya sana ‘Katiyen alma! Ben aldım.’ diyesi gelirse o kişinin.”
“Öfff! LAZ BAKKAL’A CİKLET ALMAYA GİDİYORUM.”
“Hah, şöyle! Ne marka?”
“Anlamadım.”
“Cikletin markası diyorum…”
“Tövbe, tövbeee! Yahu markasından sana ne?”
“Bana ne tabii canııııım! Ama notu okuyan merak eder haliyle…”
“Cikletin markasını…!!!???!!!”
“Bembeyaz Dişler mi yoksa Güzel Gülüşler mi? Hangisi? Hangisi?”
“Patla! LAZ BAKKAL’A DAMLA SAKIZI ALMAYA GİDİYORUM. Oldu mu? Hadi ben git…”
“Hop, nereye?”
“Notta yazıyo’ ya!”
“Laz Bakkal, hani şu ıslıkla türkü çalamayan mıydı?”
“Yok! O, iki sokak ötedeki Laz Bakkal… Bu, samut olan.”
“Ne olan, ne olan?”
“Samut. Suskun, sessiz anlamında. Gerçi anneannem o kelimeyi, anlamına iki ölçü aksi suratlı ile bir ölçü münasebetsiz katarak kullanırdı. O yüzden bizim Laz Bakkal’a cuk oturuyor.”
“E, yani… Şimdi her şeyi yazdın da, bir kelimeyi mi sakınıyorsun notundan? Üstelik onca anlamı içinde barındırıyormuş. Ayıp, ayıp!”
“Ya Sabııııır! SAMUT LAZ BAKKAL’A DAMLA SAKIZI ALMAYA GİDİYORUM. Tamam mı? Ya niye soruyorum ki zaten. Gidi…”
“Şekerli mi, şekersiz mi?”
“Laz Bakkal mı?”
“Sakız, şaşkın! Sakız!”
“Şekerli damla sakızı olur mu ya? Şekersiz tabii!”
“Öhhöööö! Sen biliyorsun da, notu okuyanın haberi var mı bakalım?”
“SAMUT LAZ BAKKAL’A ŞEKERSİZ DAMLA SAKIZI ALMAYA GİDİYORUM.”
“Parasıyla alacaksın ama, değil mi?”
“E, her’alde!”
“Hayır, oraya alelade bir ‘ALMAYA’ yazmışsın da… Para vereceksen o eylemi ayrıntılandırman gerekmez mi?”
“SAMUT LAZ BAKKAL’DAN ŞEKERSİZ DAMLA SAKIZI SATIN ALMAYA GİDİYORUM.”
“Aslında Türk olduğun için çok şanslısın, biliyor musun?”
“O niyeymiş?”
“Eğer İngiliz, Alman falan olsan cümlenin fiilini gidiş biçimini tanımlayacak şekilde yazman gerekirdi. Yürüyerek gitmek başka, araçla gitmek başka… Yoksa notu okuyan nereden bilecek senin bakkala nasıl gittiğini di’ mi ama?”
“Yakamdan düşeceksen onu da yazarım.”
“İlahi! Ayol, ben senin omzundayım. İlle de yakana gelmemi istiyorsan, ilgili makama dilekçe yazmak zorundasın. Ama bu kabiliyetle onu kaç saatte yazarsın bilemiyorum.”
“Bi’ sus ya! Bi’ sus! Hatta yeter ki sus! SAMUT LAZ BAKKAL’DAN ŞEKERSİZ DAMLA SAKIZI SATIN ALMAK İÇİN YÜRÜMEYE KARAR VERDİM.”
“Neredeyse mükemmel! Ama zaman belirtmek daha kibarca, daha düşünceli bir davranış olmaz mı sence?”
“SAMUT LAZ BAKKAL’DAN ŞEKERSİZ DAMLA SAKIZI SATIN ALMAK İÇİN ON BEŞ DAKİKALIK BİR YÜRÜYÜŞE ÇIKMAYA KARAR VERDİM.”
“Ben onu kastetmemiştim aslında. Evden kaçta çıktığını yazman gerektiğini söylemeye çalışıyordum. Gerçi süreyi belirtmek de fena fikir değil.“
“SAMUT LAZ BAKKAL’DAN ŞEKERSİZ DAMLA SAKIZI SATIN ALMAK ÜZERE SAAT 13:45 DE YÜRÜYEREK YOLA ÇIKMAYA NİYET ETTİM. YOLCULUĞUN ON BEŞ DAKİKA SÜRMESİ BEKLENİYOR.”
“Brava! Bu sefer başardın.”
“Deme! Gidebilirim yani…”
“Ayol durduğun kabahat! Tutan mı var? Ha, birden aklıma geldi de, yolun on beş dakika süreceği nereden belli? Ya dışarıda bir arkadaşına falan rastlarsan?”
“SAMUT LAZ BAKKAL’DAN ŞEKERSİZ DAMLA SAKIZI SATIN ALMAK ÜZERE SAAT 13:46 DA YÜRÜYEREK YOLA ÇIKMAYA NİYET ETTİM. YOLCULUĞUN ON BEŞ DAKİKA SÜRMESİ BEKLENİYOR.
NOTUN NOTU: DIŞARIDAYKEN HİÇ KİMSEYLE KONUŞMAYACAĞIMA NAMUSUM VE ŞEREFİM ÜZERİNE YEMİN EDERİM. ZATEN BU HALDEYKEN KARŞIMA ÇIKACAK OLANI DA TANRI KORUSUN!”
“Hem onu korusun, hem seni korusun!”
“Artık bu dileğin niyesini, niçinini sormuyorum. Gidiyorum ben.”
“Niyesi var mı canım? Ya kafana saksı düşerse, ya araba falan çarparsa? On beş dakika diyorsun, ama hastane kapılarında sürünmeyi hesaba katmıyorsun hiç.”
“Doğru. Daha uzun sürer. Üstelik öleceğim de garanti değil. Hastane mastane… Masraf çıkmasın durup dururken. Notu değiştiriyorum. İNTİHARIMDAN KİMSE SORUMLU DEĞİLDİR. Jiletler ner’deydi?”
“Aslında orada ‘KİMSE’ denmez biliyorsun, değil mi? ‘HİÇ KİMSE’ diye yazman gerekir. Hem işin doğrusu da öyle değil ki! Biz neciyiz burada? Sen bu kararı verirken yalnız mıydın ki, hiç kimse sorumlu değildir diyorsun? Cık cık cık! Gücendim ama… Ha, bu arada evde jilet yok. Sen en iyisi ilk notunda; samut Laz Bakkal’dan şekersiz damla sakızı satın almak üzere saat 13:47 sularında evden çıkmaya hazırlanırken birden kendini öldürmeye niyetlenmen sebebiyle evde mevcudu bitmiş jileti de aynı yerden temin etmeye karar verdiğini, bu sebeple yürüyerek o cenaha doğru hareketlendiğini, eğer yolda bir tanıdığa, arkadaşa veya tamamen yabancı birine rastlayıp konuşmak zorunda kalmaz, trafik araçlarının karışması da muhtemel bir takım kazalar geçirmez isen on beş dakika içinde geriye dönmüş olmayı ümit ettiğini belirt! Bak, bak da öğren! Adam gibi bir not nasıl yazılırmış, gördün mü cicim?”

Demem o ki; benden ne köy olur, ne kasaba… :D



Vladimir Kush'tan 'Book of Books'
Diğer Çalışmaları            Sitesi
Geçen seneki ajandamdan çok memnundum. Ne zaman konuya sıkışsam hemen derunundan bir cevher yumurtlar; “Bugün Leylek, Leylek Havada Haftası başlıyormuş.” diye o yükü üzerimden alıverirdi. Oysa bu yılki ajandanın içeriği genelde bomboş bir yaprak (ki bende sağ elin baş, işaret ve orta parmağında şiddetli kaşıntıya sebep oluyor) ile sayfanın tepesinde koca bir tarihten ibaret. Akça pakça sayfaları yazma isteğimi kamçılıyor olabilir, ama konu önermeyince bütün hevesim kursağımda kalıyor. Mesela geçen yıl ajandam sayesinde Kütüphaneler Haftası’ndan tam üç tane yazı kotarmıştım. :)) Oysa bu yıl gazetede görmesem haberim olmayacaktı.
Bizim evin kütüphane tarihi beş adet eski karyola rabıtasının birbirine çatılmasıyla başlar. Başlangıçta portakal kasasından hallice görünürken, nedeeen sonra kıymıkları elimize batmasın diye elde kalan birkaç rengin karışımından hasbelkader ortaya çıkmış nefis bir çikolata kahverengisine boyanan kitaplığımız, üzeri Varlık Yayınları ile kısa sürede dolduğundan, hazımsızlık çekmeye çok çabuk başlamıştır. Arkadan gelen ikinci salvo dikişli ve ciltli romanlardır. Bu yakışıklıları :)) boy bos sorunu yüzünden rafına sığdıramadığını itiraf etmektense, karton kapaklılardan daha dayanıklı oldukları bahanesiyle onlara gizli görev vermeyi ve merkeze kendisini koyup çapı giderek artan çemberler halinde hepsini haneye dağıtmayı evla görmüştür minyatür kütüphanemiz.  Ciltlilerden oluşan öncü tim ilkin usul usul yatak başuçlarındaki komodinlerin üzerini doldurup taşırmış, manga olunca tuvalet masalarına, büfelere, şifonyer tepelerine atağa geçmiş, bir taburu bulunca mutfak ve yemek masalarının eteklerine yüz sürmüş, en sonunda muzaffer bir bölük halinde az kullanılan koltukların minderlerine konuşlanarak muradına ermiştir. Soğuk kış gecelerinde yorgan niyetine yatakların üzerini kapladığı bile olmuştur bunların. :)) Misafir geleceği zaman başka evlerde temizlik yapılır, bizde ise hanenin esas sahibi misali sere serpe yayılmalarına izin verilmiş kitaplar kaldırılırdı iskemlelerin, kanepenin üzerinden… Yani ev halkı dört başı mamur kitaplık hayalleri kurar, bizim bücür kütüphane ise kitaplara aguşunda daha fazla yer açamadığına hayıflanır dururken, Parşömen Ulusu çaktırmadan evimizi ele geçirme babında ilk ciddi atılımını yapmıştı bile. Yıllarca bu işgalin hiç farkına varmadan güle oynaya o odadan bu odaya, o evden şu eve taşıdık durduk ‘ufacık, tefecik, içi dolu kitapçık’ kütüphanemizi. Ömrünün sonuna doğru öyle bir tecrübe kazanmıştı ki, bünyesine sığdıramadığı kitapları bir kuyruklu yıldız gibi peşine takar, evin oturma veya yatak odası adı altında geçen bölümlerini çaktırmadan tanıdık, eş, dost, akraba için açık bir kütüphane haline getiriverirdi. Başlangıçta belki de renginin çağrıştırdığı şeyler dolayısıyla (her sabah kahverengi raflarının o gece beş iri ve uzun çikolata çubuğuna dönüşmüş olmaları umuduyla kalkardım :D) meftundum o mini mini kitaplığa. Okuma bilmezken onun asık suratlı, ama asil Varlık Yayınlarının arasına nadiren kabul ettiği ciltli kitapların cafcaflı kapaklarının üzerinde ve / veya sayfa aralarındaki üç beş resimden tamamen bana ait (ve tabii kitapta anlatılanla yakından uzaktan ilgisi olmayan :D) hikâyeler çıkarmak, okumayı öğrendikten sonra ise raflarında kitap kılığında sakladığı gizli geçitlerden bambaşka diyarlara dalıp, gördüğüm her patikayı takip ederek kaybolmak için hep yamacında olurdum.
Parşömen Ulusu, bizim bızdık kütüphanenin teşvikiyle geometrik dizi halinde çoğalarak, kendi beş yıllık kalkınma hamlelerini Türkiye Cumhuriyeti’nden çok daha başarılı bir biçimde gerçekleştirdiğinden olsa gerek, bir süre sonra her taşınma arifesinde ağzımıza bir persenk dolanır oldu.
“Okumak iyi hoş da, şu fazla kitapları bir yerlere versek artık.”
Niyeti ciddiye bindirip konuyu gerçek anlamda tartışmaya açtığımızda ise daha birinci gündem maddesinde tıkanır kalırdık. Şu adı geçen ‘fazla’ kitaplar hangileriydi?
“Çocuk kitaplarını verelim artık. Kazık kadar olduk hepimiz.”
“Olmaaaz! Benim onların her biriyle ayrı anım var. Mesela bak, şu On Beş Yaşında Bir Kaptan var ya… O, benim kendi çocukluğunu bitirmeye bir türlü gönlü razı olmayan bir akrabamdan araklamayı başardığım ilk kitaptır. Onu elime verirken dahi – Ghost filminde medyumu canlandıran Whoopi Goldberg’in dört milyonluk çeki bağışlamak zorunda kaldığı rahibeyle karşılıklı çekiştirip durması misali – sıkı sıkı yapışmıştı bir ucundan. ‘Kitapta tek bir leke görmeyeceğim. Satır altlarını falan çizmek yok. Sayfaları parmaklarını tükürükleyerek çevirmeye kalkarsan seni tükürüğünde boğarım, ona göre… Okurken diğer kitaplarda yaptığın gibi bir şeyler atıştırman zinhar yasaktır. Sağda solda unuttuğunu, açık olarak sırt veya – söylerken bile soğuk soğuk terliyorum, olacak şey değil, ama – yüz üstü bıraktığını, sayfasını kıvırdığını, hele hele bir arkadaşına ödünç vermiş olduğunu duyar, görür, haber alırsam benden başka kitap almayı unut! Ayrıca hayatının kâbusu haline gelir, canını damla damla gözyaşı kanalından çıkartırım haberin olsun!’ şeklindeki bir söylevle, kitabın ardından hıçkıra hıçkıra ağlamadıysa da dudakları titreyerek devir teslim törenini zar zor tamamlamıştı. İyeliğimdeki bütün kitaplar hor kullanımdan şikâyet edebilir ve hakları vardır. Ama On Beş Yaşında Bir Kaptan hâlâ dün basılmış gibi pırıl pırıl duruyor kitaplığımda…” :))
“Peki, çocuk kitapları kalsın. Şu pembe dizileri atalım bari.”
“Katiyen olmaz. O kitaplar araştırma yapma hevesini bana ilk kazandıran matbaa ürünü sayılabilirler. Okulda okutulan tarih kitaplarının başaramadığını, içinde laf olsun diye isimleri geçirilen tarihi kişilikler yüzünden merakımı kamçılayan bu tozpembeler becermiştir. En pembe serinin, en pembe kitabının, en pembe sayfasından bile bir şeyler öğrendiğim olmuştur kimi zaman. Renklerine saygım, kendilerine her anlamda gönül borcum vardır.”
“Pekâlâ! Renkli serileri de geçelim. O zaman bari okuduktan sonra bir daha kapağını kaldırmadıklarımızı bir kütüphaneye falan bağışlasak. Örneğin 1973 yılında yazarı Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldıktan hemen sonra Türkçeye çevrilen Çöl (Voss) gibi bize ‘hitap etmeyen’, bitirmek için her yıl hevesle elimize alıp, ilk yirmi sayfadan sonra gözümüzü hastanede açtığımız kitapları versek de kıymetini bilen biri okusa…”
“Mümkün değil. Adamlar yazarına boşuna mı vermişler dünya çapındaki ödülü? Değerli olmasa ödüllendirilir mi? Biz kadrini bilemedik diye kütüphanenin belki de en kıymetli parçasını hiçbir yere bağışlayacak değilim. İşte o kadar!”
“İyi o zaman, Teksas Tommiksler?”
“Deli misin? Davranma, yakarım!”
“E, hiç olmazsa ciltlettiğin eski mecmuaları verip kurtulalım.”
“Nayır… nolamaz!!! Üç kuruşa eskiciye sat! Dönüştürülmüş kâğıt hamuru olsun koskoca sinema tarihi, öyle mi? Kat’a olmaz.”
“İki ton çeken ansiklopedileri…”
“Aklını kaçırdın zahir!”
“… hiç söylemiyorum diyecektim zaten. Geçiniz!... Kısaltılmış klasikler var. Hani gazeteler dağıtmıştı bir zamanlar.”
“Olmaz!”
“Yahu, hepsinin orijinalleri var zaten kitaplıkta…”
“Olsun! Ben seviyorum o, özetin özeti cep kitaplarını.”
“Allah Allah! E, biz ne ataca’z da, bu evin nefes darlığını tedavi edece’z.”
“Geçen gün aldığım kitabın içinden çıkan reklam broşürünü atsak. Üzerinde önümüzdeki yıl o yayınevinden çıkacak başka kitapların tanıtımları var. Yani bizim için en tehlikeli parşömen türü. İşbu kaymak gibi kuşe kılığındaki ajan provokatörün, bizi taammüden evin selüloz bazlı dominant yaşam formunu iyice azdırmaya azmettirme suçundan, en kısa zamanda hane nüfusundan silinmesini talep ediyorum.”
“Hmmm. Çok haklısın. Öncelikle ondan kurtulmamız lazım. Oh be! Vallahi şimdiden ferahlamış göründü ev gözüme…”

Kütüphaneleri evlere sokmayı yasaklayan bir kanun çıkarmak lazım! Yoksa insan nüfusu dünya üstünden silinip gidecek maazallah.  :)))



Toni Verdú Carbó'dan 'The Passage of Time' isimli çalışma
Diğer İşleri


Şu yaz ve kış saati uygulamalarıyla yıldızım hiç barışmamıştır. Prensibini anlasam, hak versem, hatta başlangıcında ne kadar dâhiyane bir fikir olduğu kanaatine katılsam da başıma açtığı sorunlardan yakınmaktan kendimi alamıyorum. Bunlar evdeki saatleri ayarlamayı unutmam veya yaş aldıkça (yaşlandıkça değil :D) biyolojik saatimi bu yalama zaman kavramına uydurmakta giderek zorlanmaya başlamam gibi beylik problemler de değil üstelik. Günlerce beynimi işgal eden, işlemin kendisi… Şimdi saatleri ileri mi alacağız, yoksa geri mi? Bunun hesabını yapabilmek için her saat ayarlaması öncesi bu uygulamanın hangi gerekçeyle başlatıldığını kendime yeniden hatırlatmam gerekiyor. Enerji ve dolayısıyla kaynak tüketimini azaltmak için. Tabii bu düşünceyi, onu ilk dile getiren kişi ile sonradan fikrin fanatik taraftarı kesilenlerin aklına düşüren sebeplere bakılırsa bu gerekçe pek de doğru değil aslında.
Bu, ‘parlak’ fikirden ilk kez bahseden şu yüz dolarlıkların üzerinden hınzır bir Mona Lisa gülümsemesiyle dünyayı süzen Benjamin Franklin. Adam Paris’teki delegeliğinin son zamanlarında guttu, safrakesesi taşıydı (eğri oturup, doğru konuşalım; yaşlılıktı… :D) v.s. sağlık problemlerinden öyle yılmış ki, en az kendisi kadar muzır bir Fransız editör arkadaşının ‘basit, fakat önemli’ şeylerle ilgilenmesi önerisiyle dalgasını geçmek istemiş. O sırada yetmiş sekiz yaşında olmasının verdiği can hafifliğine karşı koyamamış olsa gerek, tutmuş, tıpkı kendisi gibi öğlene kadar yataklarından çıkmayan Paris Halkı’nın topunu fücceten sekte-i kalpten götürecek bir bildiri kaleme almış. Hadi o yazmış, arkadaşı da yayınlamaz mı bu, peşine bir sürü kural takmış, toplumsal hicvi? (Üstelik bir de değil, iki kere yayınlamış. Be adam, kendine acımadın, bari dört yüz yıl sonrasının insanlığına acısaydın! :D) Birinci kural panjurlu olarak imal edilen her çerçeve başına ek ve fahiş bir vergi tahakkuk ettirilmesini, böylece bu camdan… pardon damdan düşme ödemeyi karşılayamayan halkın ışık geçirmeyen pencerelerden tedricen de olsa kurtulup doğal aydınlık zamanlarını doğru biçimde kullanmayı kendiliğinden öğrenmesini öngörüyor. :) İkinci kural bir öncekinin yaptırımına mek parmak katkıda bulunuyor; her ailenin hafta başına bir poundluk mum tahsisatı olacak, bundan fazlasını almaları zorlaştırılacak, gerekirse polis zoruyla engellenecektir. :)) Üçüncü kurala göre güneş battıktan sonra tıp mensubu veya hasta kişileri taşıyanlar haricindeki arabalar trafikten men ediliyor. :))) Sonuncu ve en dramatik olan kural ise her sabah güneş doğarken tüm kiliselerin çanlarını çalmasını, hatta daha iyisi şehrin miskin halkını doğal ışığın emirlerine amade olduğundan haberdar etmek için birkaç pare top atılmasını şart koşuyor. :D
Hadi, bu toplumsal bir yergi, kişisel bir gırgır... Peki, o ilk teşebbüsten bir yüzyıl kadar sonra sırf posta ofisindeki iş saatleri, böcek bilimiyle ilgili araştırmalarını ve koleksiyon çalışmalarını yaptığı zamandan çalıyor diye yazın saatleri yüz yirmi dakika (Evet, yanlış okumadınız İKİ SAAT…) ileri almayı öneren George Vernon Hudson’a ne demeli? Bu öneriyi üyesi olduğu topluluğa iki kez sunuyor, başlangıçta adamın hem önünden, hem ardından gülüyorlar. Sonra fikrin güneşin doğuşu kadar parlak :) olduğuna karar verseler de uygulamanın olanaksızlığı üzerinde anlaşıp kulak arkası ediyorlar.
Tamam işte! Orada durun, kapansın gitsin bu mesele, değil mi? Hayır! William Willet isminde bir İngiliz müteahhit yeniden hortlatıyor aynı konuyu… Neymiş? Yazın iş dünyasının mesaisi geç başladığı için golf oynamaya ayıracak zamanı kalmıyormuş.  Bütün gün hayalini kurduğu sahaya sonunda vasıl olup keyifle vuruş yapmaya başladığında ise daha tam hızını alamadan veya en kritik deliğe geldiğinde alçak (veya giderek alçalan diyelim :D) güneşin batacağı tutuyormuş. Adam kendi imkânlarıyla ‘Gün Işığının Israfı’ adında bir broşür yayınlıyor ve bu çok vahim soruna çözüm yolu olarak Nisan ayında her Pazar yirmişer dakikadan olmak üzere saatleri toplamda seksen dakika (Neyse ki bu biraz daha insaflı! :D) ileri almayı, Eylülde ise aynı metotla eski haline getirmeyi öneriyor. Bu şekilde arkasına – müzmin golf hastaları hariç – fazla taraftar toplamasına pek imkân yok, dediğinizi duyar gibiyim, ama yolu bir parlamenterle kesişince işler bir anda ciddiye biniyor. İşin içine bir ara Churchill bile karışıyor. Yine de Birinci Dünya Savaşı patlayıp, kömür sıkıntısı baş gösterene kadar kimsenin böyle uçuk (!) bir yaklaşımı bırakın yasalaştırmak, adamdan… pardon fikirden saymaya bile niyeti yok. Ama iş kömür stoklamaya, yani paraya dayanınca birden herkesin eli cüzdanına… pardon vicdanına (!) gidiveriyor. Yani yazık değil mi bunca değerli insana? Koskoca Benjamin Franklin’in yazın güneşin daha erken doğduğunu bir almanaktan öğrendiği ana kadar hayatını gün ışığının ilk nurlarından uzak yaşamış olması ne büyük kayıp! Ya Hudson? Henüz on dört yaşındayken İngiliz Böcekleri Koleksiyonun olsun ve Entomolog adında bir yayın yap, mirasın olan Yeni Zelanda’nın en büyük böcek koleksiyonu Te Papa Tongarewa (‘Bu Ülkenin Hazinelerinin Bulunduğu Yer’ anlamına geliyormuş. Böceği hazineden saymak bile kaşınmama yetiyor benim, ama elbette farklı düşünenler olacaktır. :D) Müzesi’nde sergilensin ve bunları münasebetsiz iş saatlerinin güneşinden kesmesi yüzünden büyük zorluklarla başarmış ol! Bir bilim adamının çektiği acılar birden herkesin kafasına dank ediveriyor. Hele Willet ve benzeri iş güç sahibi golfçuların hayatı… İçler acısı! :D
Prensip şu aslında; (ilkokulda bize tekerleme gibi öğrettikleri üzere) güneş kışın geç doğar, erken batar, yazın ise erken doğar, geç batar. Bütün iş, güneşli saatleri kaçırmamakta… Yani kışın mesai saatlerini ittireceğiz, yazın geri çekeceğiz. Bu durumda yaza doğru saatleri bir saat geri alıyoruz ki, güneşi daha erken doğuralım… Iıııı…. Yok, öyle değildi. Bi’ dak’ka, bi’ dak’ka… Siz söylemeyin, ben şimdi çıkaracağım! Saati geri alınca n’olur? Sabah sekizde kalktığında bir bakarsın saat yediymiş. Karga bile henüz artıklarıyla müşerref olmamış. Böylece… ıııı… Bu işte bir tuhaflık var sanki. Yoksa saatleri ileri mi alıyorduk? Tamam, bir de öyle düşünelim. Saati ileri alınca sabahın sekizi bir anda dokuz olur. Çoktan işe gitmiş olmanız gerekirken hâlâ mahmur mahmur yatak keyfi yapıyor olmaktan duyduğunuz suçluluk tavan yapar. Bu konudaki istatistiklere göre yaşınız kemale ermemiş ve/veya sağlığınız fena değilse kalp krizi geçirmekten yırtarsınız. (Tabii hangi ayarda olduğunuza bağlı. Zira ilkbahardaki saat ayarında kalp krizi oranları yükseliyor, sonbahardakinde düşüyormuş.) Ancak sokağa çıkınca sizin gibi nevri dönmüş bir yığın insan görerek rahatlayan içiniz, her gün işe öğleden sonra, üstelik iki yana kaykıla kaykıla zor gelen patronunuzu o sabah saat yalaması… pardon ayarlaması sendromundan muzdarip işçilerini şirketin kapısında esas duruşta karşılarken görünce hop oturur, hop kalkar.
Yani bu işin sebebini, prensibini biliyor olmak saati ileri mi, yoksa geri mi almanız gerektiğini çözmeyi beraberinde getirmiyor maalesef. (En azından benim için durum bu! :D ) Aradan birkaç hafta geçip biyolojik saatinizin rakkası makul bir ritim tutturana, siz hâlâ kepenkleri yarı yarıya kapalı gözleriniz için gün ışığı tasarrufundan başka bahaneler uydurmaya başlayana kadar her gündönümünde oynayıp durduğunuz akreple yelkovan misali bir ileri, bir geri hesaplar yapmayı sürdürüyorsunuz. “Karnım zil çalıyor. Saat 18.00 olmuş. Bu saatte de bir şey yenmez ki…  Ama dur bi’ dak’ka! Daha yeni saat ayarı yapmamış mıydık biz? Kesin ileri almışızdır. Çay saatiiii…” veya “Ben aslında erken gelecektim, ama son anda geçen gün yapılan saat ayarlaması aklıma geldi. Bir türlü ileri mi, yoksa geri mi aldığımızı hatırlayamadığımdan ikisinin ortasını bulayım dedim.” gibi yorumlar yapabilirsiniz. Hatta bu ayarların insanın biyolojik aksamında sebep olduğu kısa devreler, gayretkeş sınav sorusu hazırlayıcılarına “Yaz saati uygulamasından dokuz gün sonra üç kırk beşi gösteren bir saat, kış uygulamasına geçilen artık yılda Şubat’ın kaçını işaret eder?” cinsinden akıllarla durgunluk veren sualler ilham edebilir.

Bunca laf kalabalığının gerekçesini merak ediyorsunuz değil mi? Efendim, bu sene yine evimizdekileri, bileğimizdekileri, otomatikleri, mekanikleri, bilumum teknolojik alet edevatın üzerindekileri (Allahtan bilgisayarlar kendi işlerini kendileri görüyor.), dijitalleri, analogları ileri mi aldık, geri mi çektik kargaşası yaşarken benim biyolojik zaman ölçer fazla mesai yapıp zihnimi yirmi beş saat geri almış. “Nasılsa önümüzdeki haftanın yazısına daha çoooook var.” diye yayıp oturduğum günün pazartesi olduğuna akşamüstünden önce ayılamadığım için ancak bu yazıyı çırpıştırabildim. Mazeretim var, ileri saatin geri mağduruyum ben! :)))



Klaus Herrmann'dan 'The Crab Krabi Thailand'
Diğer Çalışmaları             Sitesi
Kanser Haftası… Bu hastalığı bırakın yazmayı, düşünmek bile iyicil her şeyi tümüyle yutan bir vakum gibi etki ediyor. Tıpkı kelimenin gerçek manası olan yengeç gibi seri, beklenmedik ve ısrarcı (veya azimli) kıskaçlara sahip bir hastalık.
Sadece bedeni değil, daha adı telaffuz edildiği anda ruhu da kemirmeye başlayan, tedavisi dahi Araf’a benzeyen, “Moral çok önemli!” (Sanki diğer hastalıklarda bir önemi yokmuş gibi veya ‘Hiç teselli veremiyoruz. Yine de siz metanetli birine benziyorsunuz. Ne yaparsanız yapın, ama lütfen önümde ağlamayın, kriz falan geçirmeyin! Hatta haberin şokuyla kanı çekilmiş suratınızı da mümkünse bir an evvel gözümün önünden çekin! Zira ben de insanım. Bu haberi daha kaç kişiye vereceğim haberiniz var mı? Gidin morali başka yerlerde arayın!’ tadında kişisel bir savunma mekanizması biçiminde refleksle sarf edilir ya bu mantra…) yaveleri eşliğinde hastayla birlikte yakın çevresini de derin bir çaresizlik psikolojisine mahkûm eden illet.
Pençesinden çekip çıkaramadığım (ve bunu uzun süre kişisel lanetim gibi ruhuma damgaladığım) bir kıymetlimi teşhisten üç hafta (ancak sonradan saldığımız üzere sinsi belirtilerinin başlamasından neredeyse iki yıl) sonra bir hastane odasında, ona fotoğraflarımızdan bir papatya tarlası hazırlamaya çalışırken, malına sıkı sıkıya yapışmış bir bezirgânın aç ve hasis pençesi benzeri acımasız bir kavramayla aramızdan çekip alan mendebur.
Uzun bir süre kurgu eserlerde bile mizansene ortak edilmesine dayanamadığım, adını duyar duymaz nefes borumu büzen, göğüs kafesimi daraltan, beynime bir yığın ‘keşke’ salan, ‘acaba’larla yüklü suçluluk-çaresizlik-isyan döngüsüne tekrar, tekrar, tekrar girmeme sebep olan canavar.
Her zaman aralarından hunharca sökülüp alındığı topluluğa (topluma) en fazla kayıp duygusu yaşatacak; onları süresiz kaotik ve katatonik bir sürece mahkûm edecek; (Orson Welles’in kendisini dinlemeye gelen seyirciye titrlerini sayıp; ‘Benim bu kadar kalabalık, sizin ise bu kadar tenha olmanız ne acı!’ demesi misali) o, tek kişinin kaybının onlarca insanla ikame edilememesine içerletecek bireyleri arayıp bulabilmesine sapkın bir hayranlıkla şahit olduğum merhametsiz, mantıksız ve prensip sahibi (!) seçmen.
Doğaya, doğallığa sırt çevirmemizi; hızlıyı hazımlıya tercih etmemizi; kaynakları, üzerinde her canlının hakkı olduğunu umursamadan ‘Benim olmayanı kimseye yar etmem!’ mantığıyla ve açgözlü bir aymazlıkla tüketmemizi önünde sonunda hep kalem kırdığı kararlarla cezalandıran taviz vermez yargıç.
Kanserin insanlıkla arasında habis, dallanmış budaklanmış, sağa sola metastaz yapmış bir yarış var. ‘Onlar dünyayı bitirmeden ben köklerini kurutayım.’ cinsi bir telaş… Üstelik bunu insan türünden yardım alarak ve –anlayana elbette! – göstere göstere yaparak başarmayı da ilke edinmiş sanki. Yediğimiz, içtiğimiz, kullandığımız şeyleri suni veya gerçek birer kanserojen damgasıyla, ama tamamen kendi çıkarlarını gözeterek etiketliyor, önlerine kattıkları bunca korkmuş insanı sığır sürüsü güden kovboylar gibi ‘Onu yeme! Bunu giyme! Şunu kullanma! Benim istediğimi, sunduğumu, bana para kazandıracak olanı seç!’ çığlıkları ata ata istediği noktaya, mala veya yönteme yönlendiriyor, eskiden kasaba kasaba gezen – çizgi romanlara bile konu olmuş – kendine doktor diyen sahtekârlar misali her derde deva (!) ilaçlar, aşılar, çözümler ve daha da kötüsü boş umutlar pazarlayarak hayalî sağlık çığırtkanlığı yapmakta sakınca görmüyor insanların bu alt (!) türü…
Biz, kalanlar ise hastalığa giderek genişleyen bir yaşam alanı açan kendi yarattığımız sebepleri görmekten aciz olduğumuz için veya apaçık görsek dahi ambalajının cafcafına aldanıp ‘Yok canım! Olur mu öyle şey?’ hezeyanlarına yenik düştüğümüzden, hatta (eğri oturup doğru konuşalım şimdi…) bazen sırf işimize öylesi geldiğinden masum bebeklerimizi sütten kesilmeden elimizden aldığında bile bir şeyleri değiştirmek yerine hastalığa kızıyor, isyan ediyor, en fazla ileniyoruz. Kolay, sorumsuzca ve tereyağından kıl çeker gibi sıyrılıyoruz kanserin heyula gibi üzerimize düşen suçlayıcı gölgesinden.
Havaya saldığımız, toprağa kattığımız, sulara karıştırdığımız zehirleri bilmezden gelip, hayatlarımıza hem ruhen, hem bedenen kıskaçlarını geçiren ve bir kez kenetlendiğinde hiç zaman aşımı olmayan bir davanın fanatik hâkimi gibi ölüm ilamını her an açıklayabilen, insanlık ayıbımızla doğanın bize karşı kendini savunmasının karışımı olan, en dehşet verici çocukluk korkularımızın maddeleşmiş haline benzeyen bu umacıyı,  bu ‘yengeci’ suçluyoruz. 
Yok etme konusunda onunla at başı giderken elcağ’zımızla ürettiğimiz doğallıktan giderek uzaklaşan nice gıda maddesini; hep daha fazlasını sömürmeye uğraştığımız ve bizi (Allah saklasın!) bedenimizi avam (!) gibi kullanmaktan kurtaran, ama yine de bize bir türlü yeterince zamanı bahşetmeyi başaramayan çok önemli ve gerekli (!) hizmetleri; anamızın ak sütü gibi helâl ve hak gördüğümüz bilumum kaynakları aksırıncaya, tıksırıncaya, patlayıncaya kadar harcamamızı teşvik eden teknolojik cicilerimizi; tüketmenin üretmekten (neredeyse) çok daha fazla emek gerektirdiğini tekrar ve telkin eden, sonunda kendi kendimizi inandırmamızı sağlayan iletişim araçlarını emrine veriyoruz bu gulyabaninin, ama ne onun gözü doyuyor, ne bizim.
Yine de şunu bil ki kanser, bütün bunlara rağmen bazen kötü şeylerden kazara da olsa iyi sonuçlar doğuyor. Kıymetlilerimizi gözümüzden ırağa, ama gönlümüzün baş köşesine sürerken bizleri de eğitiyorsun. Önünde sonunda seni yakasından silkelemenin bir yolunu bulacaktır insanlık. (Tabii bu durumda vay geldi doğanın, dünyanın başına!!! O da başka bir hikâye…) Belki bu arada kendini besleyen bir organizmayı yiyip bitirmendeki kör açgözlülüğü idrak ederken seni kendisine ayna yapar, mayasındaki doymak bilmez hırsı da tıpkı senin yıkıcılığını ortadan kaldırdığı gibi imha etmenin bir yolunu bulur türümüz. Kim bilir?
Burada tüm insanlığın adına ahkam kesemeyeceğim, ama kendi adıma sana iki çift laf etmek isterim. Önce türümün klasik bir örneği olarak yıllarca seni komşu evlere uğrayan uğursuz bir yabancı olarak gördüm, hatta düpedüz duymazdan, görmezden, bilmezden geldim. Tüm azametin ve gerçekliğinle karşıma çıkınca kızdım, haksızlığa uğradığımı düşündüm, hırslandım, nefret ettim, savaştım, teslim oldum. Sebep olduğun kaybın ardından kendi kendime suçlandım, seni suçladım, ‘keşke’, ‘acaba’, ‘belki’, ‘yoksa’ girdaplarında döne döne dibi buldum. Ama sonunda ayaklarımı kuşkularımın, paniğimin, suçluluğumun balçıklaştırdığı o dibe vurduğum gibi suyun yüzeyine çıkmayı başardım. Ve hiç beklemediğim bir şey oldu.

Senden korkmamayı, yine senden öğrendim. Beni de eğittin kanser, teşekkür ederim. 


Francisco Negroni'den 'Eruption of The Volcano Puyehue-Cordón Caulle in Chile' isimli fotoğraf (Ayrıca: Volkanın resimli öyküsü için)
Diğer Çalışmaları            Sitesi
Cıvıldama be serçe! Söyle arkadaşlarına, bahar bayramlarını biraz ertelesinler! Dalına konduğun ağaç da hiç utanmadan gelinliğini kuşanmış; “Ey arı milleti! Burada geçen ilkbahardan beri eline el… pardon çiçeğine hortum değmemiş tazecik, körpecik, – şehir kirliliğinden nasibini almış olsa da – hâlâ tatlı nektar üretebilecek takati kalmış bir erik ağacı var. Uçun! Gelin! Batan geminin… aman… yazdan artmış, kıştan saklanmış yeni sezonun malları bunlaaaar!” diye çığırtkanlık yapıyor beyaz beyaz. Çiçeklerin yanından çaktırmadan tomurcuklanan yapraklarına fısıldayıver de, bu kadar ortalara açılıp saçılmasın! Ayıptır! Ve dahi günahtır! Biz burada daha gençliğinin baharında elektronik cennetine göçmüş KGK’mızın ardından ağıtlar yakıyoruz, siz orada “Aman da bahar gelmiş! Hoş gelmiş, sefa gelmiş!” göbek havaları eşliğinde zil takıp oynuyorsunuz. İnsanın acısına biraz saygılı olun, rica ederim! Doğanın milyonlarca yıldır yine, yeni, yeniden uyanması mı önemli, yoksa koskoca sekiz senelik insan yapımı bir teknoloji harikasının (!) ani kaybı mı?
Ah, ben onun hangi özelliğine ağlasam? Şu; bastın mı, basmadın mı belli olmayan cinsten açma-kapama düğmesinin üzerinde tepinirken geçirdiğim neşe ve coşku dolu saniyelere mi? Yoksa Celal Şahin’in “Kırmızı yanınca dur, sarı yanınca bekle, yeşil yanınca geç, ey hanım teyze!” teranesine benzeyen üç renkli ışığıyla prizden dosdoğru bilgisayarın eteklerine yüz sürmeye gelen elektriğe çaktırmadan verdiği ayara mı? Hele voltaj düşünce “Çıkkıdı çık çıkkıdı, çıkkıdı çık çıkkıdı!”şeklinde bir ritim tutturup, klavyenin başında “Altmıııış, yetmiiiiş, sekseeeen, doksaaan, yüüüüz! Havada yüüüüz! Aman of! Karada yüüüz!” diye – ‘kapı gıcırtısına, tencere tıkırtısına oynar’ kavramına yeni bir anlam katarak – gerdan kırıp, göğüs titretmeme neden olan müzik sever tabiatı… Gettiiii, getti! Akça pakça; UPS’den bozma; sonradan KGK olma; ama hiçbir büyük (!) elektronik mağazasının çooook bilgili (!) personelinin adını sanını duymadığı, hatta “Haminne sen karıştırıyo’ olmayasın? O isimde bir şirket vardır, ama burası, orası değil!” diye potansiyel müşterisine bunak muamelesi yaptığı; her eve lazım (!); benim bilgisayara ise kıdemli mülazım ‘elektrik akımı terbiyecim’ arkasında yaslı bir donanım bırakarak mevta piller merkezinin yolunu tuttu.
Bir haftadır bilumum elektronikçiyi gezip bu esrarengiz ve çok gizli (!) aygıtın mevcudunu arıyor, adını önce İngilizce (anadilimiz ya :D), sonra Türkçe, ardından belki bu kez anlarlar diye her iki dilde de kısaltma halinde söylüyor, boş bakışlı veya daha kötüsü, yüzünde sabah işe gelir gelmez üniformasıyla birlikte giydiği “Her gün Alzheimer’lının ısrarcısına çatmak benim kaderimde mi var, arkadaş?” ifadesi olan tezgâhtarlara laf anlatmaya çalışıyorum. Önce sözlük anlamı…
“Bu aygıt üzerinde bağlı bulunan sistem veya sistemleri koruyan ve şebeke enerjisinin kesilmesi durumunda donanımların beslenmesinin bir süre daha devam ettirilmesini sağlayan bir pil veya aküdür.”
“Haaa! Yanlış gelmişsin nine… Senin araba ne marka?”
“Ya sabır! Bilgisayarı bağlıyorsun da, voltaj dalgalanmalarına karşı koruyor hani. Elektrik falan kesilirse…”
“Yok, yok! Merak etme! O programlı elektrik kesintileri sizin zamanınızdaydı, milattan önce üç bin civarı yani…”
“Ben sakinim, çooook sakinim. Böyle, takoz gibi bir kutu bu. Hafif zannediyo’sun, eline alınca kolun kopuyo’ hani. Arkasında bir kuyruğu var. Ucunda da fiş… fiş… fiş… Nasıl diyeyim, çatala benzeyen bir şey… (Resmen şeytanın post modern tarifi oldu bu…) Onu duvardaki prize, bilgisayarın fişini de… (Vallahi yetmişli yılların meşhur filmlerini hatırladım, yüzüm kızardı.) Evladım, söylediklerimin hiç olmazsa yüzde birini anlayacak kadar gigabayt sahibi, birkaç yaş daha büyük bir modelin yok mu senin?”
Sonunda mağazalara girdiğimde “Yardımcı olalım!” palavra… pardon hücumlarını muşmulanın yakın akrabası bir surat ve her dolunayda kurt adam olan birinin homurtusu ile gece buzda yatmış bir başkasının boğaz temizlemesi karışımı bir sesle püskürtmeye ve reyon reyon, raf raf kendim aramaya başladım bu, nesli tükenme tehlikesinde olan teknolojik yaratığı. Aradığımı bulduğum nadir ‘cismi büyük, bilgisi güdük’ teknoloji marketinde, ancak uzaktan kement atarak yakalayabildiğim tezgâhtarlara “Ahanda bundan istiyorum.” dediğimde aldığım cevap genellikle “Aaaa, kim koymuş onu oraya? Ne ki bu?” olduğundan kendilerine itimadım tavan yaptı.
“Siz bunu n’apıyo’sunuz?”
“Kırpıp, kırpıp yıldız yapıyorum.”
“Ha????”
“Bilgisayara bağlıyorum.”
“Peki, o n’apıyo’?”
(Sabır taşımın akımını ayarlıyor ki, mağazanın ortasında cinnet getirmeyeyim.)
“Elektrik kesilince işe yarıyo’. Ne ambalajının üzerinde fiyata rastladım, ne de raf kenarında bir etiket görebildim. Bir zahmet kaça sattığınızı söyleseniz.”
“Ben bilmem…”
(Beyin bilir! Eh, o da namevcut olduğundan…)
“Eeee…”
“Ekrana girip bir bakayım.”
“Süper fikir! (Hah, bak bunu anlamış gibi bakıyor. Lisanımı gençleştirmem gerektiğini biliyordum zaten.) Fiyatı neymiş?”
“Bi’ kamyon para!”
“E, ama sizden iki evvel girdiğim mağazada aynısına bi’ çuval para istemişlerdi.”
“O, eski modeldir hamin… pardon han’fendi.”
“Neye yaradığını bilmediğiniz bir aygıtın eskisini, yenisini ayırt edebildiğiniz varsayımından yola çıkarak soruyorum; eski modellerin farkı nedir? Jiklesi elle mi çevriliyor? Fazla mı benzin yakıyor? Yoksa onların zamanında elektrik henüz bilinmediğinden sadece gaz lambalarındaki fitil uzunluğunu mu ayarlıyor?”
“Şimdi bunların bi’ şeyi oluyo’… bi’ de şeyi… O, şeyi olanlar… Ben fazla teknik ayrıntılarına girmeyeyim konunun, sizin anlayacağınız bunların fiyatı ne kadar çoksa, o kadar iyi oluyorlar.”
“Dibini koklamaya gerek yok diyorsunuz yani…”
“Haa?”
Kavga dövüş benim plastik beyazı kesintisiz güç kaynağının yerine zenci versiyonunu alıp koymayı başardım sonunda. Ama hâlâ yastayım, zira ne trafik lambası gibi ışıkları var kendisinin, ne de ritim tutmasını biliyor. Müzikle tek ilgisi de düğmesine hafifçe dokununca (oysa eskisininkine önce tabanlarımı duvara dayayarak abanıyor, yetmezse gerilip gerilip omuz atıyordum, ne güzel) pencerenin dışında cıvıldaşıp duran serçeleri kaçıran, ağaçların baharlarını döken ve biraz daha uzun sürse benim de dişlerimi elime verecek tizlikte bir ses çıkarmaktan ibaret.
Kara kuru bir kutu çıktı bu. Hiç keyfi yok! 



Mikko Eeorola'dan 'Bunny Heaven' isimli çalışma
Diğer Çalışmaları              Sitesi
Kişisel emek-ödül sisteminiz nasıl çalışıyor? Parça başı ücret mi alıyorsunuz, yoksa işi bitirince toptan mı ödüllendiriyorsunuz kendinizi? Benimki diğer pek çok sistemim gibi akıllara seza… Ödül emekten neredeyse önce geliyor. Örneğin aylardır savsakladığım bir işi ertesi gün kesin olarak yapmaya karar vermem, anında her şey hallolmuşçasına yorgun, doyumlu ve huzur dolu bir biçimde ense yapmamla ödüllendiriliyor benim havuç-sopa sisteminde. Üstelik ertesi gün savsaklamaya devam etme hakkım da saklı kalmak şartıyla… :)) Yani “Bugünün işini yarına bırakma! Bir ay sonrasının suyu mu çıktı?” usulü bir mekanizma.
Evde tek kap yemek bile kalmamış, açlıktan ölmek istemiyorsam o gün mutfağa girmem şartsa ve bunun için kendime sinemayı ödül olarak koymuşsam eğer, domatesleri dolaptan çıkarmamla kendimi film izlerken bulmam bir olur genelde. (Taş çatlasın bir de soğanı çıkarırım ortaya, ama ondan öteye gitmez… :D) Saatler çuvala mı girdi, kardeşim? Hem yemeği akşama doğru yaparsam yeniden ısıtmama da gerek kalmaz, di’ mi ama? :))
Bu durumda hiçbir işimi halledemediğimi düşünüyorsanız çok yanılıyorsunuz (!) demektir. Aynı örnekten devam edersek; filmin ortasında vicdanım en şiddetli gastrit krizinden beter keskinlikte bir sancı gibi devreye girer:
“Domatesleri dışarıda bıraktın değil mi, kör olmayasıca?”
“Zaten yemek olacaklar. Yok zararı!”
“Bari kabuklarını soyaydın.”
“Yok ya! O zaman yemeğin tamamını yapmam gerekirdi. Pişmesi de bir ila bir buçuk saat desek, bugün sinemanın yolunu zor bulurdum.”
“E, yarın gelirdin sen de…”
“Yarın bahar temizliği yapacağım.”
“Deme! Hani üç aydır erteleyip durduğun perdeleri yıkama işini de yapacak mısın?”
“Ciddi olarak düşünüyorum, diyelim.”
“Aferin, aferin! Gözüme girdin, ama yine de sinemayı araya sıkıştırabilirdin.”
“Bahar temizliği diyorum. Bütün gün sürer… Sabahın köründe camlarla başlasam… Perdeler falan da diyo’sun… Her neyse zaten onun ödülü –halim kalırsa tabii – akşama patates kızartması… İki ödülü aynı gün veremem ki kendime. Üstelik geçen aydan kalma balkon yıkamanın ödülü olan resim sergisi gezme var daha sırada. Vaktim kalırsa…”
“Olsun! Sinemaya ne zaman olsa gelirdin. Domatesler…”
“Şşşşş! En heyecanlı yerindeyiz, bi’ sus!”
On dakika sonra…
“Kabaklar hâlâ dolapta ama, değil mi?”
“Hıııı… Sus!”
“Dereotu almış mıydın?”
“Çenen tutulsun! Aldım.”
On beş dakika sonra…
“Hiiiii! Evde iyotlu tuz kalmamıştı.”
Damak kaldırıldıktan sonra; “Allah müstahakını versin! Yüreğim son anda bademciklerime çarparak durabildi. Başlıyaca’m iyotluna, iyotsuzuna…”
“Öyle deme! İyot beyin gelişiminde vazgeçilmez bir faktör.”
“Benimki yeterince gelişmiş. Vicdanımın dilinin bu kadar uzun olmasından belli! Sus artık!”
“Han’fendi! Şu vicdan muhasebenizi bitirseniz de perdedeki esas psikolojik gerilime dönsek artık!”
Bu böyle sürüp gider. Yani işin yüzde biri karşılığında yüzde yüz ödüllendirme, yüzde bin beş yüz vicdan dırdırı… İsterseniz tamamlamayın o işi, gece uykudan uyandırır.
“Bu akşam da hazır yemekle idare ettin, ama o domateslerin halini iyi görmedim ben. Bir kere dışarı çıkınca yine buzdolabına koysan da kâr etmez. Çabucak çürür gider onlar. Gel, sen yap şu yemeği!”
“Yahu gecenin dördünde yemek mi yapılır?”
“Ama yaptıktan sonra uyuyacağın huzurlu uykuyu düşün! Mışıl mışıl mışıl mışıl!”
“Horul horul horul horul!”
“Kalk, yap şu yemeği! Yoksa sabah kahvaltısında ense yapımı boza içersin, ona göre…”
Tabii yazma konusu da aynı sisteme bağlı… Haftalık yazılarımı önceden hazır etmemin ödülü bir gün boyunca başımın eti yenmeden (tabii başka bir taahhüdüm yok ve /veya peşin ödülümü de almadıysam :D) kitap okumama izin verilmesi. Yok, eğer daha tek bir harf, bırakın kâğıdı, zihnimin ucundan dahi geçmediyse, yandı gülüm keten helva. Haaa, buna rağmen kitap okumakta ısrar ediyorsam şöyle sahneler işten bile değil:

‘… Zarfın içinden çek falan çıkmadı.

- “Çıkmaz tabii!”
- “Kes sesini!”

‘… Zarfın içinden çek falan çıkmadı. Yayıncı sıradan bir mektup yazarak,…’

- “Bak, elin yayıncısı bile bir şeyler yazıyor! Sen öyle yayıl, kitap oku…”
- “Ben kitap okumuyorum, beynimi besliyorum.”
- “At terli canım. ‘Uyumuyorum, gözlerimi dinlendiriyorum.’ lafından sonra hemen ikinci sırayı alır senin bu bahanen.”
- “Okuyoruuuuuum….”

‘… Zarfın içinden çek falan çıkmadı. Yayıncı sıradan bir mektup yazarak, hikâyenin yayınlanabileceğini bildiriyor,…’

- “Hikâye mi? Sevsinler. Biz daha harflerdeyiz a canım.”
- “Bu, başkasının hikâyesi, karıştırma! Ayrıca tut şu dilini artık! Apırsan da okuyacağım, köpürsen de okuyacağım.”

‘… hikâyenin yayınlanabileceğini bildiriyor, beş dolar ödenebileceğini açıklıyordu. Beş günde yazılmış bir yazıya…’

- “Beş gün, meş gün… Yazmış ya, sen ona bak!”
- “Bakıyorum zaten. Kapa çeneni!”

Beş günde yazılmış…’

- “Bak, ‘yazılmış’ sözcüğünü okurken bile nasıl rahatlıyorsun. Midenin buruntusu geçiyor, göğsün huzurlu bir nefesle genişliyor, sağ elinin parmakları istekli ve heyecanlı hareketlerle seğiriyor. Gel, ‘He!’ de! Yaz şu yazıları! Ondan sonra ağzımı açarsam yerli film fabrikatörlerine vicdan olayım.”

Beş günde yazılmış bir yazıya beş dolar. Hani şu kenevir fabrikasında çamaşırhanede, elektrik santralinde çalıştığı sıralar eline geçen gündelik kadar…’

- “El âlem ne koşullarda yazıyormuş. Oku da, utan! Bir elin yağda, bir elin balda… Hâlâ tek kelime yazmadın.”

Bu azimli ‘içsel yargıç’, eşeği havuçtan soğutur, inanın. Hele de birden fazla şey (kendini roman zanneden bir öykü, bir dostun okumak istediği ‘Datça Kuşçusu’ serisi, hanedeki diğer yazarlara redaktörlük ve editörlük hizmetleri :D) yazıyor, buna rağmen kendinizi çalıştığınıza inandıramıyorsanız… Eee, sonuçta diğerleri Jazz ve Bisiklet’in yazıları değil tabii. Benim ‘beyinsel gastrit’ bir tek J&B’nin metinlerini yazıdan sayıyor da… :)))


*Not: Yukarıda ömür törpüsü vicdanımın çenesi yüzünden mehter takımı gibi iki ileri, bir geri okumaya çalıştığım üç cümle Irving Stone’un ‘Doludizgin Bir Denizci Jack London’ isimli biyografisinden alınmıştır. 




Mariana Kalacheva'dan (Мариана Калъчева) 'The Hillock' isimli çalışma
Diğer Çalışmaları 1              Diğer Çalışmaları 2                     Sitesi
Geçen gün akut bir yokluk krizi yüzünden acilen bir kitapçıya kaldırılmam :)) gerekince kendimi bir taksiye atıp (durum başka ulaşım yöntemlerini bekleyemeyecek kadar vahimdi :D); “Hemen en yakın AVM’ye gidelim lütfen!” diye haykırdım. Sinemada gerilim filmlerinin “Oh be! Artık peşimizde sivri dişli, sarı gözlü, manyak bakışlı, makas elli, hokey maskeli, testereli, kara kedili, çalı süpürgeli, baltalı, buz kıracaklı, yeşil kanlı, kuş veya güve kılıklı, Ripley veya Connor takıntılı, bebek ve /veya çocuk masumluğunda gizlenen, beyin sote sever yamyam olan, basit (!) bir seri katilden ileri gidemeyen, üzerine sinmiş – yoksa tüm ağırlığıyla çökmüş mü demeli – ölümü silkelemek ister gibi habire seğirerek yürüyen, içinden dumanı üstünde duygusuz insan replikaları çıkaran, dünyayı yok etmeye memur edilmiş, sinekten bozma, şeytandan olma hiç kimse veya hiçbir şey takılamayacak. Yırttık!” mealindeki son sahnesinde geri dönüp perdeyi tüm haşmetiyle kaplayarak seyircilere son bir ‘çığlık’ attıran umacılar misali, bahar ile yaz arasında gelecek yılın programından fragman gösteren kış mevsimi gökyüzünün gelmiş geçmiş en korkunç rengi olan sarımsı kurşuniyle üç gün boyunca bütün şevkimizi kırdıktan sonra yeniden güneşe geçit verdi ya… Taksi şoförü de bunun keyfiyle ağzında Orhan Abi’sinden bir nakarat, benim acil madde – kitap – ihtiyacından gözü dönmüş halime aldırmadan aracını şehrin ara sokaklarına salıverdi. Ulu ve şaşaalı (!) AVM’lere, kenarına adet yerini bulsun diye çayır çimen döşenip yeşilmiş gibi rol kestirilen çevre yollarında (artık çevreliği falan kalmadı, resmen şehrin göbeği, ama ağzımız alışmış işte) santim santim ilerleyerek gitmeye alışmış müşterisine İstanbul’un saklı mahallerini göstermeye adadı kendini.
Buralardan daha evvel geçmişliğim var, ama hiç bahar giymiş halini görmemişim zahir. Mevsim mi her şeyi bu kadar değiştiriyor, yoksa kafamızdaki düşünceler mi? Sanki İstanbul’un alt yapısına sahip bambaşka bir şehirdeyim. Bu binalar hep iki katlı mıydı, yoksa bu kış yağan yağmurlarda mı çekmişler? Bir takım densizler (!) balkonlarına saksılar yerleştirmiş evlerinin. Saksılardaki bitkiler yeşillendikleri yetmiyormuş gibi bir de çiçeklenmişler mi, yoksa yanlış mı görüyorum?  Bu korkunç (!) manzaraya şaşkın bir iyimserlikle kafamı iki yana sallayarak tepki gösterdiğimi gören taksi şoförü aklımdan geçeni ne bilsin? Nakaratına tempo tuttuğumu sanıp aşka geliyor ve başıyla o hiç bitmeyen teraneye eşlik etmeye başlıyor. Araba ilerledikçe mahalle kabak çiçeği gibi iyice açılıyor, düpedüz nispet yapıyor bana. Her iki ila üç yılda bir hiç üşenmeden baştan aşağı değiştirilen, ama her ne hikmetse bir türlü engebesiz olması sağlanamayan yapboz kaldırım taşlarının arasından inatla fışkıran yeşillikler hiç beklemediğiniz anda atılan şen kahkahalara benziyor. Bir mesajı bundan daha canlı ve etkileyici bir biçimde verebilecek başka bir yöntem bilmiyorum.
“Bir süredir hava karanlık, yağışlı, depresif olabilir, içinde biriktirdiğin ‘Ne olacak bu memleketin hali? Ben onca sıkıntıyı bu yaşımda bunları görmek için mi çektim?’ kaygılarını demirden bir gülle gibi midene, yüreğine ve beynine salabilir, ama merak etme! Ben üzerime kat kat yığılan bunca asfalta, kuma, taşa rağmen buradaysam eğer, inan ki, her şey çok güzel olacak.”
Bu vaade inanmak öyle kolay ki bu havada… Bahar, betona boğulmuş büyük şehrin yanağına ancak bir gamzenin hayaletini konduracak kadar da olsa iyimserliğini bulaştırmış her yana. Ağaçlar dallarındaki çiçekleri ve ‘çiçeği burnunda yeşili’ :)) yapraklarıyla güneş ışığında duşlarını alan birer Venüs sanki… İki yanı silme araba dolu sokaklarda yol alır, havadaki tanımlanamaz şehir kokusuna haince (!) karışan bahar esansını taksinin LPG tankından gelen ekşi sızıntıya katık ederken insanların yüzlerindeki tuhaf dinginlik, kendini oluşa bırakmışlık ve ‘Böyle bir günde kötü bir şey olmaz, olamaz.’ amentüsüne kalpten inanmışlık ifadesini görmezden gelmek olanaksız.
Mahalle arası bir parka rastlıyoruz. Hayır! Sokak arası… O da değil. Yanlışlıkla kamulaştırılmış gibi duran ve tren vagonları misali birbirini takip eden tenis kortu, basket sahası, park, çocuk oyun alanı, (şehri istila eden kahve dükkânlarına inat) çay bahçesi, yürüyüş yolu ve benzeri bir dizi açıklık. Bu koridor şeklindeki parkı geçerken koyu renk çalıların, açık renkli çiçeklerle kontrast yaptığı bitki örtüsünün arasında baharın yeşil-beyaz bayrağına başkaldırıyormuşçasına kızıl-kahverengi parlayan Alev Ağaçlarının, şehrin sağına soluna selama durmuş askerler gibi dikilmiş lalelere savruk, rastlantısal bir estetik dersi veren sarı ve beyaz papatyaların, her taraftan fışkıran ballıbabaların saklı morlarıyla renklenen taze ve ehlileştirilmemiş çimen öbeklerinin keyfini sürüyorum. Baharın betonla imtihanından bile bu kadar etkileniyorsam, kazara kıra bayıra çıksam herhalde ayıların nüfusu bir artar. Neden mi ayılar? Bence doğanın keyfini en fazla süren hayvan onlar da, o yüzden. (Bkz. Ayı Yogi efeeeem! :D) Ye, iç, yat! Kilonu sorun eden de yok! :))
Kendimi o kadar iyi hissediyorum ki, utanmasam, uzanıp buna vesile olan taksi şoförünün kelini şap diye öpeceğim. :D Amanın! Öpmek derken, parkta bir çift resmen öpüşüyor.  Hani bazılarının “Bakın, biz ne kadar cesuruz! İnsanların ortasında birbirimizi önce dudaklardan başlayarak yer, yutarız. Siz de öyle geri kafalı, bön ve yobaz avam örnekleri olarak topluca seyrimize durmakla mükellefsiniz!” biçimindeki yamyamlık gösterileri gibi değil. Birbirini seven, kollayan, özleyen iki insanın doğal ve sakınmasız tatlılığıyla… Onlardan iki bank ileride üç dört yaşlarında çocuğuyla güneşin keyfini çıkaran bir kadın var. Bızdık havaya kalkan tombul işaret parmağıyla olayı hemen anneye müzevirliyor. “Hah! Şimdi kızılca kıyamet kopacak.” diyorum içimden. “İster misin kadın iki elini beline koyup; ‘Utanmazlaaar! Arlanmazlaaar! Sizi gibi ahlak düşkünleri, sizi! Eviniz yok mu sizin? Gidin evinizde… Tövbe, tövbeee! Ayol, sabinin yüzünü gözünü açacak bunlar, imdaaaat! Yetişin a dostlar! Poliiiis! İtfaiyeeeee! Jandarmaaaa! Cankurtaran yok muuuuu?’ diye ahlâk kumkuması bayraklarını açsın?”
Ama hayret! Kadının dudaklarında da benimkilerdeki gibi kendiliğinden oluşan hülyalı bir gülümseme beliriyor. Kısa ve hoşnut bir an boyunca çifte baktıktan sonra çocuğuna dönüyor. Adeta içinden ışıklar saçan bir ifade ve az öncekinden de muhteşem bir tebessümle önündeki hınzır suratlı yoğunlaştırılmış yaşam nüvesine bakıyor. Bu da bir başka aşk işte! Çocuk çocukluğunu yapıp az ötede gördüklerin taklit ediyor ve gözlerini kapatıp dudaklarını uzatarak annesine doğru eğiliyor. Kadın su sesi gibi lıkır lıkır akan bir kahkaha kopararak evladının dudağına şapır şupur bir öpücük konduruveriyor. Yokluk kriziymiş, kitapmış, alışveriş merkeziymiş, hepsi aklımdan çıkıyor.
Sen bakma benim “AVM’ye çek!” dememe şoför bey! Başka saklı güzellikler göster bana! Göreceklerim hep böyle olacaksa yorulana kadar salla direksiyonunu İstanbul Sokakları’nda! Bahar bu işte!
Anlaşılan kaldırım arası yeşillikler doğru söylüyor. ‘Güzel, iyi, doğru şeyler ille de benim yaşam süremde olacak, o kadar uğraştım, ben de görmeliyim.’ hırçınlığıyla ortalığı kırıp dökmesek; iyiyi, değerliyi, onurluyu çocuklarımıza, torunlarımıza miras bırakmayı göze alacak kadar cesur davransak her şey çok güzel olacak havası var yurdumda bugün...
Evet, bu yılın cemre-i rabia beAKAsı da düştü sonunda…  :))
Bahar geldi, hoş geldi!



Bora Çakılkaya'dan empatik sandalyeler :)  'Face Chair'
Ortak İşler           Sitesi
Aklıma gelen parlak (!) fikirleri habire unutmaktan bıktığım için kendime mini mini bir bloknot edindim. Aklıma her geleni oraya not edebilirim artık. İyi de, Türk’ün aklı malum… :)) Her yere de elinde bloknotla girilmiyor ki… Olsun, müsait :) yerlerde notlar almaya başladım. Her zaman yazdığım konuları aklımda daha iyi ve uzun süre tutabildiğimi düşünmüşümdür. Okuldayken de derslere yazarak çalışırdım. Herkes kopya hazırladığımı sanırdı. Alakası yok, yazım küçük benim… :) Hoş, artık beyin süngere döndüğünden yazmak da kâr etmiyor. İki gün önce almış olduğum nota bakıp “Bunu buraya kim yazmış ki?” diye düşündüğüm çok oluyor şimdilerde. Bari el yazından hatırla, değil mi? Ama yok! Benim el yazımın da bir günü öbürünü tutmaz ki… Bazen sağa yatar, tombul tombul olur, yuvarlanır gider. Bazen kirpi gibi dikilir t’ler, f’ler, l’ler ve bilumum iki seksenlik harfler çakı gibi selama durur. Çoğunlukla u’lar, n’ler, m’ler, ı’lar nerede başlıyor, nerede bitiyor belli olmaz. (Mumunu yazıp sonradan okuyabildiğim varit değildir, o yüzden yanına resmini de çizerim :D) Kelimeler genelde cümlenin gelişine göre irticalen okunur. :)) Hele bir imzamın diğerini tuttuğunu daha tarih kaydetmemiştir. Magna Carta’yı getirip önüme koysalar, her bir imzayı benim attığıma yemin ederim de bir gram başım ağrımaz. Gerçi bugünlerde “Özgür hiç kimse kendi benzerleri tarafından ülke kanunlarına göre yasal bir şekilde muhakeme edilip hüküm giymeden tutuklanmayacak, hapsedilmeyecek, mal ve mülkünden yoksun bırakılmayacak, kanun dışı ilan edilmeyecek, sürgün edilmeyecek veya hangi şekilde olursa olsun zarara uğratılmayacaktır.” maddesinin altında imzasının olmasına hiç kimsenin itiraz edeceğini sanmıyorum. Bu arada birisi mini bloknottan Magna Carta’ya ne şekilde geldiğimizi açıklar mı? Benim uçurtmanın ipi yine koptu da… :D
Geçen gün konudan yana (yine) dara düşünce açtım benim kara kaplıyı, aldığım notları ‘bunun sapı, öbürünün çöpü’ diye ayıklarken birden dikkatimi bambaşka bir şey çekti. Konunun ne olduğundan bağımsız olmak üzere bütün emir kipleri aynı ifadeyle başlıyor. ‘Önümüzdeki hafta Ivır Zıvır Günü var. Otur da bu konuyu biraz araştır!’ veya ‘Akıllara ziyan bir fikir bulmuşsun yine, otur da döktür bari!’ yahut ‘Bilmem hangi tarihteki metinde kıyısından geçtiğin konuyu oturup yazsana!’  Hepsinde önce oturmam telkin ediliyor emirlerin yani…
Zaten kaidem en sevdiğim iskemlenin şeklini aldı artık. Hanımlar birdenbire J-Lo’nunki yerine benimkini örnek almaya karar verecek olurlarsa estetik cerrahlarının lüzumlu paftayı oluşturabilmek için eski yazlık sinemalardaki iskemleleri yeniden bulup buluşturmaları gerekecek. :D Sahi, hatırlar mısınız tam dik açılı arkalıklarıyla insanları dijital saatlerdeki dört rakamına döndüren o iskemleleri? İlk yarım saat öyle böyle geçerdi de, sonrası tam bir işkence olurdu hani… Siz mi filmi seyredersiniz, yoksa Purple Rose of Cairo’da olduğu gibi perdedeki karakterler mi size bakıp keyif eğler hiç belli olmazdı. Hafifçe yana döner, hanım hanımcık bacaklarınızı iskemlenin altına sokmaya çalışırdınız, kaskatı tahtadan yapısı izin vermezdi. Veya dört bacağı bir arada tutsun diye ortaya çaprazlama bir tel geçirilmiş olduğundan, topuğunuz ona takılır, tuzağa düşmüş ayılar gibi debelene debelene bir hal olurdunuz kurtulabilmek için. Öne eğilip otursanız, iskemlenin arkası mızrak sapı gibi olmadık bir noktaya saplanıverir, filmin en acıklı sahnesinde yürekten (aslında onun biraz daha aşağısından tabii :D) bir inildemeyle salonu yasa boğardınız. Sonunda yanınızdakine doğru kaykılırdınız çaresiz. Hatta bazen bütün bir sıranın Meksika Dalgası yapar gibi aynı anda bir tarafa eğildiği bile olurdu. :)) O taraftan yorulunca, haydi bakalım, hep beraber ters yöne… Tabii bu arada arkanızdakiler ya oflayıp puflar ya da sizin devinimlerinizle senkronize olarak, ancak ters yönde yer hareketlerine başlarlardı. Böylece bir süre sonra sinema balıksırtı bir görünüm alırdı. Film bittiğinde sizde hal, iskemleyle yakın temasta bulunmuş – ki aldığınız pozisyonlar nedeniyle göbek deliğiniz bile bir yerinden sandalyeye değerdi  – hiçbir noktada his kalmamış olurdu. Hayatınızda gecenin o saatinde taaa eve kadar yürümekten bu kadar hoşlandığınız bir başka anı hatırlamazdınız. ‘O’ bölgedeki etin kabalığı işte böyle yaz akşamlarının hatırasıdır aslında. Zira bir hafta boyunca gecenin anısını yaşatmaya, dünyanın en yumuşak koltuğuna otursanız da sizi yerinizden sıçratmaya devam ederdi. Yazın sonuna doğru hafif nasırlaşma eğilimi gösterse de, kışın yeniden hamlardı maalesef. :D
Konumuza dönersek; kaidem en çok kullandığım organ olması hasebiyle artık iyice düzleşti. Hoş, aynı şey beynim için de söylenebilir. Kalan tek kıvrım yemeyi, içmeyi ancak kontrol ediyor. O ikisini takip eden üçüncü işlem için ise yine en çok kullanılan organa ihtiyaç var. :)) İşte bu sebeple “Neden yazmak için ille de oturmak zorunda kalsın insanoğlu?” diyerek kendimi feda ettim ve ‘oturmasız yazma’ (Hiç gülmeyin! Konuşmasız iletişim oluyorsa, benim söylediğim niye olmasın? :D) araştırmalarına başladım. İlk denemem genellikle alelacele bir şeyler çiziktirmem gerektiğinde kullandığım yöntemdi. Hani dirsekler masaya yaslanır, bir Osmanlı Şahisi (cesamet meselesi… benimkine ancak o karşılık geliyor :D ) misali, ama onun aksine hedef gözetmeden :) pozisyon alınır, bel çukurlaştırılıp denge sağlandıktan sonra yazıya başlanır ya... Ancak kısa sürede bu duruşun aynı zamanda bel fıtığına doğru dört nala koşmak için start pozisyonu olduğunu anladım. Bu denemeyi takip eden bir hafta boyunca akıntı çağanozu gibi yampiri yampiri dolaştıktan sonra, içim kan ağlayarak da olsa, seçeneklerimin arasından bu maddeyi eledim. :))
Bari yazmanın oturmayla tüm ilgisini keseyim diye düşündüm bu kez. Amerikan Filmleri’nde patronuna kul olan, gözlüklü, askerî topuzlu, beton suratlı, evde kalmış (Beş şıktan ikisini tutturuyorum zaten… Hangi ikisi olduğunu söylemem ama! :D ) sekreterler misali bir taraftan yürüyüp bir taraftan yazmaya niyet ettim. Yürümenin zihni açtığı doğruymuş, ama okunaklı yazma konusunu, hem de bir daha açılmamak üzere, kapatıyor. Eee, adamlar boşuna mı icat etmiş stenoyu? :)) Onu da listeden çıkardık çaresiz.
Bu sefer sekretere değil, patrona özendim ve bir dikte makinesi edindim. Hem sağlıklı yaşam yürüyüşlerimi aksatmam, hem de yürürken konuşarak ‘mahallenin delisi’ne çıkmış olan adımı pekiştiririm. (Hiç öyle bakmayın! Adını deliye çıkarmanın faydalarını Kaçıklık Diploması kitabında ayrıntılarıyla anlatmıştı Ayşe Nil.) Ama o da ne? Ben makinenin mikrofonuna gelmiş geçmiş bütün yazı teamüllerini kökünden değiştirecek, dünya edebiyat tarihinde çığır açacak, ölmüşleri mezarında fır fır döndürürken, yaşayan yazarları toplu intihara özendirecek kalitede cümleler söylüyorum, hoparlörden (Allahtan kulaklıkla dinleyecek kadar sağduyum kalmış! :D) birkaç tuhaf tavuk gıdaklaması taklidi, ünlü haber çıpalarımızdan birini kıskançlığından çatır çatır çatlatacak uzunlukta ‘eee’ soloları, öznesi yükleminden habersiz, nesnesi üç evvelki cümlenin sıfatlarıyla ebelemece oynayan tutarsız sayıklamalar dökülüyor. Bir süre bu anlaşılmaz fenomeni çözmeye, suçun – katiyen – bende olmadığını (!) ispatlamaya çalıştıysam da, tahmin edeceğiniz üzere, başaramadım. Sonra birden aklıma bir şey geldi. Ağzımızın suyu akarak okuduğumuz nice yazarın iş konuşmaya gelince lâl olduğunu hatırladım. Yani bu bir meslek hastalığı… Yapacak bir şey yok. Birinci önerme ‘Büyük yazarların çoğu güzel konuşamaz.’, ikincisi ‘Güzel (aslına bakarsanız hiç) konuşamıyorum.’ olunca, çıkan sonuç ister istemez ‘O zaman büyük bir yazarım.’ haline geldiğinden megalomaninin sınırı da yok tabii! :)) Nihayetinde bu deneme de başarısız oldu.
Peki, Eski Romalılar usulü uzanarak yazsam. Kanepede sağdan sola doğru uzanınca, ışık yetersiz geliyor. Soldan sağa doğru yayılmak ise karşı komşunun “Olmaz ki, günün ortasında ben mutfakta burnumdan terlerken, böyle de yatılmaz ki…” mealindeki bakışlarının içerdiği şiddetli muhalefet nedeniyle imkânsız. En iyisi yatağıma uzanayım, ona da karışacak değiller ya. Yaz AKA, yaz! Düşün, düşün, yazzzzzzZZZZZZZZ! Ha? Kim? Ne? Hoppalaaaa! Uyuyup kalmışım.
Anlaşıldı. Bu saatten sonra Ork Gezegeninden Mork (Bir zamanlar Robin Williams’ın sulu ve sinir bozucu dizisi ‘Mork ve Mindy’de ünlü olmak uğruna kendini helâk edercesine canlandırdığı karakter. Bilenler bilmeyenlere anlatsın! :D) gibi baş aşağı oturarak yazmamı sağlayacak bir yoga tekniği geliştirilemeyeceğine göre eski usule devam edeceğim. Oysa bu köhnemiş geleneği değiştirip tarihe geçmeyi ne kadar isterdim. :))



Andrei Musat'dan 'Child's Play'
Bugün 23 Nisan
Neşe doluyor insan
Kamutay bugün doğdu
Karanlıkları boğdu
Uzun zamandır ilk güneşli 23 Nisan… Hava nice yıldır böyle cıvıl cıvıl bir gün yaşatmıyordu çocuklara. Güneş yüzünü göstermeyince de insan neşe dolmakta biraz zorlanıyor doğrusu. :))
Çocuklar çocukluklarını yaşıyorken hazır, hâlâ içindeki minikten vazgeçmediğini düşünen (veya zanneden) büyüklere de gün doğacak bu güzel günün yüzü suyu hürmetine. İpin ucunda heyecanla, coşkuyla, sabırsızca, ama ikide bir iplerine asılınarak hizaya sokulmaları nedeniyle terbiyeli ve uslu salınan rengârenk uçurtmalara benzeyen ufaklıkların peşine takılıp önce kıvrak, ardından kaypak, nihayet eğreti kuyruklar gibi bugüne kıyısından ilişmeye uğraşacaklar. Kıvrak; çünkü günlerini yaşamak için ıslak sabun gibi sıvışmaya hazır çocuklarla işbirliği yapacakmış gibi davranacaklar ilk başta. Ama bir çocuğun coşku ve enerji deposu büyükleri ona müsamaha göstermeye ne kadar azimli olurlarsa olsun onların sabır depolarından çooook sonra boşaldığından “Oraya da gidelim, burada da oynayalım, park, şişme oyuncaklar… Bilmem hangi alışveriş merkezinin en süngüsü düşük oyun parkının da hatırı kalmasın, aman! Okulun gösterileri, 23 Nisan Balosu, kukla gösterisi, yüz boyamaca, top oynamaca, itişip kakışmaca, vara yoğa bir ağız dolusu gülmece, bağırmaca, çağırmaca…” derken ana babalar teslim bayrağını çekerler. Ondan sonrası kaypaklaşma aşamaları…
Çocuk: “Yaaaaa… Arkadaşlarım gidiyo’ ama…”
Anne: “Onlar gitsinler evladım. Onlar oraya gitsinler, biz eve gidelim. Hem ben sana ne pastalar, ne çastalar, ne börekler, ne çörekler yaptım. Güzel güzel yer, sonra da yatıp mışıl mışıl uyursun.”
Çocuk: “Aç di’ilim ben yaaa… Uykum da yok!”
Anne: “Ama yemek yemezsen büyümezsin sonra. Bööle küçücüüüük kalırsın.”
Çocuk: “Ben dün büyüdüm ya. Hem de kapıda ölçünce sen söylemiştin, unuttun muuuu?”
Anne: “Haaaa! İyi de sen televizyondaki teyzeler amcalar ne söylüyo’ duymadın mı? Asıl büyüme hormonları uyuyunca salgılanıyormuş. Sana benden söz, bugün yatar uyursan yarına en az beş santim atmış olarak uyanacaksın.”
Baba: “Atmak derken, sen de biraz destekli atsan diyorum.”
Anne: “Sen karışma! Ölçecek olan ben değil miyim? Önce işareti indiririm, yarın sabah da tekrar çıktırırım, olur biter.”
Baba: “ Kime yutturaca’n? Cin gibi o. Hemen anlar.”
Anne: “Sen yaparsan anlar tabii. Vallahi ayaklarıma karasular indi. Şuradan şuraya gidesim yok! Onun tarafını tutup yan çizecek olursan çıngar çıkarırım, ona göre… Hafta sonu maç gecesini falan da unut! Bilmem anlatabiliyo’ muyum?”
Baba: “Hıı… Eve gidince biz ne oyunlar oynayacağız çocuğumla şimdi, di’ mi annesiiiii?”
Anne: “Tabii… Siz oynarsınız, ben de kafamı sabahki boyutlarına küçültmek için buzluğa sokarım. Akşama da aynı buzluktan pizza yaparım. O kadar seyretmem bir işe yarasın bari. Pizza gecesiiiiii!... Ne harika di’ miiii?”
Çocuk: “Yaaa… Ben arkadaşlarımla oynayacaktım yaa!”
Anne: “E, oynadın zaten çocu’um! Sabahtan beri azıyo’… yani koşturup oynuyo’dunuz ya.”
Çocuk: “Ama daha onu oynayacaadık, bunu oynayacaaadık, daha koşacaaadık, iteceeedik, kakacaaadık, bağıracaaadık, çağıracaaadık. Hem hani bugün benim günümdü?”
Anne: “Senin günün zaten. Günün arkadaşlarına ayrılan kısmı bitti, anne babaya ayrılan kısmı başladı. Annesiyle babası evlatlarını çoooook özlemiş. Şimdi o da uslu çocuk olup kendi gününün bu bölümünü onlara ayıracakmış, di’ mi benim bi’tanem?”
Çocuk: “Ya, of ya! Her yıl aynı şey!”
Baba: “Hadi gene iyisin. Bu yıl çabuk pes etti.”
Anne: “Zaten onun da turşusu çıktı, bakma böyle üstten üstten konuştuğuna. Sabahtan beri at gibi koşturuyo’. Eve gidince burnu tabakta uyumazsa n’oliiim!...”
Çocuk: “Babaaaa!”
Baba: “Hadi inşallah! Dediğin gibi olursa…”
Çocuk: “Babaaaaa! Babaaaa!”
Baba: “Efendim.”
Çocuk: “Eve gidince uçak maketini bitirelim miiiii?”
Anne: “Aaaa, ne güzel fikir!”
Çocuk: “Olur mu baba? Babaaa!”
Baba: “Neresi güzel yahu? Sen o model uçağı gördün mü? Uçak mühendisinin profesörü gelse onu birleştiremez. Amerikan Bilmecesinden beter! Geçen defa bir iki parçasını birbirine tutturup ‘Bunların birkaç gün kuruması lazım.’ diyerek zor kurtulmuştum elinden.”
Çocuk: “Yapca’z mı baba? Babaaaa?”
Anne: “İyi ya, kalan parçaları tutkallar kurumaya bırakırsınız.”
Çocuk: “Ya baba yaaaa!...”
Baba: “Sonraki iki gün parmaklarımdan yapışkan temizlediydim. Başım ağrıdı, midem bulandı, beter oldum. Zehirli miydi neydi o tutkal? Zaten daha modelin planını gördüğümde burcu burcu terlediydim. Katiyen bir daha katlanamam.”
Çocuk: “Babaaaa!”
Baba: “Çocuğum araba kullanırken öyle bağırılmaz diye kaç defa söyledim. Bak, dikkatimi dağıtırsan kaza yaparız sonra.”
Çocuk: “Ama yapca’z di’ mi uçağı?”
Baba: “Hııı… Bakarız.”
İşte böyle, kaypaklıktan eğretiliğe yıldırım hızıyla geçilir. :))
Zaten tarihte Çocuk Bayramı’nın bir çocuğu tatmin edecek denli güzel geçtiği hiç kaydedilmiş midir acaba? :D

Ben de çocuk fikirli biri olarak bugünü derhal kendime yonttum ve kısa bir yazıyla anarak günün kalanını içimdeki miniğe ayırdım. Her yaştan çocuğun bayramı kutlu olsun, kendisini büyük ilan edenlere de kolay gelsin. :))



Oleg Zhukov'dan  (Олег Жуков) 'The Ant Thriller'
Diğer Çalışmarı 1               Diğer Çalışmaları 2
Hiç ufacık bir sorun size dünyanın döndüğünü bile unutturdu mu? Daha doğrusu dünyanın döndüğünü unutmazsınız da, sanki kendi ekseni etrafındaki yirmi dört saatlik pirüetinde yüz yirmi dört kez sizin üzerinizden geçiyormuş gibi gelir. Üstelik kulunçlarınızı ezen hayırsever bir ayı :)) gibi değil de, canı burnunda bir ev hanımının elinde yufka açıyormuş gibi rol kesen merdane misali veya asfalt düzleyen silindir benzeri bir acımasızlıkla muamele eder size. Kendinizi Atlas gibi… Yok, yok! Hani dünyayı iki boynuzunun üzerinde dengeleyen şu meşhur öküz gibi hissedersiniz. Hatta kuyruğunun erişemeyeceği bir yere et yiyen cinsinden bir zonzon (AKA sözlüğünde iri ve zırıltıcı bir karasinek türü… Bkz. 7 Aralık 2010 tarihli yazım) konmuş ve dünyayı taşırken sarf ettiği emeğin kan ve teri alnından tam gözünün bebeğine damlamak üzere olan bir öküz gibi...
Bu öyle bir haldir ki; o sırada çevrenizde, mahallenizde, ülkenizde ve / veya dünyada gerçekleşmekte olan son derece ciddi şeyleri gözünüz görmez, kulağınız duymaz, hatta bunların sorun olarak görülmelerine itiraz etmekten kerhen vazgeçseniz de, aslında söz konusu edilmelerini dahi aklınız almaz. Etrafınızdaki insanların kendi yaşam gaileleriyle boğuşurken bile gülüp eğlenecek imkânlar ve fırsatlar yaratıyor olmasını şahsınızı hedef almış bir hakaret olarak algıladığınız anları kastediyorum. Sizin hayatınızda da bir sürü şey olmaktadır o sıra, ama nedense olan bitenle aranıza o küçücük sorun bir dağ gibi girmiştir hani. Ne yapsanız aklınız hep o mini mini konuya kayar. Saç kılından daha fazla yer kaplamayan probleminizi çekiştire çekiştire onun dışında kalanlarla aranızda görünür-görünmez denecek kadar incecik, fakat çok dayanıklı bir zar oluşturacak kadar genişletirsiniz. Hatta o ‘kıldan ince, kılıçtan keskince’ nesneyi etrafınıza bir koza örmekte kullanırsınız ki, dışarıdan müdahaleleri de engellesin, gözünüzün, kulağınızın, aklınızın kendisi haricindeki herhangi bir şeye kaymasına izin vermesin. Gece yatmadan önce son düşünceniz, sabah kalktığınızda ilk aklınıza gelen o olsun. İncir çekirdeğini doldurmayacak bir şey aklınızı teslim alsın, ruhunuza sızsın, kalbinizi ise tamamen devre dışı bıraksın. Bir anti-aşk durumu yani!!! :))
Dert denemeyecek denli sancısız, sorun kabul edilmeyecek kadar çözümlü, konusu olmayacak kadar önemsiz, anlatsanız alaya alınacağınız denli manasız, ufaktan da ufaktır, ama siz gözünüzde büyüttükçe büyütürsünüz. Elinizde değildir. Hani sızlayan dişinize dilinizle habire dokunmaktan, adeta ağrısının devam edip etmediğini kontrol etme bahanesiyle bile isteye canınızı yakmaktan manyakça, fakat zorlayıcı bir zevk alırsınız ya… İşte o hesap! Kurtulmak için çözümler üretmeye çalışırken bile bunun sonuçlarını kurcalayıp durur aklınız. Bulduğunuz çare minyatür sıkıntınızdan daha fazla sorun yaratır mı acaba? Yoksa hiçbir şey yapmamak mı doğru olan? Azıcık sabretseniz kendiliğinden, sihirli değnekle dokunulmuşçasına kaybolup gider mi dersiniz?  Veya o zamana kadar uyguladıklarınızdan daha radikal, daha şiddetli, daha acımasız bir metot mu kullansanız? Şöyle çat diye tepeden inme, ani ve kısa süren cinsinden bir yöntem… ‘Olmak veya olmamak, işte bütün mesele bu!’ tiradını William Shakespeare’e ilham eden ruh ve / veya vecd haline bu şekilde ulaşmak önce komiğinize gider, sonra zorunuza, nihayet koskoca yazarı ve güzelim eserini böyle bir şeye alet ettiğiniz için kendi kendinizi ayıplarsınız. Ama durmak ne mümkün! :)) İsteseniz de kendinizi akışından kurtaramadığınız bir anafor bu. Ha, yalnız öyle dibe falan çekmiyor. Bin devirde kurutan bir çamaşır makinesi gibi hep aynı seviyede içiniz dışınıza çıkana veya içiniz dışınız bir ve sadece ‘O’ olana kadar kendi etrafında döndürüp duruyor. Bir anti-esriklik hali yani!!! :))
Her zaman sorunlarınızı unutturan şeyler; okumak, yazmak, çizmek, seyretmek, dinlemek sadece birer amplifikatör veya lup haline gelip iyice dev aynasında gösteriyor size bu mikro-pürüzü. Okuduğunuz her harf aklınıza onun bir modeli olarak giriyor ve beyninizin en uzak köşelerine dahi hastalık bulaştırır gibi klonluyor sorun saydığınız nesnenin suni kopyalarını. Yazmak tüm anlamlarından soyunmuş. Ne içinizi döktürüyor size, ne de akla mantığa uyan bir konuyu anlamlı bir biçimde savunmanıza izin veriyor. Sanki kalemden parmağınızı yazı fikirlerinize ulaşmanızı sağlayan o uçsuz bucaksız boğazın en fazla gıdıklanan kısmına sokmuşsunuz gibi öğürme refleksi misali arka arkaya saçmalıyorsunuz. Kalem tutan eliniz ağzınızın anlatamadığını süslü ifadelerle şekillendirmek için kaşınsa da, ortaya çıkan metin dilinizdeki beceriksizlikten pek farklı değil. Çizdiğiniz tek şey ise ‘O’ zaten. Sağdan, soldan, cepheden, kuşbakışı, ikili perspektif, üçlü perspektif, detay, kompozisyon, karakalem, renkli çalışma… Ama hep o, hep ‘O’! Her açıdan, her ayrıntısıyla kafanıza kazınmış da, ezberden gözü kapalı çizebilirmişsiniz neredeyse. Ve tabii seyrettiğiniz her şeye de bir yerlerinden karışmış oluyor, kendini hatırlatıyor. Tablolara bir köşesinden ilişiyor, doğadaki bütün bahar manzaralarının ayrılmaz bir parçası oluyor. Hatta daha kötüsü bile var. İzlemek için onun dâhil olduğu senaryoları seçiyorsunuz bilinçli veya bilinçsiz. Küçücük dediğiniz şey ekranda devleşip H.G. Wells’in hikâyesinden hortluyor, bir Hollywood fecaatinde kıvrıla, kıvırta, kıvrana sinirinizi iyice bozuyor. Dinlemek de bir başka işkence. Çünkü notalar bir türlü taşımıyor sizi daha önce götürdüğü yerlere. Belki ‘O’ müziğe sızmayı başaramıyor, ama müziğin de size sızmasını, içinizi doldurmasını engelliyor nasıl yapıyorsa artık. Aslında yapan ‘O’ değil elbette. Sizsiniz. Ama dedim ya, elinizde değil. Yanınız, yöreniz, önünüz, ardınız, geçmişiniz, şimdiniz ve geleceğiniz ‘O’ olmuş çoktan. Siz ‘O’ olmuşsunuz hatta. Yani bir anti-mistik deneyim!!! :))
Kurtulmaya çalıştıkça bataklık gibi içine çekiliyorsunuz. Debelenmeyi bırakınca ise sadece fırtınanın gözü gibi bir dinginlik hali… Çevrenizi kasıp kavururken size dokunmaması daha incitici, çok daha korkutucu. Etrafınızda dolaşırken görmek bile kaşındırıyor sizi, ne zaman üzerinize geleceğini hesaplamaya başlıyorsunuz ufaktan. Panikliyorsunuz. Yalnız bu harekete geçiren cinsinden değil, donduran, duyarsızlaştıran ve yapış yapış bir dehşet. Öyle ki; en basit kurtulma çaresi bile aklınıza gelmiyor. Başka her şeyi, her kocaman şeyi en ufak ayrıntısına kadar hatırlıyorsunuz da, mikroskobik bir engebeyi kökünden çözebilecek milyonlarca seçenek uçup gidiyor pek mahir beyninizin çok kudretli nöronlarından. Öyle katatonik bir haldesiniz ki, ancak üç toplu iğne başı boyunda bir şeyin size doğrudan ulaşmasına ambargo koyduğu dış dünyadan atılan kurtarma halatlarına dahi uzanacak iradeyi bulamıyorsunuz. Yani bir anti-bilinç tecrübesi!!! :))
Bir mucize olur da yakanızı kendiliğinden bırakırsa ne âlâ. Yoksa değişik bir zombi türü olarak sürdürebilirsiniz kalan ömrünüzü. Ellerinizi öne uzatarak, karanlık yuvalarına gömülmüş gözlerinizde bomboş bakışlar, dilinizde tek bir sözcük, sarsak sarsak yürür ve taraz taraz bir sesle; “Karınca! Karınca! Karınca!” diyerek hayatınızı tamamına erdirebilirsiniz.
Efendim? Karınca nereden mi çıktı? Bir bilsem nereden çıktığını? Evi karıncalar istila etti. Bir haftadır kaynağını arıyorum. Yollarına tuzlar, kahveler, naneler, sirkeler, karabiberler mi (çok dikkatle gözlemledim, hiç biri hapşırmadı :D) dökmedim, burunlarına… pardon duyargalarına küflü limonlar mı dayamadım, tepelerine toksik ilaçlar mı boca etmedim? Bana mısın demiyorlar. Her baktığım yerde onları görüyorum artık. Her şey kıpırdıyor, bıdı bıdı yürüyor, yokluyor ve giderek çoğalıyor sanki. Yokluk krizindeki alkolikten beter bir durumdayım. En son kapıcının kafasından antenler çıktığını görmeye başlayınca kendimden korktum.
Tıp literatürüne ilk ‘karınca bastı anksiyetesi (aslında cinneti demek daha doğru olur)’ olarak girmek üzereyim.
İmdat!!! :)))



Jacob 'Jeddaka' Ankney'den 'Through The Clouds, Night' isimli çalışma
Diğer Çalışmaları
Bu yıl bahar içimizi bir doldurup bir boşaltmaya yemin etmiş gibi. Hele İstanbul’da insanı deniz tutmuştan beter edecek bir süratle değişiyor hava. Aynı gün içinde beş kez mevsim değiştirip, üç dört saatlik aralarla kara kışı, ılıman baharı, serin sonbaharı ve boğucu yazı yaşadığınız yetmiyormuş gibi, Hollywood usulü felaket filmleri benzeri nereden çıktığı belli olmayan elektrik fırtınaları, hortumdan bozma rüzgârlar veya tufanın ön gösterimine dahi şahit olabiliyorsunuz. Hele bir de şehirde zorunlu bir turistik geziye çıktıysanız maruz kaldığınız iklim değişiklikleri o kadar artıyor ki, kendinizi yirmi dört saat içinde üç ömür yaşamış gibi hissetmeye başlıyorsunuz.
Tabiat bundan pek şikâyetçi değil. Çiçeklerle ağaçların keyfi yerinde. Erguvanlar bu yıl da randevularına tam zamanında yetişip şehri neşeye boğdular. Mor salkımlarla pıtrak pıtrak birbirlerine sarılıp hasret gidermekle meşguller. Kuşlar deseniz, onlara her gün bayram… Baharı ayrı seviyorlar, yazı ayrı… Kış ile sonbahara da, sonradan güneş açtığı sürece, itirazları yok zaten. Sesleri hiç kesilmiyor. Yalnız göçmen kuşların işi biraz zor. Gün boyu “Kalk, gidelim! Soğuklar geri geldi.” ötüşü ile “Otur oturduğun yere, daha yeni döndüydük.” cıvıltısını peş peşe eklemekten helâk oluyor gariplerim. Taksi durağının taklacı güvercinleri ise göçmenlerin bir toplanıp bir dağılmalarından tepe sersemine döndüler. Yetiştiricileri istedikleri kadar aşağıda alkış tutsun, onlar balıketi cüsselerine bakmadan, arkalarından yetişmeye çalışırken jetin peşine takılmış pırpır uçak gibi kaldıkları ustura misali uçan kırlangıçları takip etmeye uğraşıyorlar. Karıncalar baharı bizim evde (dördüncü kat) kutlamaya karar verdiklerine göre böceklerin de keyfi yerinde. Sinekler nicedir pencere tellerine yapışıp meşreplerine uygun bir caz parçasında dans edebilmek için fırsat kolluyorlar zaten. Gerçi ‘Bahar ve Kelebekler’den dahi depresif bir konu çıkarmayı başarmış Ömer Seyfettin’in ‘sıhhat ve afiyete delalet eden’ beyaz kelebeklerinden de; keder ve hastalık getireceğinden korkulan sarı kelebeklerinden de; felaket, matem ve ölümü simgelediğine inanılan siyah kelebeklerinden de görmedim henüz. [Pembe kelebek sürüleri bolluğu, kırmızılar ise savaşı işaret edermiş bir de… Anmadan geçemedim. Zira söz konusu hikâye canımı epey yakmıştı. Öyküyü okuduğum yıl ilk gördüğüm kelebek sarı olunca – ki ben genelde ilk kez hep o rengini görürüm bu münasebetsizlerin  :)) – etrafta keder ve hastalık aramaktan önüme bakmayı unuttuğum için olsa gerek, ayağımı bir taşa toslamış ve ancak bu kazanın öyküdeki büyük ninenin kehanetinin gerçekleştiğini ispatladığına kanaat getirdikten sonra bir nebze rahata ermiştim. :D]
Havaların böyle cilvelenmesinden tek yakınan biz, insanlarız yani. Kırılıp dökülmekten veya gün boyu predepresif, depresif, postdepresif, premanik, manik, postmanik ruh hallerine ışık hızıyla geçmeye uğraşmaktan yorgun düştük.  Ortalıkta kol… pardon burun gezen hastalıklar da cabası… Çevrenizde aksıran, tıksıran, kibarca boğazını temizleyen veya davudi bir sesle öksürenlerle aranıza gazetenizi, çantanızı, gözden çıkardığınız bir arkadaşınızı koyarak idare etmeye çalışsanız da; ilaçla yedi günde, ilaçsız bir haftada ve fakat delip de geçen  – insana bırakın dünyaya geldiği güne lanet etmeyi, atalarının neslinin dahi taş devrinde tükenip gitmesini dileten – o, menhus salgına yakalanma olasılığınız hiç azalmıyor.  Uzmanlar bahar aylarında bol su içmeyi ve sıvı içeren yeşil besinleri tüketmeyi öneriyorlar, ama burun mukozanız ithal ettiğiniz bilumum sıvıyı ille de kendi üzerinden beden çevrimine sokmaya karar verdiğinde ne yapmanız gerektiğinden hiç bahsetmiyorlar. Günde iki litre su içmemiz lazımmış, pöh! Fazla mesai yapan bir burun bedeninizin yüzde yetmiş beşini oluşturması gereken o kısmı sadece ve sadece kafanıza – artık ne kadar boşluk, geçit, girinti, hatta yiv varsa – tıka basa doldurma kabiliyetine sahip… Ah, şu yüzünüzdeki her hücreyi doldurduktan sonra – tek çıkış noktası ve haliyle onca sıvıyı boşaltmaya yetmeyecek denli dar olan – burnunuzda beklemeye alındığında birike birike gayet verimli bir petrol damarı gibi giderek lüzucileşen, üstelik bütün sondaj girişimlerinize tırnaklarını sinüslerinize geçirerek karşı koyan o münasebetsiz nesneden bir sihirbazın birbirine bağlı rengârenk mendilleri cebinden çıkarması gibi kurtulmak mümkün olabilseydi… (Evet, kabul ediyorum, seyretmesi iğrenç olurdu. Ama ben de tutup herkesin önünde yapacak değildim yani… :D) Ama hayır! Rengi ve boyutları sebebiyle palyaçolara yakınlık hissetmenize neden olan ve artık asli görevini sanki hiç yapmamışçasına unutmuş görünen burnunuz ne yardan (öğğğ!) geçer, ne de serden… İster limon sıkar gibi ovuştura ovuştura çekiştirin onu, ister deliklerinden beyninizi dışarı fırlatacak şiddette ateşleme :)) talimleri yapın, hatta isterseniz “İlle dışarı çıkacak diye bir kural mı var canım? Bir de ters yönde deneyelim. Eğer yemek borusu bu obez yığını geçirecek kadar esneyebilirse mide de hazmetme konusunda bir iyilik yapıverir artık.” diye düşünerek trafiğin akışını değiştirmeye çalışın, tek damlasını bile azaltamıyorsunuz içerideki bulamacın. Yarım saat boyunca kafanızı duvarlara vurmak da dâhil her şeyi denedikten sonra tam bu, salgılanır salgılanmaz kendiliğinden yapışma ve donma kabiliyetine sahip ve patenti sadece sizde olan tutkalla bir arada yaşamaya alıştığınızı düşünürken birden met zamanı geliyor. Cezirde çekile çekile kıkırdaklara kadar nüfuz etmiş olan o ağdalı yığın bir anda sıvılaşıp Niagara Şelalesi’ni aratmayan bir şiddet ve heybetle zincirinden boşanıveriyor. Öyle ki; ne mendil kâr eder bu sele, ne çarşaf paklar… Tam ev sigortasının seyelan teminatı var mıydı, diye düşünürken tsunami gibi art arda gelen dalgalar kesilmeye yüz tutuyor. “Eh, bu defakini de sağ salim atlattık.” diye yüzünüzü gözünüzü temizlemeye banyoya girince, aynadan size bakan bukalemun cinsi bir yaratıkla burun buruna geliyorsunuz. Yüzünüz tuhaf bir proporsiyonla irileşmiş sanki. Balıkgözü mercekle çekilmiş fotoğrafa dönmüşsünüz. Bukalemunla benzerliğinizi mühürlemekte ısrarcı davranan kıpkırmızı diliniz, şişmiş ve çatlamış dudaklarınızı ıslatma bahanesiyle her an sinek avlamaya çıkacak iştahta olduğunu gösterir gibi bir görünüp bir kayboluyor. Gözleriniz de şehlalığa yeni anlamlar yükleyecek kadar yollarını şaşırmış. Biri sağdaki ilaç dolabına melül, mahzun bakarken, diğerinin düşmüş üst gözkapağından görünen kanlı aklarında ipini koparmış bir ada gibi gezinip duran donuk bir iris soldaki kâğıt havluyu kesiyor çaktırmadan. Bu kadarı yukarıdaki bukalemun tanımlaması açısından size az göründüyse; “Az önceki taşkının elinizle ve mendille savuşturamadığınız; sehpa ve masa örtüleriyle durduramadığınız; hatta halı, perde, yatak, yorganla barikat kurmanıza rağmen yüzünüze sıvaşmasını engelleyemediğiniz sarı-yeşil kabuklarıyla dekore cildiniz manzarayı tamamlıyor.” demem herhalde yeterli olacaktır.
“Bedenim lime lime, bari ruhum sağlam kalsın.” diyerek giriştiğiniz kendinizi oyalama taktikleri ani ve uyarmadan gelen taşkınlar yüzünden zor ile imkânsız arasında görevlere dönüşürken, bir de halinize bakıp şükretmeye mi, yoksa gerçekten geçmiş olsun demeye mi geldikleri belli olmayan sağlıklı (ki bu sözcüğü en galiz küfür niyetine kullanabilirsiniz o anda :D ) konuklarla uğraşıyorsunuz.
“Ah canıııım! Kala kala televizyona kaldın di’ miiii? Ama bu halde de hiç çekilmez. Nesine bakıyo’sun şu aptal kutusunun?”
“Makbıyorub ki…”
“Nasıl bakmıyo’sun ayol? Hem de nasıl seyrediyo’sun. Şu uyduruk diziden bile duygulanıp elleriyle yellene yellene ağlayan benim sanki…”
“Ne televisyonu, ne disisi, ne duygusu, ne ağlabası! Murnub elibe gelbiş saten… Gösüb de ondan kıskandı, akıb duruyo’… Bendil yetiştirin diye sallıyorub elibi. Debinden meri gösünün içine makıyorub asıl, aba nerdeee… Sen oturbuş, tuvalet ka’adı rulolarıyla murnunu tıkabaya uğraşıyo’sun. O ıslak bendillerden kendine elmise falan mı miçiyo’sun allasen?”
“Ha, yok canım. Kanepe biraz nemli geldi de… Ama hastalıkta olur böyle şeyler, utanacak bir şey yok… Gene de keşke yetişkinler için üretilen şu şeylerden alsaydın.”
“Nebli bi? Ha, sen onu şey sandııın… Yok yaf’! Murnubdan mömrekleribe sıra gelbiyo’ ki…”
“E, bu ne peki? Ay, kalkamıyorum. Yapıştım kaldım buraya. Bi’ de ciklet gibi uzuyor bu koltuğun kumaşı yahu!”
“O, kubaş falan di’il!”
“Ne sırıtıyo’sun sen yaa? Ay, yoksa bu… ha… ha… hapşuuuuuuuuu!!!”
“Hadi hayırlı, uğurlu ve de geçbiş os’suuun! Al, debe debe kullan!”

İntikab soğuk yenen mir yebektir. :))))



Rob Pettit'ten Cell Phone Art
Diğer Çalışmaları
Gözüne giren ışıkla kendine geldi. Kış boyu odasının duvarını yalayıp geçen güneş, baharın gelmesi şerefine, her sabah doğrudan yüzüne projektör tutar olmuştu. Gece geç yatmış olsaydı söverek kalkacaktı yataktan. Oysa bugün keyfi yerindeydi. Güzelce dinlenmiş, yakın vadeli işlerini rayına oturtmuş olarak uyanıyordu yeni güne.
“Sayın abonemiz! Bu bir bant kaydıdır. Şu anda kullandığınız ısı, ışık ve keyif kaynağının foton sayaçları aylık kotanızın dolduğunuzu göstermektedir. Hizmeti kullanmaya devam etmek istiyorsanız kazıklı… pardon zamlı fiyatlandırma tarifesine geçmek için boğazınızı bir kez temizleyiniz. Bu üç hizmetten; ısıyı istemiyorsanız yorganı üzerinizden atın, ışığı istemiyorsanız gözünüzü kapatın, keyfi istemiyorsanız lütfen dilinizi köküne kadar dışarı çıkarın.”
Mahmur mahmur kafasını kaşıyarak odasına göz gezdirirken yine üst komşusunun televizyonun sesini fazla açtığını düşündü. Sabahın keyfi bu şekilde bozulduğu için canı sıkıldı. Ağzının içinden homurdandı.
“Yanlış giriş yaptınız. Lütfen girişinizi verilen parametrelere uygun olarak yineleyiniz!”
“N’oluyo’ ya?”
“Yanlış giriş yaptınız. Lütfen…”
“Kıs şu televizyonun sesini be adam!”
“… parametrelere uygun olarak yineleyiniz.”
“KARDEŞİM, kime diyorum?”
“Yanlış giriş yaptınız. Sayın abonemiz üç kez hatalı giriş yaptınız. Bu durumda kotanızı doldurduğunuz için size verdiğimiz hizmeti durduracağımızı bildirir, ayırdığınız zaman için teşekkür ederek iyi günler dileriz.”
Oda zifiri karanlığa gömülünce sanki kulakları da duymaz olmuş gibi geldi birden. Sonra ışıkla birlikte sesin de gittiğini fark etti. Pencerenin ardı derinliği olmayan bir siyahlığa gömülmüştü adeta. Kapkara gökyüzünde yıldızları aradı mantıksızca. Kendini yataktan dışarı atarak gözüne takılan tek minik ışık kaynağına doğru tökezledi. Elinin altında elektrik düğmesini hissedince ‘Tabii ya!’ diye düşündü. ‘Nasıl akıl edemedim? Işığa duyarlı, fosforlu düğmeler bunlar.’ Uyku sersemi olan ve daha fazla akıl yürütmeye itiraz eden beyni ‘Işık olsun!’ diye buyurunca parmakları bu emri ikiletmedi. Düğmenin hafif çıtırtısıyla oda aydınlandı. Ekonomik ampul loş bir ziyayla işe koyulup nihayet her köşeyi tüm ayrıntısıyla göstermeye başlar başlamaz yukarı kattaki televizyon yine coştu.
“Sayın abonemiz. Bu bir bant kaydıdır. Hâlihazırda kullandığınız suni aydınlanma sistemini boş yere meşgul ettiğiniz tarafımıza rapor edilmiştir. Acil durum olduğunu bildiriyorsanız boğulur gibi nefes alın. Sistem yanlışlıkla devreye girdiyse kibarca öksürün. Bilerek düğmesine bastıysanız hizmetin en üst seviyeden tarifelendirileceğini ve aylık faturanıza ceza mahiyetinde dünyanın parası bindirileceğini kabul ettiğinizi göstermek amacıyla panik atak geçirin.”
“Sabahın köründe hangi bilimkurgu filmi bu ya?” diye söylendi ağzının içinden. Bulanık gözlerini elinin tersiyle silerek gece etrafa saçtığı giysilerine baktı.
“Hatalı giriş yaptınız…”
“Gömlek, pantolon, ceket.”
“Hatalı giriş yaptınız. Lütfen verilen parametrelere uyun!”
“Eee, her şey burada, ama çoraplar yok. Nereye koydum ki ben bunları?”
“Hatalı giriş…”
“Yuh! Ayakkabının tekini buraya kadar sürümüşüm.”
“Hatalı giriş yaptınız. Parametrelere uygun giriş yapmadığınız takdirde verilen hizmet on saniye içinde sonlandırılacaktır. Dokuz… sekiz… yedi… altı…”
O sırada bir türlü bırakamadığı sigaranın ilk gıcığı boğazını yakınca hafifçe öksürdü. Arkası kötü geldi tabii.
“Sistem hatası olduğuna dair kaydınız alınmıştır. Elemanlarımız en kısa sürede sizi arayacaktır. Hizmetimizden yararlandığınız için teşekkür eder, sağlıklı günler dileriz.”
Odadaki kakofoninin beynini iyice çalışmaz hale getirdiğini düşünmeye başlamıştı ki her yer sessizliğe büründü. Cümlenin sonu neredeyse öksürüklerin bitimine rastlamıştı. Düşüncelerini hâlâ tam anlamıyla odaklayamıyordu. Alaycı bir ifadeyle gülümseyerek ‘Erken yatmak bana yaramıyor.’ diye düşündü. ‘Fazla mesai yapmaya alışmış beyin hücreleri normalden uzun bir tatile çıkınca toptan dumura uğruyorlar zahir.’ Yerdeki giysileri ayağıyla sürüyüp odanın bir köşesine topladı ve yeni bir takım bulabilmek amacıyla dolabı açtı.
“Sayın abonemiz.”
“Aaa, yeter ama!!!“
“Yararlanmakta olduğunuz temiz…”
“KAPAT ŞUNU DİYORUM. Yüksek sesle televizyon izlemekten sağır mı oldun yoksa? KAPATSANA ŞU ALETİ ARKADAŞ!”
Öfke ve hırsla dolap kapısını çarpınca çıkan sesten kendisi bile ürktü. Uyandığında hissettiği huzur uçup gitmişti işte. Yataktan kalkarken yere düşürdüğü yorgana bir tekme atıp, hızını alamayınca oda kapısına saldırdı.
“Sayın abonemiz. Bu bir bant kaydıdır. Şu anda yararlanmakta olduğunuz giysilerinizi düzenli tutma hizm...”
“… bir bant kaydıdır. Şu anda yararlanmakta olduğunuz yatacak yer ve dinlenme hizme…”
“… dır. Hâlihazırda kullandığınız ev güvenliği ana başlığı, oda kapısı alt maddesi hizmeti…”
Birbiri üzerine konuşan bunca sesi duyunca uyandığından beri tutukluk yapan beyni sonunda marşa bastı. Çok tuhaf şeyler oluyordu. Donup kaldı. O sırada derinlerden bir başka ses duyuldu. Şiddetini desibel desibel arttırıp giderek tizleşen bu siren sonunda diğer her şeyi susturdu. En yüksek notasında kesilir kesilmez “Lütfen adınızı ve soyadınızı, kimliğinizde okunduğu şekilde, başında veya ortasında göbek adı kullanmadan, tam olarak söyleyiniz!” diye gürledi biri. Bu defaki filmden alınma bir anons falan olamazdı. Çünkü cümlenin yanlış yerlerinde saçma sapan vurgular yapmıyordu. Tam tersine; öfkeli bir insandan beklenebilecek biçimde patlamaya hazır bir sıkkınlıkla konuşmuş, şimdiyse muhtemelen giderek azalan bir sabırla talebinin yerine getirilmesini bekliyordu. Telaşla cevapladı.
“Salim Aklıselimoğlu.”
“Gölgeoyunu Mahallesi, Hayali Küçük Ali Sokak, 666 Numara, Daire 13 sakini Salim Aklıselimoğlu mu?”
“E, eveeeet…”
“Lütfen adres bilgilerinizle birlikte adınızı ve soyadınızı tam olarak söyleyin beyefendi! Konuştuklarımız kayda alınıyor.”
“Söyledim ya. Ben Salim Aklıselimoğlu. Burada oturuyorum. Neler oluyor?”
“Olmadı, ama neyse… Kimlik numaranız.”
“Benim kimlik numaramdan size ne? Hem siz kimsiniz? Bütün bunlar ne manaya geliyor?”
“Ben Ana Hizmet Birimi Çağrı Merkezi’nden Burcu.”
“Burcu mu? İyi de siz erkeksiniz?”
“O konuyu bu yazıyı yazanla tartışırsınız. Kimlik numaranız lütfen!”
“Yirmi iki bölü yedi.”
“Ana adı, baba adı, doğum yılı, doğum yeri, tarihçesi, o bölgede kurulan şehir devletleri, bitki örtüsü, coğrafik şekilleri…”
“Ne? Kim? Ne zaman? Hangisi?”
“İlkokul üçüncü sınıftaki sıra arkadaşınızın kafasındaki yüz yirmi yedi milyar üç yüz elli altıncı kılın uzunluğu…”
“Ha?”
“Kurbağa gagasının anatomisi… Karlofça savaşının üç yüz Konyalısının ad ve soyadları… Vektörel ile faktöriyelin farkı…”
Salim boğazında düğümlenen yumruyu avazı çıktığı kadar “Yangın vaaaaaaar!” diye bağırarak fırlatıp atmak istediyse de, ağzından gargaraya benzer bir gurultudan gayrisi çıkmadı. Güneş ışınları ısrarla kapalı göz kapaklarının arasından sızmaya çalışıyor, başucundaki telefonun açık kalmış ahizesinden “Sayın Abonemiz. Bu bir bant kaydıdır.” teranesi yükseliyordu. 



Travis Favretto'dan Spring Cleaning isimli çalışma
Diğer Çalışmaları 1    Diğer Çalışmaları 2     Sitesi
Evinizin tek odasına hapsolup sadece o mekânın imkânlarına mahkûm oldunuz mu, bilmem. Zor iştir, ama bazen...
Mesela eve temizlikçi gelir. Sizin ise o gün mutlaka evde kalmayı gerektiren bir meşguliyetiniz veya özrünüz vardır. Sadece birkaç kez gördüğünüz ufak tefek bir hanım olan gündelikçiniz o günün işkencecisi olup çıkıverir. “Ben salona giriyo’m! Vaaa mı bi’ diiceen?” diye yarım ağızla sorgu sual edip sizi şöyle bir tarttıktan sonra “Sen hemen çıkıyo’n herhal’.” diye düpedüz aba altından sopa gösterir. Çok aldırıp önemsemeden, hele de hiç sebep göstermeden “Ben bugün evdeyim.” gibilerden yorum yaparak, bire bir buçukluk tombul bir havludan bozma yer bezini bir hamlede sıkma kudretine sahip temizlikçinizi başınızdan savabileceğinizi sanıyorsanız yanılırsınız.
“Amaniiiin! Hasta mısın?”
“Hayır.”
“Hiiii! İşten mi go’dular depiği?”
“Yooo!”
“Eee, gafa izni mi aaa’dın yoğsam?”
“Sen kafa iznini de mi biliyorsun?”
“Heee! Tııı’latınca işe getmeyo’n.”
Konuşmanın buralarına gelince hafiften eğlenmeye bile başlarsınız – ki bu felaketinizin de başlangıcıdır aynı zamanda. Önce temizlik malzemelerini bir banyo, bir oda taşıyıp dururken kadıncağızı sadece gözlerinizle takip edersiniz.
“Bak seeen! Demek tırlatınca… Nasıl oluyor o?”
“Gittiğin evde bir gocagarı vaa’sa tııı’latmak garanti!”
Bu, gökten dinozorları yok eden meteor misali kucağınıza düşen ‘kocakarı’ lafını üzerinize alınmamak için hemen duruşunuzu dikleştirip yüzünüze daha genç bir hava verebilmek amacıyla pencereden gelen ışığı arkanıza alır, dudaklarınızı şuh (!) bir şekilde öne çıkarırken kelimeleri ezip büzerek ve saçınızı savura savura konuşmaya başlarsınız.
“Diyo’suuuuun… Hadi yeeaaa! Yeme beni abi!”
“Ha??? Haaaa! Bak sana diyo’m! Gapıdan giree’ giii’mez üstüne atlaaa’ böö’leleri… Yok, peee’vazları alacaaa’mışım. Yok, çeee’çeveleee ovacaaa’mışım. Emme zinhaaa’ çamaşııı’ suyu kullanmah yoğumuş. Alaaa’cisi vaamış. Aksırııı’mış, öksürüü’müş. Daha bi’ sürü bilmen ne? Bütün gün önündeee aaa’dındaaa dolaşııı’ duruu’…”
Lafının burasında yandan öyle bir bakış atar ki, hemen kendinize gelir ve birden o konuşurken sizin de yanında gidip gelmeye başladığınızı fark edersiniz. Zınk diye olduğunuz yerde durup orada olma sebebinizi açıklamak için “Akşam yemeği için misafirlere böfstrogonof yapmam gerekiyor da…” gibilerinden aklınıza ilk gelen şeyi sallayıverirsiniz. Ama hâlihazırda yatak odasıyla banyo arasına konuşlanmış olduğunuzu ve mutfağa varmak için evin öbür ucuna gitmeniz gerektiğini ikinci bir bakışla hiç zorlanmadan, anında anlatan temizlikçiniz yarı belinize kadar trafik ışığına dönmenize neden olur. Önce rezil rüsva olmanın mide bulantısıyla yeşile çalar, sonra kendinizi bu kadar açık etmenin endişesiyle sararıp solar, nihayet bunca rahatsızlığın ana sebebi olduğuna kanaat getirdiğiniz gündelikçinize duyduğunuz hiddetten bayrak kırmızısı olursunuz. “Sen hani salona başlıyordun? Ne işin var burada?” diye çıkışmakta bulursunuz çareyi.
“Aha, iti an... Heç canıııım! Arka balkona govalaaa’ almaya gidiyo’m ya…”
Gafil avlanmanın kızgınlığıyla ağzınızın içinden söylene söylene mutfağa doğru yollanır, bir süre etraftaki bilumum tabak çanağı tıngırdatır, mutfaktaki her dolabın kapısını birer, buzdolabınınkini üç dört kez açıp kapatırsınız. O sırada sağlıklı düşünme fırsatı bulup; “Evde trüf mantarı bitmiş. Ben bi’ koşu Fransa’ya gidip alayım da geleyim.” diye kendinizi dışarı atabilirseniz ne âlâ. Yok, eğer orada biraz fazla kalırsanız temizlikçinizi mutfağın kapısında bulmanız işten bile değildir.
“Salon bitti. Mutfağa girece’m! Sen yap pöfstürünü, yap! Ben ellemem o tarafı…”
“Yok, yok! Hiç olur mu? Ben çıkiiim.”
“Aaa gatiyyyen olmaaa’. Başlamış’ın madem.”
Bir on beş dakika daha çekiştikten sonra yalanın kuyruklusunu söylediğinizi çoktan anlamış temizlikçinizden adeta kaçar gibi kendi mutfağınızdan ricat edersiniz. Hazmetmesi ve izah etmesi zor bir durumdur. Bu yüzden kırmızı görmüş ve burnundan soluyan boğa misali eşine eşine kırk beş dakika boyunca turladığınız arka odada karşınızda birden ve yeniden temizlikçinizi gördüğünüzde o anki halinizi açıklamakta biraz (!) güçlük çeker, işi düpedüz zıtlaşmaya vardırır ve sadece sizin baktığınız taraftan görünen yenilginin intikamını almaya çabalarsınız. “Bu odanın dolaplarının üstü alınacak. Diğer odanın kalorifer petekleri bal dök yala olacak. Banyonun fayanslarında makyajımı yapamazsam kapik işlemez! O cilayı kullanma, kokuyo’. Bu deterjanı dökme, yakıyo’.” benzeri haşin, ama cılız bir sesle verilen abuk sabuk emirlerle vaziyeti kurtarmaya çalışırken o zamana kadar birbirinizin suratını görmeden gül gibi geçinip gittiğiniz gündelikçiyle havada nükleer dikenlerin uçuştuğu üçüncü dünya savaşının eşiğine geldiğinizi fark edersiniz.
“Ben o odanın pencerelerini sileceee’dim…”
“Gatiyyyyen… şey yani katiyen olmaz.”
“Bari petekleee gel’cek hafta yapaydım…”
 “Amma naz ettin… Alt tarafı gıçı gırıh bi’ dolap yav’!”
“Madem öyle deyon… Ben dolaplaaa, sen yeee’leee’ … Vaaa mısın?”
“Varım be! Beni mi gorgutacaaan!”
“Yalnız ben bezlerime dokunduuu’mam, ona göre… Sen şu sopanın ucunda sürüdüün paçavralarla idare edivee’… Ne anlıyo’nuz  o sırıklı saçaklaaa’dan bilmem. Halbukimsisi insan yeri sildiği bezi akşam eve sarhoş dönen gocasının ümüğünü tutar gibi bi’ avuç dolusu kavrayacak ki şöööle… Soo’nacııı’ma tepesinde iki kıl gadaa kalmış saçını dolar gibi bileğine bi’ saracak… Ha, bi’ de bazı garılara dönen o kopasıca başını geri çevirir gibi na’ böööle iki defa döndürü döndürüverecek ki, işin tadı çıksın, değil mi arkadaşım?”
“Gurk!”
Akşama bir de üste para verirken evi kazımaktan şakülü kaymış manzaranıza acır gözlerle bakarak;
“Bugünkü asistin fena değildi. Gerçi ne çıkardığın iş bakımından ne de aramızda geçen sosyokültürel atışmalardan istediğim randımanı aldığım söylenemez. Pazartesi gittiğim profesör o konuda daha doyurucu bir birikime sahip. Gelecek hafta da evde kalmayı planlıyorsan bir gün evvelden beni ara! Bugün aramızdaki diyalog çabuk geliştiğine göre bir dahakine hafif bir dedikoduyla tatlandırarak yenilenebilir enerji kaynakları üzerine tartışabiliriz. Yalnız gelecek sefere daha hazırlıklı ol! Bu haftaki böfstrogonof çok acemice bir hamleydi. Senden daha orijinal çıkışlar bekliyorum!” diyecektir.  Tabii gündelikçinin birkaç saat içinde ruhunuz bile duymadan sizi sizden çalma işleminin zavallı kurbanı olarak bu yoruma “Sen nassı’ isteee’seniz.” şeklinde cevap vermeniz hiç şaşırtıcı olmayacaktır. Eğer temizlikçinizin lisansı yeniyse, söz konusu etkinin pencereden yanlışlıkla giren erkek sineklere dahi “ayaklarını yuğmayı” teklif ettiğiniz birkaç saat boyunca sürmesi beklenebilir. Lisansüstü derecesini başarıyla almış bir gündelikçi; haftanın yarısını ayaklarınıza paspastan terlik, ellerinize toz bezinden eldiven geçirerek evi turlarken kendi kendinize “Oraya basma, yeni sildim! Burayı elleme, iz kalıyor.” diye çemkirmenizi tetikleyebilir. Doktorasını tamamlamış bir temizlikçi, onun geldiği günün arifesinde evi baştan aşağı kırklamış olduğunuz halde, kapıdan girer girmez çerçevelerin üzerinde parmaklarını gezdirerek cıkcıklanacak kadar kaprisli olur. Profesör gündelikçinin ise geldiğinde kahvesi, günlük gazeteleri tetebbu ettikten sonra televizyonu açtığında da mojitosu hazır olmalıdır. Teftişinden geçmek için bir haftadır kazıyıp durduğunuz evi beğenmezse, fazladan temizlik ödevi vererek yılsonu notunuzu yükseltmenizi bile talep edebilir.
Ama birkaç seferden sonra siz de deneyim kazanıyorsunuz. ‘O’ geldiği gün ille de evde kalmanız gerekiyorsa yanınıza gazete, kitap, bulmaca, televizyon, bilgisayar, kâğıt, envai çeşit kalem ile klostrofobiyi engellemek için Kanarya Adaları’nın büyük boy posterini alıp bir odaya kapanıyorsunuz. Yine de gün batımına doğru bütün oyalanma taktiklerinizi tükettiğinizden afakanlarınızı bu türden bir yazıya dökmek gözünüze çok doğru, akıllıca ve en önemlisi cazip bir fikir gibi görünüyor. Bakalım okuması da o kadar cazip olacak mı? :)))



Aimé-Jules Dalou'dan 'Peasant Woman Nursing A Baby' isimli çalışma
Fotoğraf: Daniel P. Hetteix     Düzenleme: AKA
Mayısın ikinci pazarı Anneler Günü… Haziranın üçüncü pazarı Babalar Günü… Bu hesapla gidersek, temmuzun dördüncü pazarını Evlatlar Günü kabul eder, çıkmaz ayın son çarşambasında da kalan akraba ü taallukata bir iyilik düşünebiliriz. :))
Ben konuyu böyle gırgıra alıyorum da, Anna Marie Jarvis annesinin kadın ve çocuk sağlığını daha iyi koşullara taşımak amacıyla başlattığı bir örgütlenmenin adını onun anısını yaşatmak üzere ölümsüzleştirmeyi düşündüğünde aklında esas olarak ne vardı acaba? Annesini ve onun yaşamını adadığı ülküyü sürdürmek için uğraşır, onun adına tarihe bir çentik atmaya çalışırken kendi adını hatırlanır kılacağının farkında mıydı? Gerçi annesinin adı da Ann Maria Jarvis olduğuna göre bir taşla iki kuş vurmuş bile sayılabilir… :)) Her ne hayal ettiyse; insanların anneliğin, annenin hatırlanması ve takdir edilmesinin amaçlandığı bir günün anlamını bezirgânların tuzağına düşerek; yüreklerindeki sevgi, minnet ve vefa yükünü boşaltma babında hiçbir önemi olmayan, hatta düpedüz başarısız, gereksiz ve anlamsız hediyelerle bulanıklaştıracağını öngörmediği kesin. Yoksa yedi yıl uğraştıktan sonra nihayet resmileştirilmesini sağladığı Anneler Günü’nün sadece altı yıl içerisinde ticarileştirildiğinden şikâyet etmezdi. Acı, ama onca özveri ve emek kutsal olsa da, hedefini bu kadar ıskalayınca duyulan hüsranı gidermenin çaresi pek yok gibi.
Annelik için de kutsaldır denir hep. Bu, kutsallık pek eksantrik bir kavram. TDK’ya bakılırsa, kutsal kelimesinin birinci anlamı; güçlü bir dinî saygı uyandıran veya uyandırması gereken. Dedim ya ayrıksı diye… İşte, en başında başlıyor tuhaflığı. Bu tanım şu ünlü ve komik kaideler dizisine benzemiyor mu? Birinci kural: Kutsal olan her şey dinî saygı uyandırır. İkinci kural: Aksi durumlarda da birinci kural geçerlidir. :)) Anne ve / veya annelik dinî saygı uyandırıyor mu? Eh, evet demek lazım. Ama Orhan Boran’ın sevdiğim latifelerinden birinde olduğu gibi bazen sadece olasılığını telaffuz etmek dahi öylesine doğal bir aksülamel yaratıyor ki muhatabında, olayın dinî saygıya kadar gelip dayanması bayağı sürüyor.  Söz konusu olay şöyle: Otobüste başına dikilen genç bir kızın ısrarlı bakışlarıyla taciz ettiği Orhan Boran sonunda kalkıp yerini ona vermek zorunda kalır. Ancak bu defa meraklı bakışlarıyla rahatsız eden taraf kendisidir. Hanım kız bu sessiz baskıya dayanamayıp hamile olduğunu yumurtlayıverir. Bedeninden bir şey anlaşılmadığı için Orhan Boran kaç aylık olduğunu soracak olur. Cevap veciz! “Vallahi henüz iki saat oldu…” [Genç kadının söylediği ikinci cümle Sansür Kurulu Eş Başkanım Mübine Kılıkırkyarar’ın hışmına uğradı. Diğer Eş Başkan Mertek Salgitsin ise hâlâ espriyi anlamaya uğraşıyor. :)) Merak edenler daha açıklayıcı ve derli toplu yazılmış şeklini http://cadde.milliyet.com.tr/2012/01/16/YazarDetay/1533994/Soyle_bakalim adresinden okuyabilir. :D ]
Pekâlâ, birinci anlamı kutsallığı anneliğe bağlamakta pek başarılı olamadı. O zaman biz de ikinci anlamını deneriz… Tapınılacak veya yolunda can verilecek derecede sevilen. Bu, anne ile ilgili tasavvurlarımıza biraz daha yakın geliyor, değil mi? İyi de; kutsal olduğunu düşündüğümüz şeyleri korumak, kollamak adına bir başka kutsal sayılan şeyi, canı (ister kendinizinki, ister bir başkasınınki olsun) feda etmek biraz kavram kargaşasına sebep oluyor sanki. Ama Tevfik Fikret Tarih-i Kadime Zeyl’de boşuna mı yazmış? İnsanoğlu bu! Kendi yapar, kendi tapar… Yaptığı şeye taptığını ispat etmek için de kendi kendini yok eder. Ha, durum müsaitse ve /veya başka kutsallıklar da tehlikedeyse (!) yol arkadaşı olarak yanına yanlışını (!) gördüğü başkalarını almaktan da geri kalmaz. (Bkz. İkinci sayfa haberleri…)  Yine de pek çoğumuz annemize böyle bir sevgiyle bağlı olduğumuzun dile getirilmesinden çok da rahatsız olmayız. [Zaten hiçbir can, cananına ‘Seni uğrunda yaşayacak kadar çok seviyorum.’ demiş midir, dediyse aldığı cevap ne olmuştur, hep merak ederim. :D] Ama işin aslı çok farklıdır. Ortada bir tapılma, yolunda can verilme durumu gerçekten varsa da, normal bir anne-çocuk ilişkisinde evlattan anneye doğru değil, anneden evlada doğru işler. Bir veterinerde şahit olduğum üzere; bir taraftan hasta olduğunu (!) iddia ettiği muhabbet kuşunu mıncıra mıncıra severken [Aynen vakidir. Üstelik kuş da öyle fazla rahatsız görünmüyordu. Hayır! Baygın falan değildi. :D], diğer taraftan hayvancık can havliyle her cıvıldadığında “Anan kurban olsun sana!” diye naralar atan bir adam konuyu damardan izah etmektedir. :)) Bu durumda kutsallığı anneye iliştirme konusunda ikinci tanım da yaya kalmış görünüyor.
Kutsal kelimesinin üçüncü anlamı; bozulmaması, dokunulmaması, karşı çıkılmaması gereken, üstüne titrenilen imiş. Bozulmaması gereken mi? Annelik zaten eğer kadın aksine karar verip; ısrar, inat ve azimle bu yönde uğraşmıyorsa bozulması biraz güç bir müessese. Yoksa biz, evlatlara kalsa daha doğar doğmaz annelerimizi reddetmemiz gerekirdi. Niye öyle bakıyorsunuz? Dokuz ay boyunca mis gibi, sıcacık, yumuşacık, çoğunlukla gürültülü olsa [Her öğünden sonra üst kattan garıl gurul sesler gelir. Sussun diye tavana vurursunuz, bu sefer de dışarıdan bir çığlık: “Ay! Tekme attı. Bak, koy elini şuraya!” :D] ve sonlara doğru biraz dar gelmeye [Gebe kalmadan önce neden karın boşluğundaki lüzumsuz (!) organların tahliyesini sağlamaz ki şu anneler? Güzellik uğruna yağ aldırmayı biliyorlar ama… :D] başlasa da, gayet korunaklı bir yerde ekmek anneden, su… yine anneden yaşayıp gider; soğuk, sıcak, açlık, tokluk, ev kirası, arabanın taksiti, gelir vergisi, kimlik numarası, kart şifresi gibi şeyleri dert etmez iken birdenbire  “Almanya’dan oğlum gelecek!” bile denmeden kapı dışarı ediliyorsunuz. Var mı bundan daha haince ve merhametsiz bir muamele? :)) Her neyse… Biz konumuza dönelim. Nerede kalmıştık? A, evet, dokunulmaması gereken… Annelik dokunulmazlık konusunda da o yasanın mucidi sayılacak bir konumdadır aslında. (Bkz. Tekrar Orhan Boran’ın anısı…) Örneğin;  unvanını fısıldamasıyla birlikte kavga edenlerin etrafında toplanmış azgın bir kalabalıkta dahi anında kendisine koridor açtırma kudretine sahip; dövüşenlere üç saydırıp beş tartakladığı, seyircileri ayrı ayrı azarladığı halde utançla karışık bir sükûttan başka karşılık görmeyen; sonunda iki eline sığdırabildiği kadar kulağa asılıp sürüye sürüye yanına kattıklarıyla birlikte o, bütün hayvani dürtüleri ayaklanmış, üstüne üstlük fırça yediği için de gururu incinmiş güruhun arasından burnu bile kanamadan sıyrılıp çıkabilecek tek canlı türü bir annedir. :)) Gelelim üstüne titreme mevzuuna. Hepimiz annelerimizin üzerine titreriz tabii. Ama nedense hep en az ihtiyaç duyduğu ve istediği zamanlarda… Özellikle Anneler Günü’nde kapıdan başımızı şöyle bir uzatıp “Ce-eee!” dedikten sonra trafiği bahane ederek aceleyle kalkarken özene bezene yaptığı yemeklerle donattığı sofraya bakıp “Aman anneee! Her yıl böyle zahmete girme! Sana da yazık!” diyerek nasıl da kadir kıymet bildiğimizi ispatladığımız anlarda. Son olarak; kutsal olan şeylere karşı çıkılmaması gerekiyormuş. Hıh, sanki mümkünmüş gibi... Birinci kural: Anne daima haklıdır. İkinci kural: Haklı olmadığı zamanlarda da birinci kural geçerlidir. (Bunu bir yerden hatırlayacağım ama…:D ) Hele de çocuğunu, onun asgari gereksinimlerini bile karşılayamayacağı ortama doğurup, düşüncesizlik, çaresizlik ve zorbalıkla şekillenmiş bir yetiştirme sürecine mahkûm eden annelere bile karşı çıkılamazken... Yine de kuluçka makinesinin biraz değişik bir sürümü olan bu anne türüne kutsallığın şimdiye kadarki üç anlamından bir pay çıkarmak azıcık zor görünüyor. Kısmet dördüncüye artık…
Kutsal sözcüğünün dördüncü anlamı; Tanrı’ya adanmış olan, tanrısal… Hah, en azından yukarıda bahsi geçen türü bu tanıma sokarak Tanrı’ya havale edebilir ve onlara da kutsal olmanın yolunu açabiliriz. Böylece bütün anneleri kutsal kılma “misyonumuz” da yerine getirilmiş olur. :)) İşin şakası bir yana; annelik, beyni ve yüreği daima ve tam kapasiteyle çalıştırırken, aralarında bıçak sırtı bir dengeleme de yapabilmeyi gerektiren bir iş. Aynı anda hem bezdirici, hem mest edici olabilen bir zanaat. Yani bir bilen bana öyle demişti. :))
Biraz erken de olsa, Anneler Günü kutlu olsun. 



Erik Johansson'dan 'Melting Point'
Sitesi             Diğer Çalışmaları
Bir süredir kafamı boşaltma bahanesiyle bilmece, bildirmece, bulmaca, buldurmaca ve bunların doğrudan akla düşürdüğü dondurmaya :)) sardırmış durumdayım. Hepsinin kendi çapında sakıncaları var. En çok da sonuncunun. Adı üstünde dondurma… Şu aralar kara iklimine özenen İstanbul’da bazen kelimenin gerçek anlamıyla donduruyor insanı. Üşüyünce ne oluyor peki? Yeniden acil enerji gereksinimi alarmı veriyor beden. Fazla uğraşıp didinmeden enerji deposunu en çabuk ne doldurur? Şeker! Eskilerin deyimiyle tam bir fasit daire… [Fasit, fesat çıkaran demekmiş. Dairenin fesatı olduğuna göre; kînâver kat’-ı mükâfî, fitne-zâ münharif falan diye sıradan gidebiliriz yani. Son yazdıklarımın anlamları araştırmacılığınızın ellerinden öper. Bulmacaları çözmek için ararken benim gözlerim aktı, şimdi size kolayından söyler miyim hiç? :D Bu arada eskiden sözcüklerin Osmanlıcası verilir, Türkçesi sorulurdu. Şimdilerde durum tersine dönmüş. Yorum yok!!!] Şimdiki adıyla kısır döngü… Seker yiyip, çabucak yakıp, yine şeker isteme durumu yani. Eh, madem kendimizi sağlık uzmanlarının ellerinde dart oklarıyla karşısında aportta bekledikleri bir hedef tahtasının tam ortasına yerleştiriyoruz, şöyle keyfiyle, saltanatıyla yapalım şu işi, değil mi? Ağzımıza kıtlama şeker atıp on beş gün bekleyecek halimiz yok ya… Çikolata iyi gider, yaraşır. Ama yetmez. Habire reklamını döndürdükleri fıstıklı, karamelli, nugalı, sütlü-bitter karışık [Tamam, tamam! Yutkunmayı bırakın! Ben de çeşitleri saymayı keserim. Salyaların ortasında bir yerde buluşuruz. :D]… İsmi lazım değil bir sürü cinsi olanlardan yiyelim ki, hiç olmazsa şanımız yürüsün, tahtalıköye avdetimiz fiyakalı olsun. Hani lisede tahta sıralara karalanan şu ünlü; “Hızlı yaşa, genç öl! Cesedin yakışıklı olsun.” seçme saçmasındaki gibi… Kimse hızlı yaşayıp genç ölecek olursanız, genellikle cesedinizin bir yerlerden (otobüs, kamyon kaportası veya bir uçurumun dibi olabilir) spatulayla kazınacağını söylemez ama... İbarenin sonundaki “yakışıklılık” ancak ölü yıkayıcının kolaj sanatındaki ustalığına kalıyor yani. [Bu da yazdığım en gotik esprilerden biri olarak tarihe geçti. Onca çikolata yiyoruz, birazcık olsun etkilemez mi insanın ruh halini?:D] Konuyu öyle bir saptırdım ki, hemen geri dönmeye kalkarsam devrileceğim. O yüzden bir O dönüşüyle [U dönüşünün çapı yetmez :D] toparlamaya çalışayım.
Hazır konusu açılmışken tahta sıraların üzerine tükenmezle döktürdüğüm sanat eserlerinin (!) tadı hâlâ damağımdadır. Başka malzemeler bir daha o hazzı yaşatamadı tam olarak. Rengi, dokusu, sadece üç çizgi atmış olsanız dahi bir bitmişlik havası… Üzerine tahta kokusu, öğrenci teri ve okul depolarında beklemekten hafif bir küf esansı sinmiş olarak üstelik. Hiçbir şeyi eksik değildi yani yaptıklarımın. :)) Genellikle öğretmenlerin komik portrelerini çizerek başlardım işe. Yıllanmaktan yumuşamış tahtaya kolayca gömülen çizimler her an fırlayıp nutuk çekecek kadar canlı görünürlerdi sanki. Beyaz kâğıtla eşleşen hiçbir malzemenin bu etkiyi doğurmamasının ardındaki sır, tahtanın üst üste atılan cilanın altında kalmasına rağmen hâlâ bağını koparmadığı doğayla birlikte ördüğü büyüde gizliydi elbette. Yani damarlarında… Öyle ki; deseni çıkarmaya çalışırken kullanılan arama çizgilerinin bile kendi hayatı olurdu sıranın tatlı kahverengisinin üzerinde. Her gün yeni bir şeyler ekleyip kompozisyonu (!) geliştirmeye çağırırdı beni. Eh, ona yanıt vermediğim de pek olmadı zaten. Yılsonunda yandaki arkadaşın sırasına tebelleş olduğum bile vakidir. :))
Şimdikilerle kıyaslandığında anaokulu gibi kalan üniversiteye hazırlık kursunun pırıl pırıl, mika kaplama sıralarını görene kadar ilerideki çizim çalışmalarımın ana malzemesine karar verdiğimi sanıyordum. Ne zaman okuldakilerin yanında akça pakça kalan, kendinden desenli, açık yeşil sıraların üzerinde bana bakan bir çift göz yakaladım, hayatım kaydı. :))
Ha, söylemeden geçemeyeceğim; ben tavuk suyuna çorbada bile şekiller, figürler, suratlar, manzaralar, kompozisyonlar gören lanetlilerdenim. Çocukken bir de millete peri padişahının memleketini tarif ediyormuşum gibi; “Aaa, bak! Şuy’daki kız mavi fıyıldağını çeviyiyo’. Oy’daki dağda bi’ dev var. Bi’ duda’a yee’de, bi’ duda’a gökte. (masallarda en sevdiğim tarifti de…) Tek gözlü. Elini de şuy’daki suya sokmuş.“ falan diye anlatırdım gördüklerimi. Toprak rengi, bulaşık suyundan hallice bir yer karosunun hangi noktasında mavi rengi bulduğumu, – hadi onca ayrıntı neyse de – devin tepegöz ve köfte dudaklı olduğuna nasıl teşhis koyduğumu anlamak için önceleri burunlarını taşlara yapıştıran ailem sonunda ne anlatsam “He!” demekte bulmuştu çareyi. O zamanlar şimdiki gibi çat kapı psikologlar, pedagoglar yok tabii. Ben perde desenlerinden ayakkabı dizaynı çıkarma :)) aşamasına geçtiğimde [O sıralar gördüklerimden kimseye bahsetmeyecek kadar deneyim kazanmıştım. Herkes o muhteşem (!) fikirlerin iki kulağımın arasındaki gri :)) bölgeden kaynaklandığında hemfikirdi artık. :D] televizyonda seyrettiğimiz Amerikan Dizileri sağ olsun, “çocukların hayali arkadaşları” konusuna ancak vakıf olunmuştu ülkemizde. Yine yanlış teşhis, ama olsun, gelişme var en azından… :)) Eğer endişeli ebeveynlerim bir bilene (çocuğu artık okula başlamış olan yan komşu) danıştılarsa bile benim haberim olmadı. Ondan aldıkları cevap da en fazla; “Çocuk bu ayol! Doğal atığında inci bile bulur. Başka takacak şey bulamadınız mı? Elektriğiniz, suyunuz falan kesilmiyo’ mu sizin? Ayın sonunu da rahat buluyo’sunuz zahir. Eh, madem öyle bi’ elli ka’at borç verseniz de bizim eve et girse…” şeklinde olmuştur herhalde. :)) Daha da derinlere daldık, vurgun yemeden yavaşça yükselelim.
Bizim üniversiteye hazırlık kursunun ders yılı başında gıcır gıcır, bal dök yala olan sırası, bu kez kurşun kalem marifetiyle [Tükenmezler mikanın üzerinde fazla maceracı bir oynaklıkla hareket ediyor zira. Kontrol etmesi bayağı güç. Tecrübe konuşuyor burada. :D] büyük sınava kadar tüm stresimi üzerine akıtabileceğim bir tuval haline geldi tabiatıyla. Tek sorun temizlikçilerdi. Bazıları çok gayretkeş çıkıyor; toz beziyle üstten şöyle bir alıp desenleri birbirine karıştırmakla yetinmiyor; çeşitli deterjanlarla eserlerime (!) savaş açıyorlardı düpedüz. Ama her şeye rağmen yarıyıl tatiline girmeden başyapıtımın (!) tamamlandığını düşündüğüm kısımlarını şeffaf tutkalla korumayı akıl etmiştim. Ayrıca o bölümler bu şekilde daha parlak, daha canlı görünüyor, ruhumu şöyle böyle, gururumu ise fena halde okşuyordu. :)) Haa, sınıfın her iki üç haftada bir sıraları temiz tutmayla ilgili vaazlara maruz kalmasının tek müsebbibi ben değildim elbette. Herkes karınca kararınca elinden geleni yapıyordu, ama ne zaman konu açılsa başlar bana dönüyordu nedense… :D
Güzel sanatların sınavına sonucunu fazlaca umursamadan (Hayır, kendimden emin olmakla alakası yok, hatta tam tersine sınavda diğerlerinin kâğıtlarına bakınca salonun ortasında harakiri yapasım gelmişti! Onun sebebi tamamen farklı bir antikalık…) hazırlanırken beni antrene eden çiçeği burnunda bir endüstri tasarımcısına yukarıdaki malzeme keşiflerimden (!) bahsedecek oldum. Bana öyle bir baktı ki, ömrümce unutamam. Muhtemelen Antik Siraküza halkı da banyodaki meşhur ve muhteşem keşfinin [Hayır! Ben suyun kaldırma gücünden bahsediyorum. Aklınıza gelenlere hâkim olun rica ederim. :D] heyecanıyla sokaklarda “Eureka! Eureka!” diye sivil dolaşan Arşimet’e o şekilde bakmıştır. [Eh, Arşimet tezini ispat etti, biz yaya kaldık. Haksız mıymış öyle bakmakta? Hayır! :D] Fazla geniş bir viraj oldu, hemen bağlıyorum.
Yıllar geçtikçe masalara, dolaplara onları kötü emellerime alet etmek için daha az, normal görevlerini yapma kapasitelerini ölçmek için daha çok bakar oldum. Gerçi evin yemek masası birkaç kez uçurumun kıyısından döndü, ama olur o kadar… Bu günlerde üzeri çözülmüş bilmece, bulmaca ekleri ve dondurma kâğıtlarıyla kaplandığı için yakasını kurtarmakta daha başarılı oluyor. Ancak kafamı boşaltma bahanesiyle sardığım bilmeceler aksi tesir yaptı. Dondurmalar da bedenimi benzer şekilde etkilemiş olacak ki, eskiden aşağı bakınca ufarak birer alamanayı [bulmacanın gözünü seveyim :D] andıran ayaklarımı görebilirken, şimdi araya yuvarlak ve genellikle tişörtlerimle aynı renk bir engel giriyor. :))
Bir süre ara verip, hareket etmeye başlamazsam, kapılardan sığmayacağım. Hoş, onlar da tahtadan yapılıyordu, değil mi? Hmmmm!!! :))



Jonas De Ro'dan 'Summer Time' isimli çalışma
Diğer işleri 1         Sitesi     
Hava yaz kokmaya başladı, ama… Mevsimlerin her şehirde kendine özgü bir kokusu vardır. Daha doğrusu her şehrin kendi kokusu vardır, bir de içeriğinin mevsimler değiştikçe sadece o şehir için hazırladığı parfümler… Şimdi İstanbul’da Şehir Parfümü No:4 Bahar Vedası ile No:5 Yaz Hülyası son moda. :))
Aslında çok da gerçekten uzak sayılmaz bu… Mesela sonbahar İstanbul’a yanık yaprak kokusuyla gelir. Ona, yağmura hasret toprağınkiyle karışık yeni açılmış okul girişlerinden püsküren yoğun küf kokusu eşlik eder. Ayrıca tatilden dönen dibi tutmuş insan kokusu ile sabah otobüslerine sinen “Of, gene karanlık günler başlıyor.” iç sıkıntısının nemli ve göğüs daraltan havası karşılaşınca ortaya çıkan depresif bir pus vardır ki, bence bu şehirdeki bütün sislerin anası odur. :)) Soğumaya başlayan havayla birlikte teker teker kapanan apartman pencerelerinin pervazlarında biriken kavruk tozlar ile Marmara Denizi’nin üzerinden ufak ufak baş göstermeye başlayan elektrik fırtınalarının tazeleyici kokusu da yardıma gelir. Ha, bir de yazın bitimini henüz büyükleri gibi hayatlarından, avuçlarından kayıp giden bir yılın çentiği olarak değil, yepyeni başlangıçların muazzam ve esrar dolu girişi olarak algılayan çocuklardaki yaşam enerjisinin hafif bir karanfil rayihasını andıran kokusu vardır ki, şehrin olmazsa olmazıdır. Ve bunların hepsi birleşip gri ve sıkkın bir sabah gözünüzü ovuşturarak apartman kapısını açtığınız anda burun deliklerinize saldırır. İşte sizin için sonbahar o an şehre gelmiştir.
İzmir’de ise önce lokmaların kokusu yoğunlaşır. Sanki her zamankinden farklı, çok daha özel bir hamur işi yiyormuşsunuz gibi bir doygunluk, bir vaat gelir havaya saldığı şekerli buğuya. Yaz boyu boğazınıza dizilen boyozlar da bir lezzetlenir, bir lezzetlenir. Seyyar satıcının yanından geçerken kokusunu duymamak için burnunuzu cimri bezirgânın para kesesi gibi iki yanından tutup büzesiniz gelir. Yazın güneşte pişen yollar mevsim boyu tuttukları tozlu nefeslerini birden koyuverir sanki. Şehre dönen yazlıkçıların otomobilleri de ağdalı bir asfalt kokusu getirir gelirken. Ama en tipik gösterge sabah ayazının o burun kavuran, demirimsi kar kokusudur. Şehir pek ender gördüğü bu yağışın kokusunu en muhkem yerinde saklarmış da, her sonbaharda bohçasından çamaşırların arasına konulmuş lavanta torbası çıkarır gibi çekip savurur, şehir sakinlerinin yüzüne üflermiş gibi… Tuhaftır, ama bu da tazeleyicidir. Dirileştirir, olduğundan genç hissettirir insanı. Gerçi üçüncü soluktan sonra burnunuzu yolda bir yerde düşürdüğünüzü ve onun yerine yüzünüzün ortasına kurukafalarda olduğu gibi bir delik açıldığını düşünmeye başlarsınız. Burnu bir süreliğine tatile çıkarıp ağızdan nefes almaya çalışmak ilk akla gelen savunmadır genellikle. Önce iyi bir fikir gibi görünse de, sonradan sanki az önce burnunuzun yerine açılan deliğin çapı büyümüş gibi gelir. Suratınızın alt yarısı dönüşü olmayan diyarlara gitmiştir sanki. Hatta ısı düşmeye devam edecek olursa sinüslerinizin, bu doğal derin dondurucuda şoklanmanın basıncıyla, yaşı üzerinde donmuş dide-i giryânınızı [bulmacaların tesiri sürüyor :D] şampanya mantarı misali yuvalarından fırlatacağından emin olursunuz. Göz deliklerinden soluyan ilk insan olarak tarihe geçmek üzeresinizdir. :)) İyice uyuşmuş diliniz otuz iki aysbergden oluşan sıradağlara her temas ettiğinde, aşağıdan yükselen soğuk havanın etkisiyle ağır buzlanma yaşayan beyninize “ağız içinde tanımlanamayan cisim” alarmı vermeye başlar. Yunanca ve İngilizcedeki peltek ‘th’ sesini çıkarmakta ustalaşmak istiyorsanız İzmir’in kuru ayazının üzerine yoktur. Çevredeki diğer yüzü donmuşlarla sohbeti koyulayın, hem kulağınız doyar o sese, hem ağzınız alışır.
“Gıth tha geliho’ aa’thıg! Hafalaa thoğuthu iğthzse.”
“Efeth, efeth! Aothaopıf geğthse the pfintheg. Thonthug fallahi!”
İstanbul’da yazın kokusu çok sinsi bir biçimde belirir. Eğer hasbelkader bahçelerinde on beş santimetrekare yeşillik kalmış evlerin bulunduğu bölgelerde yaşıyorsanız, önce kurumaya başlayan toprağın bahar boyunca saldığı vaat dolu kokunun hafifçe tozlanmaya, bayatlamaya başladığını fark edersiniz.  “Tamam.” demektedir büyük şehrin üvey çocuğu. “Yağmur mağmur iyi, hoş da, artık suyun gökten düşen türüne pek bel bağlamayın. Bağrımdaki solucanlar aşağılara, daha nemli katmanlara göç etmeye başladılar bile. Rüzgâr biraz sert esse, tozur oldum. Havadaki münferit griliklere aldırmayın, sabah çiyinden gayrisi haram artık.”
Hemen ardından atkestanesi ağaçlarının çiçekleri dile… pardon ele gelir. Baharın son sözü hep onlara aitmiş gibi mevsimin bitiminde açan çiçeklerini geç kalmış tipi misali hep birden salıverirler aşağıya. “Onlar kokmaz ki…” diyenlere de şaşarım. Havadaki izleri beklemiş vazo çiçeğine o kadar benzer ki oysa. Hani özene bezene çiçekçiden alıp eve getirdikten iki gün sonra, solmaya başlamanın hemen arifesinde, saldıkları “Canım çıkıyor benim, kalanlara selam olsun!” kokusu vardır ya… İnsanı aldığına, alacağına, böyle hunharca yolunmuş bir doğa parçasını bir de uzata uzata, işkenceyle öldürme işine alet olduğuna pişman eden o, sonu gelmez veda rayihasından bahsediyorum. Sapını da kesseniz, suyuna baş ağrısı ilaçları da atsanız kâr etmez. O hüzünlü koku önce eve, sonra ruhunuza siner, bahar bezginliğinize çaktırmadan omuz verir adeta. Atkestaneleri de çiçeklerini dökerken buna benzer bir koku salarak bahara veda ederler işte.
Bu şehrin denizi atmosferle muhabbeti hep yaz başlangıcında koyular. Betonlanmış, ehlileştirilip hizaya sokulmuş kıyıları yalarken saçılan köpüklerine sakladığı iyot ve tuz kokusunu İstanbul’un müzmin nemli havasındaki buhara aktarıp şehrin en iç kesimlerine kadar göndermeyi başarır. Peki, o büyülü aroma akla ilk neyi getirir dersiniz? Bir deniz topunun acı-ekşi kokusunu… Tamam, yanında hiçbir havuzun taklit edemeyeceği nötrleştirici, sakinleştirici, iyileştirici ve dinlendirici deniz suyunun tene değen serin gelgitleri de hatırlanır elbette. Ama plastik şezlongların güneş altında saldığı petrol artığı koku da hemen peşine takılır işte. Neyse ki o sırada yan taraftaki büfeden yaza özel kızartma kokuları [Kızartma kokusu da her mevsimde farklıdır. Kışın her tarafı kapalı bir mutfakta patates kızartın da, yazın yapabildiğiniz kadar gönül hoşluğu ve açlıkla saldırabilecek misiniz bakalım. :D] imdada yetişir. Deniz kokusu bir de günlük gailenin dışına çıkmış olmanın iç ferahlatan, yüz güldüren hayalini gördürür iki taşın arasında. Bu hafifleme insanlara çabuk sirayet eder. Ama kokularına değil maalesef. Hava ısındıkça etrafa saçtıkları – yoksa sıvadıkları mı demeli… parfümle banyo yapanlar olduğundan kuşkulanıyorum zaman zaman – koku çeşitliliği artsa da, hiç kimse yeni kesilmiş karpuz gibi kokmaz mesela. Karpuz, kavun kokusu da eskiden yaz mevsiminin hoş geldin aromaları arasındaydı. Şimdi kavunlar hiç de öyle taze bir koku vermiyor. İçerikleri nasıl değiştiyse, kokuları da acılaştı. Artık duyunca içine derin derin nefesler çekmeye özendirmiyorlar insanı. Karpuzlar hâlâ yaz şampiyonu sayılabilir. Ancak bu şampiyonluk cesamete kaydı sanki.  O kadar büyüdüler ki, birisi gelip; “Karpuza dördüncü arıyoruz.” dese hiç şaşırmayacağım. Bir kesişte iki aileyi rahat doyurur bazıları. Kabukları şu malum deyimin gereğini yerine getirip denize düşecek olsa insanlar gözlerini ufka dikip ya bir tsunami veya kutsal kitaplara geçecek türden yeni bir tufan beklemeye başlayacaklar korkarım. :)) Domatesler, salatalıklar da hakeza. İstanbul’da neredeyse hiç duyulmuyor mis kokuları. Demek ki büyük şehirlerin kendine özgü kokuları doğanın burunsal armağanlarının çoğunu gölgeliyor.  
Her zamanki gibi ben “Yaz kokuyor!” dedim, hava bozdu. Kesin bana nispet yapıyor. Ne zaman “Bahar geldi.” desem, kar, tipi … Ne zaman “Yaz geliyor.” desem, gümbür, şakır… Son seferinde kafamdan aşağı kova kova su yiyerek; [çizgi filmlere yaraşır bir manzara arz eder şekilde :D] ben önde, şimşeklerle yıldırımlar arkada, şemsiyemden şerareler saça saça kapağı eve zor atınca bu yazının üzerine hiddet ve şiddetle bir ‘İptal’ damgası vurmak geldi içimden. Kıyamadım. [Hazırda başka yazı yoktu da! :D] Nasılsa yaz istese de, istemese de gelecek… Siz de onun niyetine okuyun bari. :))



Michael Whelan'ın Stephen King'in Kara Kule Serisi için yaptığı 'Gunslinger on the Beach' isimli çalışması
Sitesi                Diğer Çalışmaları
Kimdi bilmiyorum. Belki de Stephen King’dir. Antrparantez kendisi favori yazarlarımdandır. [Oysa siz Dostoyevski veya Tolstoy, hatta Çehov falan bekliyordunuz, değil mi? Cık! :D] Bir keresinde aile üyelerimden, hem de ‘Bu daha çocuk!’ diye düşündüğüm biri onun hakkında “Yahu bu adam bunca kitabı nasıl yazmış olabilir? Bu işte bir iş var!” mealinde laflar edene kadar kesinlikle benim için soyadı ayarında bir yazardı. Fakat yarı yaşımdaki birinin benim hiç kafamı kurcalamayan bir şeyi bu kadar bilinçli bir farkındalıkla ve böylesine teklifsizce dile getirmiş olması içimi bayağı karıştırdı. Oysa ben onun hiç de hızlı yazmadığını düşünüyordum. Çünkü hızlı yazmaktan anladığım; ben bir kitabını bitirmeden yenisinin kitapçı raflarına konmasıydı. Işık hızıyla yazamıyorsa, bunu yapması biraz zor olurdu tabii. Öncelikle işin tabiatı gereği, sonra da benim okuma süratim yüzünden…  İlkokuldaki okuma yarışmaları mı kazandırdı bu yeteneği, yoksa onlarsız da mı kelimeleri göz ucuma takıp sayfa çevirme şampiyonu olurdum, bilemiyorum. İnsanların üzerinde sinir bozucu bir etkisi olduğundan doğru dürüst övünemedim bile üstelik. İçimde ukdedir. :))
İlk okumalar genellikle yalayıp yutmayı içerdiğinden en tuğlasından kitaplar bile otuz altı saatten uzun sürmez bizim mahallede. Yerken, içerken… Tamam, o kısmı atlayalım! :)) Uyumak hariç, soluksuz okurum. Asıl kitap bittikten sonra başlar süreç. Belli başlı, beğendiğim bölümleri yeniden hatırlama, tartma, işleme, süsleme, hayali ayrıntılar ekleme ve ikinci yutuş… Bir alınan keyfi ve süresini uzatma ameliyesi, bir sineğin yağını çıkartma hali, bir zihinsel geviş getirme süreci yani. [Teşbihler giderek iğrençleşiyor. :D] Şimdilerde unuttuğum, unutmayı başarabildiğim :) bazı kitapları tekrar okuyunca; “Allah Allah! Bu kitap bu kadarcık mıydı?” diye şaşakalmamın sebebi de bu olsa gerek. Adamlar yazmış, onların üzerine bir de ben – zihnimden – yazmışım, haberim yok! :))
Biraz düşünüp taşınınca King’in günde otuz altı saat çalışmıyorsa onca kitabı nasıl yazmış olabileceği dimağıma balık kılçığı misali saplandı kaldı. Hatta aklî bir enfeksiyon haline gelip iyice bir oydu etrafını… Kalibresi değişmese de, benim gözümde King’in tahtı epey gitti geldi bir süre. Neyse ki ilk kitabını ülkesinde 1974 yılında bastırdığını, oysa bizlerin (Türk okuyucuların) kendisiyle ancak 1979 yılında müşerref olduğumuzu fark edince biraz rahatlar gibi oldum. Ayrıca adam neredeyse okuma yazma öğrenir öğrenmez yazmaya karar vermiş, bu hesapla bebeklikten itibaren gözlem yapmaya başlamış demek lazım… :))
Her neyse… Yazıya başlarken bahsettiğim üzere; o değilse de bir başka yazar aşağı yukarı şöyle bir şey söylemiş: “Yazmak, satır aralarında açılan boşluktan içeri düşünce başlar.” Güzel laf… Hakikaten defteri kalemi alıp cümleleri birbiri peşi sıra dizmek ‘yazmak’ fiilinin sadece kâğıt üstünde görünen kısmını ifade ediyor. Eğer o satırlar aralanmaya; metnin panjur gibi durağan manzarasından tekinsiz :)) ışıklar sızmaya başlamadıysa o yazıdan ne köy oluyor, ne kasaba… Denemeyle sabit. Ha, sağını solunu çekeleyip, biraz cilalayınca yazı gibi duruyor. Hatta aklını vermeden okuyacağı kadar meşgul bir anını yakalarsa karisinin, “Evet! Ben anlamlı, iyi bir şey okudum.” bile dedirtebiliyor bazen. Ancak yazan kişi için için biliyor ki, o yazı olmamıştır. Çünkü öncelikle sürükleyip götürmesi gereken kişiyi, yani kalemi tutanı – tam tersine – iyice altına gömmüş, kelimelerden oluşan bir kabre sokmuştur.
Yine de satır arası uğursuz boşluklar, iyi bir şeyler çıkartmak için tek başına yeterli değil. İsmi üstünde, uğursuz zira… Eğer yazan yerine, peşine yazıyı takacak olursa, zihinsel bir vurgun yeme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyorsunuz. Yazının arkasına takılıp daldığınız ölçüde beyniniz de oksijensizliğin düşünsel belirtilerini vermeye başlıyor. Bir derinlik sarhoşluğu ki, dipteyken keyfine doyum olmaz, ama... Boğulup kalmadan yüzeye çıkmayı başarırsanız, yukarıda sizi seçme saçmalardan oluşan bir metnin beklediğine emin olabilirsiniz. :))
Bazen de boşluk sandığınız şey zihninizin derinlik algısını yanıltan bir çeşit fikirsel illüzyon çıkıyor. “Ahanda, içine düşeceğim satır arası açıldı!” diye balıklama atlayınca; Jerry’nin havuz görüntüsü verecek şekilde boyadığı beton zemine çarpan Tom gibi tramplen tahtası misali yaylanarak burnunuzun üzerine çakılmış halde buluyorsunuz kendinizi. :))
Son zamanlarda bana olan da bu. Yalancı boşluklara toslamaktan beynim aşırı yoğrulmuş köfte paçalına döndü. Tıpkı onun gibi her yere, her şeye yapışıyor. Öncelikle de fikir sandığı bir yığın abesliğe. Eskiden bir kıymık hakkında ormanlar dolusu yazarken, şimdi ummanları vaporizatörle dahi püskürtemiyorum. Acaba favori yazarımdan yardım mı istesem?
İyi de güvendiğim dağlara King yağmış. Kendisine seslendiği ismiyle Stevie, ‘Yazmak Sanatı’ isimli kitabında benim gibi yazanları yerin dibine batırmış. Neymiş? Sıfatlar, zarflar çoğunlukla laf salatasıymış. Örneğin bir hikâyede veya kitapta karakterin kapıyı kapatması gerekiyorsa, bunu ille de ‘sıkıca’ yapmasına gerek yokmuş. Kapıyı kapatsın, olsun bitsinmiş. Oysa ben sadece ‘sıkıca’ değil; en hafifinden – kelime işlemcimin de nefret edeceği ve kinini ikinci sözcüğün altına kırmızı zikzaklar döşeyerek kusacağı üzere :)) – ‘sıkı sıkı’ veya daha ileri giderek; ‘umacı görmekten korkan çocuğun gözleri gibi’, hatta abartıp; ‘sayfalarının arasından saygın bir lisanla dökülecek saçmalıkları durdurmak istediği kitap gibi’ kapattırırım o kapıyı kendi kahramanıma. :)) Olsun! “Kendisi İngiliz dili için konuşuyordur. Türkçenin sıfatlarından; zarflarından; zincirleme, hatta kendi üzerine düğüm atan müteselsil tamlamalarından [AKA usulü yani :D] bihaberdir.” diyerek kulak arkası etmeye çalışıyorum yazdıklarını. Ama King orada durmuyor ki…
Bu sefer de zor ve kolay okunan yazıları teşhis etmekle ilgili vuruyor en can alıcı noktama. Efendim, insan zor okunacak yazıyı şıp diye anlarmış. Çünkü az paragraflı, boşluğu pek fazla olmayan metinlerden oluşurmuş. Kolay okunanlar ise sayfada kuyruğuna tarantula bağlamış danaburnu geçecek ölçüde [AKA icadı türeme bir deyim!!! :)) King Türkçe bilip sadece bu cümleciği okusa geçirdiği büyük kazanın bile başaramadığı bir şey gerçekleşir, derin bir komaya girerdi mutlaka. :D] boşluklar bırakan bir yığın irili ufaklı paragraftan oluşurmuş.
Tamam, paragrafsız yazı biraz tam tahıl ekmeklerini andırıyor. Hani ağzınıza atar atmaz içerideki tüm ifrazatı mas edip dilinizi, damağınızı Taklamakan Çölü gibi kurutan; çiğnendiği ölçüde küçüleceği yerde, tam aksine sanki diş etleriniz ile yanaklarınızı da oluşturduğu devasa macuna katıyormuşçasına irileşen; yemek borusunun yolunu bulsa bile fil yutmuş boa yılanı gibi [sağ olasın Saint Exupéry :D] hissetmenize neden olan seksek taşından hallice hamur işi… [Oku ve öl Stevie! :D] Metnin görüntüsü de suyu yeni çekilmiş bir mil tabakasına benzer. Gözeneksiz ve tıkız bir kitle… :))
İyi de gazete sütunu gibi yalnızca dikey satır ekleme olanağı veren bir alana paragrafı bol bir yazı yazmaya kalktı mı hiç acaba? Bu tür sayfalarda paragrafı az olan metinler çatı latası gibi görünecekse eğer, çok olanlar rulosundan boşanmış tuvalet kâğıdı gibi uzayıp gidiyor. Öyle ‘Az yaz, öz yaz!’ gibi beylik nasihatler de işe yaramıyor. Onu ancak King yapabiliyor zira… Az ve öz yazarak (İki basit benzetme veya mesela dünyanın en doğal işine taktığı akıllara durgunluk veren bir isim sayesinde metni zeki bir hınzırlıkla kendisine ve tabii hayranıysanız size mal etmesinin, en korkunç konuyu bile sevimli bir yaramazlık havasıyla sunmasının hastasıyımdır.) altı ila yedi yüz sayfalık romanlar çıkarmak onun ve benzerlerinin inhisarında.
Ben ise böyle incir çekirdeğini doldurmayacak mevzularda iki sayfalık zırvalar yazarak kendimi eğliyorum. Gazetede Stephen King’in Shining (Türkçe adı Medyum. O yıllarda ilgi çekse çekse, böyle bir isim çeker diye düşünüp koymuş olsalar gerek. Konuya da, orijinal isme de dış kapının mandalı kontenjanından akraba bir ad…) isimli kitabının devamını yazmakta olduğunu okuyunca aklıma bütün bunlar gelmemiş olsa, bu hafta fikren yine açtık evlatlarım… :)))



Henrique Oliveira'dan 'Desnatureza' isimli yerleştirme
Sitesi
Fotoğraf  François Bouchet (looking4poetry)
Diğer Çalışmaları
Arıza…
Zaten başlı başına can sıkan bir olgu. Ama evrene bu kadarı da yetmemiş; ‘Bunu nasıl içinden çıkılmaz bir hale getiririm?’ diye epey kafa patlatmış ve bulduktan sonra da bazı seçilmişlere (!) musallat etmiştir.  O “seçilmişlerden” biri de benim. Bir arıza nasıl daha zararlı, zaman çalıcı ve umut kırıcı olabilir ki, diye sorarsanız, derhal gerekli kuralları sayayım.
Birinci Kural: Arıza olmalıdır. Gülmeyin! Hiç başınıza esasında pek de kontrolünüz dışında olmayan sebeplerden doğduğunu sonradan fark ettiğiniz aksilikler gelmedi mi? Mesela fırınınız ilk yemeği makul biçimde pişirir, sonrakini yakarsa arızalı olduğuna hükmedersiniz. Demek ki, ilk ısıtma ameliyelerinde normal çalışacak kadar takati oluyor, ancak her ne sebeptense sonuncusundaki fazla mesai kafasını kızdırıveriyor. :)) Eve çağırdığınız tamirciye ne diyeceksiniz? “Yemekleri yakıyo’ bu!” Adam bütün fırını söküp bir şey bulamamasına rağmen sağını solunu değiştirdikten sonra arızayı biraz daha etraflıca anlattırır. “Fırın ısındıktan sonra da aynı ısı ve zamanlamayla kurarsan tabii yakar son yemeği şaşkın!” mealinde bir yorumda bulunup, bir de hiç acımadan ücretini tahsil ettikten sonra çekip gider. Arıza yok… Fırın, baştan anlayıp dinlemeden işe girişen bir tamircinin ellerinde bekâretini kaybetti… :)) Paracıklar uçtu… Üstüne üstlük onca kömür olmuş yemeğin vebali de üzerinize kaldı, iyi mi? :))
İkinci Kural: Yukarıda da geçtiği üzere, sorun kontrolünüz dışında gerçekleşmelidir. Yani şehrin öbür ucundaki akrabalara hafta sonu trafiğinde ve ille de sizin arabanızla gitmek isteyen yaşlı bir tanıdığınızı kandırmak için bağlantı kablolarını söktüğünüz araba arıza yapmamış, olsa olsa kalpsiz (!) bir genç (!) olan sahibi tarafından suistimal edilmiştir. :))
Üçüncü Kural: Çalışma prensipleri hakkında en ufak bir fikrinizin olmadığı mekanizmaları etkilemelidir. Örneğin kapı kilidinin açılmamakta direnmesi arızadan sayılmaz. Kapıyı iterek, kakarak, kaldırarak, - baktınız olmuyor - anahtarı önce tamamen yerleştirip ardından üçte bir geriye çekerken ani bir hareketle sağa kanırtmak gibi manevralar yaparak açmayı başarırsınız genelde. Tabii sonunda bunca kötü kullanılmış anahtarın “Eee, yeter be! Atadan kalma havaneli bile benim kadar ırgalanmamıştır ömrü boyunca.” diyerek kilit içinde kırılması da mümkün. O zaman da yenisini alırsınız, olur biter.
Buradan dördüncü kurala yumuşak geçiş yapalım; arıza mağduru nesne “Amaaan, bunu atar, gıcır gıcır, pırıl pırıl, hem de daha çok fonksiyonlusunu satın alırım! Parama geçer hükmüm!” diyemeyeceğiniz ölçüde değer taşıyan; daha da iyisi (!) sorun çıkardığında kalbinizi sıkıştırarak başınızın etrafında kanat takmış para destelerinin uçuştuğunu görmenize neden olacak kadar sersemletici bir şok yaratan cinsinden olmalıdır. Bunu başaramıyorsa, hiç olmadı, başkasına ait olmalıdır. Hayır! Öyle yakınıza, tanıdığınıza veya akrabanıza falan değil. [Onlarla ödeşmenin bir yolunu bulursunuz zira. :D] Bir kuruluşun size bahşettiği (!) iki plastik kapak, birkaç vida ve dört beş metrelik kablodan oluşan bir aygıtta boy göstermelidir arızanız ki, tadından yenmesin. O, üç kuruşluk şeyi üzerinize zimmetlediler mi, hapı yuttunuz demektir.
Ama bu da yetmez! Gerçek bir baş belası arıza asla, ama asla devamlılık arz etmemelidir. Bu, ne demek? En çok ihtiyacınız olduğu bir sırada canınızdan bezdirecek bir kılı kırk yarmayla arızaya geçip, siz onu kullanarak yerine getirmeniz gereken görevleri kulağınızı ta Kırım üzerinden göstererek yaptıktan sonra, birdenbire hiçbir şeyi yokmuş gibi tıkır tıkır çalışmaya başlamalıdır söz konusu aygıt mesela. Bu işin olmazsa olmaz kuralı işte budur!
Örnek mi istiyorsunuz? Buyurun cenaze namazıma… :))
Telefonların bin bir temenna ile bağlandığı, bunca teşrifattan sonra en küçük bir arızanın bile her iki tarafça da (hane halkı ve PTT) hiç hoş karşılanmadığı yıllar. Açıyorsunuz çevir sesi yok. Acil telefon etmeniz lazım. [Zaten zorunlu ve acil olmayan konuşmalar için o değerli, o kutsal (!) alet rahatsız edilmez, dantel örtüsünün altındaki uykusundan kaldırılmaz, gereken neyse tabanvayla veya en kabadayısı bir dolmuş parasına yapılırdı.] Karda kışta (Bu da seslendirilmeyen bir başka kural! Arıza dediğin hep koşulların en kötü olduğu zamanda baş göstermeli!) yol teperek gidip postaneden veya bakkaldan (O, bir lirayı kumbara gibi aletin üst kapağındaki bölmeye sıkıştırıp arama yaptığımız telefonları hatırlıyor musunuz?) konuşulur. O arada arıza da bildirilir. Gelip bakarlar. Orasını burasını kurcalayınca çevir sesi gelir. “Tamamdır.” deyip giderler. İlkin on dakikada bir kontrol edersiniz, sorun yoktur. Sonra gerçekten telefon etmeyi gerektiren bir durum olur. Ahizede yine ölüm sessizliği… Yukarıdaki olaylar tekrarlanır. Bir daha… Bir daha… Her defasında “Bu kez kesin oldu. Artık bu telefonu duvara çalsanız bile arıza yapmaz.” laflarıyla… Sonunda o yılların ağır topu, bir dilekçe patlatılır da sorun kökünden halledilir.
Bir de doktoru görünce iyileşen hasta misali tamirciye âşık bir cinsi vardır bu baş belalarının. Aygıt arızaya geçer. Servisi çağırırsınız. Kapıdan adımlarını atmalarıyla aletin canı gelir. Ondan sonra anlat anlatabilirsen… “Biz şöyle yaptıktı, böyle açtıktı, öbür türlü bastıktı, burasından tuttuktu…” Hepsi yeniden yapılır. Aygıt çatır çatır çalışmaya devam eder. Önce tamirci, sonra ev halkı pes edip servis evi terk ettikten on beş dakika sonra hoooop, yine arıza… “Hııı, demek ısınınca yapıyo’. O zaman servis gelene kadar zinhar kapatmayalım.” Tamirci gelir, arızanın son iki saniyesine yetişir. Alet onun gül cemalini görünce yine görevini ifa etmeye karar vermiştir. Adam yine de sağını solunu yoklar, ama bir şey bulamaz. Bu ziyaretin kerametiyle iki gün problem çıkmaz, sonra yeniden arıza. Tamirci zili çalar, aygıt çalışır, o çıkar, on dakika sonra arıza. Telefonla çağrılan bir başka tamirci şehrin yarısını katederek gelir. Pencereden yarı belinize sarkarak adama arızanın geçtiğini haber verirsiniz. Suratınıza idamınızı isteyen bir savcı ifadesiyle bakarak döner gider. Bazı tamirciler durumdan görev çıkaracak olursa evine dönerken yine uğrar. Bütün gün canınızı burnunuzdan getiren sorun daha tamirci kapıda pabuçlarını çıkarırken çözülür, adam sizin sokağın köşesini dönüp gözden kaybolduğu anda yeniden başlar. :))
Haa, serviste şıkır şıkır çalışıp, eve gelince yeniden arızaya geçen modelleri de vardır bunların. :D
Bunları yazmaktan meramım; yine aynı tip bir sorunla boğuşuyor olmam. Net bağlantım Nesrin Topkapı’nın öldürücü :)) kalça darbelerini bile solda sıfır bırakacak bir kıvraklıkla göbek atıyor. Örneğin… Modemi okuyup üfleyerek açıyorum. Sorun yok. Bilgisayarı açıyorum. Sorun yok. E-posta programını açıyorum. Göz kırpmaya başlıyor. Kasap havası temposuna geçmezse şanslıyım. Bereket birkaç kez “uykudan uyanmış mahmur” pozlarında kırpıştıktan sonra ışıkları sabitleniyor modemin. Postalarıma bakayım diyorum. Birinci postada ek yok, sorun yok. İkinci postada tırnak boyunda bir resim var. Hayda breeee! Bursa Kılıç Kalkan Ekibi gelmiş ellerindekini şakırdata, takırdata, pırıldata benim modemin ışıklarında oyunlarını oynuyorlar sanki. Biri yanıyor, biri sönüyor, bir diğeri az sonra gözünün feri kalmayacakmış gibi silikleşiyor, derken vazgeçip denizci ışıldağı gibi parlıyor. Veya daha açar açmaz kekeme hatibin nutku gibi bitmek bilmez bir “Ba-ba-ba-bağlan-dı-dı-dım. Y-y-yok! Ba-ba-ba-bağlana-na-na-ma-ma-ma-mı-mı-mışım.” döngüsüne giriyor. Yahut on dakika boyunca melekler gibi uçarak iş görürken, sonraki on saat bir türlü marş basmıyor. Yani neymiş?
Birinci Kural; arıza gerçekten var. İkinci Kural; kesinlikle kontrolüm dışında. Üçüncü Kural; modemden, bilgisayardan, aralarından iki yıl boyunca su sızmamışken birden ilişkilerine son vermeye karar vermelerinin sebebinden zerrece anlıyorsam Bill Gates olayım. Dördüncü Kural; bu nesne (modem) bana ait değil. [Servis sağlayıcımın olmasaydı, şimdiye kadar çoktan geleneksel yöntemle – iki tekme, bir sümsük – onu işler hale getirmiştim. :D] Beşinci Kural; arıza devamlı değil. Periyodik değil. Belli bir sebebe bağlı hiç değil. Sadece sabrımla köşe kapmaca oynama konusunda istikrarlı. Yazılı olmayan kural, yani zamanlama söz konusu olduğunda ise mükemmel. Ne zaman gerçekten nete girmem gerekli ve/ veya zorunlu olsa bağlantım kesiliyor ve saatlerce gelmiyor. Sürpriz yapıp son anda beliren bir başka kural gereği ise kimse bir şey yap(a)mıyor. Ne servis sağlayıcım, ne telefon şirketi, ne iki kez evin bütün kablolarını baştan aşağıya yenileyen elektrikçi, ne modem, ne bilgisayar, ne karşı komşu, ne sokaktan geçen Sarı Çizmeli Mehmet Ağa sorumluluk kabul ediyor. Her şeyin müsebbibi benim!

Yazılarımı yükleyemememin sebebini arz ederim. :))




Isaac Cordal'dan 'Cement Bleak' isimli çalışma
Diğer İşleri
Hiç işiniz birdenbire kendi kendini yapmaya başladı mı?
Mesela yemek yapacaksınız. Bezgin bir ruh haliyle mutfağa giriyorsunuz ki, domatesler, soğanlar çoktan dolaptan çıkıp tezgâha sıralanmışlar. Hem de ne kadar gerekiyorsa, o miktarda. İçinde bulundukları torbalara geçirdikleri saptan kabuktan, çürükten, küften tırnaklarıyla uğraşmak, basit bir naylon poşetten domates çıkarırken bile kan ter içinde kalmak zorunda değilsiniz. Hiç gülmeyin! Yapan bilir! :)) Bir patlıcanını sapını ve diken bozmalarını; içindekileri taşıması gerekirken tam tersine un ufak olup sizi sokağın ortasında etrafa saçılmış sebze meyve, ayakkabılarınıza vuran süt ve sirke dalgaları, etek ucunuzda köy çocuğunun burnundan sarkan malum ifrazat misali asılı kalmış yumurta akı ile rezil bir halde bırakan o, hain naylon torbalara nasıl geçirdiğini tahmin bile edemezsiniz. Ama iş eve kadar dökülüp saçılmadan gelebilmiş malları salıvermeye gelince, incecik, kuş tüyünden hafif ve yukarıda tasvir edildiği üzere son derece dayanıksız olan o, hışırtı kumkuması poşetler birden kendilerini mithril (Bkz. Yüzüklerin Efendisi) mamulâtı zannetmeye başlar. Tırnaklarınızla; olmadı, bileyicinin tornasından yeni çıkmış babadan kalma et bıçağıyla; yetmedi, sanki ekmek dilimlemek için değil de Gordion Düğümünü kesmek için tasarlanmışçasına parmağınızı kemiğiyle birlikte uçurabilecek kabiliyetteki lazerle biçimlendirilmiş yeni teknoloji ürünü bıçaklarla saldırsanız da kâr etmez. Patlıcanın güdük dikeni deler geçer de plastiği, sizin saldırma ve satır hücumlarınız dahi akim kalır.
Böyle zaman alan :)) bir uğraştan kurtulmuş olmanıza şükretseniz de, insan olmanın gereği bir memnuniyetsizlikle :)) “Öfff! Şimdi işin yoksa soymakla, doğramakla uğraş!” diye içinizden geçirmeden yapamıyorsunuz. Bıçağı almak için bir anlığına dönüyorsunuz, tekrar baktığınızda sebzeler soyulmuş, doğranmış, şu televizyon aşçılarının programlarındaki gibi boyları boylarına uygun irili ufaklı kaplara paylaştırılmış bile. [Hep merak ederim onca çeşit çanak çömleği normal bir evin mutfağına yerleştirmeye kalksalar ne olur, diye… Yine de beş cevizi her nasılsa son derece estetik bir biçimde sergileyebilen bir kâsenin, kıyılmış maydanozların kenarına yapışmayıp tam ortasına yeşil ve gümrah bir yığın halinde konuşlandığı uygun büyüklükte bir porselenin, billur gibi bir suda patatesler arası güzellik yarışmasını kazanmış gibi nazlı nazlı salınan sapsarı küplerle dolu pırıl pırıl bir çanağın özlemini çekmiyor da değilim hani. :D] Sizin mucize devam ediyor!
“Hadi canım! Ocağa döndüğümde tencereyi ateşte görecek de değilim herhalde.” diyorsunuz ki, bakışlarınızın istemsizce kaydığı noktada tam da öyle bir manzara var. Oh be! O mendebur zeytinyağı tenekesinin görevlerinin hiçbirini yerine getirme niyetinde olmayan kapağıyla boğuşmak yok! Dudak bükenler bugüne kadar asla zeytinyağı tenekesi açmamış olanlardır. :)) Hele de yeni açacaksanız…
İlkin parmağınızı geçirmeniz gereken halkayı hâlihazırda parçası olduğu plastikten, tırnaklarınızla sökmek zorundasınız ki, aslında olan bunun tam aksidir. Kendinizi iki işaret parmağınızın tırnağı da sökülmüş bir halde, sağı solu yamulmuş [Eee, çekilen onca acıyı birilerinin ödemesi lazım ne de olsa… Elleriniz sancısa da ayaklarınız ne güne duruyor? İlk tırnağınızı kırınca bir tekme yapıştırıverirsiniz o dibi çıkasıca metal kutuya. Şimdi ek olarak ayağınız da zonkluyor, ama intikamınıza feda olsun. :D] tenekenin üzerinde dibine kadar tahtaya gömülmüş bir çivi başı sinsiliğiyle bekleyen kapağını bu kez orta ve başparmaklarınızın tırnakları pahasına kazırken bulmanız kaçınılmazdır. Sonuçta başarılı olursanız [Yüzde kırk ihtimalle mümkündür. Kalan yüzde altmış olasılığa ise; tenekenin tekmelenmekten yarılarak mutfağı zeytinyağına doyurması; bilumum delici ve kesici aletle yaptığınız saldırının kutuya birkaç çiziğe, size ikisi derin beş kesiğe, bıçaklara toptan telefe mal olması; bakkalla yapılan biraz (!) fazlaca “kullanılmış” (yamulmayı da aşıp kendi üzerine düğüm atmış anlamında), ama hâlâ sımsıkı kapalı beş litrelik tenekeyle bir litrelik cam şişede zeytinyağını takas etme pazarlıkları gibi seçenekler dâhil. :D] bu sefer de “Ben derviş miyim kardeşim? Dönmi’ce’m işte, dönmi’ce’m!” diye ter ter tepinen bir kapağı çevirebilmek için kan ter içerisinde uğraşmak; altındaki aslında kolayca kopması gereken, ikinci – ve yine – plastik tapanın “En iyi tapa, hiç geçit vermeyendir. Görev yerimi asla terk etmem. Ancak toptan sökmeniz lazım beni.” şeklinde bir vazifeşinaslıkla önce halkasını, sonra tüm gövdesini feda etmek pahasına cansiperane direnişini kırmak ve en sonunda da sadece tek delik açılan bir kutudan – basit basınç kuralları gereği – kekeleyerek dökülürken ortalığı batıran zeytinyağıyla boğuşmak zorunda kalırsınız.
Şimdi anladınız mı bir tencereyi ateşe koymak ne büyük bir çaba gerektiriyormuş? Üstelik daha –son günlerde moda olduğu üzere– yemeği yüklenmeden de fazlasıyla ağır çeken, kenarları keskin ve ele gelmez olduğu için zor kavranan, sapından tartmaya kalksanız tenisçi dirseği veya Karpal Tünel Sendromundan mustarip olmanıza yol açabilecek kadar tehlikeli :)) bir nesneyi dolaptaki arkadaşlarının arasında gömüldüğü yerden çıkarmanın güçlüklerinden bahsetmedim bile. Bu tencere milleti kapağını bile kendiliğinden teslim etmiyor insana. İlle iki ayağınızla saplarına basıp kapağın kulpuna asılıp çekmek zorunda kalıyorsunuz açabilmek için. Neymiş? Hava almayan yemek daha iyi ve çabuk pişermiş. Hayır efendim! Önce insan pişiyor. Hem de kendi ısısıyla, kendi suyunda ve şıpınişi… :))
Peki, tencereyi ocağa yerleştirince yemek bitti mi? Yoooo! Daha onca malzemeyi içine atmak lazım. “İşin yoksa tek tek dök kızgın yağa tabak çanaktakileri. Şimdi muhakkak kendini yeni keşfedilen bir tekerlek türü zanneden yaramaz bir soğan dilimi veya basit bir yemeğin parçası olmaktansa ocağın tertemiz, apak tuvalinde kahverengi abstre bir desen haline gelmeye karar veren sanatsever bir domates parçası yahut dibi görünen bir tencereye atlamak yerine kenarını trambolin niyetine kullanarak fırınla duvar arasında “dünyanın merkezine seyahat” duyurusu gibi görünen muazzam (!) yarığa dalmayı tercih eden maceracı bir patlıcan halkası çıkacaktır.” diye düşünürken bir bakıyorsunuz tencere çoktan içini boylamış malzemelerin aralık bıraktığı kapağından hafifçe istim koyuvermeye başlamış bile. Hemen altını kısıyorsunuz ki taşıp ortalığı berbat etmesin. Oh, amma yorulduk, değil mi? :))
İşte ben de bugünlerde buna benzer bir fenomen yaşıyorum. Onca arıza, sorun, sıkıntı bir yandan ensemde boza pişirirken, diğer yandan üç öykü ve beş yazı kendilerini yazdırmak için aynı anda kapıma dayandılar. Bütün yapmam gereken kalemle kâğıdı elime almak. Gerisi tamamen o ikisine kalmış. Elim mecburen suç ortaklığı yapsa da, beynim katiyen konuya dâhil olmuyor. Nereden mi anladım? Eh, yukarıdaki metni okumuş olsaydınız, siz de anlardınız. :)) Kelimeler, cümleler, paragraflar fazla fazla ve kendiliklerinden dökülüveriyor kalemin ucundan, sonraki okumalarda içim kan ağlayarak (!) yüzde yetmiş beşini atmak zorunda kalıyorum. Öyle böyle değil. Sanki ileri teknoloji sahibi bir uygarlıktan içine öyküler kaydedilmiş bir kalem ödünç almışım gibi sürekli arkası geliyor. Hatta o yüzden ilk tükenmezim bittiğinde dehşete düştüm. O ana kadar bütün kerameti ona yüklemiştim zira. Ama ikinci birinciyi de geçti. Üçüncüyle dördüncünün ne zaman bittiğini dahi hatırlamıyorum zaten.
Sağ elimi artık hissetmiyorum. Bir süre solu da denedim. Kitap harfiyle yazarken idare etse de, el yazısı bir felaketmiş. Hele yuvarlak harfleri hiç sevmiyor. Mamafih sağ elimle yukarıdan aşağıya tek bir düzgün çizgi çekemezken, solumla sektirmeden, bulaştırmadan dümdüz hatlar halinde Çin Seddi’ni dahi boyayabileceğimi keşfettim. Miyagi San görse gurur duyardı. (Bkz. Karate Kid)

Ha, bu arada yaşamam gereken hayat da yazıları kaleme aldığım… pardon kalemden çıkardığım odanın bir köşesine çekilmiş, boynunu bükmüş, işimin bitmesini [gerçek veya mecazi anlamda olması hiç fark etmez :D] bekliyor. :))



Maurice "Mo" Baker'den 'Male House Sparrow Feeding Young' isimli fotoğraf
Diğer Çalışmaları                     Sitesi
Bir Babalar Günü’nü daha arkada bıraktık. Oh be! Hiç olmazsa ahkâm kesemeyeceğim bir konu çıktı. Gerçi bundan on beş yıl önce Doğa Ana bana bir evlatlık verdiğinde [aslında kafama attı demek daha doğru olur :D ] ucundan babalığa da [Doğa, “ana” olunca, bana da babalık kalıyor malumunuz… :D] bulaşmışlığım vardır. :))
Ancak babalık anlayışım daha çok vesveseli bir analığa benzediği, hele de kafama atıldıktan üç ay sonra “Ben Doğa Anamı tanımak istiyorum, tutmayın beni!” diyerek terk-i AKA eyleyen serçe yavrusunun ardından gizli gizli içerisine döktüğüm gözyaşlarının Akdeniz’in seviyesini bile etkilediği düşünülürse, bana “zoraki babadan bozma sulu gözlü analık” demek daha doğru olur. :)) Evladını reddeden, geri almamak için türlü önlemler [yuvasına geri konmasını engellemek, serçe ana babasını durumdan haberdar etmemek, evine dönmeye, kendini insafına bırakmaya karar veren evladına sırtını dönmek] tezgâhlayan Doğa Ana’ya ise söyleyecek tek lafım bile yok. :))
Babalık gıllıgışlı bir zanaat. Kendi babamdan biliyorum. Beni tutup önüne ilk koyduklarında hiçbir şey hissetmediğini söyler hep. Ha Topatan Kavunu’na iki taraflı fincan kulpu takıp çıkarmışlar karşısına, ha “Ahanda, bu senin evladın!” iddiasıyla muşmula suratlı bir bebek… :)) Oysa ben tüyü bitmemiş serçe yavrusunu zemine çıkmamak üzere yapışmış hafif tümsekli ve alacalı bir leke gibi önümde görüverince hemen şiddetli bir acıma hissetmiştim en azından. Demek benim bebeklik manzaram insana bunu dahi ilham etmeyecek denli fakirmiş. :))
Akıl ucumuzdan bile geçmeyen bir şeyin oluşuna şahit olmak çok sarsıcı bir deneyim. Yine de benim serçe yavrusunun iki kat yukarıdan çarpa çarpa (kafasında açık bir yara, sırtında yaygın bir morluk vardı yere yapıştığında) düştükten sonra sağ kalmasına inanamamam normal de, babamın annemin giderek irileşen karnını dokuz ay seyrettikten sonra içinden hiçbir şey çıkmayacağını, yine iki âşık baş başa hayatlarına eskisi gibi devam edebileceklerini umması azıcık tuhaf sanki. :))
Bir de kendinizde hiç bulunmadığını düşündüğünüz bir takım eğilimlerin, hislerin ve / veya tavırların [serçe yavrusuna nazire yaparcasına :D] damdan düşer gibi musallat olması var ruhunuza. İlk fiziksel temasla iki taraf arasında yaşanan bir geçişim, bir aldım-verdim-kabul ettim ticareti :)), karşılıklı benimseme-benimsenme hali… Benim olayda beş günlük (sonradan yaptığım araştırmalara göre daha büyük olamazmış zira) “yumurta artığının” önceleri göbeğini bile kaldıramayan ayacıklarıyla fayansların üzerinde benden uzağa sürünmeye çalışırken, avucuma aldığım andan itibaren sakinleşip paluze gibi yayılması şeklinde tanımlanabilir bu durum. :)) Belki de kadın fiziğinin, yetiştiriliş tarzının, mahalle baskısının [Ne sandınız? Bir kadına yapılan en ağır baskılardan biri annelik içgüdülerine sahip olma gerekliliği üzerinedir. :D], hormonların, doğanın iteklemelerinin sonucu ve “çat” diye bir anda olay ufkunu [Hani kara deliklerdeki ışığın bile yutulmaya başladığı nokta…  :D] aşıyorsunuz da, ne ruhunuz duyuyor, ne de umurunuzda oluyor. Oysa babam kırklarına geldiğinde dahi hâlâ ellerini gözlerine siper etmiş o ‘ufka’ bakıyordu uzaktan. :)) Babalığın zorunluluklarını, sorumluluklarını, sıkıntılarını gerçek anlamıyla daha yeni yeni yüklenmeye başlamıştı emekli olunca. Eh, ilkin bunlar girince devreye, babalık zanaatı da öğretmenlerin yaz tatili için verdikleri halde ertesi yıl genelde hiç sormadıkları, sırf öğrenciye karın ağrısı, ana babaya çemkirme sebebi olsun diye icat edilmiş ödevler benzeri veya Demokles’in Kılıcı misali bir kavram haline geliyor kaçınılmaz olarak. Bunları nereden mi biliyorum? Ancak bir evlada bahşedilen ve kullanılmadığına ender rastlanılan işkence yöntemleriyle :)) tek tek ağzından söktüm babamın. Bütün babalar böyle değilmiş. Bazıları görür görmez bağlanırmış, bazıları ise “Bunun ipini beğenmedim, şunun boyu münasip değil…” diye bir türlü beğenmezmiş atılan halatları… :D Bizimki ortaya karışık! Eee, herkesin babası kendine normal, benimki de bana… :))
Ben muhabbet kuşundan bozma [O geldiğinde evde bir de muhabbet kuşumuz vardı, kendisini uzunca bir süre o türe yakıştırdı bizim “yumurta artığı”.] insan [Yıllar geçtikçe artık basit (!) bir muhabbet kuşu da değil, bizler gibi ulu (!) ve heybetli (!) bir insan olduğuna dair inancı ağır bastı. Mesela her yemek yapışımda mutfağa gelirdi. Sebzelerle birlikte musluğun altında yıkanırken aslında bana yardım ettiğini zannettiğinden kuşkulanıyorum. :)) O yüzden serçe üstü patlıcan oturtma yemekten son anda kurtulduğumuz çok olmuştur. :D] olan serçemle daha ilk cıvıltısında, hatta ilk tıkırtısında (Yemek istediğini başlangıçta kendisini yerleştirdiğimiz bandi çay paketinden bozma muhteşem (!) sarayının kenarını gagalayarak bildirirdi.) anlaşmaya başlamıştım. Babam ise bizim ilk akıllı, mantıklı ve makul konuşmamızın en az çeyrek asır sonra gerçekleştiğini, benimle kendisi arasındaki haberleşme hatlarının :)) ancak o zaman açıldığını iddia ediyor. Anlaşmak için gerekli görülen şeyler insandan insana değişir elbette, tıpkı zevkler ve renkler gibi… :))
Babalık zor bir zanaat da aynı zamanda. Cananınızla, yani kendinizden ayrı görmeseniz de aslında siz olmayan biriyle aylarca simbiyotik bir yaşam paylaşan bir melezi :)) ortaya çıkar çıkmaz size eklemeye çalışıyorlar, düşünsenize! :)) Hem de ilk ve tek hamlede… Kucağınıza manasız sesler çıkaran bir bohça koyup; içeriğinden, kapsamından, süresinden, yoğunluğundan habersiz olduğunuz bir ilişki kurma sorumluluğunu yükleyiveriyorlar omuzlarınıza. Esasen benim babalık (!) deneyimim de pek farklı sayılmaz. :)) Üstelik kafama düşen tuhaf sesli hibritte genetik anlamda dahlim bile yoktu benim. :D Ama ilişkimizin on üç yıl (doğadaki ömürleri de o kadarmış) süreceğini, yaşamlarımızın ayrılmaz biçimde iç içe geçeceğini, ufacık bir serçenin bana duyduğu sınırsız güven (onu ait olduğu yere, doğaya göndermemiş, gönderememiş olmamı dahi gözümde haklı çıkaracak denli çıldırtıcı bir teslimiyet ile emanet etti hayatını bana) yüzünden hissettiğim minnet ve suçluluğun bu karşılıklı geçişmiş yaşam süresini acı-zevk karışımı bir Araf’a döndüreceğini hayal bile edemezdim. Üstelik o sıralarda yolu yarılamıştım neredeyse. Çok daha genç yaşta baba olanlar ne yapsın? :))
Babalar, günlerini annelerinkinden daha sonra, adeta ite kaka kutluyor; ebeveynlik söz konusu olduğunda başrolü hep dişiye kaptırmış gözüküyor; “Onu mu daha çok seviyorsun, beni mi?” yarışlarında madalya yerine nal toplamalarına içerliyor; ailenin çifte X’li üyesine tek Y kromozomuyla denk gelme çabaları habire evrimden ve teknolojiden çelme yiyor olsa da doğanın pozitif ayrımcılık :)) yaparak hazırladığı diğer ebeveynden daha az saygı, takdir ve sevgi hak ediyor değiller. Hatta mayalarının [Doğa bünyesindeki pek çok babayı iskele babası olarak yaratmıştır. Onlardan, birçoğu saçma olan bazı ilkelere uygun bir baba çıkaracağım diye inatlaşan tek tür de insandır. :D] aksine benimsedikleri bu rol onlara Ebeveynlik Oskar’ı bile kazandırabilir. Best Supporting Parent Award goes to… :))
Ben babamı bizim “yumurta artığı” üç günlüğüne tatile kaçıp - ‘Yeşil Yolculuk’ beklediği gibi gitmeyince - havuz başında insanlardan tost dilenirken bulunup getirildiğinde yeniden tanıdım ve tanımladım. Daha baştan o yavruyu eve sokmamıza, üç ay bakıp beslememize şiddetle itiraz eden, memleketine döner dönmez derhal doğaya iade etmemiz gerektiğini inatla savunan, hatta aksi yönde bir tezin lakırdısını bile ettirmeyen babam, üç gün boyunca “Zaten önünde sonunda salacaktık. Kendi kaçtığı daha iyi oldu.” mealindeki tarihe geçebilecek roller kesmesine rağmen ensesinden :)) tutulup geri getirilen serçeyi görür görmez dizinin bağları çözülen kızına “Siz artık ayrılamazsınız.” diyen ilk kişi olmuştur. [Tabii bundan kastı “İkinizi birden o, adı batasıca doğaya salıyorum. Yıkıl! Gözüm görmesin seni!” de olabilir. Ama işin aslını ne o zaman, ne de daha sonra sormaya cesaret edebildim. Yüzsüzlüğe vurdum, gargaraya getirdim. :D]
Anneler Gününü erken kutlamıştım. Hem de günün mana ve ehemmiyetine en uymayacak biçimde… Babalar Gününü de maalesef geç kutlamış oluyorum. Ama endişeye mahal yok! Gelenek bozulmadı. Yine günün anlam ve öneminden ırağa düşmeyi başardım. :))


Teflon Turkey Jasmine'den 'Humidity' isimli fotoğraf
Diğer işleri
İstanbul’un su güreşi mevsimi açıldı.
Yataktan gece boyu içinde debelene debelene dolandığınız çarşaflar tarafından eski siyah-beyaz filmlerdeki mumyalara benzetilmiş biçimde kalktığınız sabahlar… Yüzünüze çarptığınız suyun vücut sıcaklığına varan serinliği (!)… Siz mi kahvaltı ediyorsunuz, yoksa kahvaltı mı sizi :)) bilememeler… Nefes darlığı çeken üfürükçünün pis kokulu ve yetersiz soluğuna benzeyen her esintiyi rüzgâr yerine koymalar… Çürük sakız gibi her yere yapışan teninize genzindeki tozu püskürtme fırsatı kollayan sinek telleriyle kaplı pencereleri açar açmaz eve saldıran sauna buharını iyiye yormalar… Kapalı alanlara adımınızı attığınız anda şok dondurma seçeneğinde takılıp kalmış klimaların sizi tepenizden aşağıya buzdan bir heykele dönüştürmesi…  (Genellikle Yıldız Savaşları’nda karbonayt duşuna sokulan Han Solo misali tetanik ve sessiz bir çığlıkla donup kalıyorsunuz altlarında, ama bazen son anda yana sıçrayarak akut nezlesel etkilerinden kurtulmak mümkün o, “serinletici”lerin. :D) Duş aldıktan on beş saniye sonra kuruduğunuz yanılsamasını takiben aslında sadece dokunduğunuz her şeyle tuhaf bir bütünleşme (sıvaşma da diyebiliriz) aşamasına geçtiğinizi keşfetmeler… Önce havlulara, sonra temiz, tiril tiril giysilerinize, ardından dışarı çıkmak için boğulurcasına tokmağına el attığınız kapıya yapışmalar… Buzdolabından çıkarıp bağrınıza bastığınız :)) su şişesinden bardağa dökülürken dahi boğazınızı gıcıkladığı halde yemek borunuza varmadan ısınan, midenizi boyladığında ise fokurdamakta olan buz gibi hava… Efendim? Hayır, cümlenin sonundaki “buz gibi hava” ifadesi yanlış yazılmış falan değil! Bu mevsimde İstanbul’da hava ile su arasında pek bir fark yok zira…
Birkaç hafta evvel bahar yorgunluğundan dem vurur, niye her sene aynı şeyleri tekrar tekrar yaşadığımızdan yakınırken hiç aklıma gelmemişti. Ama artık biliyorum. Nasıl bebekler diş çıkarırken tükürük bezleri harekete geçer, ortamı salyaya boğarsa, bu şehrin sakinleri İstanbul’un yazını soluyabilmek üzere ilkbaharda kendilerine solungaç imal ederken de aynısı oluyor. Yalnız bizim durumumuzda en yakın salgı bezi tiroit olduğundan, onun fazla mesai yaparken etkilediği hormonlardan oluşan kokteylin kafasını biz “Bahar Depresyonu” olarak algılıyoruz. [Diğer şehirler kendi Bahar Sendromlarının nedenini kendileri bulsunlar. Benim uzmanlığım İstanbul ile sınırlı çünkü. :D]
Bir de şehrin yüzde altmışa varan oranda su yüklenmiş atmosferinde, olduğundan yüzde yüz yirmi daha ağırmış gibi gelen her bir atomumuzu sürükleyebilmek için yürümek yerine yüzebilseydik… Bu günlerde sığ bir kurbağalamaya ancak izin verse de soluduğumuz ortam, haşmetli bir kelebekle depar atmamızı gerektirecek günler çok uzakta değil. :D
Öylesine hasretiz ki kuru havaya, haftalar öncesinden köprülerinde (yani alternatifi olmayan yerlerde) ve bazı ana arterlerinde onarım yapılacağı açıklanan yollara iş makinelerinin; sıcakta beyni tost olmuş işçilerin; ilgili ilgisiz her yere konulan, ama asıl gereken noktalara gelince mevcudu kalmayan işaretleme konilerinin döküldüğü ilk günün sabahında dahi içinde tek başına oturduğumuz otomobillerimizle trafiğe vuruyoruz kendimizi. Karbonmonoksitte de oksijen atomu var, malum… :)) Egzoz ve asfaltın sıcağıyla kavrulmuş, neminden kurtulmuş olduğu hayaliyle doyasıya içimize çekiyoruz bu, mis (!) gibi ekşi-acı kokulu karışımı… Oysa siz, başka şehirlerde oturanlar televizyon haberlerinde gösterilen uzayıp giden otomobil kuyruklarındaki onca insanı en hafifinden düşüncesiz veya adlı adınca beyinsiz :)) zannediyordunuz değil mi? İtiraf edin! :)) Demek ki neymiş? Önyargılı olmamak gerekiyormuş. :D
Her şey gibi yazmak da bir işkence bu havada.
Kâğıt ile kalem elime yapışıyor da, kelimeler sayfanın beyazına geçmeyi reddediyor nedense. Yukarıdaki paragrafları kırk yedi hamlede ancak yazabildim. James Joyce ile aynı dertten muzdaripim zahir. [Kendimi James Joyce ile mi mukayese ettim ben? Sıcak başıma vurmuş olmalı… Mamafih sinsice arkadan yaklaştığı için vuranın yüzünü de görmedim doğrusu. Belki de şu meşhur salon oyununun tabiriyle “Bay Sıcak AKA’yı nemle yazı odasında öldürdü.” demek lazım. Bu espriler de serinlemenizi sağlayamadıysa, gerisi aaaaaz sonraaaaaaa!!! :D]
Efendim, ben de bu anekdotu aktaranın (Steve King) yalancısıyım. :)) Bir gün arkadaşı Joyce’u ziyarete geldiğinde adamcağızın kafasını dertli dertli yazı masasına yasladığını görüp sormuş:
“Ne o? Sorun yazmakla mı alakalı?”
Elbette öyleymiş. :))
“Bugün kaç kelime yazdın?” diye konuyu biraz daha kurcalamış arkadaş. [Joyce ne kadar ağır yazıyor olursa olsun, bana sorarsanız “arkadaş” kaşınıyor. Benzer durumlarda kendi yaptıklarımdan biliyorum. :D]
“Yedi.” diye cevap vermiş Joyce.
Siz olsanız böyle bir yanıttan sonra suları dalgalandırmayı sürdürür müydünüz? Ancak arkadaşı iyi niyetle (!) yorum yapmaya devam etmiş.
“E, bu senin için gayet iyi ama…” (!!!!????!!!!)
Joyce’un yanıtı:
“İyi olmasına iyi de, o yedi taneyi bir türlü sıraya sokamıyorum.”
İşte benim durum da aynen böyle!
Fikir? Burada! Kalem? Lebbeyk! Kâğıt? Dünden hazır! [Siz onun öyle dediğine bakmayın! Bu A4 bloknot beni fena halde hayal kırıklığına uğrattı. Ne güzel A5 – ben onlara “şeytan azapta gerek boy bloknot” diyordum, çünkü en coştuğum anlarda ya sayfa bitiyordu, ya da ekleme yapmaktan beyazı görünmez olmuş kâğıt gevrediği için deliniveriyordu – boyutundakilerle idare ediyordum. Ama zenginlik başa bela! Kelime varsıllığı, beni villa tipi (A5’ler iki oda bir salon, mini bloknotlar stüdyo tipi… Mutfaktaki yoluk bloknot hariç! O, yıkılmak üzere olan bir kulübe. A3’lerin malikâne, tabaka kâğıtların ise kâşane olduğunu söylememe gerek var mı? :D) bloknotlara özendirdi. Oysa başlangıçta üzerinde at koşturacağımı zannettiğim A4’ün 623,7 santimetrekaresinin tamamını kekeleyen metinlere harcamam yetmiyormuş gibi, dişe dokunur bir şey bulacağım diye içine daldığım sayfalarda kayboluyorum bir de. :D] Kelimeler deseniz, yukarıda bahsettiğim üzere gani (!). Madem öyle, neden “Marş, marş!” diye bağırınca yerlerine geçmez ki bunlar? Başlangıçta karışık bir sıra oluştursunlar razıyım. Ama sonra hizaya gelip anlamını bir sonrakinin anlamına uzatsa kendiliğinden, olmuyor mu? Yazıya dönüşmeleri için ille de kırk yedi kez üzerlerini çizip sil baştan mı “Hazıııır ol!” çekmek mi lazım? Yok mu bunun daha kolay bir yolu?
Bütün bunların tek bir müsebbibi var, o da su! Havaya karıştığı gibi her şeye sızıyor. Yoksa bu yazı bu kadar sulu olur muydu? :)) Veya su katılmamış bir zırva! Yahut suya sabuna dokunmayan bir saçmalık… En aklı başında göründüğü yerlerde (bin dereden su getirirken nasıl olacaksa artık) bile sudan bir metin olduğu su götürmez bir gerçek! Ne yapabilirim? Ortamdaki onca neme rağmen suyu kesilmiş değirmene döndüm bu aralar. Sular seller gibi yazmak sulu gidip susuz geldiğim hayallerimde kaldı artık. :))
Belki de sözcüklerim de benim gibi suda solumaya alışana kadar biraz ara vermeliyim. Hayatımda ille de su olacaksa bari mavi, engin ve serin bir versiyonu olsun. 


Gustav Klimt'ten ünlü 'The Kiss'
Diğer Eserleri 1         Diğer Eserleri 2
Epeydir gazetelerin ciddi (haber magazini) ve gayri ciddi (magazin haberi) kısımlarını eşit derecede meşgul eden, sadece gazetecileri kaygılara gark etmekle kalmayıp – sayelerinde – okurlara da hafakanlar bastıran bazı araştırma sonuçları dolanıyor ortalarda… Efendim, internet bağımlılık yapıyormuş. Özellikle sosyal paylaşım sitelerini yerden yere vuruyorlar bu konuda. Bir ucundan sadece bir “meraklı” olarak girilip, diğer ucundan “müptela” olarak çıkıl(am)ıyormuş. :)) Bağımlılığın sözlükteki karşılığı biraz fazla ayrıntılı, ancak anlatılmak istenenin uzağına düşmüş gibi geldi doğrusu. Bana sorsalar “onsuz yapamamak” tarzı daha basit ve damardan bir açıklamayı tercih ederdim ki, sizin de yakinen bildiğiniz üzere kısa ve öz olmak katiyen meşrebime uygun değildir. :))
Konumuzdan ve şu andaki konumumuzdan :)) başlarsak; ismi lazım değil bazı paylaşım siteleri :) olmadan kendini tamam hissetmeyen bir grup insan olduğu iddia ediliyor. Kendilerini ve başkalarını bu sanal ortamlar üzerinden tanımlıyor ve bu tanımlamayı ayrıntılandırmak için belki de en az sahip oldukları (veya kontrol edebildikleri diyelim) bir şeyi, zamanı bozuk para gibi harcamaktan çekinmiyorlarmış. E, bu minvalde olayın kapsamını azıcık daha genişletirsek iş, hobiler, sorumluluklar, aile v.b. pek çok şey de birer bağımlılık. “Ama bağımlılık denen şey insanları gerçek hayattan koparıyor, ruhsal ve sosyal dengelerini bozuyor olmalı.” diyeceksiniz. İşimiz de bizi gerçek hayattan koparmıyor mu? Birileri karınlarını doyurmak için çöpten yemek toplarken siz – örneğin – klimalı bir toplantı salonunda tuzsuz-şekersiz (sağlıklı olma bağımlılığına sağlıklı bir bağımlılık şart! :D) çakıl taşından hallice kurabiyeleri kemirerek sadece yüz çift seçkin (!) göze layık görülen bir kitapçığın kapağında gofre kullanıp kullanmamayı tartışıyorsanız pek de hayatın içinde olduğunuzu iddia edemezsiniz herhalde. :)) Üstelik ruhsal ve sosyal dengeyi meslek sahibi olmak kadar bozan başka bir şey daha var mıdır? Elinizi vicdanınıza koyun da söyleyin! Ofisinizde “Bu kıytırık matbaa bütün gofreleri kaydırdığı halde, sırf sahibi söz konusu Yüz Ulu Manitu’dan birini tanıyor diye ödeneklerine onay vermek zorunda kalmaktan neffffffrrrrrrreeeettttttt ediyorum.” şeklinde avaz avaz düşünürken :)) ruhsal dengeniz ne âlemde, sosyal ahengin neresinde duruyorsunuz? :D
Hadi “Her insan yaşamak için para kazanmak, para kazanmak için de bir şeyler yapmak zorunda. Ölmemek için yaptıklarımız bağımlılıktan sayılmaz!” diyerek meslekleri kapsam dışı kabul edelim. [Buradan ‘Yaşam da bir bağımlılıktır aslında. Oysa keşfedildiğine dair güçlü kuşkuların filizlenme aşamasına girdiği korka korka telaffuz edilirken dahi nefesimizi tuttuğumuz :)) Higgs Bozonu olmasa hepimiz ne güzel enerji enerjiye ışıyıp gidecektik.’ tarzında bir yerlere doğru yol almak da mümkündü. Ucuz atlattınız, hadi geçmiş olsun! :D] Peki, ya hobilerimiz? Örneğin “Abi resim yapmasam yaşayamazdım. Bu, var olma biçimim. Kendimi tanımlama ve / veya yaşamı kendime (tabii tarzımdan hoşlanan bir iki kişiye de) tercüme etme şeklim.” derken bağımlılığı tam on ikiden vurduğumuzu görmezden mi geleceğiz yani? İşten güçten, aileden, yani hobimiz dışında kalan lüzumsuz (!) şeylerden ayırdığımız (aslında düpedüz çaldığımız) zamanı; yazmaya, çizmeye, okumaya, izlemeye, dinlemeye, yoğurmaya, yontmaya, fotoğraf çekmeye, sergi gezmeye, yürümeye, koşmaya, bisiklete binmeye :)), yüzmeye, göbeği açıp güneşlenmeye, burun üzerinde dengede dururken türkü çığırmaya, dünyanın en marjinal yerlerinde soyu tükenmekte olan türlere kendimizi kovalatmaya, yakalatmaya, sokturmaya, ısırtmaya, parçalatmaya, o güne kadar yapılmış olanlardan daha orijinal (!) bir biçimde adam öldürmeye (bkz. Mr. Brooks… :D) sarf etmiyor muyuz? Bunlar v.b. niceleri için harcanan maddi ve manevi şeyler gözümüzde nikotin bağımlısının sigarasına, narkotik bağımlısının uyuşturucusuna, alkol bağımlısının içkisine, adrenalin bağımlısının yaşamına biçtiği bedele eşit, yani “pek önemsiz” ile “aslında az bile” arasında bir yelpazede değil mi?
Tamam! “Hobilerimiz olmasa tek hücrelilerden ne farkımız kalır? Ayrıca abartılmış olanlar dışında pek çok hobinin zarardan çok yararı var. Mutlu ve doyumlu insan ruhen dengeli olmaya daha yakındır.” demenize hak verdim. Gerçi incelticisi bitmiş bazı resim meraklılarının halini görmüş olsanız sözlerinizdeki ‘ruhen dengeli olma’ kısmını tekrar düşünmeniz gerekirdi. Ressamlığı meslek olarak benimsemiş olanlar bile fırçalarını saklayabilir onların karşısında. Efendim? Orada başka bir bağımlılık mı seziyorsunuz? Ne alakası var? Ben kokusunu seviyorum onun bi’ kere! :))
Aile, çoluk çocuk ne olacak peki? Hepimizin ağzında “Onlarsız yaşayamam.” lafı yok mudur? Veya sözlükteki tanım üzerinden yürürsek; onların istemine, gücüne veya yardımına bağlı ve dünden hazır bir biçimde özgürlüğümüzden veya özerkliğimizden vazgeçmiş değil miyiz? Gerçi evlatların ve bazı “ıssız” lakabıyla malul kişilerin hakkını yemeyelim. Evlatlar hayatları boyu, ıssızlar ise akılları baliğ olduktan sonra :)) bağımlılık objesi olma konusunda diğerlerinden keskin sınırlarla ayrılırlar. Nasıl mı? Siz hiç “Aga, beni içersen akciğerini katran kazanına çeviririm, tüyünü de sen dikersin.” diye tüten bir sigara, “Karajiyerini dejerim an’adın mı? Gel, öpüjem!” diye lıkırdayan bir içki, “Hayatını kaydırırımmmmm!” hülyalarına daldıran bir uyuşturucu, “Salağını çıkarırım. Ak mı, kara mı ayırt edemezsin? Aaaaaz sonnnnraaaaa!” naraları atan yazılı, görsel ve / veya işitsel iletişim aracı :)) gördünüz mü? Oysa ıssızlar hiç olmazsa kendilerine bulaşmamanız, bulaştıysanız çabuk kurtulmanız için kaba veya nazik birtakım sinyaller keşfetmiş ve başarıyla uygulamaktalar. Çağan Irmak’ın filminde anlatıldığı üzere klişeye kaçacak kadar ayan beyan olmasa da, önünde sonunda sizi kendilerinden (aslında tam tersi elbette :D) uzaklaştırmanın bir yolunu bulurlar. Onlar da yalnızlığa bağımlı malum. Şimdi ıssızları dışlarmış gibi ‘onlar’ demek de içime sinmedi, çizgi temasıyla da olsa içlerinden biri sayılabilirim zira. (Öyle çizgi deyip de geçmeyin! Tenis maçlarında beş santim eninde bir hat üzerinde yapılan içeride-dışarıda tartışmalarına bakarsanız ucundan ecük değmek bile sizi dâhil ediyor. Yine de eskiden hakemlerin avazlarına ses edemeyen oyuncular şimdi Şahin – kartal diyenler de var – Gözü namında bir “delikli demire” sırtlarını yaslayıp habire itirazı basıyorlar. Yakında teknoloji iyice ilerleyip bütün saha sensörlere doyunca onun da devri geçecektir. O zaman Serena Williams’ı maçtan önce “Bacım, kortun kuzey ucunda fazla zıplama, orası a’cık göçmüş zaten, papaz olmayalım sonra!” diye uyaran toprak kortların veya abus Federer’e “Çatma, kurban olayım çehreni! Vallahi sen adım atar atmaz sahanın yeşili sararıp soluyo’.” diye yalvaran çim kortların vaka-ı adiye olduğunu göreceğiz. Şimdilerin ‘onun ikinci servislerindeki başarı yüzdesi, öbürünün çığlığının desibeli, iki tenisçinin basit hatalarının karşılaştırmalı grafiği’ gibi alengirli istatistiklerinin yerini “Kortun 51 derece 26 dakika 1,88 saniye kuzey, 0 derece 12 dakika 50,06 saniye batı koordinatları civarında sağ ayağının küçük parmağındaki ikinci boğuma 1,37 kilogram şiddetinde baskı uygulayarak attığı servislerin başarı yüzdesinin standart sapması.” cinsinden akla ziyan sayıtımlar alacaktır….. Ben buraya nasıl ve nereden geldim yav’?) Hörmetsizlik etmeyelim! :D
Evlat ise tümüyle nevi şahsına münhasır bağımlılık nesnesi… Daha doğarken bile (kapağı anneden dışarı atarak :D) bu iptilanın oluşmasını engellemeye çalışıyor. :)) Bebekken her gece ana babasını ayağa dikerek “Bu daha hiçbir şey değil, artık ölene kadar benim için uykuların kaçacak!” uyarısında mı bulunmuyor?  Çocukken “Ben büyüyünce sana hiç kızmıı’ca’m ama…” sitemleriyle aslında gelecekte bütün çektiklerinin (!) intikamını almak üzere sinsi bir bekleyişe geçtiğini mi ihsas etmiyor? Okul çağında peşini bırakmazsanız her başı sıkıştığında kapınıza dayanacağını mı belli etmiyor? Ergenliğe ulaşınca hakkınızda edindiği bilgilerin ışığında “Sen de on üçünde evden kaçmaya çalışmışsın ama…” türünden kirli çamaşırlarınızı size karşı kullanarak bağımlılığı tek taraflı feshetmeye mi çalışmıyor? Okullar bitip sıra iş bulmaya gelince dünyanın öbür ucundan gelen teklifleri mi kabul etmiyor? Aile sahibi olup torunu kucağınıza verdiği andan itibaren sırra kadem mi basmıyor? E, daha ne yapsın sizi kendinden korumak için? :)) Yine de bu iptilayı engellemeyi başardığı söylenemez.
Bağımlılık kötü şey! Tedavisi de sancılı. Bazıları azar azar bırakmayı, bazıları toptan terk etmeyi, bazıları da hâlihazırdakinin yerine başka bağımlılıklar koymayı tercih ediyor. Ama müptelaların en tehlikeli türü arızasını kabul etmeyenler. “Ben istediğim anda vazgeçerim!” diye ayak direyenler. Onsuz yapamadıkları şeylerden bir süre uzak duruyor, kendilerini yeterince aldattıklarına kanaat getirince ise yeniden ve daha beter başlıyorlar.

Ama ben yazmaya bağımlı değilim. Katiyen! İstediğim zaman bırakabiliyorum. Valla’ billa’! :)))))




Anthony McCall'un 'Five Minutes of Pure Sculpture' isimli eseri
Diğer Çalışmaları 1          Diğer Çalışmaları 2             Sitesi 
Fotoğraf Markus Schreiber        Diğer İşleri 
“Sonra bir üst kata gönderdiler. Oradaki memura her şeyi baştan anlattık tabii. Alt katta sorulanların aynısını yukarıda da yanıtladık. Amaaan! Sen de bilirsin bu işleri… İki saat sonra beş kişiye yedi defa anlatmış oldum konuyu yani…”
“Beşe yedi, fena oran değilmiş.”
“Di’ mi? Peki, iş halloldu mu?”
“… du mu?”
“Valla’ bilmiyoruz. Bi’ şi’ler yaptılar. Bilgisayara bi’ şi’ler girdiler. Sonra da bizi sepetlediler ‘Olmuştur.’ diye.”
“Olmuştur, olmuştur.”
“Hah işte! Son gittiğimiz adam da aynen böyle söyledi. Artık olmuş mudur, olmamış mıdır, hafta başında öğrenece’z.”
“Hafta başı...”
“Di’ mi? Ay başı da diyebilirlerdi.”
“Ay başı… Maaş günü…”
“Maaş günü mü? Ner’den aklına geldi şimdi? A, bak! Gün deyince hatırladım. Çocuğun okulundan aradılar geçende. Gün yapacaklarmış. Şarkılar, şiirler… Sınav mınav diye hışırı çıkmışmış çocukların, azıcık eğlensinlermiş, falan filan.”
“Sınavda…”
“Sınavda di’il ya, okulda! Ben de katkıda bulunmak ister miymişim? Kadına telefonda olmaz yerine, olur dememiş miyim? Kafa bin beş yüz tabii. Sonra da unuttum gitti. Üç gün sonra zır, bir telefon… Gene aynı kadın. Aldı sazı eline; bir liste sayıp döküyor ki, değme gitsin. Bi’ araya girebilsem, ama ne mümkün. Bilirsin öylelerini…”
“Bilirim…”
“Ben ortalarında bi’ yerde kopmuşum. Kadın ne dese, ‘He!’ diyorum. Birden kendime geldim ki, okul aile birliğine üye olmaktan, daha büyük projelerde çalışmaktan falan bahsediyo’.”
“Bahseder tabii! Kolay mı?”
“Ne kolay mı?”
“… Iııı… Bahsetmek?”
“Yok artık! Nerelerdeydin yine?”
“Bilmem. Geziyo’dum.”
“Nereyi?”
“Evrenleri. Mesela ticaretin bürokratik işlem karşılığı yapıldığı bir evrende olsaydık n’olurdu?”
“Ha?”
“Yani şöyle bir şey… Ekmek alacaksın diyelim. Bakkala gidiyo’sun. Fiyatı; bakkalın dış kapının mandalı bir akrabasının devlet kapısındaki işlerini takip etmek.”
“Nası’ yani?”
“Ekmek alacaksan, on dak’ka takip ediyo’sun. Et alacaksan, iki gün. Son model bir Ferrari için, otuz altı kişinin, biri deniz aşırı olmak üzere, yedi ülkedeki karmaşık iş takiplerini başarıyla sonuçlandırmak gerek mesela.”
“Hoppalaaa! Ner’den aklına geliyo’ bunlar?”
“Sen uğraştığın işi anlatırken düşündüm. Sonra şu memurlar bilgisayara bi’ şi’ler girmişler ya… İnsanların bilgisayar olduğu bi’ dünyada olsaydık, buna gerek kalmazdı mesela. Ses kaydetmek için kulaklarının mıncırır, koku kaydetmek için burunlarına bastırır, görüntü kaydetmek için kaşlarını yolarlardı, olur biterdi. Güreşçi kulaklı, boksör burunlu ve kaşsız bir sürü insan, fakat kayıt kabiliyeti mükemmel. Nasıl? Yalnız şimdi düşündüm de, sosyalleşmeleri bayağı zor olurdu. Sokakta çarpışsalar, hooop olmadık bi’ yerlerinden faaliyet raporu özeti dökülebilir yani. Yoo, hiç öyle bakma! Bilgisayar deyince, yazıcısı ayrı, tarayıcısı ayrı olacak değil ya. Benim insan kompüterler pek marifetli ve kompakt yaratıklar.”
“Ben derdimi anlatırken, sen suratıma baka baka bunları mı düşünüyo’dun? Ben de bi’ şi’ söylüyo’, diye dinliyorum.”
“Duuuur, daha bitmedi. Peki, ya hafta başının aynı zamanda ay başı olduğu bir evrende olsaydık. Yani bir ay yedi gün. Her hafta başı maaş günü.”
“Aman ne orijinal! Burada da haftalıkla çalışanlar yok mu, şaşkın?”
“Yoook, öyle değil! Her hafta başında buradaki otuz günün karşılığı maaş alıyo’sun. Çünkü yedi gün otuz güne sayılıyo’. Daha doğrusu yirmi sekiz güne… Yediye tam bölünme açısından, anlarsın…”
“Haa, bak bunu sevdim! Yedi gün çalış, yirmi sekiz günlük para al… Güzelmiş. Sen şu evrenin adresini yazsana bana.”
“Di’ mi? Yalnız günler doksan altı saatmiş orada. Günlük mesai de kırk…”
“Hoppalaaaa! Buradaki koşullardan beter yani. Ne anladım ben bu işten?”
“Valla’ işine gelirse! Bizimki gibi bir evrende yaşayınca bazı konularda doğuştan özürlü oluyorsun. İşçi lehine üç kuruşluk parlak fikir, anında işveren lehine yedi kuruşluk bir diğerini doğuruyor. Tamamen içinde bulunduğumuz evrenin arızası, ben masumum! Eee, hâlâ istiyo’musun adresi?”
“Almiim! Senin çıkında başka neler var şöyle ucuzundan?”
“Sınavlarda en çok eğlendirenin en iyi notu aldığı, en iyi okulu kazandığı bir evrenim var. ‘Yeteneksizsiniz’ misali sınavlar yani. En fazla alkış toplayan, notunu yükseltiyor, idealindeki okulun şahikasına girme hakkı kazanıyor. Ne dersin?”
“Valla’ bunu benim çocuk beğenir beğenmesine de, mezuniyet sonrası yine bizim evrenden farklı olmayacak sanki. Eee, başka neleriniz var?”
“Telefonun olmadığı bi’ dünya?”
“Valla’ ne iyi olurdu? Şu ikide bir gelen ‘Onu al! Bunu verelim! Şu muhteşem!’ telefonlarından kurtulurduk hiç olmazsa.”
“Ha, telefon yok, ama daha etkili bir haberleşme yöntemi var. Konuşmak istediğin kişinin yanına ışınlanıveriyorsun.”
“Amanın!”
“Korkma, korkma! Işınlamada gayet sert kanunlar var.”
“Haaaa!!! Ne gibi?”
“Görüşmeleri önceden yazdırıyo’sun. Hani bi’ zamanlar şehirlerarası telefonları yazdırırdık ya, o hesap. Bi’ aydan bi’ yıla kadar hakkında araştırma yapılıyor. Bu kapsamda malın, mülkün, işin gücün var mı bakılıyor? Tapu, bordro, kimlik no, ama en önemlisi annenin kızlık soyadı sorgu sual ediliyor. Görüşeceğin kişiyi tanıyo’ musun? O seni tanıyo’ mu? Sıcak ve soğuk holografik çizgi im damgan; şua geçirgenliği vergi, resim ve harç bedellerin; ıslak ve kuru imzan kurcalanıyor da, ondan sonra izin alabiliyorsun.”
“Yahu bu ne işkence! Peki, ya acil durumlarda ne oluyor? Hastaneyi falan aramak gerekirse…”
“Onlar kolay canım! Bi’ santral var. Hemen oraya ışınlanıyo’sun. Tababetten de, belagatten de nasibini almamış, ama bürokrasiyi hücre çekirdeklerine kadar hatmetmiş ve hazmetmiş santral memuru kendi kafasına göre müdahale edip öldürmezse eğer, sıraya koyuyor seni. Öncelikli numaralar bittikten sonra da hâlâ sağsan, nihayet acile ışınlıyorlar.”
“Anladım, arıza sürüyor.”
“Ne arızası?”
“Az önce bahsettiğin kusurlu evren arızası. Yahu şöyle daha iyi, daha insanca, daha mantıklı yaşanan bi’ evren yok mu senin bohçada hanım?”
“Şikâyetine göre evren yaptık, ondan bile yakınıyo’sun yav’!!! Beğenmiyo’san alma! Bana müşteri mi yok? Evrenci geldi hanıııııım! Haddddeeeee tassse tassse evriiiieeen!!!”




Sam Spratt'tan 'Ed Maximus' portresi
Diğer çalışmaları 1            Diğer Çalışmaları 2           Sitesi
Hep yakınıyorum ya yazacak bir şey bulamamaktan. Hatta yazacak şey bulamamayı konu alan metinlerim diğerlerinden fazladır belki de. :) İşte bu yaz, yazacak bir şey bulamamayı bile yazamıyorum! (Cümleye gel! :D)
Sanki şehre çöreklenen buğu nöronlarımı mühürledi. Haa, hiç yazmıyor değilim. Elim yine kaleme kâğıda gidiyor. Hatta sayfalar minnetle yaşaran [Yazabildiğimi sanmanın duygusallığı işte, siz aldırmayın! Belki de havadaki nemin değişik bir tezahürüdür. :D] gözlerimin önünde dolup dolup taşıyor. Fakat ya ortalarda bir yerde kopuyorum beyazı “kirleten” sözcüklerden ya da sonradan okuyunca hoşuma gitmiyor çıkardığım iş. Uzmanı olduğum üzere hemen bir bahane buluyorum tabii: “Tam yazının kalbine ulaşmıştım, kapı çaldı. Nedir kardeşim şu kapıcı milletinden çektiğimiz?”
Bahane olması bir yana bizim kapıcı gerçekten bir “Zamanlama Anıtı”dır. Sabah servisi [Ki bugüne kadar tek seferinde bile bir şey istemişliğim yoktur. “O zaman açma kapıyı arkadaş! Deli misin, divane misin?” şeklinde özetlenebilecek yorumları ağzım yamuk bir Mona Lisa gülümsemesiyle kaykılmış, tek kaşım “Sizce?” der gibi havaya kalkmış bir halde ve yüzümdeki kaderine razı ifadeyi “elegan” bir biçimde baharatlandıran akıllara zarar bir bakışla yanıtlamam yeterli olacaktır sanırım. :D] denilen lanetli (!) ziyaretin beni yıkadığım tencerenin yağı elime sıvanmış, arka bahçede (balkon :D) toza toprağa bulanmış, değiştirmek üzere olduğum nevresimlere dolanmış, bulaşık makinesini boşaltmak üzere domalmış, banyoda sabunlanmış, süpürmek için kaldırdığım bir koltuğun altında kalmış, bir çizimin veya yazının en hassas yerinde transa dalmış halde yakalamadığı pek enderdir. Geleceği saat belli olduğu için kapının arkasında aportta beklediğim günlerde dahi hep son anda ya telefon çalar veya düdüklü tencere çığlıklanır, rüzgârdan kapı, pencere yahut cama kuş çarpar (kuş cinsi seviyor bizi :D), çamaşır makinesi şaha kalkar, boru patlar, yel üfürür, sel götürür ve ben her seferinde kapıya nefes nefese, suratım beş karış yetişirim.
Diğer bahaneler arasında en sık kullandığım ve en ayrıntılı olanı “Yapacak bir yığın iş var, kafamın gerisinde dırdır edip duruyorlar da ondan yazamıyorum.” şeklinde ise de, genellikle daha basit olanları tercih ederim: “Hava soğuk!” “Bahardandır.” “Hava sıcak!” “Ruh halim uygun değil.” “Hıçkırık tuttu.” “Enim dar!” – ki külliyen yalan! :))
Bu aralar da mevsimin suya doymuş havasına, pencereden görünen denizi göğe karıştıran kasvetli manzaraya, günün en sıcak saatinde dışarı çıkmaya neden olan mücbir koşullara, tutuşmuş haldeyken duşa girmenin yarattığı rehavete, bir de uyuşan işaret parmağıma (günde on saat kalem tutmanın yan etkisi herhalde :D) bağlıyorum yazı yitimi sendromumu.
İşin tuhafı daha önceden yazıp demlenmeye (!) bıraktığım metinler bile gözüme kötü görünüyor. (Tabii gerçekten kötü olma ihtimalleri de var. Ama beni buna kimse ikna edemez. :D) Böyle bol keseden yazı harcamaya devam edecek olursam yakında eski gazinolardaki assolistlere döneceğim. Hani dinleyiciler istedikleri parçaları peçeteye yazar verirlerdi ya… Ben de okuyuculardan istek konuları kabul etmeye başlayacağım.
“Halılara dadanan maytlarla ilgili hiç yazmamıştın.” veya “Dünya Bilmem Ne Günü’nü her defasında atlıyorsun. Her çıkmaz ayın son çarşambasında bakıyorum, bekliyorum. Yok! Teessüf ederim!” yahut “İncir çekirdeğini doldurmayan yazılarına üç vakte kadar son vermezsen karışmam. Bir dost.” şeklinde bir not bulsam yazı masamda yolda bir milyona toslamıştan daha fazla sevineceğim. Niye mi? E, hiç olmazsa bu notları sahibine iade etmem gerekmiyor. Oysa bir milyon öyle mi? Önce say, sonra tekrar say, okşayarak say, severek say, koklayarak say, bağrına bas, yüzüne sür. (Sivilcelere, kanca burunlara, kepçe kulaklara, kırışıklara birebir. Bir anda Dünya Güzeli oluyorsunuz, fena mı? :D) Ardından ayakların geri geri giderek karakola götür. Polisler bir üstüne başına, bir de getirdiğin paraya bakıp Adli Tıbba bile sevk etmeye gerek görmeden “Yazık, herhalde terelelli!” şeklinde teşhis koysunlar. Miktarı – bir milyon yetmiş altı lira kırk dokuz kuruş :)) – söyleyince yüzlerindeki kuşkunun ibresi akıl sağlığından dürüstlüğüne doğru kaysın.
“Abi, bu kesin dokuz yüz yirmi dört bin dokuz lira elli bir kuruşun üzerine yattı. Küsuratlı rakamla bizi kandırıyor.”
“Evet, evet! Ben de şüphelendim. Hele o, gözlerinin üzerindeki kaşları var ya… Acayip kıllandırıyor adamı!”
Ve onca parayı ardında bırakarak ayrıldığın yetmiyormuş gibi, şüphe sebebiyle gözaltına alınmadığına şükrederek eve dön. Vallahi çekilir gibi değil! :))
Hah! İşte yine koptum yazıdan. Daha şimdi kendimi dalgın dalgın pencereden bakar ve – inanmayacaksınız :)) – hiçbir şey düşünmezken yakaladım. Oysa ne zaman “Zihninizi boşaltın!” deseler tam tersine bir sürü şey üşüşür beynime, aklî ataleti bir türlü yakalayamam. Yazık! Demek biraz daha gayret etsem mistik bir deneyim yaşamak işten bile değilmiş; beeeen her şeyiiiiim, her şey deeee beeeeeen… Iııı…  Sadece yazı hariç! :)) Eh, buradan hareket edersek meditasyon yapmaya taammüden teşebbüs edecek olsam yazacak bir şeyler bulmam pek muhtemel. Hadi bakalım! Oomm! Ooommm! Ooooğğğmmmmhhhhh!... I- ıh! Bunca “om”dan sonra tek aklıma gelen saatlerce sıcakta sürünerek, bir derin dondurucu kılığındaki klimalar, bir otuz altı – Celcius – ayar güneş tarafından çarpıla çarpıla yaptığım alışverişten sonra her an parçalanma tehditleri savuran poşetlerle elim kolum dolu olarak girdiğim eczanede olanlar.
AKA: “Hönk, hönk, hönk! Bi’ baş ağrısı ilacı, bi’ mide ağrısı ilacı, bi’ de vitamin alacaktım.”
ECZACI: “ Baş ağrısı… tamam. Mide…”
BEYAZ GÖMLEKLİ (BG): “Ooooğğğğğmmmm… Koruyucunuz ooooğğğğğmmmm var mı?”
AKA: “Yok, teşekkürler. Siz de ilaçları uzatıp durmayın eczacı hanım, ellerim dolu görüyorsunuz! Hele bir çantama erişeyim, alırım onları da… İki dakika beklerseniz yarım saate para da çıkaracağım, hiç merak etmeyin!”
BG: “Koruyooooğğğmmm! Gözenekleri açoooğğğmmm, sivilceleri kapoooğğğmmm, kırışık siloooğğğğmmm…”
AKA: “Hah! Cüzdan da çıkıyoooooğğğğmm…  Ehem, şey yani çıkıyooooooooo’, çıkıyooo’…”
BG: “Nemlendiroooğğğğmmmm…”
AKA: “Doğru. Hava nemli olunca elim kayıyo’.”
BG: “Koruyucooooğğğmmm sürelim şurayoooğğğmmm.”
AKA: “Hoppalaaaa! Çekin elinizi kardeşim! Yarım yüzyıl idare etmiş bu surat zaten. Gerek yok!”
BG: “Amaooooğğğğmmmm yüzünüz kızarmış bakoooğğğmmm. Demek cildiniz hassasooooğğğğmmm…”
AKA: “ Ne hassas cildi ya! Hava kırk derece, elimde altı tane imanına kadar yüklü torba, arkadaşınız yüz bulsa ilaç poşetini burnuma asacak, siz suratımı yumuşatmak uğruna beynimi buğulama tüketmeye karar vermişsiniz, tabii kızarırım.”
Yok, yok. Gecelerle gündüzler hiçbir serinleme belirtisi göstermeden birbirini izler, hatta (aydınlıkta ve karanlıkta, ölüm bizi ayırana kadar :D kesintisiz buğulama olduğumuz düşünülürse) yüzlerce saatlik tek bir güne dönüşürken mantık çerçevesinde bir şeyler yazmak iyice olanaksızlaşıyor. Belki de beynim, yüzümden akan terlere yedirilen kremin arasına karışıp çaktırmadan kafatasımı terk etmiştir. Efendim? Hangi krem mi? Yukarıdaki infilakımı takiben Beyaz Gömleklinin oğmlaya oğmlaya hem beni, hem de telaşla tansiyonuma bakıp ağzıma dilaltı tıkıştırmaya çalışan eczacıyı ipnotize ederek, kaşla göz arasında (aslında saç çizgisiyle göğüs kafesi arası demek lazım) bulduğu her yere sıvadığı “koruyucu” elbette. Bir taraftan da “Yüzünüzdeki ooooğğğmmmm fay hatlarına ooooğğğğmmm çok iyi geloooooğğğğğmmm!” diye söylenip duruyordu densiz. :))



Andrew (Android) Jones'dan 'Wanderer Awake'
Sitesi               Diğer Çalışmaları
Hiç paylaşmamak üzere bir şeyler üretmek… Kendi kendine resimler yapmak, kimsenin duymayacağı şarkılar bestelemek, gizli gizli yontup köşe bucak saklamak, suç işlermiş gibi yazı yazmak, sadece kendi gözü için görüntü depolamak, etrafta olup bitenlerden sırf kişisel zihin sinemasında seyretmek için filmler kurgulamak… Başlangıçta biraz zavallı işi veya son günlerin argosuyla seslendirirsek “ezikçe” bir çaba gibi görünüyor değil mi? Çünkü arkasını göğsünü gere gere ortaya çıkacak bir cesarete dayamayan uğraşılar kale alınmaya da pek değmez. Yaratıcısının başkasına gösterecek, “Bunu ben yaptım.” diye kendine pay çıkaracak kudreti bulamadığı işler emekten dahi sayılmaz. Tıpkı ormanda kimse görmeden devrilen ağaç tartışması veya Schrödinger’in kedisinin akıbeti misali… :)) Ama bu pek doğru değil. Yıllar boyunca çoğunu kâğıda dökmediği görüntüler biriktirmiş, hiç kaleme almadığı hikâyeler kurgulamış, peşine hiç düşmediği fikirlerin yıllar sonra başkası tarafından dillendirilmesine seyirci kalmış [Şu bilgisayarda yazı paylaşma fikrini ilk ben bulmuştum, sonra gıyabımda patladı gitti!!! :D] bir “ezik” olarak bir çeşit saman altından su yürütmek diye tarif edilebilecek “akıllarda kilitli kalmış (veya bırakılmış) koleksiyonlara” sahip olma mevzuunun ne kadar doyum veren bir şey olduğunu açığa vurmak için yazıyorum bu yazıyı… :D
Bu doyumun ilk ve en önemli sebebi söz konusu emek [sadece kafanızı işgal etse de bir emek var ortada ne de olsa… :D] ürününü gören olmadığı için eleştirecek kimsenin de çıkmamasıdır. Hiç de azımsanmayacak bir ayrıcalıktır ha, küçümsemeyin! :)) Hele de kılı kırk yaran, ortaya çıkardığınız her ne olursa olsun aradan yarım asır geçtikten sonra dahi hakkında vıdı vıdı etme kabiliyet ve azmine sahip (“İlkokul birinci sınıftayken yaptığın ördek resmine neden o beneği kondurduğunu hâlâ anlamış değilim. Nasıl böyle bir hata yaparsın? Gagasını maviye boyadın, bir şey demedim. Gözlerini kafasından büyük çizdin, ağzımı açmadım. Hatta ayak niyetine eğri büğrü ağaç dalına benzer bir şeyler kondurdun, biri Hanya’ya öbürü Konya’ya bakıyordu, dilimi tuttum. Ama sırtının ortasındaki o Çingene pembesi puantiye… Pes!!!”) bir sanat eleştirmeniniz varsa kafanızın içinde. Böyle durumlarda kendinizi ya bir “enstitüde” :)) buluyorsunuz yahut sokaklarda cep telefonuyla konuşuyormuş numarasıyla [İşte sadece bu sebeple Martin Cooper’a teşekkür borçluyum. Yoksa o aletlerin olur olmaz yerlerde titreşip, zırlayarak, göbek havası çalması hâlâ zıvanadan çıkarıyor beni. ] yanağınıza attığınız elinize “Çenen tutulsuuuuun! Kırk yıldır ömrümü yedin, boğazında kalsın inşallllllahhhhh!” diye haykırırken. :D
İkinci sebep her gün biraz daha beslenip şişerek kafanızı, yüreğinizi dolduran, hatta zaman zaman tıkayan bir şeyi nihayet içinizden “estetik olduğunu düşündüğünüz bir biçimde” dışarı atabilme ayrıcalığıdır. Neden mi estetizmi vurguladım? Çünkü genelgeçer güzellik kurallarına uymayan pek çok dolgu ve tıkama malzemesini her gün fazlasıyla çirkin denilebilecek yöntemlerle ihraç ediyoruz zaten. :)) Elbette çöp atmaktan bahsediyorum, siz ne sanmıştınız? (Hoş, Vik Muniz, Bernard Pras gibi sanatçıların eserleri düşünülürse bu da pek doğru sayılmaz ya…) Ruhunuzun ufkunu görmeyi engelleyen bir fazlalığı sonunda aradan çıkarmış, ama yine de elinizin altında tutuyor olmanın verdiği hazzın tadına doyulmaz. Ortaya koyulan bu, gönül, akıl ve ruh posası [Tartışmasız kuraldır! Meydana getirdiğiniz her ne olursa olsun tasarladığınızın yanında neredeyse bir hiç, bir gölge, bir kalıntı, bir posadır. :D] size cennet taamı gibi gelir bu yüzden. :))
Üçüncü sebep kendinizi bir şeyler yaptığınıza, kimsecikler bilmese de bu dünyaya katkıda bulunduğunuza, – hadi adlı adınca ve en derunumuzdaki gizli arzuyu seslendirerek söyleyelim – evrenin duvarına bir çentik attığınıza, ardınızda sizden bir iz bıraktığınıza inandırmadaki anlaşılmaz becerisidir. İlle de “Buradan Sarı Çizmeli Mehmet Ağa da geçti.” denecek. Yoksa siz ilk insanların o resimleri kayalara öylesine eğlenmek, tarihlerini not almak, o aralar taptığı neyse ona yaranmak veya o gün kaç mamut öldürdüklerini Soyu Tükenmekte Olan Türleri Korumamakla Yükümlü Homo Sapiens Mağara İdaresine ibraz etmek için mi yaptığını sanıyordunuz? :)) Aslında yerleşim yerlerinin yakınlarında yetişmiş olma talihsizliğine uğramış nice ağacın üzerindeki eğri büğrü “Ali Ayşe’yi seviyo’.” kazıntıları ile tuvalet kapılarının arkasına çiziktirilen “sevme” eyleminin daha “doğal” şeklinin fazlasıyla amiyane olarak resmedildiği “sanat eserlerinden” bir farkları yok onların da. Hepsi “Ben de buradaydım.” mesajı, hepsi yaşadığını ispatlama tutkusunun sonucu… :D
Dördüncü sebep bazılarının boş zaman diyerek hakaret ettiği, ana babanızın o esnada yüzünüzü kaplayan mahut ifadeye “Yine hayallere mi daldın, kör olmayasıca?” şeklinde söylendiği, çalışırken (veya genellikle sevmediğiniz, ama karşılığında birilerinin size para ödediği bir işi yaparken) sümüklüböceğin kabuğunu sürümesi hızında geçtiği halde fikirlerinizi içine tıkıştırmaya uğraşırken arkasından atlı kovalıyormuş gibi kayıp giden saniyeleri, dakikaları, saatleri, günleri, haftaları, ayları, yılları, hatta bir ömrü balık istifi bir kafayla geçirmenizi ve hiç sıkılmamanızı sağlamaktaki olağanüstü başarısıdır. Öyle ki; bir süre sonra yüzeyde iş gören ve günlük gaileyi otomatiğe bağlanmış bir ayine dönüştüren beyniniz arka planda fazla mesaide olduğunu hissetmez bile. Bunun sonucunda da şu ünlü atasözü tersine döner zaman zaman ve fare dağ doğurur. :)) Minicik şeylerden mucizevî ve muazzam geri dönüşler alırsınız bazen. Karşınıza her gün aynı şekilde ve ömrünüzün on binde birini bile işgal etmeyecek ölçüde çıkan birinin veya bir şeyin izine aradan yıllar geçtikten sonra yaptığınız resmin tuhaf enerjisinde, bestelediğiniz melodinin bir anlığına sendeleyen ritminde, yoğurduğunuz heykelin mayasında, yazınızın satır aralarında rastlayınca diliniz tutulur. Ve böylece “akılda kilitli kalmış koleksiyonların” sizi bu derece tatmin etmesinin ardındaki beşinci sebep de ortaya çıkar: “Koleksiyonu” bilen olmadığına göre sadece sizi ilgilendiren, eğer çok harcıâlem değilse sizden başkasına hiçbir şey ifade etmeyen bu küçük sürprizleri sual eden kimse de çıkmayacaktır. Siz de boşu boşuna “Her sabah ana caddeye çıkarken önünden geçtiğim mimozanın en güzel, en ışıltılı mevsimini bu gotik manzaranın en karanlık yerine tanrısal bir müjde gibi konduruvermişim.” diye işaret etmek, “Mahallemizin eskicisinin ‘IIııııIIIıııırdaaaaıııııı! IrdağlağlırııIIIııığğğğ!’ avazını kulakla yürek… pardon kaşla göz arasında yedirivermişim şu iki ölçüye.” açıklamasında bulunmak veya “Çocukluğumun masallarındaki tekerlemelerin hayalperest, ama umut veren parlaklığı sızmış yazının bir paragrafına.” gibilerinden vurgulamalar yapmak türünde beyhude ve ucuzlatan çabalara girişmeyeceksiniz. [Neden ucuzlatmak dedim? Çünkü eserimizi (!) doygunlaştırdığını düşündüğümüz bir şeyi karşı tarafa izah etmeye çalışmak zordur. Bu amaçla konuyu basitleştirme girişimi genellikle banalleştirmekten başka bir işe yaramaz. Üstelik ne muhatabınıza gerçek anlamda anlatabilirsiniz meramınızı, ne de bunca uğraşın sonunda zenginlik sandığınızın aslında antikalık olduğu zehabından kurtarabilirsiniz kendinizi… :D] Ve buna rağmen duyduğunuz haz, coşku ve can hafifliği hiç azalmayacak. :))
Eğer siz de kimsenin görmediği resimler (hatta onları sadece aklınızdaki tuvale resmediyor olsanız bile) yapıyor, kimsenin duymadığı şarkılar besteliyor [Cazsa ben dinlerim, bana getir! :D], kimseye göstermeden yontuyor, yoğuruyor, çentiyor [ağaçlar ile tuvalet kapıları hariç :D], kimsenin bakmadığı fotoğraflar, seyretmediği filmler çekiyor [Nuri Bilge Ceylan’ın filmleri bu türden fotoğraflar, hikayeler, tablolar, melodiler, görüntüler ve tabii ki yine pek çoğunun dikkatini çekmeyen bir yığın minik ayrıntı ve konuyla örülmüş kendi kendini artarda, tekrar tekrar doğuran hınzır birer destan mesela… ] ve bunları yaşamınızın önce acemice, sonra deneyimli, nihayet bilgece [tabii oraya varabilirseniz, bana daha nasip olmadı :D] özetlenmiş farklı sürümlerini değişik yöntemlerle izlemek, gözlemek olduğunu düşünmekten kendinizi alamıyorsanız sakın vazgeçmeyin!

İnsan hiç olmazsa kendini eğleyebilmeli şu hayatta, değil mi? :))





René Magritte'den 'Clear Ideas'
Eserleri

Bazı yazıların kaderi beklemek oluyor nedense. Yazarken güldür güldür akıyor da, iş paylaşmaya gelince hep bir engel çıkıyor. “Günün anlam ve önemine uygun değil.” “Dur, dur! Şimdi son yazdığımı paylaşayım da, o yedek kalsın.” “Zayıf azıcık. Beklesin, beslensin, et tutsun.” “E, artık bu da paylaşılmaz ki… Ama belki…” v.b. gerekçelerle muğlâk bir son kullanım tarihine gün sayıyor bu, gariban yedek kulübesi bekçileri. 
Tabii her paylaşma girişimi ve dolayısıyla yeniden gözden geçirme işlemi metnin üzerinde izler bırakıyor. Birinci girişim: “Buraya kadar güzel güzel yazmışım da, şu noktada niye sapıtmışım acaba? At gitsin üçüncü paragrafı! Bakiiim, yine olmadı. Belki de yeni bir konu aramalı.” Aradan üç gün geçtikten sonra ikinci girişim: “Tüüü! Görüyo’ musun yaptığını? O çöpe attığın paragrafa son satırda gönderme yapmışsın. Havada kaldı şimdi bu cümle. Eski halini nereden bulayım şimdi? Salla gitsin o kısmı da! O virgülü şu tarafa alır, şuraya üç kelime eklerim. Bu devrik cümleleri de düzelttik mi?...Bi’ da’a oki’im. Cık! Hiç içime sinmedi.” Bir hafta sonra üçüncü girişim: “Allah Allaaaah! Bunu niye burada tutuyorum ki hâlâ? Demek yazının bütün büyüsü o attığım kısımlardaymış. Geriye bir şey kalmamış. En iyisi İşe Yaramazlar Dosyasına kaldırmak.” Bir ay sonra ani gelişen bir fikir yoksunluğu ve yazısız kalma sonucu: “Kim koymuş bunu Seçme Saçmalara kardeşim? Mis gibi yazı işte! Şurayı azıcık toparlar, oradaki cümlenin arasına üç paragraflık bir parantez girersem gayet güzel olur. Yalnız şimdi aklıma bomba gibi bir fikir geldi, önce onu bi’ yazayım da…” Üç ay sonra bir işgüzarlık atağı esnasında dosyalarda temizlik yaparken: “Allah Allaaah! Kimin yazısı bu? Stili benimkilere de benziyo’ hani… Bayağı derli toplu, ama ikinciyle dördüncü arasına bir paragraf daha girmeli. Yazının sonlarına doğru da o kısma atıf yaparım, şık olur. Şu tombul parantezi de çıkarmalı tamamen. İnsafım kurusun! Yakında bütün metni paranteze alacağım, herkes rahat edecek. Şimdiiiii… olmasına oldu da…. Iııı…” Bir yıl sonra bezginlik tavan yapmışken: Bkz. Birinci girişim. :))
Bütün bu aşamalar bazı yazılara yarıyor. Suyunu çekip, demini alıyor, bayağı ipe sapa gelir şeylere dönüşüyorlar. Diğerleri ise yalama olup, aşırı çiğnenmiş sakızlar misali çürüyerek çöp kutusunu boyluyor ve sanal âlemin lağımlarında kayboluyorlar. Benim gibi ortaya çıkardığı [daha doğrusu oluşturmayı başardıktan sonra nihayete erdirebildiği ender ve soyu tükenmekte olan :D] her şeye tutkuyla bağlı olan [Nuh’tan kalma düz perspektif – en arkadaki figürün de kompozisyonda kendine en öndeki kadar yer bulabildiği anlamında :)) – resimlerimi, gurbet elden aileme yazdığım, nevi şahsına münhasır yeni bir edebi (!) tür (üniversite hayatımın kargacık burgacık çizgi romanı ile tarihte yazılmış en berbat metin ortaya karışık) örneği ve tıp literatürüne Postacı Tipi Bel Fıtığı olarak geçmiş bir meslek hastalığının müsebbibi olan elli sayfalık mektup azmanlarını dahi saklıyorum hâlâ. :D] biri bile bazen böylesine kıyıcı (!) olabiliyor işte.
Yine de son ana kadar bilinçaltımla yaptığım kavgalar hiç bitmiyor. Yani bir yazının gruba veya dijital safra atım merkezine gönderilmesi olasılığı bilinç ile bilinçsizlik :)) arasında gidip gelen güdü ve dürtülerin etki alanında bulunuyor. Bir nanosaniye önce paylaş düğmesinin dibinde arz-ı endam eden metin bir an sonra kendini üzerine sifon çekilmiş bir halde bulabiliyor. Örneğin:
“Tamam! Artık yeter! Bu yazıyı kesin olarak paylaşıma açacağım bu kez. Bir de şöyle uygun bir resim veya fotoğraf bulursak.”
(Öhhööö! Bir yıldan fazladır depodaydı o yazı. Pişman olursun. Resim bulmakla uğraşacağına yeni bir fikir ara kendine!)
“Hayır! Bu metin gruba yüklenecek, işte o kadar!”
(Hiç sanmıyorum. O kelime çöplüğü yirmi dakikaya kadar kadük olmazsa, ben de Süper Ego olayım.)
“Duymuyorum kiiii! Eveleme geveleme deve kuşu portakalı sooooyduuuuum baş ucumini mini birler, çalışkan ikiler, tembel…”
(Sensin tembel! Bunca zamandır dişe dokunan bir şey yazamadı diye bu yazıyı allayıp pullayıp paylaşmaya çalışan benim sanki… Öhhö… şey… yani benim tabii, ama…. Amaaaaan! Tembellik falan… Bunlar boş işler… Hem gayrete ne hacet! Bilinçaltı her zaman galip geliiiiir. Freud’un buzdağı teorisini hiç duymadın mı sen? Bilinç suyun üstünde kalan taraf sadece. Demek ki, zihninin dokuzda sekizi bana ait. Yani istesem Titanik’i bile batırabilirim, nerede kaldı iki sayfalık yazı…)
“Yok, bu böyle olmayacak. İster istemez kulağım bunun söylediklerine kayıyor. İşitsel patinajı önlemek için müzik falan dinlemeli ki, hiç olmazsa zavallı, fakir dokuzda bir sağlam kalsın. İyi de ne? Cazzzzzz!!!!!”
(Uyar! Ella… veya ille de yenilerden olsun dersen Stacy yahut Esperanza rica edeyim.)
“Etme! Füzyon veya nu caz olmalı. Yoksa şöyle çılgın gitar soloları mı dinlesem? Jaco Pastorius belki…”
(Demeee! Ön planda esnekliğini kaybetmiş ve giderek katılaşan, biraz yüklensem çatır çatır kırılacak bir irade gösterisi, arka planda cayır cayır bir gitar… Bilince sızmak için ideal ortam!)
“Ben ne diyorum ya? Müzik ruhun gıdasıdır. Ruhu besliyorsa tutup benim adı batası ve bir daha çıkmayasıcayı es geçecek değil a! Demek ruhsal obeziteye karşı bir şey bulmalı. Karşı… karşıt… zıt… anti… Buldum! Anti-müzik. Dünyanın en iyi anti-müziği nerede yapılır? Elbette benim gırtlağımda! Öhöm… öhöm. Strencirs in dı nayt…”
(Güzel! Omurilikten söylediği şarkıyla beni alt ettiğini sanıyor, oysa bir “alt”ı alt edince aslında “üst” etmiş olduğu gerçeğini gözden kaçırdı. Şimdi usulca yükselip bilinç rolüne soyunalım. Gerçi yüzeye çıkınca bu, çığlık çığlığa bağıran çocukların ellerine geçirdikleri karavana kepçeleriyle Ramazan Davulu niyetine kullandıkları teneke bidonun içine hapsolmuş talihsiz kedilerin ciyaklayarak kodeslerini tırmalamasını andıran kakofoniye maruz kalacağım. Bir daha armoniyle melodiyi aynı anda algılayamamak gibi bir beyin hasarı riski var, ama olur o kadar artık!)
“Vondring in dı nayt… Yazının temasını saptamalı ki uygun resim bulalım. Vat vör dı çensıs… Nedir bu yazının ana fikri?”
(Ham hayal!)
“Vid vi şeyring lav… Ham hayal… Çok doğru… Gerçeküstücülere bakmalı… bifor dı nayt is truUuUuU… Dali? Magritte? Roy? Tanning?...samting in yor ays…”
(Sen onların sanatına nasıl ham hayal dersin? Utan, utan!)
“Vaz so invayting… Yok canım! O manada değil, yani hayal mayal deyince…"
(Dedin işte! Bak, şimdi de dedin! Hayal ha? Koskoca gerçeküstücülere, baba Dada’lara… Yazıklar olsun!)
“Samting in yor smayl... Valla’ billa’ demedim. Onlara ‘Ham!’ diyecek tek kişi… vaz so eksayting … ancak bir ay aç kalmış biri olabilir. Keh, kih, koh, kah…. samting in may hart…”
(Espriye gel! Mamafih bunlar güzel işaretler. Zihnin istikrarında ciddi bozulmalar var, demek ki…)
“Gerçi Méret Oppenheim’ın Yamyam Sofrası var. İşte o, ‘Ham!’ diye yenebilir… told mi ay mast hev yuUuUuU…”
(Tamam, iyice kaçırdı ipin ucunu. Çağrışımlar da başladı. Kıvama geldi artık. Titanik’i ner’de batırsak?... Heybeli’de!!!)
“Strencirs in dı nayt…”
(… mehtaba çıkardıııııık mehtaba çıkaaardıııııık…)
“Sandallarımız neş’e dolaaaar… Tu lonli pipıl vi vör… zevke dalaaaaardııııııık zevke dalaaaaardık…”
Kabul edin, işim zor! :)))



Sean Kilpatrick'in bir fotoğrafı
Sitesi               Diğer Fotoğrafları
Olimpiyatı da hayırlısıyla bitirdik. Sporcularımızın zihinleri, bizlerin de ulusal gurur işkembelerimiz fazlasıyla goygoya doyurulup şişirildiğinden olsa gerek oyunların sonunda hazımsızlık tavan yaptı. Ağzı olan (daha doğrusu hem ağzı, hem de önünde konuşacak bir mikrofonu olan) konuştu, olmayan da derdini anlatmak için jest ve mimiklerinden faydalandı. :)) Kendi adıma bu olimpiyatta bütün ifade yöntemlerini denediğimi söyleyebilirim.
Önce hep kendi sporcusuna yontan BBC’nin yayıncılık politikasına sevgilerimi (!) belirttim. Aslında son üç (Pekin, Vancouver, Londra) olimpiyata has olmak üzere oyunların yayınıyla Olimpik Yayın Servisi (OBS) ilgileniyor güya, ama tarafsız olması gereken bir kurum bu kadar yanlı yayıncılık yapınca insan şüpheye düşüyor haliyle… Ayrıca bundan önce hiçbir olimpiyatta bu kadar çok boş plan, kuşbakışı anlamsız görüntü, üzerinde sporcu olmayan saha, jüri ismiyle malul [Jüri seçer, hakem değerlendirir malum. Bu yüzden isim değişikliğinin sebebi umarım ki nitelikleri değil, nicelikleri olsun. Zira spikerlerin dediği doğruysa sporculardan fazlaymış sayıları. Ama manzara ister istemez akla şunu getiriyor: Hakemler, hakemleri kontrol eden hakemler, hakemleri kontrol eden hakemleri kontrol eden hakemler… :D] hakem kalabalığı seyretmemiştim. Özellikle atletizmde sahada bilmem kaç tane başka karşılaşma yapılırken bitmiş koşunun galibinin göbek deliğinin nasıl zıpladığını veya saçına taktığı çiçeğin taç yapraklarının her fulesinde ahenkle dans edişini :)) göstermek uğruna pek çok önemli olayı sadece spikerlerin – o da himmet ederlerse elbette – aralarında yaptıkları dedikodulardan öğrenmemize sebep oldular.  
Sonra “Minderin Aslanları”, “Filenin Sultanları”, “Potanın Perileri”, “Pistlerin Kraliçeleri” isimlerini kendileri yakıştırıp, kendileri beğendikleri yetmiyormuş gibi sporculara aslında sahip olmadıkları (ve kendilerine sorulsa büyük ihtimalle hiç telaffuz edilmemiş olmasını dileyecekleri) payeler bahşedip (!) en ufak bir pürüzde yıllar süren çalışmaları, adanmışlıkları, fedakârlıkları hiçe sayacak bir hoyratlıkla hepsini bir kenara atan, görmezden gelen ve / veya başarılarını “Hadi gene iyiler! Milyoner oldular.” ayarında çiğliklerle manşet yapanlara (Bundan daha çirkin yorumlar da yapıldı, ama çağdaş (!) “Olimpiyat Ruhu”nun bile hazmetmekte güçlük çektiği paralar kazanan yabancı sporcular varken, üstelik “Gençlerimizi özendiriyoruz.” bahanesinin ardına sığınarak bu tarz imalarda bulunmak Brütüslüğün kaçıncı aşamasıdır bilemiyorum.) derunumdaki bütün saygıları (!) sundum. :))
Kablolu yayın mağduru… pardon izleyicisi olarak devlet kanalımızın neleri, ne ölçüde görmemiz, neleri görmememiz veya görmezden gelmemiz gerektiğini; seyretmemize izin verilen görüntüleri doğru (!) yorumlama biçimini; eğer iki kulağımızın ortasındaki – boş olması tercih edilen, ama maalesef birkaç gri hücresi hâlâ aktif olan :D – kısım yukarıdaki iki koşulu dahi yerine getiremeyecek kadar dikbaşlı ise kimleri takdir etmenin uygun olacağını kafamıza vura vura öğretmesini nasıl minnetle karşıladığımı anlatamam, “Sevgili Seyirciler!”. :)) Kabloluya hasbelkader girmiş yabancı kaynaklı diğer “Spor (!!!) Kanalı” ise aslında dünyanın tek gerçeğinin ekonomi olduğunu; ismine ister şampiyona, ister yarış, ister Olimpiyat densin, hepsinin (aslında her şeyin elbette!!! :D) uluuuuu bezirgânlık zanaatının birer tezahürü sayılması gerektiğini ispatlamak için yaptığı reklam (branşımdan tiksindim desem yeri var… :D) arası spor yayınıyla Beckham’ı burnundaki kıllara varasıya ezberletti sağ olsun.
Yeni görüntüleme teknikleri iliğine kemiğine kadar sömürüldü yukarıda bahsedildiği üzere. Örneğin atlama (beygiri) masasını seyretmeye niyetlenen jimnastik meraklılarının hepsini beygir… pardon deniz tutmadıysa n’olayım… :)) Sporcu havadayken görüntüyü durdurup üç yüz altmış derece (Tamam, abarttım. Hadi gelin el sıkışalım, sizin gül hatırınız için iki yüz yetmiş olsun. :D) çevirerek oynatmaya devam edince seyircilerin içi dışına çıktı. Salonda olup atlayışı merkezî ekrandan izlemek gafletinde bulunanların bile yüzü yeşermiştir herhalde. :D [En azından Epke Zonderland, nam-ı diğer “Uçan Hollandalının” barfiksteki olağanüstü serisini bir kerecik daha izleyebilmek için televizyon ekranının içindeki salon ekranına odaklanmaya çalışırken benimki yeşermişti… Dakikalarca tepesinde dev monitörüyle boş jimnastik salonunu gösterdiler de, altın madalya kazanan bu seriyi tekrarlamadılar, kudurdum. :D] Fotoğraf hafızasının kas hafızasına tam anlamıyla aktarılması mümkün olsaydı eğer, pek çoğumuz örneğin kule atlama dalında suya girmeden önce kayboldu diye düşünmeniz muhtemel (Aslında suyun dışında da saçları ve omuz kasları olmasa havaya karışacak kadar ince bir sporcu. Yan dönünce gitti zannettiklerinizden… :D) Yue Lin’e inat amutta içe doğru (!) üç buçuk takla, beş buçuk burgu yapabilir veya ritmik jimnastikte Evgeniya Kanaeva da kimmiş (!), geri denge elemanını pivotla gösterirken boynumuzda çember çevirir, sağ eldeki lobutlara değirmen yaptırır, solla top zıplatır, saçlarımıza taktığımız üç değişik renkteki kurdelenin iki tanesine spiraller çizdirirken üçüncüyle bumerang yapar ve o arada spor olsun diye :)) bir de ip atlardık. Her evden bir olimpiyat rekortmeni çıkardı. Görüntülerin berraklığı o derecedeydi ki, isabet eden her yumrukta bizim de dişlerimiz sallandı, havuzdan sıçrayan sulardan ıslandık [Aslında İstanbul’a çöken buğulu sıcak yüzünden on dakikada bir duşa girdiğim için Ranomi Kromowidjojo’yu seyrederken ondan daha yaş olduğumu iddia etsem başım ağrımaz. :D], atletlerin sarf ettikleri efor sebebiyle gencecik suratlarına eklenen her bir kırışıktan beş fazlası (gerçi bizimki yaşlılıktan, ama neyse… :D) vardı bizim yüzümüzde. Hatta öyle havaya girdik ki, bizim haltercilere havlusunu kaldırarak eşlik eden çalıştırıcıya “Hıh!” (Aslında “IıIıIıIğĞğĞğhHhHhHh!!!!!” tabii. Malum, sanal da olsa o ağırlığın altına girince… :D) deyicilik bile yaptık. Ama ne oldu? Tam kondisyonu doğrultup forma girmeye başlamıştık olimpiyat bitti! :))
Ezcümle bu olimpiyatın özellikle açılış ve kapanışı itibarıyla bende uyandırdığı izlenim tipik bir Türk düğünü*…
*Davul zurna? Gani! O yüzden açılış seremonisinde tam Büyük Britanya sporcuları geçerken manikürcüsünün çıkardığı işi denetler halde kameraya yakalanacak kadar yılmıştı Kraliçe gürültüden (!). Coe ve Rogge ikilisinin olimpiyatın erdemlerini ve kotarılan işin büyüklüğünü sıraladıkları konuşmalarının sonunda kendisinden oyunları başlatmasını talep ettiklerinde “Açtım gitti!” anlamında kısa bir cümleyle herkesi çırak çıkarması da biraz “Hadi evladım, siz uslu uslu oynayın! Benim kafam kaldırmıyo’ artık düğün derneği…” demenin İngilizcesine benziyordu sanki. :D
*Bilen bilmeyen, gelen gelmeyen, olan olmayan herkesi coşturma ve / veya apıştırma iddiası? Hem de nasıl! Açılışta sporcular coştu, seyirciler koltukların sağına soluna serpiştirilmiş ledleri bozarım korkusuna apıştı. Kapanışta seyirci artık parlamaya ufaktan alıştığı ve esasen bir stat konserinde olduğuna sonunda ayıldığından coştu; sporcular ise hangi taş… pardon dekor kalksa altından ya ünlü biri veya motorlu araç çıktığını fark edince apıştı. [Hoş, John Lennon’un gıcır gıcır, pırıl pırıl görüntüsüyle dev ekrandan seslendiği üzere; barış içindeki (!) ütopik bir üniter Dünya Devletinin temsili vatandaşı iddiasıyla sahaya sürülüp sonradan aslında dev bir B.Britanya bayrağının malzemesi olduğumu anlasam ben de apışıp kalırdım doğrusu. Çok mu art niyetliyim? Eeevvvvveeeeeeetttt!!!! :D]
Ha, kolundan tutulup göbek atmaya zorlananlar da eksik değildi. Neden madalya alamadığını veya derecesinin beklentileri niçin karşılamadığını burunlarına uzatılan mikrofonlara sündüre sündüre anlatmak zorunda bırakılan eski şampiyonlar fedakârlık ve şanssızlık destanlarıyla bu devasa Olimpiyat Makinesinin dişlilerini yağlamaktan kaçamadılar. [Phelps’in bir dahaki olimpiyatta aynı akıbete uğramak istemediği için yüzmeyi bıraktığından şüpheleniyorum. :D] 
Eh, düğünün ardından dedikodusunu yapma kısmına televizyon başındaki olimpiyat muhabiriniz olarak :)) ben de naçizane bir yazıyla katkıda bulunduğuma göre pek de haksız sayılmam değil mi bu benzetmeyi yapmakta?




Thornton Utz'dan 'Traffic Jam to Nowhere' isimli ilüstrasyon
Diğer Çalışmaları 1          Diğer Çalışmaları 2
Ner’de o eski bayramlar?
Ner’de olacak? Çocukluğumuzun, gençliğimizin, başımızda bir büyük olup onun kurşungeçirmez (O zamanlar öyle zannedilir, malum. :D) varlığının gölgesinde bir yandan aç, bir yandan korkulu gözlerle hayatı izlediğimiz zamanların durduğu yerde, amigdalamızda. :)) Giderek daha da puslanan, netliğini yitiren anılara karşın kendimizi gerçekten emniyette gördüğümüz zamanların duyguları; romantik, ama keskin lavanta aromalı tülbentlere sarılmış bir halde büyülü kokusuyla en dramatik olayı bile yumuşatan sedir ağacından yapılma zihinsel bir çeyiz sandığında saklanmaya devam ediyor. Elbette bir yanılsama…
Neymiş? İnsanlar birbirine karşı daha nazikmiş o zamanlar. Hatır gönül sayılırmış. Yaşlılara saygı esasmış, Komşuluk varmış. Çeyiz sandığını azıcık yerinden oynatıp altında biriken toz toprağa baktığımda ben bambaşka şeyler görüyorum oysa. “Falancalar geçen bayram bizden önce davranmış, ziyaretimize gelmişti. Bu defa biz onları bastıralım.” yarışları mı nezaket, komşuluk, yoksa demir unundan yapılmış kurabiyeleri imamın abdest suyuna ismi fısıldanmış çayla kaktırmaya çalışırken “Ay, pek güzel olmuş. Bunun tarifini mutlaka istiyorum.” diyerek yalancılığın gözünü çıkarmak mı hatır gönül saymak? :))
Hele de hazırlık kısmı… Ev daha iki gün önce temizlenmiş olsa bile bütün hanımlar arife günü kafası kesik tavuklara döner, bu ruh durumundayken hane halkının kafalarını da uçurmaları pek uzun sürmezdi. :D
“Sabahın köründen beri banyoyu kazıyorum. Bakkala gidip tuz ruhu al dedim diye elleri parçalanmış annene çemkirmeye utanmıyor musun kör olmayasıca?”
“O örtüleri kaldır, sandıktakileri ser! Bakiiim… cık… bunların da kolası kalmamış. Sen en iyisi her ihtimale karşı o kaldırdıklarını çamaşır suyuna bas! Olmazsa onları sereriz yine. Ama vaktiyle çıkarmayı unutayım deme! Bi’ sararırlarsa çivit mivit de kâr etmez. Onları işleyene kadar gözlerim aktıydı. Başlarına bir şey gelirse ben de seninkileri akıtırım.”
“Oooolum, ayaa’mın altında dolaşmayın! Çıkın dışar’da oynayın! O senin ayağındakiler ne öyle? Tüüü! Top oynamaya bayramlık ruganlarla mı gidiyo’sun sen? Çab-buk çıkar onları, bacaklarını kırarım…”
“Acaba salonu boyasa mıydık? Bak, her yer örümcek ağı olmuş! Ne güzel tertemiz olurdu. Hem badana kokusu bayram sabahına da pek yaraşır. Al bakiiim, bu kutu,  bu fırça! Üç saatte bitiriverirsin. Ben her şeyi örttüm, ama yere falan damlarsa her lekeyi senin bir parçanla kapatırım ona göre…”
“Ay, anneeeee! O şimdi mi yapılır. Ben bu yemekleri nereye koyacağımı bilmiyorum, sen koskoca tavuğu haşlıyo’sun. İki saate kalmaz pişer o şimdi. Pilavı taa gece yapacaktım. Yani iki ayağım bi’ pabuca az geldi, ellerimi de araya karıştırıyo’sun. Aşk olsun!!!”
“Kız öyle okşar gibi vurma! Şöyle sıkı patlat! Halıdan bırak tozu, fısıltı bile çıkmıyo’ ayol. O halıyı salona yaydığımda hâlâ rengi gelmemişse seni nasıl pataklayacaksam, sen de onu öyle döv! Elini korkak alıştırma!”
“Merhabaaaaa komşu! Efen’im? Bayram temizliği mi? Yok canım, ne gerek var? Bunlar her gün yaptığım şeyler. Hem tertemiz evi niye tekrar kırklayayım ayol! Bazı pasaklılar yapsın bayram temizliğini! Kııız, adı batasıca! O perdeyi bi’ yırt, bak ben seni n’apıyorum? Kusura bakma komşu! Şu benim kıza bi’ bakayım. Tutturdu üç gün önce yıkanan perdeyi yine suya basaca’m, diye… Cam mı silecekmiş ne? Benim kızım diye demiyorum teyzesi, ama çok hamarattır, çooook. Sahi senin oğlan askerden döndüydü di’ mi? Memuriyet mi düşünüyor demiştin?”
Nezaket? Hatır gönül? Yaşlılara saygı? Komşuluk? E, ama hâlâ arifedeyiz, daha bayram gelmedi ki. :)) O da şöyle oluyor:
“Aman efendim! Kimler gelmiş, kimler gelmiş? Hoş geldiniz! Buy’run, buy’run! (Yahu ben sana bunların kulağına kar suyu kaçır, ‘Bayramı memlekette geçir’cez.’ de, demedim mi? Çöreklenirler şimdi. Bi’ yere çıkamayız.) Çıkarmayın, çıkarmayın! Zaten ev kirli. (Sırtım, belim hâlâ ağrıyo’, ama ne gam? Çamurlu ayakkabılarınıza kurban olsun! İnsan yenisini alamıyo’sa bari bi’ lostra yaptırır, ne bu böyle?) Ne iyi ettiniz de geldiniz… (Sabah erkenden halamlara atacaktık kapağı. Ama beyefendinin uykusunun açılmasını, kahvaltısını, eşref saatini bekledik. Al işte! Çoluklu çocuklu baskın…) Yok zararı evladım. Taaa iki ay önce alınmıştı o, çoktaaan eskimiştir. Dördüncüsü de hep gözüme batıyo’du zaten, iyi oldu tekmelediğin, son modaya uygun üç ayaklı bi’ sehpamız oldu artık. (Bana bak! Al şu veledi gözümün önünden. Çıkın, bahçede azın! Yoksa elimde kalacak.) Haaa, oynasınlar, oynasınlar. Ne güzel anlaştılar di’ mi? Tıpkı bizim gibi… Allah muhabbetlerini bozmasın! (N’apiiim bebeğinin bacağını kopardıysa be kızım? Sen de vermeseydin eline! Kaç defa söyledim oyuncaklarınıza mukayyet olun diye. Yok, sana yenisi menisi… Ağlama, çarparım!) Aman, estağfurullah! Siz bakmayın bunun yaygarasına! İçer’de bi’ sürü oyuncağı var. Şımarıklık ediyo’. Çocuk işte! Sahi kahvenizi nasıl içerdiniz? Hııı… Bi’ şekerli, bi’ orta, bi’ kakuleli, bi’ sade, bi’ mangalda olmazsa olmaz… Doğru mu anlamışım? (Ne güzel! Bi’ saat ocak başındayım. Acaba büyük kıza söylesem de o mu yapsa? Onun da aklı bi’ karış havada be anam. Aaa, anam geliyo’ yardıma. Ne varsa analarda var zaten. Bu çocuk da pek önümden ardımdan dolaşıyo’. Sıkıntısı ne acaba?) Efendim? Ay, ben sizi ufak tefek görünce... Ehem…  Çay mı? Demli, misket limonlu… Pek güzel, pek güzel! Öhhhöööö, kızım! (Yarım saattir sana kaş göz yapıyorum. Kalkıp yardıma gelsene! Koskoca kız oldun, hâlâ misafir gibi başköşede oturuyo’sun. Kakule kalmamış evde. Misket limonu zaten yoktu. Bi’ koşu git sor bakiiiim komşulara, var mıymış onlarda? Bana bak, öyle bizde kalmamış, yokmuş falan demeyesin. Şimdi kendilerini dev aynasında görürler bu çakşırı… ehem… her neyse… Sen ‘Annem evdekiler bayatladığı için rica ediyo’.’ falan de en iyisi! Çıkmadan önce şu sade kahveyi de götürüver içeri. Ben yaptım dersin, sana ilerisi için reklam olur hiç olmazsa. Yoksa evde kalaca’n başıma… Ayol kahve hiç elde götürülür mü? Şur’daki gümüş tepsiyi al! Üzerine örtü ser, örtüüüü! Götürürken kahveyi sallama, köpüğü kaçmasın! Hele bi’ örtüye falan damlasın, bak o lekeyi nasıl alnına damgalıyorum. Anneee kuzineden bozma mangaldaki kahve nası’ gidiyo’? Anne, anneeee! A, kadın uyumuş kalmış başında. Neyse bunun daha yirmi dak’kası var en azından.) Efen’im? Haa, ayakyolu (Ayol tuvalet demeyi bile bilmiyo’ bunlar!) köşeyi dönünce ilk kapı… Temiz havlu asılıdır. (Tabii sen ellerini sildikten sonra yenisini asmak lazım. Ooof of! Şimdiden bittim! Ne çileli başım varmış! Çalış, didin, bi’ oh diyemeyecek miyim ben? Şöyle bi’ köşeye oturup evlatlarıma el öptüreceğim günler ne zaman gelecek Allahım?) Anneeee, anneeee! Uyan ya! Öyle köşede kıvrılıp şekerleme yapmakla olmuyo’ bu işler!”
İşte nezaket, işte hatır gönül, işte komşuluk, işte yaşlılara saygıııııı… :))
Şaka bir yana; eski bayramlar da şimdiki gibi yaşam koşullarının dayattığı adetlerden oluşmuştu. İnsan sayısı azdı. Nicelik (arz) azalınca, öznel değer (talep) artar, malum. O zamanlar şimdiki gibi trafik yoğunluğunun değil, bozuk veya hiç olmayan yolların marifeti olan bir uzaklık ile güvenilmez hatlar ve çabuk kabaran faturalarının kıskacında kalmış insanların görüşmeleri nispeten zor olduğu için, bayramlardaki bu tür fırsatlar (yukarıda hicvedilen şeklinin aksine) genellikle hevesle beklenen bir olay oluyordu. O günlerde yekdiğerini her an ulaşılabilir hale getiren teknolojinin insanları yüz yüze görüşmeyi değersiz (!) kılacak denli yaklaştırabileceği (!) hayal bile edilemezdi elbette. (Nasıl biz onların bayrama atfettiklerini tam olarak anlayamıyor, tahayyül edemiyorsak.)  İnsanın bu yakınlaşmayla (!) ortaya çıkan bir yan etkinin sonucunda kendiyle baş başa kalma veya post-modern biçimde söylersek varoluşsal ihtiyacını aslında bunu hiç tatmin etmeyecek paket tatil programlarıyla kapatmak için bayramları bekleyebileceğini tahmin etmelerine de imkân yoktu. Zaten şimdinin ‘kırk dakikada Bodrum’unu, o günlerin ‘saat başı kömürlük’ mağduruna nasıl açıklayabilirdiniz? :))
Sonuç olarak o zamanların bayram törelerini aşırı yüceltmek kadar şimdiki bayram alışkanlıklarını yerden yere vurmak da yararsız. Her şey bir koşul/ yaptırım veya sebep / sonuç, daha doğrusu bir arz / talep meselesi zira.

Şöyle diyebilir miyiz acaba; eskiden zamana değer katan insandı, şimdi insana değer katan zaman. O da bizde kalmadı! :))



Katrin Koenning'den 'Transit' isimli çalışma
Diğer Çalışmaları       Sitesi 
Birinci kadın tedirgin görünüyordu. Elindeki kahve fincanını aceleci bir hareket ve fakat abartılı bir dikkatle dudaklarına götürürken gözlerini boşlukta bir noktaya dikmişti. Höpürdeterek aldığı ilk yudumu yüzündeki ekşi ifade takip etti. Geniş ve loş bir odasında oturdukları evin kızına dönüp “Taze elden, taze kahve…” derken dahi suratı tam düzelmemişti. Ev sahibi olan ikinci kadın kurumlu kurumlu kıpırdanarak çoktan bir iskemleye yerleşmiş hafif alık, biraz da hayalci bir ifadeyle gözlerini birinci kadına dikmiş olan kızına baktı. Bir süre odada grubun en yaşlısının, sedirin köşesine ilişmiş örgü ören kadının şişlerinden çıkan çıtırtıdan başka bir ses duyulmadı. Birinci kadın daha fazla sabredemiyormuş gibi kahveyi dökme pahasına elindekini ortadaki sehpaya sertçe bıraktı. Tabağında zıngırdayan fincana aldırmadan lafa giriverdi.
“Önce plastikten yamru yumru oyuncak bir araba vardı. Hani şu, çocukların tepesine telden direksiyon bağlayıp sokaklarda koşuşturduklarından… Ama ben içindeymişim o arabanın. Böyle, upuzuuun bir yolda gidiyormuşum. Birileri de varmış yanımda… Kim, bilmiyorum… Yalnız arada sırtımı pışpışlayıp aferin çekiyorlarmış. Niye? Belli değil… Hava güzel. Pırıl pırıl bir güneş, derin mavi bir gökyüzü. İçimde keyif ile heyecan birleşmiş, sefasını sürüyorum günün. Omzumu okşayan elin verdiği güven de cabası… Arkaya bakacak oluyorum, aynı el, sahibini görmeme fırsat kalmadan telaşlı bir jestle ileriyi işaret ediyor. Araba sürerken nasıl bu kadar dikkatsiz davrandığıma şaşarak ağır çekimdeymiş gibi yeniden önüme dönüyorum. Karşı şeritten bana doğru yaklaşan bir araçmış işaret ettiği. ‘Adam yolunda gidiyor, telaşlanacak ne var ki bunda?’ diye düşünsem de arkadakinin endişesi bulaşıcı sanki. Yaklaştıkça benim yamuk plastikten daha fazla otomobile benzediğini görüyorum o arabanın. Oysa benimki de kaşla göz arasında façayı düzeltmiş meğer. Motor kapağı teneke oyuncakları andırıyor artık. Boyalı, yer yer paslı bir kaput. O sırada karşıdan gelen araç yanımdan geçiyor. Deprem olmuş gibi sallanıyor her şey. Geriye göz atıyorum. Arka koltuktakiler camdan görünen kasvetli gökyüzünün uğursuz aydınlığında belirsiz. Geçip giden araba da bir tuhaf. Önümde uzanan parlak gün ile arkamdaki fırtınanın tezadına canım sıkılınca bu garipliğin sebebini anlamaya fırsat bulamadan gözden kayboluyor araç. İçimden bir ses gaza basmamı, her nereye gidiyorsam biran önce oraya varmamı söylemesine rağmen isyankâr bir sükûnetle oyuncak arabamı hep aynı hızda sürmeye devam ediyorum. Bu sefer de sollanıyorum. Yine her şey titriyor. Manzara dahi… Benimse üzerimde bir esriklik hali. ‘Fırtınadan kaçıyorlar, doluya tutulmasalar bari…’ diye düşünüyorum uyuşuk uyuşuk. Araç ilerlerken tekerlekler ters yöne dönüyormuş gibi görünüyor. Önce her zamanki göz yanılgısının kurbanı olduğumu zannediyorum, ama öyle değil. Bu kafamın gerisinde bir şeyleri gıdıklıyor, ama tepemdeki gökyüzü griye dönüşmeye başlarken dikkatim dağılıyor. Kırların ortasında bir okul beliriveriyor aniden. Kapısından paydos ziliyle fırlayan bir sürü çocuk… Hiç kaygı duymadan, hız kesmeden geçip gidiyorum yanlarından. Koruyucu melekleri mi var? Ya birine çarparsam… Dikkatli olmam lazım, oysa sanki onlardan biriymişim gibi heyecanlı bir rahatlamayla coşuyor içim. Gökyüzü kararmaya devam ederken bir dizi okulu daha geçiyorum. İçlerinden fırlayan çocukların yaşlarıysa giderek büyüyor. Sırtımı sıvazlayan elin artık beni onaylar gibi değil, yönlendirmeye yeltenircesine iteklediğini fark ediyorum. İçerliyorum bu dürtmeye. Derken artık fırtınanın sürüklediği bulutlar yüzünden işlemeli, kalın bir kumaşa benzemiş olan gökte bir şimşeğin parlaması gözümü kamaştırıyor ve ardından kükreyen gök gürültüsü bu, atlastan brokarın yırtıldığını haykırıyor kulaklarıma sanki. Yine de hâlâ sakinim. İleride vaat dolu tatlı bir pembelik var. Gözlerimi ondan ayırmıyorum, çünkü ufku görebildiğim her yer, üç yüz altmış derece bu incecik sıcak aydınlıkla çerçevelenmiş. Artık gerçek bir otomobile dönüşen aracımın silecekleri ağır bir yağmur perdesini camdan kazımaya çalışıyor. Ama ritmik sesi dışında bir faydası yok. Kalp atışını andıran bu gürültüye kulak veriyor, yolun önümde hiç sapmadan devam ettiğinden son derece emin, yan camlardan gördüklerime dalıyorum. Birileri koşuşup duruyor. Belli belirsiz gölgeler halindeler. Gayeleri fırtınadan kaçmak mı, yoksa onu kutlamak ve kutsamak mı anlaşılmıyor. Ben fendine eremiyorum ya durumun, onlar da birbirlerinden, hatta kendi ereklerinden habersiz gibiler. Hareketleri istemsiz, sanki bir başkasının komutuna uyarcasına kesik kesik… Tam o sırada sırtımdaki el itekleyiveriyor ‘Sen önüne dön!’ der gibi. İtaat ediyorum. Ancak içim eziliyor. Sanki kırlardaki insanlara bir borcum varmışçasına suçluluk hissediyorum uzaktan uzaktan.  Onları geçerken fırtına da dinmeye yüz tutuyor. Şurada burada gökkuşakları… Ağır yağmurla koyulaşmış toprağın tütmekte olduğu araziye yeterince neşe getiremiyorlar yine de. Bir araba daha solluyor aracımı. İçindekiler boş ifadelerle gülümsüyor bana. Bu arabanın tekerlekleri de ters yönde dönüyor, daha sonra geçen arabaların da… Biraz dikkat edince karşı yönden gelenlerin aslında biraz önce beni sollayanlar olduğunu fark ediyorum. Geri geri gidiyorlar. Araçların arka sinyalleri beni uyarır gibi kırmızı kırmızı parlıyor karşıdan gelirken. İçindekiler hâlâ gülüyor, ama ifadeleri nedense Munch’ın Çığlığını hatırlatıyor. Sırtımdaki elin kakmaları sertleşiyor. Etrafa bakınmam hoşuna gitmiyor belli ki. Güneşin yeniden saldığı ışıkların asfaltta yarattığı serapların eseriymiş gibi küreye benzeyen bir şeyin uzaktan üzerime gelmeye başladığını görüyorum o anda. Bu şekil sağımdan solumdan geçen arabaların bana anımsattığı şeyi idrak etmeme neden oluyor. Çektirme yapılmış bilardo topları gibiler. İlk darbeyle amaçlanan yere vurduktan sonra bu etkinin sönümlenmesiyle sihirliymişçesine tekerleklerin dönüş yönüne, yani geriye doğru gelmeye başlıyor hepsi de. Karşımdaki sanal da olsa, dev gibi bilardo topundan kaçmak için sapacak bir yer arıyorum, ama bütün kavşaklar panik içinde koşuşturan insanlarla tıkalı. Bunlar da az evvel kırlarda gördüğüm kalabalık gibi rastgele hareket ediyorlar. Önümdeki top iki şeridi de kaplayarak büyürken tali yolların çözüm olmadığını, önünde sonunda direksiyonu araziye kırmam gerekeceğini anladığım anda uyanıyorum.”
İkinci kadın pat diye kesilen bu, uzun monoloğun bitmesini zaten aportta beklediğinden hemen atıldı.
“Valla’ ne desem bilmem ki? Araba sürmek iyidir. İyi idareci olduğunu gösterir derler. Ama oyuncak araba? Oyuncak merhametli olmaya delalet eder. Eee, bu durumda hem merhametli hem de iyi idareci olduğun çıkıyo’ ortaya. O, nasıl olur, bilemedim ben… Fırtına evde tatsızlıktır. Ama sonra gökkuşağı görmüşsün. O da bolluğa, mutluluğa, başarıya yorumlanır. Kalabalık görmek saltanata işaret eder. Oradan itaat etmeye geçiyo’sun.  E, o da güvensizliği, iç karmaşayı gösterir. Bu nasıl saltanat? Top görmek yolculuktur derler. E, sen zaten rüyanda seyahat ediyormuşsun. Yalnız bi’ de rüyaların hep tersi olur denir, biliyo’sun. Iıııı… Valla’ ben işin içinden çıkamadım.” Evin kızı birinci kadını ağzının içine düşercesine dinlemişti. Rüya yorumlarına ise - bir yandan hepsini ezberlemeye uğraşırken - ebleh bir gurultuyla “Ay, çok heyecanlı!” diye tepki verdi. Birinci kadın sözü bittiği anda içi boşalmış gibi pörsümüştü. Oda iyice loşlaşmış ve sessizliğe gömülmüştü. Örgü şişleri de durmuştu artık. Üçü de sedirin köşesindeki yaşlı kadına baktılar. O ise kaçırdığı bir ilmeği görebilmek için alnını kırıştırmış, gözlüklerinin bir üstünden bir altından bakarak örgüsünü kurcalayıp duruyordu. “Eee, hayat işte!” dedi. Bu uğursuz sohbeti değiştirmek istediğini varsaydı diğer üçü. Tam daha neşeli şeylerden söz açmaya hazırlanırken yaşlı kadın gözlerini birinci kadınınkilere dikti. Yüzünde hiç yaşına uygun olmayan bir haşinlikle üzerine basa basa tekrarladı: “Hayat, hayat!” İrkilen birinci kadın rüyasındaki elin bu kez soğuk terler boşanan sırtından yeniden ittiğini hisseder gibi oldu ve boğulurcasına nefes alarak uyandı. Ensesindekini tanıyınca rahatladı. “Rüyaymış.” dedi iç geçirerek. “Kendi gençliğime, anneme ve anneanneme bir rüyamı anlattığımı görüyordum.” Beriki bıkkın bir sesle cevap verdi. “Onlar da bu otobüste buğulama olmuş herkes gibi gecenin üçünde oyuncak arabalar, bilardo topları, fırtınalar ve ne yaptığını bilmeyen insanlara dair bir nutuk dinlediler diyo’sun yani…”



Gustave Caillebotte'dan 'Jour de pluie à Paris' isimli eser
Diğer Eserleri
Kendisiyle ilk kez bir müzikalde tanıştık. Belki daha önce de karşılaşmışızdır, çünkü aynı meclislerde bulunmuş olacak kadar ortak noktamız vardı. Ancak öyle bir şey yaşandıysa bile bende hiç iz bırakmadığı aşikâr. Sıradan mıydı? Biraz. Ama ben nice sıradanlardan ne yıldız ışıklarının fışkırdığına tanıklık ettim. Onda ise ışık yoktu. Hah, durumunun tam teşhisi buydu işte! Varlığını kanıtlamaya zar zor yeten mat bir parlaklık belki. Hepsi o!
Tamam, kabul ediyorum; ortam da kötüydü. Tipik bir Amerikan müzikali beklentisiyle karşısına oturduğum film tam bir fiyasko çıkmıştı.  Başrollerinde biri fondan ayarında bir aktris, diğeri şimdinin tatsız jöle şekerlerine benzeyen bir komedyen-aktör… Film ümitsizce, ama ısrarla bu ikisinden bir çift yaratmak için çırpınıyordu. ‘Jöle şeker’, ‘fondanın’ – filmi kurtarma telaşı yüzünden olsa gerek yer yer iç bayan – tatlılığıyla başa çıkabilmek için o kadar esniyor, yaylanıyor, titreşiyordu ki, ortalara doğru hem kendisi, hem de yamalı bohça misali tema seyirciyi tutmaya başlıyordu. ‘Son’ yazısı perdede göründüğünde ise aslen çok sevilen bir hanım olan ‘fondan’ bile adıyla müsemma bir şekilde eriyerek son sahneyi kaplayan suni pusa sıvaşıyordu sanki. :) Müzik kendisini türünün adına katmış bir film için fazlasıyla formsuz, kıt ve bütünlükten uzaktı. Dans (ki bence müzikallerin ayrılmaz bir parçasıdır) ya yanaktan yapışık bir halde saat rakkası gibi sallanmaya indirgenmiş veya yanlışlıkla açık bir kabloya dokunmuşçasına seğirme ve çırpınmalardan ibaret bırakılmıştı. Sanki büyük bir hevesle vodvilin kapısını çalmış, ama karşısına sığ ve fakat sulu bir aşk hikâyesi çıkmıştı filmin. Yönetmen ise bu ikisine çaktırmadan (Aslında üç tabii… Seyircileri de uyandırmamaya çalışıyordu, çünkü bazıları filmin ilk çeyreğinde çoktan komaya girmişti. :D) aradan sıyrılmaya çalışıyordu muhtemelen. :)) Eh, tanışmamız böyle bir hâlet-i ruhiyede olunca bana daha da beter görünmüş olabilir kendisi.
Kötü başladık, kabul.  Ama ondan sonra da aramız ısınmadı ki… Suçun çoğu bendeydi aslında. Kuzey Kutbunun (Böyle durumlarda neden Güney Kutbu denmez? ‘Güney ya, sıcak olur.’ ön yargısıyla mı acaba? Yoksa ‘Teee Güney Kutbu anacı’m. Oradan kuzey yarımküreye gelene kadar ısınır hava. Hem burnumuzun dibinde (!) mis gibi Arktika varken niye gidip antisine hava attıralım, di’ mi ama?’ diye düşünüldüğünden mi? :D ) kapısı açık kalmış gibi davranan bendim çünkü. O ise oldukça yansız bir sokulganlık gösteriyordu. Sevilmeyen ot gibi her fırsatta burnumun dibinde bitmese de, benim soğukluğumdan cesareti kırılmış falan da değildi. Yalnız çok önemli bir handikabı vardı. Hani bazı yüzleri bir türlü anımsayamazsınız, o kişiyi bir türlü tanışıklığınızı belgeleyen mahut çerçeveye oturtamazsınız ya… (Ben al takke ver külah sohbet ettiğim kasiyeri market kapısının dışında bir türlü hatırlayamam mesela… Ondan sonra düşün dur! Acaba ilkokuldan arkadaşım mıydı, yoksa ‘Ayşecik Tatilde’ filmindeki figüran mı? :D) O da fazlasıyla özelliksiz bir yapıya sahipti. Sokakta rastlaşsak ben onu çıkarana kadar geçen süre köşeyi dönmüş olmama yetiyordu. Aralarında kendisine yer bulmasına hep şaşırdığım çeşitli arkadaş gruplarına takılıp karşımda beliriverdiğinde ise, diğerleriyle hoşbeş etmekten, keyfimi cilalamaktan ona selam vermeye bile vakit kalmıyordu. Gruplara kolay girebilmesinin benim üzerimdeki etkisi sıfırdı yani. Düpedüz görmezden geliyordum onu. Gerçi bu da normal sayılabilir. Çünkü bu sokulganlığının hoşlukla, yakınlıkla veya tatlılıkla bir ilgisi yoktu. Kendini belli edecek bir şey yapmadan göz, kulak, el, akıl eriminde bulunanlar; kişilere, olaylara, etkinliklere her nasılsa kıyısından köşesinden ilişe(bile)nler vardır ya, işte onlardandı. Sanırım her yere sızabilmesinin ardındaki sır da buydu.
“Bro’ falanca olmadı yaaaa… Bi’ sorun çıktı, katılamıyo’ aramıza…”
“Hadi yaaa! Eee, n’apcaz şimdi? Çok da kritik bir açığımız var. Gidenin boyuna huyuna benzeyeni bulmak zor. Hem de bu dar zamanda.”
“Bro’ şey var ya…”
“Ney var?”
“Bak, şur’da!”
“Hani? Haaa, şeyi diyo’sun sen. Hıııı… olur mu ki? O yaşını başını almıştır. Ağırdan satmaz mı kendini?”
“Bro’ amma yaptın şimdi! Tanımıyo’muşsun gibi sen de…”
“E, tanımıyorum.”
“Ha işte! Ben de onu diyorum. Hep buralarda, ama kimse tanımıyo’. Açığı doldurmak için ideal.”
“Eee, uyarlama işi n’olcak?”
“Gerek yok! Sen onu gruba al, bi’ süre sonra orada olduğunu bile fark etmeyeceksin. Valla’ bak!”
“Hedef kitlemiz topa tutmasın sonra?”
“Bro’ hedef kitle sen, ben varken ona mı bakacak yaaaa?”
“O da doğr… ehem… şey…. Aaaa, ayıp ediyo’sun ama… Hepimiz birimiz… di’ mi şimdi?”
“O açıdan bakınca sen de haklısın bro’! Neyse, ben iyi haberi vereyim kendisine.”
Bütün bunları yazıyorum, ama hakkında pek kötü laf da edilmemiştir. Arkasından dedikodusunu yapan da pek yoktur zaten. İşin aslı bu konuda uzman biri onun ilk ortaya çıktığı zaman, yer ve kendi tarzı açısından mükemmel olduğunu bile iddia etmiştir. Hatta “Ona fazla kibar davrandığımı düşünüyorsanız, övgünün dozunu azaltıp ‘mükemmellik derecesinde harika’ diyeyim. Ha, aksini düşünen varsa sebebini de açıklayıversin bi’ zahmet!” diye meydan bile okumuştur. Siz şimdi; “Vay be! Böylesine olumlu bir izlenim bırakan birine nasıl burun kıvırabiliyor bu haddini bilmez?” diyeceksiniz. Demeyin! :)) Öncelikle o, ‘biri’ değil. Sonralıkla :)) söz konusu meydan okumaya her babayiğidin karşılık veremeyeceğine dair Nasrettin Hoca’nın helvaya aşerdiğinde söylediği meşhur lafı kullanarak da olsa bir açıklamam var. Hani demiş ya “Yağ var, un var, şeker var madem, neden helva yapmazsın be adam?” diye. İyi de helva vaaaar, HELVA var! Her ikisini de yersiniz. (Birincisini bardak bardak su eşliğinde ve kulunca sümsük, olmadı, Heimlich manevrası sayesinde… İkincisini ise hâlâ on parmaklı olup olmadığınızı sık sık kontrol ederek. :D) Sırf sonuç helvaya benzedi diye, hayatında hiç helva karmamış bir insan niçin ille de “Yağını az koymuş, unu fazla kaçmış, esmer şekerle daha iyi olurdu.” cinsinden laflar ederek çizmeyi aşmak zorunda olsun. “Elinize sağlık, ama benim damağıma uygun değil.” demeye hakkı yok mu yani?
Efendim? ‘Bunca dedikodu bir helva için miymiş?” mi buyurdunuz? Ne alakası var? Helva değil, şarkı, şarkı! Kendisi “Zararsız Saydam Şarkıların” (Yazının üçte ikisinde sizin de yanlış kanıya kapıldığınız üzere, bu türlerin insan versiyonu da mevcut. :D) tipik bir örneği. Hani aldığınız albümlerde dinlediğinizi fark bile etmediğiniz veya “Aman ya! Ağzıyla kuş tutsa bu şarkıya şakıtamaz.” diyerek atlayıp geçtiğiniz parçalar vardır ya, işte onlardan biri… En azından benim için öyleydi. Öyleydi diyorum, çünkü Louis’nin trompetiyle içine ‘ruh’ üflediği, Ella’nın her notasını yeni ovulmuş pirinçler gibi ışıl ışıl parlattığı yorumunu hiç dinlememiş olduğumu yeni fark ettim. “Otuzlarda yazılmış müzikal parçasından ellilerde bir caz şarkısı çıkarmaya soyunmuş bunca müzisyenin içerisinde sadece Armstrong – Fitzgerald ikilisi temporal lobuma :)) hitap ediyorsa, benim kabahatim ne?” diyeceğim; şarkının Diaghilev’in referansına, Prokofiev’in övgülerine mazhar olmuş bestecisine, ‘gökkuşağının ötesinde’ sözler yazmış güftecisine ve yirmiye yakın diğer yorumcusuna haksızlık olacak. Üstelik hakkındaki kemikleşmiş ön yargım yüzünden asıl suç bendeyken. 
Sahi şarkıyı bulabildiniz mi? Geçen haftalarda grupta da paylaşılmıştı. :)) 




M.C. Escher'den 'Day and Night' isimli çalışma
Diğer Çalışmaları           Sitesi
İnsan denen kusurlu (Aslında kusursuz yaratıklar olsaydık hayatın ne kadar çekilmez olacağını anlatmayı çok isterdim burada, ama o da bir başka yazıya kalsın. :D) ve unutkan mahlûk çevresinde bulunanların anlamını idrak etmek için hep bir şeyler yapmak zorunda. Sahip olduğuna inandığı şeyler kadar sevdikleri ve takdir ettiklerini de şöyle ya da böyle hissetmek istiyor. Bunun en kestirme yollarından biri ne gariptir ki söz konusu kişi veya nesneyi diğerlerinden ayırıp izole etmek, etrafına bir çerçeve çizmek. Ben bu ihtiyacın ne denli güçlü bir dürtü olduğunun farkına ilk kez bir resim dersinde vardım. Aydınlık bir arka plan önünde açık renk bir objeyi konu almıştık. Karakalem çalışırken bu, başa beladır. :)) Benim gibi gördüğünü ille de kâğıda aktarma sancığına tutulmuşlardansanız :) sorun daha da büyür. İki saat boyunca aydınlık alanla akça pakça objenin aynı tonlarda buluşup iç içe geçiştiği bölgelerin büyüsünü nasıl verebilirim diye debelendikten sonra nihayet başardığımı düşünmüştüm o gün. Sonunda çıkardığım iş bence neredeyse hayal ettiğim kadar iyiydi. Sağdan soldan arkadaşlar görüşümdeki isabeti :)) pohpohlayıp, sırtımı sıvazladıkça kırk yıllık vücut geliştirmecilerden farkım kalmayacak denli koltuklarım kabarmıştı üstelik. :D Bir an sonra ise kâğıdıma bakıp saçını başını yolan; “Nerede kavun, nerede arkasındaki duvar? Ne resmi bu? Mars’tan ziyarete gelmiş amorf bir uzaylı mı?” diye ter ter tepinen öğretmenin karşısında ezilip büzülüp, dünyanın en minyon dişi Arnold Schwarzenegger’i olmayı [yani koltuklar yine kabarık kalacak, ama öğretmen görmeyecek hesabı… :D] dilerken buldum kendimi. Bir türlü anlayamıyordum adamın derdini. Ne gördüysem onu çizmiştim işte. O ise nesnelerin sınırlara sahip olması gerektiğini, resme bakanın – nonfigüratif bir çalışma değilse eğer – kâğıttakinin ne olduğunu anlamak isteyeceğini, o yüzden görmesem de kavunla duvarı ayıracak ışık farkının aslında var olduğunu savunuyordu. Eh, ben de o zamanlar uyaroğluydum. Beş dakikada [İşin doğrusu savunulan fikre kökten itirazım olduğu :)) ve bilinçaltım işin çeşitli safhalarında yularımı ele geçirip beni “Karanlık (!) Tarafa” çektiği için ilkinden çok daha uzun sürdü bu çalışma… :D] “Sevgili Öğretmenimin” istediği türden bir şeyler karalayıp kucağına attım. Yine de diğerini, benim “Mars’tan Gelen Ziyaretçiyi” kendime saklamayı ihmal etmedim. Sonradan o çizimi – Saint Exupéry’nin fil yutmuş boa yılanı misali – çevremdekilere gösterip ne gördüklerini sordum. Çoğu ‘duvar önü kavun’ kısmını bilse de hepsi öğretmenimle aynı tezi savundu; şu eski çocuk şarkısındaki köy gibi benim çizimde de “gitmesem de, GÖRMESEM DE” bir sınır vardı uzakta… Olmalıydı! “Kavun bitmeli, duvar başlamalı.” diyorlardı. Aynı efekti gölgelere karışan nesnelerde tuhaf karşılamadıkları halde neden aydınlıkta itiraz ettiklerini sorunca elle tutulur, GÖZLE GÖRÜNÜR :)) bir yanıt verememeleri bile [ki o hiç çizilmeyesice resmimle başıma gelenden pek de farklı değildi durumları. Ben de meramımı anlatamasam da, gördüğümü resmettiğimden fazlasıyla emindim zira. Bunun bizi en azından berabere yapması gerekirdi, ama skor hep çoğunluğun lehineydi. :D] kanaatlerini etkilemiyordu. İşin en garibi de daha sonra yapıp öğretmenden kerhen geçer not aldığım diğer resmi (Duvaaaaar……. Kavuuuuuuun :D) görünce ağızları “Hah! Bak bu olmuş işte!” derken dahi gözlerinin habire benim Marslı’ya (duvavun :D) kaymasıydı.  İçlerinden sadece biri “Buna bakınca kavunu avucumun içinde hissedemiyorum.” diyecek kadar tercüme edebilmişti hislerini. Şimdi kavun ve avuç içi mevzuunun neleri çağrıştırdığını bir tarafa bırakırsak :)) objenin resimsevere (!) değil de bir başka objeye ait hale getirilmesineydi esas itirazı yani…
Sonradan herkesin belki de bir çeşit iyelik hissedebilmek için çevredeki kişileri, nesneleri olduğundan değişik görmeye (veya hayal etmeye) ve bunu sık sık yinelemek için özel çaba göstermeye kendini çok küçükken programladığını salmaya başladım. Sahip olana kadar erişilmez, esrarengiz, keyif ve ayrıcalık vaadiyle dolu, ışıltılı gözükür ya çocuğa oyuncak… İyeliğini kazanır kazanmaz ise değeri bir dizi hayal kırıklığının ve en önemlisi ulaşılmazlık sihrini kaybetmiş olmasının altında kalır çoğunlukla. Ufaklık bu tatsız histen kurtulmak için önce oyuncağın sağlamlığını sınar ki, diğer binlerce benzerinden farklı kılmak (“Var ya, iki defa duvara çaldım, bana mısın demedi. Seninki gibi güneşi görünce yamulmadı bi’ kere.”), kendine mal etmek (Örneğin; ‘Neyle Çiğnenirse Çiğnensin Asla Çürümeyen Sakız Sahibi’ gibi mide bulandırıcı mevkilere bile razı olursunuz çocukken. :D) mümkün olsun. O da olmazsa bir oyuncaktan birkaç tane daha çıkarabilir mi diye uğraşır. (Oyuncak Hikâyesi filmindeki Sid’in oyuncaklarını hatırlayın. :D) Yıllarca hayali kurulan deniz manzaralı eve kavuştuktan bir süre sonra orayı hâlâ karşı apartmanın duvarına bakan dairede oturuyormuşçasına kanıksamak da böyle bir şey işte. Burada söz konusu iyeliği tekrar hissedilir (veya tadı çıkarılır) hale getirmek için ya her gün eve profesyonel övücü [Hiç öyle bakmayın! Profesyonel ağıtçı oluyor da, övücü niye olmasın? Cemal Nadir’in mükemmel tipi Dalkavuk’un ismi kibarlaştırılmış ve kiralanabilir türü yani… Cazip kredi ve kampanya koşullarıyla sunulan “prövücüler” yanında, 7/24 veya acil durum gibi olağanüstü koşullarda yıkama yağlama yapabilecek çok özel – ve pahalı – modellerimiz de mevcuttur. :D] çağırmak veya – gücünüz ona yetmiyorsa –burnunuzun dibinde manzarayı kapatacak bir inşaatın başlamasını dilemek gerekiyor. Efendim? Son şıkkı anlayamadınız mı? Aaaa… Ama bir iyeliğin tadı en çok kaybedilirken çıkar, bilmiyor musunuz? Lebi derya manzaranın orta yerine betondan bir kule diksinler de, bakın nasıl kıymete biniyor iki gün önce kafanızı bile çevirip bakmadığınız dalgalı ufuklar! :)) 
‘Var’ı tanımlayabilmek için ya devamlı taze tanık(lık)lara veya ille de ‘Yok’un varlığına :)) ihtiyaç duyuyor insanoğlu yani. Oysa hayvanlarda böyle bir gereksinim yok. Diyeceksiniz ki;
“Onlarda zaten sahip olmak diye bir kavram yok. Sen hiç ‘Abi şu benim sağ art ayağın orta tırnağını gördün mü? Daha üç ceylan önce parmağımın ucundaydı, şimdi yok. Bak, görüyo’ musun? Gettiiiii, getti! Dominant bir soydan kalma, yıllarca gözüm gibi baktığım, ilerideki kayalarda özene bezene pedikürünü yaptığım, fazla yıpranmasın diye ancak çok özel avlara sakladığım, bana iki yıl üst üste sürü liderliğini kazandırmış güzelim tırnağım kaybolmuştur. Gören veya yerini bilenlerin zinhar beni arayıp yüreğimi kaldırmaması, uygun bir törenle defnederek başında saygı duruşu yapmaları önemle duyurulur.’ diye kükreyip duran bir aslan gördün mü? Veya o aralar etrafta biraz fazlaca dolaşan guguk kuşuyla sohbeti koyulayıp; ‘Kardeş benim yumurtam diye demiyorum, ama çıkışı çok zahmetsiz oldu. Sonra bi’ gün iki dak’kalığına gözümü üzerinden ayırdım keratanın. Sen kaşla göz arasında bi’ şiş, bi’ şiş! Üç katı olmuş eski halinin, yeminle! Bak, demedi deme! Bu benimki, kuş neslinin geleceğidir! Göz açıp kapayana kadar dünyayı biz, kuşlar yöneteceğiz. Benim ki de Dünya Kuşkanı olmazsa n’oliim…’ diye ebleh ebleh cıvıldayan bir serçeye şahit oldun mu?”
Efen’im? Demeyecek miydiniz? Siz sadece müzik dinlemek için grubun sayfasına girip gözü kazara bu yazıya ilişen bedbahtlardan biri misiniz? Hııııı…. Neyse… :)))
Sonuç olarak bazen evlatlarımızla ağlatana kadar dalga geçmemizin; eşimizin dostumuzun birtakım arızalarını olur olmaz yerlerde ballandıra ballandıra anlatmamızın [“Aga, bu bi’ horlar, bi’ horlar… Sanırsın o gece savaş çıkmış, sen de askeri havaalanını mesken tutmuşsun. Önce ‘Gar gar gar’ motorlar çalışır. Sonra ‘Roaaaaarrrrr’ diye gaz verilir. Arada şehre düşen bombaların sesini duyarsın; ‘İyyyyyyüüüüüüüüuuu!’… Sonra da patlamayı; ‘Pooaaaaaahhhh!’ Ardından uyku apnesinin sessizliği… Çok dramatiktir, çoooook! Diyo’lar ki ‘Tora! Tora! Tora!’ filmini çekerken yönetmenler bizimkini çok istemişler, ama Japonya’dan tam net duyamadıkları için son anda vazgeçmişler. Neredeyse Oscar alacaktı yani… Kah, kih, koh!”]; harika bir rüyanın orta yerinde kendi çimdiğimizle uyanmamızın :)); özene bezene aldığımız bir giysiyi sonunda içine giremez hale gelene kadar bir türlü üzerimize geçirmediğimiz halde ayağımızı vuran ayakkabıyı fiyatını amorte edene dek (yani tırnaklarımız dökülene, topuklarımız sökülene kadar :D) giymemizin sebebi hep bu “hissetme”, “tadını çıkarma”, “idrak etme” gereksinimidir.

İşte ben de şu ara mevsimi iyice hissetmeye, tadını çıkarmaya, idrak etmeye çalışıyorum ki, bir daha kış gelince “Ben yazı, sıcağı özledim.” demeyeyim. Çenem tutulaydı da, ağzımı açmayaydım. Yandım, eridim, bittim… :))



Joanna Barnum'dan 'Generations' isimli çalışma
Diğer Çalışmaları 1     Diğer Çalışmaları 2     Sitesi
Hani dudaklarınız karıncalanır… Dilinizin üzerinde sözcükler köpürür… Tansiyonunuz tavan yapar… Heyecandan gözünüz seğirir… Sadece muhatabınızı değil, dünyayı da beraberinde kurtaracakmışsınız gibi gelir… Ağzınızı bir açabilseniz koruyucu bir dua, bir esirgeme büyüsü, tecrübeler bütününüzün acıtıcı, korkutucu, ezici, ama aynı zamanda kollayıcı gücü olanca kudretiyle laflarınızdan taşacak ve karşınızdakinin ömrü boyunca kalkanı olacaktır. Kalbiniz aklınızı müthiş, fendine erilmez bir biçimde ve tam kıvamında esnetmiş, zekânız ise kulu olduğu kuru mantığı duygularınıza gerektiği ölçüde yedirmeyi ömrünüzün bu müstesna anında nihayet başarmıştır. Bir vecd halidir ki, sormayın gitsin. Ayaklarınız yere temas edip, aklınız normalde bulunduğu mevkiye inince patinaj yapan arabanın tekerlekleri yolu kavradığında hırs ve hızla öne atılması misali soluksuz kalana kadar konuşacağınıza eminsinizdir. Gerçekten de öyle olur.
“Kendine dikkat et evladım!” deyiverirsiniz bir nefeste.
Muhatabınız ise pürüzsüz genç teninde en ufak bir kırışık oluşturmayan bir kaş çatışıyla karşılık verir buna. Aranızdaki ilişkinin samimiyeti izin veriyorsa “Aman anneeee / babaaaaa/ teyzeee/ halaaaa/ dayııııı/ amcaaaa!” anlamında bir nida da eşlik edebilir o, sizi evhamlara salan, ama aynı zamanda saflığı ve duruluğuyla efsunlayan mimiğe.
Ne olmuştur da bir nanosaniyede laflarınız dokuzuncu boğumda amansız bir kevgire yakalanmış, geriye sadece yukarıdaki dört zavallı sözcük kalmıştır? Evet, ne söylerseniz söyleyin, sizi dinlemeyeceğini, hatta duymayacağını bilirsiniz. (Siz vaktiyle işitmiş miydiniz dil dökenleri? :D) Ama zaten aslında kendiniz için konuşacağınızı kabul etmiş, kelamınızın onun bir kulağından girip, gri kıvrımlar arasında son derece başarılı bir slalom (Yani hiçbir beyinsel etkileşim gerçekleşmemesi hali… :D) çıkardıktan sonra, harfi harfine aynı kalmış olarak diğerinden fışkıracağı fikriyle ayrıntılı bir barış anlaşması imzalamışsınızdır. :)) E, o zaman salın gitsin, di’ mi? Nedir sizi durduran? Eline sizinle ilgili hiç bilmediği kozlar veriyor olma korkusu mu? [Bir ergene hitaben “Ben senin yaşındayken…” diye başladığınız her cümle yol –istediğini elde etme yöntemleri – , su – sizi sizinle ilgili ayrıntılara boğarak aradan sıyrılabilme imkânı – ve elektrik – parmağınızı prize sokmuştan beter çarpıldığınız yorumlar – olarak size geri dönecektir. :D] Yoksa anlatacaklarınızın fazla etkili olup onu gereğinden temkinli, korkak veya endişeli bir hale getireceğinden veya tam tersine “Seni öldürmediyse bunca şey, bana bi’ şii’cik olmaz!” kalibresinde bir aymazlık ve kaygısızlık silahına dönüştüreceğinden çekindiğiniz için mi dut yemiş bülbüle döndünüz?
Belki de hepsi birden düğümler boğazınızı. O yüzden – ve bir de nutuk atmak için aldığınız derin nefes boşa gitmesin diye tabii… :D – en şarlatanından bir üfürükçü misali yukarıdaki ‘emirmiş gibi rol kesen dilek kipini’ salarsınız üzerine. Yaşıyla birlikte giderek kalınlaşsa da hâlâ altındaki savunmasız çocuğu gösteren yarı saydam kendine güven kabuğunu güçlendirmenin çaresi ağzınızdan dökülemeyen diğer sözcüklerde gizliymişçesine vicdan azabı çeker, bunun tüm ağırlığını o cümleye yüklediğinizi zannedersiniz. Sizin aklınızdan bunlar geçerken o, sizi çocukluğunda gözünde onca büyüttüğü kudretinizden soyunup çırılçıplak kalmış, vesveseli (ki o çağlardakiler için büyüklerinin en zavallı hali, onlardan utanmaya başlamalarının ilk gerekçelerinden biridir :D), hatta ağlak bir yetişkin olarak görmektedir. Haksız da değildir hani… :)) Çünkü kabuğunuzu güçlendiren nice savaşın yıkıntıları arasından baktığınızda onun sizinle aynı yıkımlardan geçmeyeceğini, kendi savaşlarını (çoğunlukla sizin havsalanızın bile almayacağı, bambaşka bir çağın çarpışmaları) vereceğini varsaymak çoook zordur. Onun önündeki hayatla karşılaşmasında işine yarayacak türden bir zırhı sizin ardınızdaki hayat deneyiminden dokuyabilmeniz olanaksızdır. Bırakın bunları; kendine özgü ve benzersiz olduğunu unutmadan sıradanlığını soğukkanlılıkla keşfe çıkmasını sağlayacak araç gereci önüne serme kabiliyetiniz bile yoktur. O da tıpkı sizin gibi koridordaki (veya Aşık Veysel’in dediği gibi söylersek; iki kapılı handaki) o, iki duvara (Gerçi Özgünlük ve Alışılmışlık duvarlarının yanı sıra “Muhteşemim!” diyerek havalandığınızda tavanın, “Bitmişim ben!” sızıldanmalarıyla kendinizi yere çaldığınızda tabanın vurduğu darbeler de var. Ama onlardan bahsedip iyice moral bozmayalım şimdi. :D) toslaya toslaya öğrenecektir ‘benzersiz aynılığını’. :)) Hoş, hatalarınızı, pişmanlıklarınızı, başarılarınızı, kutsanmışlıklarınızı, kısaca hayat deneyiminizi üç beş doğru kelimeyi yan yana getirerek ona tüm kapsamıyla aktarabileceğiniz fikri ilk kez yapışmış değildir yakanıza. Uzun zamandır iptilasının farkında bir bağımlı misali bu düşünceye uyanık olduğunuz her an (Rüyalarınızdaki davranışlarınızdan da sorumlu değilsiniz ya… Hiç merak etmeyin, her biri daima birer hitabet harikası olan nutuklarınıza düşlerinizde bile kulak asmayan çocuğunuza bir zamanlar en sevdiği çizgi filmdeki metotlarla işkence ettiğiniz karabasanlar gördüğünüzü kimseye söylemeyeceğim. :D) direnme ve kendinizi devamlı izana davet etme gayreti içindesinizdir. Ama madde bağımlıları kadar kolay değildir sizin işiniz. Öyle “Bir buçuk yıldır ayığım.” falan demeyi unutun! “On dakikadır vaaz vermedim, yaşasın!” diyebiliyorsanız, işte size günün başarısı! Sonrası biraz fiesta (Böyle bir zafer kutlanmaz mı?), biraz siesta (Hem konuşmamak için dişlerinizi sıkarken, hem de fiestada yorulduğunuzdan…)! :D  
Bazen bu çaba aklınızı başınızdan alır ve birbirine 180 derece ters yönlerde yer alan ilkeleri aynı anda savunduğunuzu dahi fark etmezsiniz. “Dürüst davran, kendin ol! Bırak, seni sen olduğun için kabul etsinler! Şu saçlarını da topla! Üstüne başına bi’ çeki düzen ver yahu! Herkes seni kafası karışık yeni yetmelerden zannedecek, ne o öyle!” cinsi aşure söylevlerden bahsediyorum. :)) Söylev demişken, siz dudaklarınıza takılan o konuşmada ne diyecektiniz sahi?
“Başarı karanlık bir merdiven boşluğunda kibrit çakmaya benzer. İlk gözüne çarpan kendi ellerinde bir türlü yakmaya kıyamadıkları kibritleriyle etrafı aydınlatacak birinin çıkmasını bekleyen kalabalık olur. İkinci gördüğün ise bir üst kata çıkan merdivenler…”
Cık! Öyle değildi.
“Başarı alev almış bir gökdelende deli gibi dolandıktan sonra nihayet kapısını bulup açtığın yangın merdivenine benzer. Dışarısı mahşer yeri gibidir ve daha inilecek sayısız kat vardır…”
I-ıh! Böyle de olmaz.
“Başarın yadsınamaz. Ama öyle bir noktadasın ki, seninle aynı başarıyı göstermiş ve en az senin kadar pohpohlanmış bir yığın ergenle [hormondan atlarının dizginini salmış giderken önüne çıkan diğer ölümlüleri :) acımadan çiğneyip geçebilecek, fakat kendi tırnağı kırıldığında dünyası başına yıkılacak benzerlerin yani… :D] baş etmen gerekecek. Yani yılana (!) sarılman gereken bir durumdasın. Sana bu dünyadaki ömrümüzü doldurmuş gibi görünsek dahi kırık saat misali günde iki defa doğru zamanı gösterme ihtimalimiz hâlâ mevcut olabilir. (Aslında bozuk saat tanımlaması daha uygun olacak, ama artık zamanla ilişkimizin bir ileri gidip, bir geri kaldığını söyleyerek akranlarıma ihanet etmemi bekliyorsan, Belgrat Ormanları yönüne dönüp içine derin bir nefes çek! Hoş, artık aldığın o hava da egzoz ve şehir kirliliği kokacak ya neyse… :D ) Vereceğimiz yanıtın işine yaramayacağına emin olduğunda dahi bize başvurmaktan çekinme! Nasılsa – bunu kabul etmek zor olsa da itiraf ediyorum ki – her zaman bildiğini okuma seçeneği elinin altında olacaktır. (Akabinde yakana yapışacak sorunlardan, sorumluluklardan, yaptırımlardan kaçabileceğini ise akkkklına bile getirme! :D) Eski model bilgisayardan daha kalın kafalı; aynı şarkıda takılıp kalmış iPod’tan daha inatçı, köşesi yuvarlak kare ikonlarına, siyah çerçeveli ekranlarına dahi patent alan teknoloji devlerinden daha tutucu; etapları giderek zorlaşan PSP oyunundan daha geçilmez; Wii’de kendine yer bulamayan çivi atma, tükürük yarıştırmaca, çelik çomak kuralları veya ‘ene mene dosi, dosi saklambosi’ tekerlemesinden daha anlaşılmaz; çocukluk oyuncağınla oynarken arkadaşına yakalanmaktan daha utanç verici ve önündeki kocaman tekerleği bin bir güçlükle çevirdikten sonra sadece ve sadece hattın diğer ucundaki kişiyle görüşmeni sağlayan üç kiloluk telefon kalıntılarından daha yaşlı olduğumuzu düşünebilirsin. Yine de… Seni en çok sinirlendiren davranışımızın muhtemel sebebinin sana olan sevgimiz olduğunu (yani boğazına sarılacakmış gibi göründüğümüzde bunu muhabbetimizden yapıyoruz. :D) hep hatırla!”

Demek meşhur nutuk buydu ha? Hıııı… Görürsem söylerim! :)



Shervin James'den 'The Beginning and The End' isimli çalışma
Diğer Çalışmaları                  Sitesi
Sonlar bazen kendiliğinden gelir. Öyle aniden falan da değil hani… Göstere göstere! Siz de anlarsınız, başkaları da…
Başta biraz itiraz edecek olursunuz. Sonra aralanan dudaklarınız öylece kalır. İçinizde duruma baş kaldırmanızı haklı gösterecek bir dayanak noktası kalmamıştır çünkü. Her şeyin başladığı o ilk zamanlardaki coşku ve heyecanı gülümseyerek hatırlarsınız. Bir daha aynı şeyleri aynı şekilde hissedemeyeceğinizin (Farklı versiyonlarını yaşayabilirsiniz canım, enseyi karartmayın hemen!) idraki dışında başka bir acılık ve buruklukla tadı bozulmayan, demini güzel almış bir tatmin duyarsınız.  Biten her ne ise, onunla ilgili ne aklınızda, ne yüreğinizde en ufak bir kuşku yoktur. Atışınızı yapmış, hedefe isabetinin derecesini de görmüşsünüzdür. İster tutturun o nişangâhı, ister ıska geçin… Geldiğiniz noktada artık keşkeler bile tükenmiştir. Elinizden geleni yapmış, gitmeniz gereken yere (orası hedefiniz olmasa veya zaten amaçsızca başlamış olsanız dahi) varmış ve tünelin ucundaki ışığı daha görmeden aydınlığını hissetmişsinizdir çoktan. Yani daha başlarken kafanızda bitiş çizgisini göğüslediğinizi hayal ettiğiniz, sonu önceden belli, içi dolu, hem icracısına, hem de tüketicisine makul oranda keyif vermiş bir şeydir bitmekte olan.
Bazen biten şey bir tecrübe olmayacak denli ayrıcalıklıdır. “Her şey en ufak ve önemsiz olanları dahi bir deneyimdir.” diyecekler çıkar belki, ama ben farklı düşünüyorum. Bence devam ettirmeyi düşündüğünüz konularda yaşadıklarınız birer deneyimdir. Örneğin mesleğiniz, hayatınızı idame ettirmenizi sağlayan demirbaş ilişkileriniz, rutin işler (Hani genellikle bizi canımızdan bezdirdiğini zannettiğimiz, ama bir felaket anında ilk özlemini duyduğumuz münasebetsiz zaman çalıcıları… Bankada kuyrukta beklemek gibi, telefonda asansör müziği… pardon “Müşteri Hizmetleri Hattı”nın cıngılını dinlemek gibi, itişe kakışa alışveriş yapmak gibi, tepişe tepişe toplu taşıma araçlarına doluşmak gibi… Gibi oğlu gibi!) benzeri meselelerde yaşadıklarımız deneyimdir. Çünkü onları gelecekte verimli bir biçimde kullanma olanağı bulacaksınızdır. Ama mesela direksiyon hâkimiyeti kaybedilmiş bir aracın çarpması sonucu havada iki takla atan bir minibüste yaşadıklarınızın size ilerisi için (sağ kalmışsanız elbette!) vaat ettiği – en hafifinden – arabaya binme korkusuna veya tam aksi; o heyecanı yeniden yaşama isteğine (adrenalin tutkunlarını hafife almayın! :D) deneyim demek (filmlerde dublörlük falan yapmıyorsanız) biraz abartılı olur. Konumuza dönersek; anlık bir itkiyle başladığınız ve akıl erdiremediğiniz biçimde yerini, zamanını ve en önemlisi doğru kişileri bulmuş bir şeyin bitmesinin (damdan düşer gibi bir kariyer değişikliği planlamıyorsanız eğer) sizin için bir deneyim değil, olsa olsa kubbede kalan hoş bir sada olacağı aşikârdır. En azından ben her zaman böyle düşündüm. O yüzden de gırgırına modelist-stilist olduğumu veya fasulyeden bir gazetede çalıştığımı yahut yağlı boyaya geçmem için ağzımdan girip burnumdan çıkan, karma sergilere katılayım diye kafamın etini yiyenlere rağmen sadece canım isteyince ve canımın istediğinin canımın istediği teknikle resmini yaptığımı iş başvurularıma ekleyecek teknik (!) dili [Şehrin güzide (!) bir kurumunda iki yıl giyim tasarımı okudum (!) ve dereceyle (!) mezun oldum. Büyük tirajlı bir gazetenin sanat haberleri servisinde (!) çalıştım. (!!!???!!!) Resimle uğraşmaktayım. (!!!) Çeşitli tekniklerle çalışılmış ve bazıları iş yerlerini süsleyen eserlerim (!) mevcuttur. :D] bir türlü bulamadım. Hatta mülakatlarda ne zaman hobilerimi sorsalar “En sevdiğim şey geleceği olmayan, ama doyumlu işlere emek vermektir.” dememek için dudaklarımı ısırdım. :D
Ne yapılanın, ne de onun yoluna bile isteye, ayıla bayıla kurban ettiğiniz enerjinizin geleceğinizde karşılık geldiği bir durum, düzey ve dahi nokta olmayınca her şey bittiğinde geride kalan deneyim değil, macera oluyor. Eh, insan evinde otururken de macera yaşayabiliyormuş. İşte buna bir deneyim diyebiliriz. :))
Gruba yazmaya başlarken hiçbir amacım yoktu. Veya şöyle söyleyeyim; sonunu önceden gördüğüm bir şeyi başlatmıştım. Bir süre ilgi görürse görecek, sonunda tavsayacak ve kendi kendine sönüp gidecekti. [Dışarıdan gözlemlendiğinde biraz kötümser bir bakış açısı gibi algılanabilir, ama ne yapayım? Beraber çok uzun zaman geçirince birbirine alışmak kaçınılmaz. Tamam, itiraf ediyorum; bu, benim yaşam felsefem ve ben onu seviyorum. :D ]
Her şeyin bir ömrü var. Ve iyi ki de var! Yoksa hayatımız boyunca karşılaştığımız şeyleri bitirmeye bir türlü kıyamaz, uzayda yol alan büyük cisimlerin ufak tefek olanları çekim alanına dolayıp peşine takması misali hep yanımıza yöremize iliştirirdik. Yaşamımız atıklar(ımız)dan oluşmuş bir kabuğun ardında gizlenerek (yoksa kaybolarak mı demeli :D) geçerdi o zaman… Oysa bütün havı dökülmüş olduğu halde kendisinin silik, ama bilge bir kopyası pozunda hâlâ tek parça gözüken bir halıya benzemeyi daha asil bulmuşumdur her zaman. Gerçi bende yine de birkaç yoluk hav kaldı. Ama köpeğin sidiğiyle kahve lekesini örtmek için yerleştirdiğim koltuğun ayağının altında yassıldığından fazla belli olmuyor. :D
Ezcümle; bu kesin bir veda yazısıdır. Kubbede kalan hoş (!) sedanın son tınlamasıdır. (Hani kulağınızda, belki de beyninizde uzuuuuuuun bir zaman sürer gider de, sonunda kendinizden şüpheye düşüp bir KBB’cının yolunu tutarsınız ya… İşte o hesap! :D)

Bana burada ahkâm kesme izni verdiğiniz için hepinize teşekkür ederim.  Saygı ve sevgilerimle…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder