Jazz ve Bisiklet (J&B) Yazıları







Tarafımdan yapılmış son derece baştan savma :)) bir photoshop çalışması :D

Dün gece geç saatlerde Avni Bey ve Nihal Hanım hayatlarının hatasını yaparak benden J&B ailesine katılmamı istediklerinde on dakika boyunca genç Arnold Schwarzenegger gibi kollarımı gövdeme kavuşturmayı başaramadan dolaştım. :) Sonra ayaklarım suya erer gibi oldu. Bugüne (düne) kadar bu sayfaya girip lay lay lom müzik dinler, keyfimi cilalamak için aralara iki üç yorum attırırken ne kadar mesutmuşum.
Ben o site senin, bu radyo benim gezip dolaşıp müzik arayacak kadar disiplinli değilim ki. Kalender meşrebim. Birileri parça yükler, ben dinlerim. Ama çokkkk iyi dinlerim. :) Sevdiklerimi döner döner dinlerim. Eee, benim katkım ne olacak o zaman? Sonunda müzik zevkimden çok (sonuçta hepimiz aynı zevki paylaşıyoruz) yaptığım yorumların prim yaptığına karar verdim ve grubun AHKÂM KESİCİLİĞİNE adaylığımı (AKA) koydum.
Çevremdekiler bazen iyi karaladığımı (resim), bazen de iyi paraladığımı (yazı) söylerler. Burada her ikisinden de bir örnek var. (Photoshop sağ olsun.) Beğenilerinize sunulur. :)
Kırklı yaşlarını geride bırakmakta olanlar için DÜN, hâlâ otuzlarının keyfini sürenler için bundan ÇOOOOK ÇOK UZUN YILLAR ÖNCE :) bizler müziği sabırsızlıkla devrelerini ısıtmasını beklediğimiz komodin boyutundaki radyolardan dinlerdik. :) Dört yaşlarındayken kısa dalgada zar zor ayarlanmış bir istasyonda ilk caz parçasını duymuş, piyanonun üzerinde kavga eden kedi köpek takımını, paket lastiklerini dımbırdatan mahalle veletlerini ve çamaşır yıkarken oracıkta aklına gelen ezgiyi mırıldanır gibi şarkı söyleyen kadını dinleyip buna müzik demelerine şaşakalmıştım.
Sonradan kedi köpeklerin aslında Oscar Peterson’un elleri, mahalle veletlerinin Ray Brown’ın çaldığı bas ve çamaşırcı kadının da Ella olduğunu öğrendiğimde bu ilk günahımın :) kefaretini tanıdık tanımadık herkesten  ”Abi, bi’ Ella’n varsa, ben sana iki Duran Duran veriim.” diye dilenerek ödediğimi itiraf etmekten artık utanmıyorum.
Haa, bir de benim hayalimdeki melek yüzlü Ella ile plak kartonetlerine basmakta ısrar ettikleri o gudubet :) arasındaki imaj savaşı var. Ama o da başka bir AHKÂM KESMEye kalsın. :)


John Rose (Köle sahibi... Amatör ressam ???)
The Old Plantation (yaklaşık olarak 1790)
In a Sentimental Mood - Duke Ellington
Facebook sosyal paylaşım ağı olarak oldukça başarılı. Ama geçen gün gruba fotoğraf yüklerken düşündüm de, neden bu fotoğraflara şarkı iliştiremiyoruz. Ve bu fikrin parlaklığından kamaşmış gözlerle ilk denememi oracıkta yaptım. Ve sıkı durun dostlar! Facebook’ta fotoğrafa şarkı etiketleyebiliyorsunuz!....... Ama ufak bir şartı var. Israrla o şarkıyı sizin arkadaşınız kabul etmek, ettirmek ve ona davet göndermek istiyor. Yani http://www.dailymotion.com/video/x5uj8m_in-a-sentimental-mood-duke-ellingto_music adresine AKA sizinle arkadaş olmak istiyor diye bir mesaj gönderecekmiş ille de…
Sonra yine düşündüm, – ki sık sık yapmak yorucu oluyor – aslında bir şarkıyı arkadaş kabul etmek ne kadar doğal. Arkadaş dediğin birlikte vakit geçirmekten hoşlandığın kişi değil midir zaten?  E, tamam işte! Bir şarkı da ZORA DÜŞTÜĞÜNDE (gece mezarlıktan geçerken ıslıkla çalabilirsin), CANIN SIKILDIĞINDA (sete bir CD takıp gamlı gamlı eşlik edebilirsin), EĞLENMEYE ADAM ARADIĞINDA (meşrebine kalmış; ister içkini yudumlarken geri planda usul usul çaldır, ister eşliğinde çılgınlar gibi danset!), KAFANA BİR ŞEY TAKILDIĞINDA (bir proje üzerinde çalışır ya da buzdolabında kalorisi az, ama mucizevi bir şekilde lezzetli bir şeyler ararken ağzının içinde mırıldanabilirsin), VAKİT ÖLDÜRMEK İSTEDİĞİNDE (banyo yaparken yaradana sığınıp patlat bir tane avaz avaz!) veya SADECE BİRLİKTE SUSUP OTURMAK İÇİN (o kafanda çalar durur, sen susup otur istersen) her zaman hazır ve nazırdır. Üstelik ne kadar kötü davranırsan davran (ister ıslıkla, ister bet sesinle detone ola ola katlet) seni hiç terk etmez. İDEAL ARKADAŞ yani!
Yalnız manalı manasız karşına çıkıp yakanı bırakmayanları da vardır, uyarmadı demeyin. Sabah kalkarsın kafanda ’……. nin gücü, …… in çekim gücü’ diye bir terane, akşam yatarken ’….. oooooon sekiz, ooooooon sekiz’ diye bir başkası. E, o zaman sen de patlat Duke Ellington ile John Coltrane’den IN A SENTİMENTAL MOOD’u, bak kalıyor mu "sekiz’in" çekim gücü’!


Leroy Neiman'dan "Satchmo"
Diğer eserleri için
Dün ’arkadaş şarkılardan’ bahsetmiştim ya, aklıma geldi. Herhalde sizin de bu arkadaşlığı daha ileriye :) taşımak istediğiniz şarkılar olmuştur. Ne de olsa şarkılarla hayat arkadaşlığında sayı sınırlaması yok. :) Hatta belki ilk görüşte… pardon duyuşta aşık olduklarınız bile vardır. Peki siz hiç ŞARKINIZI dinlediniz mi?...
Hani daha ilk notalarda göğsünüze 360 jul çakmışlar gibi olduğunuz… Kafanızdan ”Öldüm ben! Ama yaşıyorum da…” düşüncesi geçerken, bu beklenmedik enerji yüklemesiyle bir anda genleşen yüreğinizin aklınızı başınızdan aldı - - - - yok, yok!- - -  fırlattığı… Tüm bedeninizin yüreğe kesip sonra da atomlarına ayrıştığı… Her bir atomunuzun O, ÇALAN ”Ne? Ne?...... Şarkı demeye dilim varmıyor.”la aynı frekansta titreşmeye başladığı… O sırada atmosferin yukarı tabakalarında ilk yakıt tankını fırlatmakla meşgul olan :) aklınızın aşağıya, size: ”İşte bu! Sen dünyaya bunun için geldin! BUNU duymak için! BU ANI yaşamak için! Hayatının anlamı işte BU!” diye mesaj çektiği…
Muhteşem bir his!
Berbat bir his!
Üstelik beş yaşlarında bir çocuk için de sakıncalı. :) Buradan ana babalara sesleniyorum; sakın ola yavrularınızı bir şarkıyla aynı odada yalnız bırakmayın. :)))
Cazla nahoş tanışma faslım o sıralarda ikinci çocuğunu kucağına almış, yarı zamanlı bekar (bahriyeli eşiydi de kendisi :D) bir anne olan validemin çok işine yaradı. Evdeki bücürlerden hiç değilse birisi radyoda caz çalmaya başlayınca uyku vaktinin geldiğini anlıyordu. :) Ta ki bir gece o caz istasyonundan güneşten damıtılmış bal taneleri gibi (ne olduğunu sormayın, ben de bilmiyorum, yalnızca hissediyorum) yumuşacık bir ezgi dökülmeye ve ben notalardan halk edilmiş hâlimi dinlemeye başlayana kadar… Dünyanın bir yerinde birisi tutmuş beni bestelemişti. Biraz sonra da bir adam, tıkabasa doldurulmuş bir el değirmeninde kahve öğütülüyormuş gibi bir sesle :) beni söylemeye başladı.
Böylece ben CİLALI CAZ DEVRİNE geçtim ve annemin ALTIN ÇAĞI  kapandı.  :))))


Charles "Buddy" Bolden
Funky Butt or Buddy Bolden's Blues
Hatırlar mısınız? TV’de ‘Resim Sevinci’ diye bir program vardı. Bob Ross isminde bir ressam sunardı. Böyle yumuşacııııık bir sesi vardı, dublajını yapana inat. Geçgeç …..TDK’nın ‘zapping’ için önerdiği sözcük bu. Güzel bulmuşlar. Bundan yüz – yüz elli yıl sonrasının dil bilimcilerini bu sözcüğün kökeni üzerine tartışırken görür gibiyim.:D ..… Nerede kalmıştık, konuyu dağıtmayalım. :) Geçgeç yaparken ‘Resim Sevinci’ne rastlarsanız kendinizi ya resim malzemeleri satan bir dükkânda deli gibi alışveriş yapar, ya ağzınızdan salyalar akarak ekrana bakakalmış ya da elinizde bir tiriz fırçası salon duvarının önünde ‘Şimdi yavaaaaaaşça aşağıya çekiyoruz. İşşşte böyle!’ diye söylenirken bulurdunuz. :)) Öylesine ipnoz edici bir sesi vardı ressamın. Arada sırada çiziktiren biri olarak gösterdiği tekniklerin hiç de iddia ettiği kadar kolay olmadığını, yıllar süren bir tecrübeyle kazanılmış olduğunu sezmeme rağmen ben bile transa geçmekten kendimi alamazdım. :) Diline persenk (doğrusu buymuş, pelesenk değil) ettiği bir kaç lafı vardı. “Şimdi yelpaze fırçamızı elimize alıyoruuuuuz. Tam şurada mutlu bir ağaç yaşıyormuş.” veya “Biraz titanyum beyazı ile prusya mavisini karıştırıyoruuuuz.” gibi. Bence onun bu persenklerini  :))) kullanarak çok hoş bir hip hop parçası bile oluşturabilirsiniz.
İşte taam şur’da, taaaam şur’da
Kadmiyumla Prusya (Yeah)
Beş santimlik fırça / fı – fı – fı – fııııırça
Yavaaaaaşça çok yavaaaaaaşça

Nasıl? Benden iyi güfte yazarı çıkar mı? :)))
Benim en sevdiğim Bob Ross cümlesi ise “Küçük kazalar bazen ortaya çok güzel şeyler çıkarabilir.” idi. Bence bu cümle bütün sanat dallarının tarihini barındırıyor içinde. Ama sanırım en çok caza yakışıyor. Neden mi? Yukarıda gördüğünüz kişi Charles “Buddy” Bolden. Pek çok kaynak onu cazın babası olarak gösteriyor. Adam ancak otuz yaşına kadar müzik yapabiliyor, sonra alkole bağlı bir akıl hastalığı dolayısıyla kalan ömrünü hastanede tüketiyor. Kaydedilmiş tek bir şarkısı bile yok.  Gerçi grubunun bazı fonograf kayıtları varmış,  ama akıbetleri bilinmiyor. Adam başlı başına kaza! Müzik tarihi için mutlu, ‘King’ Bolden için talihsiz bir kaza.
Yukarıda adı sonradan Buddy Bolden Blues’a çevrilimiş olan en ünlü parçası ‘Funky Butt’ var.
Güzel müzik tarihsiz oluyor. 


William Sidney Mount (1807 - 1868)
The Power of Music
Diğer eserleri
Geçen gün J&B sayfasına üç tane nefis Jack Brauer fotoğrafı eklendi. Çekene bir, ekleyene sonsuz teşekkür. :)) Vakit bulursanız fotoğrafçının sitesini ziyaret etmenizi öneririm.
http://www.widerange.org/
Bu ziyaret esnasında keyfinize cila çekmek için müzik dinlemek de isteyebilirsiniz. Ben bir bilenden :)) aldığım tavsiyeyi uygulayıp Jan Garbarek* dinledim, tadına doyulmuyor.
Daha ilk resmi görür görmez omurilikten bir “Adam çekmiş birader!” tepkisi geldi.  Neden omurilikten? Çünkü gördüğüm o çok kapsamlı ve katmanlı ‘nesne’ (Fotoğraf diyorlar, ama eğer bu fotoğrafsa benimkiler ne, onlar fotoğrafsa bu ne?) henüz tam manasıyla beyne ulaşamamıştı. Ulaşır ulaşmaz ilk duygum hüsran oldu. “Ya neden ben böyle fotoğraf çekemiyorum?” diye düşündüm. Hâlbuki benim de kameralı bir cep telefonum var. :))) Hem deklanşör uzaklığı, enstantane aralığı, diyafram derinliği, obtüratör ışığı (Yok, öyle değildi! Deklanşör derinliği, enstantane uzaklığı, diyafram ışığı, obtüra… Amaaaaan! Bilenler bilmeyenlere anlatır nasıl olsa.) falan filan hepsini adım gibi biliyorum. Eh, benim de dağ tepe dolaşıp engin (!) bilgimle fotoğraf çektiğim olmuştur. Ama benim resmini çektiğim; bulutların arasından nazlı nazlı ışıldayan güneşin altında sere serpe uzanmış, iki ucunda dallarını dört bir yana özgürce salmış iki ulu çınarın olduğu, uzaklarda şirin bir köy evinin gözüktüğü, bir ucundan Aretha’nın  ‘Deeper Love’ diye seslenip diğer ucundan Barbra’nın ‘People, people who need people’ diye karşılık verdiği uçsuz bucaksız buğday tarlaları her nasılsa karanlık odadan bulaşık suyundan hallice bir gökyüzünde keyifsiz keyifsız boy gösteren öğle güneşinin altında yassılmış, boz, yoz, yarısı çalı çırpı kaplı, iki ucunda 50li yılların korku filmlerinden fırlamış kılıklı iki güdük ağacımsı şekil olan, arka planda izbeee, çirkiiiiin, kırık dökük bir baraka bulunan bir mezbeleliğe dönüşerek çıkıyor. (Bu cümle de Guiness Rekorlar Kitabı’na girer artık bu uzunlukla!)
Demek ki neymiş?
Bu adam fotoğraf çekerken müzik dinlemiyormuş.
Oh be! Neredeyse yeteneksiz olanın ben olduğumu düşünecektim.  :)))))

* Jan Garbarek (Red Wind)


Nobutoshi Kihara
Japon Cazına Örnek Fumio Nanri "Sachmo of Japan"
Ciklet çiğnerken merdiven inemeyenler sınıfına müzik dinlerken fotoğraf çekemeyen biri olarak kaydımı yaptırmamın ana nedeni bir zamanlar doğa gezilerine çıkmaktan hiç hazzetmememdir. Oysa bizim ailenin, çocukluk ve gençliklerini daha az gri, daha çok yeşille geçirmiş yönetici kanadı :) hafta sonları bize piknik diye yutturdukları gezilere çıkmaya pek meraklıydı. Doğayla ilişkisini tavan yapan hormonlarıyla sınırlayan pek çok şehirli ergen gibi, ben de bu gezilerde yiyecekleri basan karıncalar, kırk yılın başı koklamak için eğildiğim bir çiçekten şaşı şaşı bana bakan tombul arılar, hep karşı apartmanı görmekten miyoplaşmış gözlerimi hipermetropluğa özendirmek için yırtınıp duran yeşilin sonsuz sayıdaki tonu gibi korkunç (!) felaketlere hiç dayanamazdım. Evde müzik dinleyip, o duvar senin bu duvar benim baka baka hayal kurmak varken neden böyle agorafobik, bol renkli ve havadar yerlere geliyorduk ki. O sıralarda Japonya havalisinden bir insan evladı :)) Nobutoshi Kihara her nasılsa (Bu Japonlar yapıyo’ birader!) benim feryatlarımı duymuş olacak ki, gariban :)) şehir çocukları hiç olmazsa müziklerini yanlarında taşıyabilsinler, maazallah papatyalarla gelinciklerin arasında boğulup kalmasınlar diye Walkman’i icat etti. Şimdiki çocuk ve gençlere tuhaf renkli bir araba takozu gibi görünecek o muhteşem aygıtı aldırana kadar kaç takla attığımı ben bilirim. :)) Ama yanıma alıp kırlara bayırlara açıldığım ilk gün doğanın nüfusuna geçtiğim gündür. Meğer bazı papatyalarla gelincikler ‘Once in a green time a flower fell in love with the sun’ diye avaz avaz şarkı söyleyebiliyorlarmış. Meğer olmadık bir zamanda yağmur bastırınca ‘I don't mind the raindrops, cause it's got to rain sometime’ diye teselli ediyormuş Dinah Washington. Güneşi geri çağırmak için Beşinci Boyut(!) ‘Let the Sunshine in’ diye çığlık atıyormuş. Meğer arılar James Galway’in 'The Flight of the Bumble Bee' yorumuna eşlik edebiliyormuş.
Yukarıda fotoğrafı görülen Kihara San, Walkman’i şirketinin başkan yardımcısını memnun etmek için yapmış, ama benim kuşağımın gençlerinin hayır duaları da hiç yabana atılmaz şimdi. :)))

Justin Bua
Jazz Trio
Diğer eserleri                                                   Sitesi
Sizin de tahmin edebileceğiniz üzere yazılarımı müzik dinlerken yazıyorum. Ama artık perdelerimi kapatacağım. Karşı apartmandan bir adamcağız benim bilgisayar başındaki seyirmelerime :)) bir anlam veremeyip mutfak balkonuna uğrayınca vardım bu karara. Benim kriz geçirdiğime hükmetti zahir, ama kendi kalpten gidecek haberi yok. :) Hâlbuki ben komşularımı tuhaflıklarıma alıştırdığımı düşünüyordum. Demek ki gecenin ikisinde bir taraftan gerdan kırarken, diğer taraftan bir kollar havaya, bir klavyede tamtam çalan, hatta çok gaza gelince kalkıp kendi etrafında birkaç tur bağlayan ‘yurdum kaçığı komşu teyze’ adama fazla geldi. :D Ha, tabii o saatte müzik ancak kulaklıkla dinlenebildiğinden kendi etrafımda yaptığım tavafların zaman zaman içinden çıkılmaz sonuçlar yarattığını da itiraf etmem gerek. :)))
Şaka bir yana, artık müziği temiz ve kaliteli dinleyecek vesile ve ortamların ne kadar azaldığını fark ettiniz mi? Eğlence yerlerinde insan ve tabak çanak gürültüleri, arabada trafik vızıltısı, evde gündüz sokak patırtıları, gece haber programları da dâhil müziği her yere bir kakofoni lezzetinde (!) tıkıştırmayı şiar edinmiş televizyonların zangırtısı… Konseeeer??? Sizi bilmem, ama ben her defasında müzisyenin cemaziyülevvelini yanındakine sayıp dökmekten hoşlanan birilerini bulup (Hissikablelvuku vallahi, kabiliyet meselesi! :D) yanlarına, önlerine, arkalarına bilet almayı başarıyorum. :))
Arada sırada kaçamak yaptığım oluyor tabii. Mesela yemek yaparken Cab Calloway’in Minnie the Moocha’sını dinleyip Blues Brothers’cılık oynayabiliyorum. :) Şey… Ütü yaparken Tina Turner ile James Brown dinlemişliğim de vardır. (Üç ütü tahtası değiştirdim. Tina’ya dayanıyorlar da, Jimmy’de sorun çıkıyor.) Hem de hâlâ tıkır tıkır (son zamanlarda biraz fazla tıkırdıyor ama…) çalışan emektar Walkman’imle. Haa, ‘Singing in the Rain’ eşliğinde çok da iyi yer silerim. (Aşağı katlardan taşıntı şikâyetleri geliyor, ama o kadar kusur kadı kızında da olur.)  E, gece yarısı olunca şöyle sessizlikte, sakinlikte adam gibi müzik dinleyeyim diyorum, ona da karşı komşu taş koyuyor. :))
N’oolmuş elimiz kolumuz biraz fazla oynadıysa.
Sanatçı (!) adamız olacak o kadar! :))))


Milt Hinton'un objektifinden Danny Barker ve Dizzy Gillespie


Tanrı bile bir gün dinlenmiş. :)))



Karl Drais (1785 - 1851)
Ressam bilinmiyor Artist unknown 
Gruba katıldığımdan beri yalnızca müzikle ilgili ahkâm kestiğim :) gözünüze çarpmış olabilir. Evet, müziği çok sevdiğim doğrudur. Ama bisikletten nefret ediyor falan da değilim. Gene de duygularımızın karşılıklı olmadığını belirtmem gerek. :)) Eğer George W. Bush Ginger’dan düşme kabiliyetiyle Guinness Rekorlar Kitabına girmeyi başardıysa, bunu benim bisiklete bin(eme)me denemelerimin onlara bildirilmemiş olmasına borçludur. Ben yeteneksiz olabilirim, ama her defasında rodeo atından bozma bisikletlere çatmış olmam da olası, öyle değil mi? :)
Dolayısıyla pratiğinden eksikli olduğum konunun hiç olmazsa teoriğini öğreneyim diye tarihçesine göz gezdirdim. Mucidi yukarıda resmi görülen Baron Karl Drais’miş. Bisikletin keşfine ‘Yaz Yaşanmayan Yıl’da (Tamboro yanardağı patlayınca atmosfere dağılan parçacıkların etkisiyle olmuş olanlar. Yani biz Eyyafyalla’yı öpüp başımıza koyalım. :D) karşılaşılan koşullar dolayısıyla Avrupa çapında kitle halinde yaşanan at ölümlerinin (Atlarla bir ilgisi olduğunu biliyordum işte!!! :D) neden olduğu söyleniyor. Ama ben asıl sebebi (!) mucidinin tam adını görünce keşfettim: Karl Wilhelm Friedrich Christian Ludwig (ana babası burada soluklanıp etrafta başka isim bulamayınca unvan ve soyadlarıyla devam ediyorlar) Freiherr Drais von Sauerbonn. Şimdi, bu kadar isim bir bedene çok gelir tabii. Eh, koskoca baron el arabası kullanacak değil ya, ismini dalgalandıra dalgalandıra dolaşmak için tutup bisikleti icat ediyor. :)) Diğer icatlarının arasında sonradan bir çeşit stenografi makinesine dönüştürülen ilkel bir daktilo olduğunu söylersem konuya biraz daha açıklık kazandırabilirim sanırım. :D
Şimdi siz kedi erişemediği ciğere mundar demeye mi çalışıyor, diye düşünebilirsiniz. Ama hiç selesine oturmayı başaramamış olsam da, (Benim suçum değil. Onun suçu, ONUN suçu!!! :D) bir insanın başlangıç noktasındaki nefsinden yola çıkıp varış noktasındaki nefsine ulaşmasının en temiz, en sade ve en mest edici araçlarından biri olduğunu anlamayacak kadar da iz'ansız değilim.
O özgür ruhları :) dizginleyip kendisine eklemeyi başarabilmiş herkese iyi pedallamalar!


James Marshall 'Jimi' Hendrix
Çalışma aka-palodtusme
Uzun zamandır aklımı kurcalayan bir müzitopya :)) var. Özellikle büyük şehirlerde ve işlek yerlerde açılacak müzikodyolar. (Biri bir zamanlar yeni bir şey icat ediyorsan ya Latince, ya Yunanca isim tak, yoksa ciddiliği anlaşılmaz demişti de… :D)
Mesela bir adam girecek müzikodyoya;
“Bana bi’ Kerem Görsev çeksene.” diyecek. Operatör (afili bir adı olsun diye bunu uygun gördüm :D) hemen adamın eline bir kullan-at (hijyen önemli :D) kulaklık verecek. İçerideki her duvarda bir sürü kulaklık girişi…
“Sen şu gözlüklü bayanın yanına geç abi! Işıkları takip et, ilk yeşile dönen giriş seninki.” diyecek bizim operatör. :))
“Tamam da, fazla bekletme bak! On dakikada çıkmam lazım, patronla toplantım var. Bir doz Görsev almadan çekemem şimdi.”
O sırada ilerideki loşluktan bir ses gelecek;
“Ner’de kaldı bizim Cole’lar abicim? Babalı kızlı dinleyelim, sakinleşelim diyoruz, sen iyice köpürttün bizi.”
Derken içeri soluk soluğa bir kadın girecek. Böyle zift gibi yanmış.
“Ay, çok acele Steve Coleman’a ihtiyacım var. Güneyden geliyorum, uçaktan yeni indim. Acilen şehir moduna geçmem lazım, yoksa iki dak’kada kafayı yerim. Zaten buraya gelene kadar taksi şoförünü dövüyordum. Sizin niye havaalanında şubeniz yok yaa?…”
Operatör kadının nefes almasını fırsat bilip atılacak;
“Abla sen şu Acil bölümüne yanaş…”
“Sen kime abla diyo’sun bak’iim. Senin benim yaşımda… ay pardon. Halimi görüyo’sun işte kardeş. Aman acele et, tamam mı?”
Hooop, bir başka müzikodyo elemanı yanaşacak bizim operatörün yanına;
“Ya, Hendrixçilerden biri olmayan gitarını çalarken gene duvardan girişi sökmüş. Onların ya kablolarını uzun tutmalı ya da blue tooth falan düşünmeli…”
“Yok ya! Ben her gitar solo dinleyene blue tooth verirsem iki güne kalmaz sermayeyi kediye yükleriz.”
“Valla’ ben bilmem. Sonunda biri toptan duvarı sökecek ona göre…”
………………..
Niye öyle bakıyorsunuz?
Fast food oluyor da, neden fast music olmasın? :)))))


Piyanoda Maurice Ravel sağ başta George Gershwin
Piano Concerto in G Major (M.Ravel) I. Allegramente - II. Adagio Assai - III. Presto
Rhapsody in Blue (G. Gershwin)

Ner’den buluyorsun bu konuları?
Genellikle yazı yazanlara bu sorulur. Başkalarını bilmem, ama ben sözlüğü elime alıyorum. Rastgele açıyorum. O piti piti deyip bir kelime seçiyorum. Ondan yaptığım çağrışımla döktürüyorum. :))) Şaka, şaka, şaka! (Bir zamanlar radyoda Orhan Boran’la Yuki vardı. Hatırlayanınız var mı?... Yok mu?... Eh, benim kafa kâğıdının üzerindeki tozlar bir tabur adamı hapşırtabilecek kadar artmış demek ki. :D İşte bu ‘Şaka, şaka, şaka!’ Yuki’nin lafıydı.) Gene de bu hızla yazmaya devam edersem yukarıdaki yönteme ihtiyaç duymaya başlayabilirim. :)))
Oysa bütün okul hayatım boyunca şu anda güldür güldür (!) yaptığım şeyi yapamadığım için Türkçe / Edebiyat derslerinde teklemişimdir. Hani vardır ya, ‘Sakla samanı gelir zamanı atasözünü açıklayan bir kompozisyon yazınız.’ (Kardeşim adam zaten kırk saat açıklamamak için böyle bir cümle uydurmuş. Üstelik uydurması kim bilir kaç yıl sürmüştür. Üstüne de zaman geçmiş. Adı üstünde ATAsözü işte! Neee uğraştırıyorsun beni, di’ mi ama? :D) Bu yaşımda (Burası ağzın içinde yuvarlanan ‘estağfurullah, yok canıııım, sizinki de yaş mı?’ gibi ünlemler için çok müsait. Hadi bakalım hep beraber! :D) bile rüyama girer ve gene yazamam.
Ha, gelsin desin ki; şu atasözü hakkında incir çekirdeğini doldurmayacak ne varsa yaz. Lebbeyk Sultanım, hemen! :) Ama o giriş, gelişme, sonuç var ya, beni öyle bir döngüye sokuyor ki, Maurice Ravel’in Bolero’su bile yanında düz çizgi kalır. :) Hadi girişi yaptım, geliştirdim. Tam sonuca geliyorum, aklıma bir fikir gelir. Hadi o fikrin üzerine çeşitlemeler… Onu bitiririm, sonuç demeye kalmadan bir fikir daha, döndük başa… :))
Bak şimdi merak ettim, Ravel Bolero’yu nasıl bitirmişti acaba? Evde kapı pencere falan mı çarptıydı? :))) Bu arada Ravel’in son dönem eserlerinde caz müziğinden etkilendiğini biliyor muydunuz? Sol majör piyano konçertosunu dinlerseniz özellikle ilk bölümde bazen Gershwin dinliyormuş gibi olursunuz. Bazı sololar ben bunu daha önce duymuştum hissi uyandırır.
Hadi gene iyiyim, konuyu caza bağlamanın bir yolunu yine buldum. :)))


Daryl Price'dan Three Kings
Diğer Eserleri
Dün Türkçe / Edebiyat dersinden giriş yaptığımız okul yıllarında gezinmeye devam edelim. En çok zorlandığınız ders neydi, hatırlayan var mı? Şöyle hâlâ rüyalarınıza giren cinsinden… (Yok, yok! Okula çıplak gittiğiniz rüyaları demiyorum, onu herkes görüyor zaten. :D Haydaaa! Yok canım, herkes KENDİNİ görüyor, sizi çıplak gören falan yok. Belertmeyin gözlerinizi öyle! Yahu ben buraya nereden geldim? :D) Neyse biz konumuza dönelim, battıkça batıyoruz zira. :))
Örneğin ben geometriyi severdim de, iki boyut – üç boyut konusuna gelince kafam nohudu az pişmiş aşureye dönerdi. (Hani nohutlar ağzınıza diri diri gelir. Yutsan yutamazsın, çıkarsan hiç olmaz! :D) Ama işte elin adamı o konuyu yalamış yutmuş da, şarkısını bile yapmış. Frank Sinatra ‘My Lean Baby’ isimli şarkısında sevgilisinin ne kadar zayıf olduğundan bahseder ve der ki; ‘Öyle incedir ki, yan dönse gitti zannedersin.’ (Şimdi bu adama nasıl hayran olunmaz? Bir kadına geometri üzerinden gönderme yaparak iltifat etmek kaç babayiğidin harcıdır?  Tabii bir de bu iltifatı anlayacak kadın bulma meselesi var ki, oraya hiç girmeyelim. :D) İşte bu şarkıyı dinlediğim gün benim kafamdaki nohutlar… pardon taşlar da yerine oturdu. :))) Oracıkta anladım üç boyutlu dünyada iki boyutlu olmanın ne demek olduğunu. (Zaten hangi kadın böyle bir olasılığın cazibesine dayanabilir. Sıfır bedenden bile daha incesin. Var mı bunun ötesi? :))) Ve tabii hangi erkek böyle bir kadına… Sıkılınca ‘Hayatım yan döner misin iki dak’ka…’ dersin. Bitti, gitti. :D)
Tekrar konumuza dönersek, ana babalarımız ensemizde boza pişirirlerdi o zamanlar.
“Bütün gün müzik dinliyo’suuuuuun! Derslerinle hiç ilgilenmiyo’suuuuuuuun.”
E, buyurun bakalım! Biz ne yapıyormuşuz? :)))
Ama nereden bilsinler ‘How deep is the ocean?’ dinlerken coğrafya çalıştığımızı. Veya ‘All of me’ üzerinden kesirleri öğrendiğimizi. Ya da 'Alexander the Great’ ile tarihe merak sardığımızı. Hatta üniversite sınavına ‘I concentrate on you’ ile hazırlandığımızı.
Haaa, hiç bahsettim mi bilmem, bugünlerde ‘I could write a book’ dinlemeye dadandım. Niyeyse?.... :)))


Yuriy Shevchuk'tan 'Jazz Saxophonist John Coltrane'
Diğer Eserleri
My Favorite Things (J.Coltrane)
Yazanlara sorulan soruyu birkaç gün önce incelemiştik. Şimdi kitaplarınızın on dokuzuncu sayfasını açarsanız (Bu başöğretmen tarzını bayağı benimsedim. :D), bugün de resim yapanlara sorulan ‘Ne resmi yapıyorsun?’ sorusunu öğreneceğiz. :)))
Eğer resim yapmakta acemiyseniz ya da yolun başındaysanız bu soruyla karşılaşmamanız mümkün değildir. Çünkü çevrenizde adınız çıkmıştır bir kere. ‘Çok güzel resim yapar.’ Genellikle bu cümleyi duyan bir yabancının yüzünde ‘Eeee, n’apiiim yani? Ben de harika bulaşık makinesi doldururum.’ (ki düşünürseniz pratikte onun başardığı çok daha anlamlı ve yararlıdır) ile ‘Vay be! Sonunda biz de ucundan da olsa yetenekli birini tanıdık. İster misin şimdi bana bir resmini versin. Üç dört yıl sonra da meşhur oluyor mu sana? Oooooh! Gelsin paralar!’ arasında bir ifade belirir.
‘Ne olmuş yani? Senin de burnun amma büyükmüş.’ diyeceksiniz….. Demeyin! Derdim büyük! :D
Elinize her kalem aldığınızda birinin tepenize dikilip en fazla üç çizgi sonra (çok yeteneklisiniz ya!) ne yaptığınızı şıp diye anlamak istemesi ne demektir bilemezsiniz. :)) Anlarsa mesele yok, ama anlamazsa o kaçınılmaz soru dudaklarının hemen ucundadır. Eee, cevap? İşte zor olan o yanıtı bulmaktır zaten. Çünkü genellikle ne yaptığınızı siz de bilmezsiniz. Aklınızda bir şeyler vardır elbette, ama hiç de ‘Pırıl pırıl masmavi bir gökyüzündeki bembeyaz bulutların aksettiği hafif grimsi bir gölün üzerinde yüzen kayıkların içinde 19. yüzyıl kadın ve erkeklerinden oluşan bir topluluk yapacağım.’ diye düşünmezsiniz. Hadi bunu da düşündünüz diyelim, ortaya çıkan genellikle kel kör bir kirpi olur. :))))
İşte o yüzden vereceğiniz cevap ‘Hiiiiç! Ööööle çiziktiriyorum.’ gibilerinden bir geveleme olacaktır. Siz tabii bitti sanıyorsunuz, ama bitmediiiiii. :D Kan ter içinde uğraştıktan sonra ortaya şaşı, kel, kulaksız ve topal bir kirpi :) çıkarsa mesele yok da, kazara van Eyck’in Arnolfinilerin Evliliği’ne (aşağısı da kurtarmaz :D) benzer bir şey çıkarsa o gücenmiş ve suçlayan bakışların ciğerinize açtığı deliği hiçbir yetenek (!) yamayamaz. (Başyapıtınızı çizdiğinizi gizlemenin bu ülkedeki cezası en az beş altı gün yüzünüze bakılmamasıdır ki, sırf az önce bahsettiğim kem :) nazarlardan kurtulduğunuz için bu ceza size ödül gibi gelir. :D)
Ve işte ana fikir! :))) Sırf bu yüzden resim yaparken de müzik dinlerim. İstediklerini sorsunlar o zaman.
Duymuyorum kiiiiiiiii! :)))))


Dianne Parks'dan Rebirth Jazz'n
Diğer Eserleri
Siz bakmayın oraya buraya laf yetiştirdiğime, internetle tanışıklığım öyle pek eskilere dayanmıyor. Aramızdaki ilişki (ki sadece arkadaşız :D) bir dargın, bir barışık sürüp gidiyor. İlk bağlandığımda (Aşk yok! Aşk yok!) önüme açtığı ufuğu görememiştim bile. O kadaaaar uzaklarda sisli puslu bir ‘Kara göründüüüü!’ hissi vermişti ki, şu meşhur (!) ‘Adamlar yapıyor kardeşim!’ nidalarımdan birini savurmuştum. Genellikle böyle cümlelerde kulağa hoş gelen :))) bir iki sövgü de adettendir ya, ben asla !!!! küfretmem. :) Sonra o ufuk yaklaştııı, yaklaştııııı, yaklaştııııııı, geçen gün Frank Sinatra’nın ‘My Lean Baby’ isimli şarkısını koskoca netin hiçbir yerinde bulamayınca burnumun ortasına bir tane çaktı! :D
Yahu kardeşim, siz değil misiniz hepsini özene bezene kapattığımız, bir de üzerine ‘Valla billa sizin iyiliğiniz için kapattık.’ yazdığımız paylaşım sitelerini kuran. O koskoca Wikipedia bile ancak parmağının ucuyla dokunmuş. ‘Evet, böyle bir şarkı vardır.’ demekle yetinmiş. :) Oysa hayatımda o site kadar kaygan bir zemin görmedim ben. Caz tarihine bakmaya girdin diyelim. Daha adımını atmanla kayıp kendini diş ipini anlatan bir maddeyi okurken bulman bir oluyor. ‘Aaaa, şurada maviyle yazılmış bir kelime var. Ne ki o?’ deyip üzerine tıklaman yeterli. Ondan sonra kendini aradıysan bul. O mavi kelime senin, bu mavi kelime benim geze geze… pardon seke seke gidiyorsun. Kendine geldiğinde elinde sadece üç temel soru kalmış oluyor. ‘Burası neresi?’ ‘Ben buraya nasıl geldim.’ ‘Ben kimim?’
Hadi inatla hiçbir mavi yaş tahtaya :) basmadan bir maddeyi baştan sona okumayı başardın, o zaman da depresyondan depresyon beğen. Maşallah bu ansiklopediye giren hiç kimsenin ikiden az uzmanlığı yok. Hele geçen gün bir tanesine rastladım, adam mühendis, mimar, mucit, vizyoner, tasarımcı, yazar v.s, v.s. Be kardeşim, bu dediklerinin her biri ayrı bir gayya kuyusu. İnsan ömrü dediğin en fazla yüz yıl. Eh, ilk beş yılı agucuk bugucuk. Sonra okula başlıyorsun ki, bu arada başka bir şeyle meşgul olman çok zor. (Tarafımdan denendi ve kanıtlandı. :D) Eee, okul bitti. İş buldun, evlendin, çoluk çocuk… Kendine geldiğinde yaş elli. Beynin, salamurası fazla ve üstelik de içinde uzun kalmış lahana turşusu gibi tel tel olunca mı yaptın bu kadar işi?
Bu durumda bana bir madde açılırsa ne diyecekler?
‘Eeeeele yaşadı gitti gariban!’
Sonuç olarak ben ‘My Lean Baby’mi isterim arkadaş. Gerçi başka bulamadığım şarkılar da var, ama yağma yoooook. Onlar da başka yazıya kalsın. Yoksa nasıl bulacağız her gün yazacak bir saçmalık. :)))))

Fats Domino ve Beatles
Fotoğrafçı Curt Gunther (Diğer İşlerine Örnekler)
“Habire ‘Accccaip resim yaparım.’ diye atıp tutuyorsun. Daha bir tane bile görmedik. Ne iş?” diye soracaksınız diye dizlerim titriyor. Derhal savunmamı vereyim :))) Aslında pek çok (!) çalışmam var, ama satışları (!) etkiler diye burada paylaşmıyorum.  :D
Resim serüvenim inişli çıkışlıdır. Bir dönem dadanırım, sonra suratına bakmam. Kalender meşrebiz dedik ya, işte ispatı. :))) Bir de grubun konseptine uygun hiç resmim yok. (Enim dar! :D ) Güzel Sanatlar Giriş Sınavı hariç hiç bisiklet çizmedim, müziğe gelince o konuda tek sebep de Greta M. isminde bir kızdır. (Ah, bir resmi olsa da şurada gözlerini mozaikleyerek bir afişe etsem… Ancak öyle soğur içim. :D)
Uzuuuun çok uzuuuun :) yıllar önce lisan öğrenme denilen o lanetli :) sürece ilk girdiğimde yabancı ülkelerden birileriyle yazışmak pek modaydı. İşte bu Greta bana o zaman musallat olmuştu. :) Hayır, Almancanı ilerletmek istiyorsan neden bir Türk’le yazışıyorsun, di’ mi ama? :))) Ben kırık dökük Almancamla “Nas’sın? İyisinizdirler inşalla’!” türünden mektuplar gönderirken, o bana şu disko benim, öbür kulüp senin çattırı çattırı gezdiğini anlatan destanlar yollardı. Yazdıkları doğruysa (ki üfürüp uçurmak gençliğin şanındandır :D ) kız bir gece bile evde oturmuyordu. Biz ise “Yüksek izninizle sokak kapısından çıkıp on adım ataraktan köşeyi döner dönmez baş önde 50 metre kadar ilerideki Laz Bakkal’a bir hamlede ulaşmak suretiyle bir ciklet ile iki gofret almamla dönmem bir olabilir mi acaba?” türünden müsaadeler istediğimiz bir zamanda yaşıyorduk.  (Yani neymiş? Tarihi (!) olayları bile Türkiye zamanı, Fransa zamanı, Papua Yeni Gine zamanı perspektifinde irdelemek gerekiyormuş. :D)
E, serde Türklük var, altta mı kalaca’z? Yoook öööle!
Evde oturuyorsak da bizde ne cevherler var türünden balonlar uçurup resim yaptığımızdan bahsettik kıza. Orada bir karambol oldu. Kız daha ne resmi yaptığımı bile sormadan :), küt diye bir resim yollamamı istedi. Üç buçuk aydır yazışıyoruz. Ben ‘kem’ diyorum, o ‘dün akşam partide acayip eğlendim’ diyor, ben ‘küm’ diyorum, o ‘İtalya’ya okul gezisine gittik.’ diyor. Benim kendime güvenim hasetten su kaynatmış durumda… Öyle bir şey yapmalı ki elleri uzunca bir süre ıspazmoza tutulsun da yazamasın.  :) Bana Beatles’ı çok sevdiğini yazmıştı bir keresinde. Gözünü çıkaracağız ya, ben de tuttum her birinin 24 x 30 karakalem portrelerini yaptım. George Harrison’da ne çektiğimi ben bilirim… Paul’un yılık :) kaşlarını oturtunca, Ringo’nun patlak gözlerini yapınca, John’un da gözlüklerini ortalayınca :)))) iş bitiyor. Ama George’un tek karakteristik yönü ellerine kaynaklanmış gitarı. E, ben portrenin neresine yapıştırayım o gitarı. :))) Neyse ‘Ahanda! Bu da George işte!’ diye bir şeyler çizip yolladım. :D
Ben bekliyorum ki, “Vay be! Leonardo Türkiye’ye şube açmış, haberimiz yok.” cinsinden bir şeyler gelecek. Ne ses, ne nefes! O gün bugündür Almanya’dan tık yok. Kızı ıspazmoza tutturalım derken biz hık dedik kaldık vesselam. :))))
Sonuç; o dört portrede döktüğüm kan ve terin karşılığını alamamak bana öyle bir dokundu ki, bir daha müzisyen resmi çizersem beş :) olsun deyip elimi Bruni Sablan’a verdim. Yoksa kadın nasıl o kadar resim yapabilirdi ki?


Erroll Garner ve Clint Eastwood  'Play Misty For Me' filminin müziği için çalışırken
Fotoğrafçı bilinmiyor
Müzikalleri sever misiniz? Sinemayla müziği en olmayacak bir biçimde birleştirseler de ben bu türe bayılırım. Hele çocukluğumda izlediğim Sound of Music, Chitty Chitty Bang Bang gibi müzikaller beni depresyona bile sokmuştur, neden gerçek hayatta da herkes derdini şarkı söyleyip dans ederek anlatmıyor diye. Mesela bakkaldan ciklet mi isteyeceksiniz, hemen step yapmaya ve melekler gibi bir sesle (!) ‘Cikleeeeeet / İşteeee hayatın anlamıııııı / Cikleeeeet / Bedava satılmalııııııı / Cikleeeet / Artiz resimli olmalıııııı / Cikleeeet / İflastan kurtarır bakkalıııııı…’ diye şarkı söylemeliydiniz. Bakkal da hemen kemençe eşliğinde omuzlarını titreterek size cevap yetiştirmeliydi. ‘Alacaksan al şuni / Zıplayıp durma oni / Üç kuruş vere’cesun / Firuldak ettun beni…’ Sonra bir gün bizim Laz Bakkal’ı günün meşhur türkülerinden birini ıslıkla çalarken duyup hemen bu fikirden vazgeçtim. Türkünün ana teması üzerine değme caz virtüözlerine taş çıkartacak doğaçlamalar yaparak atonal bir tını elde etmeyi başarıyordu zira. :))))) Hayır! Benim karga sesimin ve yumurtlamaya hazırlanan ördek gibi dans etmemin bu kararımla hiç ilgisi yoktur.  :D
Müzikal tarihine şöyle bir göz gezdirince her müziğin kullanıldığını görebilirsiniz. Zaten geçmişi antik Yunan tiyatrosuna dayanan bir türün farklı olması beklenemez. Operalardan müzikallere evrilme 19. yüzyılın sonlarını buluyor. Gilbert & Sullivan’lardan Ziegfeld’lere geçiş, oradan Gershwinler, Cole Porter, derken popüler müziğin devreye girmesiyle Astair – Kelly zamanları, oradan tekrar operatik müzikaller; West Side Story, The King and I v.s. Rock operalar (Tommy, JCSS, The Wall). Tekrar popüler müzik…
Ama hiç yüzde yüz caz müziği kullanarak yapılan bir müzikale rastlamadım. Bugüne kadar müzikal olmasa da, sadece cazı konu alan bir tek film seyrettim, o da Clint Eastwood’un yönettiği Bird. Charlie ‘Bird’Parker’ın hayatını anlatır ve hasta cazcılarla arada sırada caza takılanları birbirinden ayırmak için turnusol kâğıdı yerine geçer. :) Şöyle ki:
Filmin yirminci dakikasında hâlâ ekrana kilitlenmiş durumdaysanız, siz tam bir caz aşığısınız. Sekizinci dakikada komaya girip acile kaldırıldıysanız, fazla caz sizde panik atak yapıyor. İkinci dakikada gözleriniz yuvalarından uğramış bir halde yanınızdakinin gırtlağına yapıştıysanız, caz sizde anaflaktik şok, etrafınızdakilerde de cinnete maruz kalma semptomlarına neden oluyor. Filmi hiç ara vermeden sonuna kadar seyrettiyseniz iki olasılık var. Ya doğuştan duyma engellisiniz ya da caz sizin yaşam biçiminiz.
Hiç beklemeyin! On beşinci dakikada ‘Aaaaaaaaayyyyyyyhhhhh! Yahu bu filmde hiç bi’ şi’ olmayacak mı?’ diye isyan ettiğimi katiyen söylemem. :)))))
Gerçek bir caz aşığı olan Eastwood’un ‘İyi, Kötü ve Çirkin’ den sonra sinemaya en büyük katkısı :))) filmlerinde cazı basit bir ara nağme olmaktan çıkarıp başrol oyuncuları ile hemayar duruma getirmiş olmasıdır herhalde. The Bridges of Madison County filmini ağzımın suyu akarak seyretmiştim.  
Ne alakası var şimdi muhteşem manzaralar eşliğinde kavuşamayan âşıkları anlatıyor olmasının? Ben o filmi müzikleri yüzünden sevmiştim bi’ kere. :)))) 

Brent Heighton'dan Jazz Night Out
Diğer İşleri
Geçen gün bahsetmiş olduğum parlak fikrim :), müzitopyama yeni katılımlar oldu, paylaşmazsam çatlarım. :))) Hatırlarsanız müzikodyolarda fast music hizmeti verildiğinden :) bahsetmiştim. Bu bir amme hizmeti (yani sudan ucuz :D ) olarak başlasa da, kodamanlar piyasadaki boşluğu görmekte gecikmeyecekler ve bu avam (!) girişimi derhal elit bir hâle getirmek için kolları sıvayacaklardır.
Nasıl köfte ve tavuğun hızlısı kadar yavaşı da makbulse ve yavaş olanlarının orasına burasına maydanoz, nane tıkıştırıp portakallı ahududu :) şurubunda marine ederek, doğu çeşnileri  katarak, porsiyonun iki katı tabaklar, loş ışıklar (ki yediğinizin kuru fasulye pilav olduğunu anlamayın :D ), köşedeki Tekel Bayiinden alınıp Fransa’daki II. Dünya Savaşı artığı bir kavdan geliyor diye yutturulan… pardon yudumlattırılan şaraplar eşliğinde sunuluyorsa, müziğe de aynısını yapmak neden mümkün olmasın ki… :))) Tabii o, avam müzikodyo lafını biraz inceltmek lazım. Ne yapalım? Müzambiyans!  (Fevkaladenin fevkinde! :D)
Bir müzambiyansın girişinde önce kartınızı okutursunuz. (Kulüp üyeliği sistemi olacak elbette. Boru mu bu? İpini koparan girsin. :D) İçeriden derhal göze hoş görünen, ama anlamsız bir kıyafet içerisindeki mihmandarınız :) çıkar. Bağırsaklarından geliyormuşçasına :) derin bir sesle;
‘Hoşgeldiniz sayın ….. Size nasıl yardımcı olabilirim? Ama isterseniz engin istihbarat kabiliyetimiz sayesinde (randevuyu alan sekreterin çıtlattıklarından bahsediyor :D) bugün Japon işadamlarıyla bir görüşmeniz olduğunu biliyoruz.  Eminim bu toplantıdan önce ordövr olarak Miles Davis, üzerine ana müzik olarak Diana Krall, tatlı olarak da Billy Holiday tercih edersiniz. Bay Davis konsantrasyonunuzu arttıracak, tam kıvamında bir Krall katkısıyla stresinizi atıp, Holiday ile yaratıcılığınız bileyeceksiniz. Bu menüyü nasıl bulurdunuz acaba?’ diye sorar. Müşteri … pardon hatırlı konuk :) baştan savar gibi elini havada şöyle bir sallayıp;
‘Olabilir. Ama sanırım tatlı olarak Harry Connick’de karar kılacağım. Japonların aslında diş gösteriyorken gülümser gibi yapmalarına ancak Connick’in benzeri tarzıyla hazırlanabilirim.’ der.
‘Nasıl arzu ederseniz…’ diye cevap verir hafiften burun kıvıran mihmandarımız. (Elin işadamı ne anlar müzikten. Di’ mi ama? :D)
Kodamanımız hemen 3D yayın yapan (ileride holografik sistem çıkınca yenileyecekler merak etmeyin :D) dev bir ekranın bulunduğu VIP odaya alınır ve asansör müziğiyle (çıtır çerez kabilinden) girizgah yapılıp, ardından siparişler profesyonel dj’ler aracılığıyla yerine getirilir. Tabii arada kazalar da olmayacak değil. Fitness center’da karşılaşan iki kadın arasında şöyle bir konuşma geçebilir mesela;
‘Ay şekerim, şu Nişantaşı’ndaki müzambiyonun dj’ini çok methetmişlerdi, ama geçen gün Glenn Miller’dan hart diye Chick Corea’ya geçince silikonlarım fırlayacak sandım. Zaten son Steve Vai faciasında botoksum atmıştı. O gün, bugün sol kaşım kalkmıyor.’
‘Hayatım, ben Bebek’te bir yer buldum. Valla’ geçen gün Jimi Hendrix’den direkt Rodrigo’nun Gitar Konçertosu'na geçmişler, ruhum bile duymadı. Ama ben senin dediğin yeri biliyorum. Oraya Ferayeler gitmişlerdi de, ertesi gün porselen dişlerini yeniletmesi gerekmişti zavallının. Sen tut, hiç uyarmadan bas Lenny Kravitz’i!'
Yaaa….. Bende daha ne fikirler var, ama tesis yok, tesis! :)))))

Joe 'King' Oliver
Yazılarım çok egosantrikmiş. “BEN* aşağı, BEN yukarı! Başka bi’ şi’ yok!” dedi bir arkadaşım. BEN önce eksantrik dediğini sanıp şişinmeye kalktım. (Niyeyse? Sanki eksantrik olmak matah bir şeymiş gibi. :D ) Ama yok! Egosantrikmişim. Kelimeye gel, söylerken bile tükürüyor! :))) İyi de BENim gibi gözünün eriminde olan her şeyle dalga geçen biri kendinden daha elverişli (Yoksa tehlikesiz mi desem? :D ) kaç konu bulabilir ki? Biraz kendime (ağzımı yüzümü dağıtacak hâlim yok ya… :D), biraz da yıllar önce ölmüş ve hatta üçüncü kuşaktan mirasçılarını da yanına aldırmasına ramak kalmış (ki dava açmaya mecalleri olmasın :D ) kişilere giydiriyorum.  Masaya, pencereye giydirmek zaten serbest. (Gerçi geçen gün bizim kapı bana kötü çaktı. Belki o konuda da dikkatli olmam gerek. :D) Yani BENim yazılarımda egosantriklikten kaçmama imkân ve ihtimal yok.
Ner’de kalmıştık? BEN var ya, BEN… :)))
Bugünün şanslısı yukarıda resmini gördüğünüz Joe ‘King’ Oliver.  Kendisi 30lu yıllarda göçtüğünden, torun torba da herhalde pasaport işlemlerine başlamıştır diye düşünüyorum.  O yüzden hakkında atıp tutabilirim. :) Tek sorun adamcağıza feleğin zaten vurmuş olması. Kendisi Louis Armstrong’un zanaat ve akıl hocası. Hatta Satchmo ‘O olmasaydı, caz bugün geldiği noktada olmazdı.’ demiş Oliver için. Şimdi böyle bir adamın Boğaz’da yalılardan yalı beğendiğini falan zannedebilirsiniz. Efendim? Ha, Amerikalıydı di’ mi o? Tamam! Grand Canyon’da mobilyalı daire olsun o zaman. :))) Ama garibim her bir üyesi caz tarihine geçmiş bir grup (Creole Jazz Band) kurmuş olmasına, hatta bir süre çok iyi iş yapmasına rağmen Büyük Depresyon’un tokadını yiyince varını yoğunu kaybetmiş ve yoksulluk içinde ölmüş. Şimdi BEN bu adama giydirmeye kalksam kesin pot yapar, en iyisi parmak ucuna basarak başka konuya geçmek. :)
Bu Büyük Depresyon zamanı yapılan şarkılar da ayrı bir konu.  (Işık hızıyla konu değiştirilir. :D) İlk beş yılda kriz dorukta, millet kan ağlıyor, ‘Gazap Üzümleri’ durumu… Şarkılara bakınız;  ‘Happy Days Are Here Again’ (Hani? Ner’de? :D), 'Puttin’ on The Ritz' (Adamın içmeye çorbası yok, Ritz’e gidecek. ) ‘We’re in The Money’ (Pardon!). İkinci beş yılda kriz hafiflemeye başlamış… Bu sefer de;  ‘Symphony in Black’ (Bitti yahu. Silkin ve kendine gel! :D), ‘Over the Rainbow’ (İn aşağı! Geçti artık. :D), ‘No Depression in Heaven’ (Bak, ineceğine nerelere çıktı!) :)))
İnsanoğlu işte! Halinden memnun olmak kanına dokunuyor. :) Aaaa! Acaba tüm insanlıkla dalga geçmenin bir adı var mı? :) Dur bi’ Wikipedia’ya sorayım… Şuradaki mavi kelime de ne?.... Üçlü Lutz, ikili Axel…… Üçlü toe loop….. (Evet! Gene kaydım, ama artık giderek ustalaşıyorum gördüğünüz gibi. Figürlere başladım. Bir dahaki sefere Biellmann deneyeceğim. :D ) Bu arada kaydığım… pardon araştırdığım kadarıyla Wikipedia insanlığa güzel giydirenler kategorisine Sokrat, Erasmus, Nietzche gibi isimleri almış. :)) Vay be! BEN neymişim abi! :)))))
(Hobaaaa! Gene egosantrik olduk, ama idare edin artık.)  :D
* 439 sözcükte sadece 9 defa ‘ben’ demişim. Üstelik onlardan iki tanesi de arkadaşa ait. :)))

Lena Karpinsky'den 'The Golden Sax'
Diğer Çalışmaları
Bir zamanlar şarkı tutmak diye bir âdet vardı. Radyonun başına geçer ‘Bundan sonraki şarkı benim olsun.’ derdiniz. Papatya falıyla sayısal loto arasında bir şeydi. :) Romantikler hislerine tercüman olacak ‘PS: I love you’ ya da ‘Love me or leave me’ türünden şarkılar çalsın diye elleri yüreklerinde beklerdi. Kalbi boş olanlar ise ‘Ne çıkarsa bahtıma!’ piyangosu usulü katılırdı oyuna. Üç bilen ‘Luck be a lady tonight', dört bilen ‘Almost There’, beşe çıkanlar ‘Dancing on The Ceiling’, büyük ödül ‘I’m in Heaven’. :) Eh, hep kazanacak da değilsin ya… İki tanecik bilenlere ‘Hey Look No Crying’, birde kalanlara ‘Only you’ ve kenarından bile geçmeyenlere Carmina Burana!!! :))) Ben artık ıslıkla başından sonuna çalabiliyorum O Fortuna’yı… :D
Konumuza dönelim. Şarkı tutmanın radyodan evveli var mı bilmem, ama şarkıların duygulara tercüman olduğu gibi tersini yapıp (tercümanlara duygu olur dermişim. Iyyy! İğrenç bir espriydi. Ben yazmamış, siz okumamış olun. :D ) insanı yönlendirebildiğinin farkındayım. Mesela ben ne zaman ‘I Feel Good’ dinlesem evi baştan aşağı temizleyesim gelir. (Enerji patlaması!) Ya da ‘Orange Colored Sky’ resim yapma isteği uyandırır. (Tek sorunum o renk gökyüzüne uygun yeryüzünü henüz bulamamış olmam. :D) Ama işler sarpa sarınca şarkı tutmak yerine işin ucundan tutmak daha pratik oluyor tabii. :))))
Böyle birkaç durum için işinizi kolaylaştırmak amacıyla :) bazı ilaçlar önermek istedim.
İlki çok basit. Sakin ve gevşemiş bir haldesiniz, her şey yolunda… Ne dinleyeceksiniz? Mozart? Haydn? Nat ‘King’ Cole? Vangelis belki?... Size kalmış tabii. Ama onları dinlerken uyuya kalıp onca sakinliğin keyfini çıkaramama olasılığınız var. :) Benim önerim; vitamin niyetine James Brown, sonrasında bir ölçü Pink Floyd’a yarım ölçü Queen, ardından damardan Joe Cocker ve Ray Charles karışık. Böylece gevşemişliğiniz kafanıza iyice kakılmış olacak ve siz çifte keyif çatmış olacaksınız. :)))
İkincisi biraz daha karmaşık. İşe gelmek üzeresiniz, kapıdan girdiniz. Sekreterinizin suratı sirke satıyor. Ufukta yeni dertler… E, hazırlanmak lazım. Valla’ ben dilaltı olarak Tchaikovsky’nin 1812 uvertürünü tavsiye ederim. İkinci dakikada hâlâ uyanmamışsanız timpanist tokmağı kafanıza ekler. :))) Ya da direkt ikinci kısmı dinleyin, üçüncü dakikada top atışları işinizi kesin olarak bitirecek… pardon görecektir. :))) Sonra duruma göre Coleman, Santana değişerek her on beş dakikada bir alınır. Sekreterle yüzleşmeden önce de muhakkak kas içine bir flakon Wheather Report yaptırın. Ovuşturmayı unutmayın ki, yayılsın sizi öğlene kadar idare etsin. :D
Ve son olarak eve dönüyorsunuz. Siz pişmaniye gibi tel tel olmuşsunuz, trafik ise tam tersine yeni dökülmüş asfalt gibi, ne kadar kaçınmaya çalışsanız üzerinize yapışıyor. :) Evden de kayınvalidelerin yemeğe geleceğini haber vermişler. :) Tek çareniz var. Yol boyu arka arkaya Jan Garbarek alıp, eve gelmeye on dakika kala serum içine dönüşümlü olarak Miles Davis ve Jimmy Hendrix zerk etmeniz. Bu sayede eve geldiğinizde kendinizi yeryüzü cennetinde olduğunuza inandırmak daha kolay olacaktır. Hatta fonda Acoustic Alchemy’den Clear Air For Miles çalıyorsa kayınvalideniz bile gözünüze melek gibi görünecektir. :))))

Ernie Barnes'dan Sugar Shack tablosu
Marvin Gaye'in I Want You albümünün kartonetinde kullanılmıştır.
Ressamın Diğer Eserleri ve Sitesi
Bir şarkıyı neden seversiniz? Ya da neden sevmezsiniz? Bazı şarkılara duyar duymaz bayılırsınız, bazılarının daha ilk notasında geçgeçlere gelirsiniz. :) Aslında ilk durum daha sık oluyormuş gibi gelse de, hiç şans tanımadan es geçtiğimiz şarkılar çoğunluktadır. Müzik türleri konusundaki genel geçer yargılar herkesin algısını az çok etkiler. Klasik müzik ‘Dan dan dan, kafam şişti yahu!’dur mesela. Popüler müzik (herkesi avucuna alıyor gözükse de)Hoppidi zıppidi içim dışıma çıktı’dır. Rock tabiatı gereği ‘Çok anarşik, çooook’dur. R&B, hip hop, rap falan ‘O da müzik mi?’ mevzuatından işleme tabiidir. Doğu müziği çok sesli müziğe gönül ve biraz daha fazlasını :) vermiş olanlara göre zaten ‘hafiften engelli’ kategorisindedir. Uzak doğu müziği ‘Çan çin çon kafa bırakmıyor adamda’dır. Arap müziği, adı üstünde ‘Arabın yalellisi’dir.
Oysa şu ya da bu sebeple beğenmediğiniz müziğin bir temsilcisi gelip kalbinizi alazlayıp gidebilir zaman zaman… İstisnalar kaideyi bozmaz, deyip aynı kafada yolunuza devam edersiniz. Ama benim yaşıma (Binimden yirmi otuz yıl aldım. Daha bu ne ki? :D ) geldiğinizde o istisnalar öyle artmıştır ki, bu sefer sizin kaideler istisnayı tacize :)) yeltenmeye başlar. Önyargılar zayıflar. (Yaşlanmakla ilgisi yok bi’ kere! :D) Müziği kılığına, kıyafetine :)), hangi dilde konuştuğuna, hatta bazen neler söylediğine (Bazıları çok ayıp :D şeyler diyo’, hicap duyuyorum. :D :D) bakmadan değerlendirmeye başlarsınız. Ama…. Ama!...
İçlerinde bütün önyargılardan sıyrılmayı başaran tek bir tür vardır. (Haydi hep beraber!) ‘Arabikoların çalarken bellerini ovuşturup kıvranarak dans ettikleri’ (Ben söylemiyorum, ilk çıktığında Amerikalı beyazların yorumuymuş bu. :D )……….. CAZ!
Genellikle “eeeele bi’ parça” modunda başlar ve size omurilikten dinlenebilirmiş hissini verir. Ne kanalı değiştirirsiniz, ne de ortamı terk edersiniz. Sanki hiç müzik çalmıyormuş gibi bile davranabilirsiniz bir süre. BİR SÜRE!... Sonra o silik müzik yavaştan bir karakter kazanmaya başlar. Derken siz daha “N’oluyoruz?” bile diyemeden güçlenir, güçlenir, kocaman bir dalga gibi bodoslamadan vurur. Bu yeterince yıkıcı değilmiş gibi, ardından sololar sökün eder. Gitar bir hırlar, bir miyavlar, arada kükrer, bazen fısıldar. Piyano tangırdar, şıkırdar, dökülür, damlar. Bas vurur, damgalar, doldurur, noktalar. Kornet hep iter, hep iter. :) Bateri durdurur, haplanır kalırsınız. Saksafon parçalaaaar, birleştirir, parçalaaaar, birleştirir. Trombon değme mahalle dedikoducusuna taş çıkartır. :) Klarnet çorba karıştırır gibi karıştırır içinizi… Sonra siz saçınız başınız dağılmış, giysileriniz üzerinizden sarkmış bir haldeyken o yaramaz cazcılar tekrar kuzu postuna bürünür ve son bir öpücükle :) şarkıyı bitirir.
Artık mikrop kanınıza karışmıştır. Size başka kötü haberlerim de var. Aşısı yok, ilacı yok, kronik (öldürmüyor, süründürüyor demenin kısaltılmışı yani :D ) ve maalesef giderek semptomları ağırlaşan bir hastalık bu.
Siz siz olun, böyle hiç çalmıyormuş gibi başlayan şarkılardan uzak durun. :)))))


Laura Strauss'dan bir çalışma
Diğer Çalışmaları
Eskiden köşe yazarlarının işini, daha doğrusu para kazanma şeklini pek beğenirdim. Her gün bir yazı yaz. Oooh, gelsin paralar! :) Ben daha yirminci yazımda tıkandım. (Lavabo açıcılar falan da işe yaramadı. :D )
Ama onların yazacak çok şeyleri var tabii. Politika yazar, kültür yazar, aktüalite yazar, magazin yazar (aslında son zamanlarda politika ile magazin yazmak arasında pek fark kalmadı ya :D ), yemek yazar, içmek yazar, giyinmek yazar, soyunmak?... onu da yazar :))), resim, heykel, müzik yazar, kendi yaşamını bile yazar. (Aslında böyle onu yazar, bunu yazar diye bugünkü yazımı aradan çıkaracaktım, ama size kıyamadım. :D ) Bense sadece caz yazmak zorundayım. Ya da yazıda caz yapmam lazım. :)) Ha, bir de bisiklet var tabii. Yalnız o konudaki yeteneksizliğimi daha önce açıklamak gafletinde bulunmuştum. Bu saatten sonra Lance Armstrong gibi bisiklete biniyorum, İstanbul – İzmir arasını üç saatte tamamlıyorum :)) falan desem de kimse inanmaz. Belki de çocukluk evimin balkonunda kardeşimle yaptığımız üç tekerlekli bisiklet turnuvalarını anlatmalıyım. “Şimdi ben Ivanhoe’yum. Sen de Lancelot. Birbirimize karşılıklı olarak atlarımızı …aman bisikletlerimizi sürüce’z. Son anda kaçan kaybeder. Taaam mı?” Bu sahnenin sonunda iki tarafın da alnında bir yumru belirdiğini söylememe gerek yok herhalde. Ama merak etmeyin, içimizden birinin akıl sağlığı hâlâ yerinde… (Maalesef o, ben değilim. :D )
Şaka bir yana bizim kuşağın çocukluklarını şimdiki çocuklara nazaran daha şanslı geçirdiğini düşünüyorum. Daha kaygısız, ama daha temkinli. (O nasıl oluyor derseniz, başımıza geleceklerden çok ana babalarımızın bir bakışından korkardık. :D ) Daha korumasız, ama daha doğal. Daha kısıtlı, ama daha doyumlu. Daha kalabalık, ama daha korunaklı. Daha çocuk, ama nasıl oluyorsa aynı zamanda daha bilge. Daha yasaklı, ama daha mutlu.
Bir de şimdi nasıldır bilemem, ama çocukken dinlediğimiz şarkılar bizimdi. O şarkıları bir şeylere kaydedip yanımızda taşıyamazdık. O yüzden de önce kafamıza yazar, sonra içimize sindirirdik. Şimdi o şarkıları dinleyince çocukluğumuza dönmemiz bu sebeptendir. Mesela ‘Samanyolu’ benim için kızamık ve bir hafta yatak demektir. ‘Strangers in the Night’ boğmaca salgınında eve hapsolmak… ‘Bridge over troubled water’ ise potasyum permanganatlı sularda yıkanan bulaşıkları getirir aklıma. (İstanbul’daki kolera salgınını hatırlayan var mı? Bak ‘O kadar yaşlı olan var mı?’ diye sormuyorum gocunmayın diye… :D ) ‘Ain't No Mountain High Enough’ okula başladığım o lanetli :))) zamanlar… ‘Kung Fu Fighting’ kolej sınavları. :)))
Hep dertleri hatırladığım dikkatinizi çekti mi?
Öyle! Çünkü mutlu devletlerin tarihi olmadığı gibi, mutlu insanların da müziği olmaz.
Keyifliyseniz Chopin’in Cenaze Marşı’yla bile horon tepebilirsiniz. :)))))



Tamara de Lempicka'dan The Telephone
Diğer Eserleri
Artık her işimizi telefonla halledebiliyoruz. Yani iddia öyle! Ben daha telefonla hiçbir işimi bitirebilmiş değilim. :) Diyeceksiniz ki, madem o kadar şikâyetçisin, kullanma o seçeneği… İyi de, “Hoş geldiniz! İşinizi halletmek için telefon tuşlarıyla Vivaldi’nin kayıp operasını çalınız. İşinizi halletmemek için lütfen bekleyiniz.” diyen bir mesaja hiç rastlamadım ki… Hatta bir keresinde 9 tuşuna basıp İngilizce menüyü bile dinledim. Yok! Onlara da tanımıyorlar öyle bir seçenek. :)) Bütün şifrelerimin müziğini artık ezbere biliyorum. Bir ay kadar önce markette kasiyer ‘Şifrenizi girer misiniz?’ deyince kıza bir resital vermişim, hâlâ kapıdan her girdiğimde personel sağa sola yıkılıyor. :))))
Telefonda bekletirken dinlettikleri müzikler de ayrı hikâye. Geçen gün otomatik ödemeye aldırdığım bir faturanın ödendiğini faturayı gönderen kuruluşa ispat etmek için Beethoven’in 5. Senfonisi’ni kaç defa dinlediğimi hatırlamıyorum. İlk birkaç dakika tırnaklarınızı yiyerek operatöre bağlanmayı beklediğinizden hatta neyin çaldığı umurunuzda bile olmuyor da, sonradan bir şekilde kendinizi mırıldanarak ya da ıslıkla müziğe eşlik ederken buluyorsunuz. Eh, bu da bir şey. Gevşiyorsunuz hiç değilse… Derken o, işinizi hallet(me)mek için sizi telefonda kırk saat bekleten şirket ne yapıyor? Müziği by pas edip (TDK köprüleme demeyi önermiş, ama ben köprüleyemedim o kelimeyi… :D ) olmadık bir yerinde keserek tekrar başa sarıyor. Siz ise elinizde 60lı yılların mikrofonu gibi tuttuğunuz telefonla Emel Sayın edasıyla göz süzüp seke seke etrafta dolaşırken, birden adı kötüye çıkmış güzel gözlü bir hayvandan :) düşmüş karpuza dönüyorsunuz. :) Hadi bu şoku da atlattınız ve şakımaya :) baştan başladınız diyelim. Bu sefer müziği ortada kesip reklam cıngılı giriyorlar. Tam en bas sesinizle ta ta ta ta taaaaaam diye başlamışken, çiki çiki hooop çiki hoooop çiki ritmine maruz bırakılınca kalan dengeniz de bozuluyor. Sonunda bekletilmenin ve müzik kariyerinize :)) iki defa şiddetle mani olunmasının hırsıyla o anda mevcut ritim ya da makama uygun, seçme sözcüklerle :)) avaz avaz duygularınızı belirtirken pat diye operatöre bağlanıyorsunuz. Tabii selamlama şeklinizi pek tasvip etmeyen :)) bir operatörün işinizi halletmesini beklemek abes oluyor. Genellikle ‘Hiç merak etmeyin! Ben şimdi sizi 323649’e :) bağlıyorum.’ şeklinde karşılık verip küt diye telefonu suratınıza kapatıveriyorlar. :)))
Valla’ bu konuyu caza bağlamak için çok uğraştım, ama olmadı. :)) Yukarıda müzikle ilgili olarak Vivaldi ile Beethoven adları geçiyor ya, onlarla idare ediverin bugünlük. Hayır, telefonlarda caz dinlettiler de biz mi yazmadık? :) Bak iyi aklıma geldi… Bekleme müziği olarak Miles Davis ya da Jimmy Hendrix dinletmeliler mesela… Ya da Jethro Tull. Etrafta şok tabancasıyla vurulmuş gibi yüzlerinde tetanik ifadeler ve boş bakışlarla dolaşan bir yığın insan… :))
…………………………………………………..
İtiraf edin! Gene başardım. Caza bağladım işte. :))))))


Bonni Reid'den Organica
Diğer Çalışmaları                                  Blog (ExhibitB)
İstanbul buz kesti. Uzmanlar (ya da en azından bir kısmı) bu sene zorlu bir kışa hazırlanmamız gerektiğini söylüyorlar. Valla’ kışı bilmem, ama benim baharlarım zorlu geçtiğinden kışa hep temkinli yaklaşırım zaten. Bu sene baharı ışık hızıyla geçince belki yırtmışımdır diye düşünmüştüm. Oysa midem yine kendi üzerine bir çakı cevizi (karmaşık bir gemici düğümü) atmayı başardı.  Şu zayıflamak için midelerine kelepçe taktıranlar kendilerininkini benim midenin yanında staja gönderseler, hiç öyle tehlikeli bir ameliyat geçirmelerine gerek kalmazdı. Şöyle ki; benim sevgili :) midem her baharda giriş ve çıkışına iki mendebur memur yerleştirir. Girişteki memur yukarıdan gönderilenleri hemen buyur etmek yerine biyometrik fotoğraflı pasaport, Schengen vizesi falan sormaya başlar. Hatta bazılarını sırf fotoğrafını beğenmediği için geri yollamaya bile kalkar. İnenlerden bir kısmı “Abi benimki turist vizesi zaten. Fazla durmıııca’m. Mideyi kısa sürede terk edip On İki Parmak Geçidi’ni gezmeye gidece’m.  Oradan Pankreas ve Safra Kesesi Şelaleleri’ne gitmeyi düşünüyorum. Karaciğer dağlarında gurup doyumsuz oluyormuş diyorlar. Bizim tur İnce ve Kalın Bağırsak Bataklıklarını da pek methediyor, ama bir kısmımız Böbrek Labirentleri’ne gitmek istiyor. Benim niyetim turun sonundaki mistik deneyime katılmak.” diyerek memurun duygularına hitap etmeye çalışırlarsa da, bizim külyutmaz bu yeni bilgileri de sorgulamaktan geri kalmaz.
“Hangi mistik deneyimmiş bu? Sindirim Memleketi’nde satanik faaliyetlere izin yoktur.”
“Katiyen satanik değil abi. Bir tünel ve ucunda büyük bir aydınlıktan söz ediyorlar. Orada senden önce gitmiş olanlarla buluşuyormuşsun.” :)))
Bizim turist ağzının iyi laf yapma kabiliyeti ve memurun eşref dakikasına bağlı olarak kısa ya da uzun bir sürede giriş yapmayı başarır. İçeriden de müzik sesleri gelmektedir.  ‘Tevekkeli kırk satır mı, kırk katır mı, diye soruyorlar. Vur patlasın, çal oynasın.” diye düşünürken, görüp görebileceği en çılgın caz orkestrasıyla burun buruna gelir. Chick Corea ortamı fokur fokur kaynatırken, Dizzy Gillespie yeni gelenleri tutup tutup o fokurtuya atmaktadır. Fokurtunun ortasında Charles Mingus önüne geleni bir turist, bir mide, bir turist, bir mide diye şişe dizmekle meşguldür.  Sonra bunlar yürüyen bir bantla Gene Krupa’nın önünden geçerken kafalarına ışık hızıyla birkaç baget yerler. John Coltrane onları bir soldaki mide çeperine, bir sağdaki mide çeperine çakar. Mide sahibi ağrıdan Garfield gibi tavana yapışmış bir haldeyken Steve Vai çılgın soloları marifetiyle sersemlemiş turistlerimizi çıkıştaki mendebur… pardon memurun önüne postalar. Sorgu sual yeniden başlar:
“Gümrüğe tabi malınız var mı?”
“Bende bir iki mide dokusu kalmış ama… Onlar sayılır mı?”
“Yok! Onlar bizim hediyemiz zaten. Ben değerli asitlerimizden arakladınız mı diye soruyorum? Bakın on line çalışıyoruz. Mikrogramına kadar kayıtlıdır asitlerimiz. Çok canımı sıkarsanız, şuradan birkaç nötrofil çağırır koklatıveririm bagajlarınızı, şıp diye bulurlar yasaklı maddeleri…”
İşte böyle sayın seyir… pardon okuyucular! Mide ağrımın hikâyesi burada sona eriyor. Büyük fedakârlıklarla bu bilgileri bize ulaştıran muhabirimizden bir daha haber alınamamıştır. Kendisi için iki dakika saygı duruşu rica ediyoruz. :))))

Adem Aydın'dan 'Simitler'
Sitesi                                                       Çalışmaları
Şu sokak satıcılarından neden Türk Usulü bir müzikal yapılmaz, hep merak etmişimdir. Sadece ülkenin çeşitli yerlerinden on ila on beş tane simitçiyi stüdyoya atsalar, araya da bir iki tane eskici serpiştirseler en azından ana temayı çıkartırlar gibi geliyor. :)
“Şimdi, şu ‘imeeeaağğğğcaaaaağğğğimeeeğğğğğ’ diyeni ‘simyiiiieeeeaaatceeeeaaaa’ diye naralananın soluna koy. O biraz tiz kalıyor, koronun ayarı kaçıyor. Bir de ‘hadeeeeaaa simieeeaaağğğğ – ağğğğ – ağğğğ eeeeeiiiiiit’ diye bağırana söyle, baştan girmesin. Nağme attırırken yanındakinin kulağını bozuyo’. Çocukcağız ‘ge – ge – ge, ge – ge – ge!’ diye diye bir hâl oluyor. Ben ondan gayet temiz bir ‘giyevreeeeeaaaak simyaaaağğğğğğ’ alabilmeliyim.”
“Hocam ‘ırdaaaaaaciiiiiiii’ diyen sorun çıkarıyor.”
“Neymiş derdi?”
“Bunlar ‘sssskeeeeeceeeeaaaaaa’ diye bağıranla aynı bölgeyi paylaşıyorlarmış, ama farklı saatlerde geçiyorlarmış. Tutturdu onun kaydını saat sekizde, benimkini on birde yapacaksınız diye…”
“Yahu dün bir, bugün iki! Bunlar ne çabuk havaya girdi. Yap bi’ şi’ler! Sanatçı kaprisi çekemem şimdi.”
“Hocccaaaam! Hürmetler! Bi’ şi’ istirham…”
“Hadi kardeşim uzatma! İşim çok.”
“Şu sizin simitçilerden ‘syimeeeeaaağğğğ sıceeaaaaaağğğğ’ diye bağıranla, eskicilerden ‘hırdeeeaaaalırııııaaaam ırdeeeaaaacıııııııaaaa’ diye paralananı bir süreliğine ödünç alabilir miydik acaba?”
“Yok ya! Onlar benim as solistler zaten. Dokunursan yakarım!”
“Siz yanlış anladınız. Biz Caz Festivali’ne katılmak için gelmiş yabancı konuklarla otururken sizin çalışmayı duyduk da… Hepsi çok heyecanlandı. Yarım saattir yukarıda sazlarıyla bu sesleri çıkarmaya uğraşıyorlar, beceremiyorlar. Trompetçi sinirinden sazını saksafoncunun kafasına geçirdi. Basçı da kendininkini havada çevirip duruyor. Acilen sizin as solistleri yukarı almazsam çıngar çıkacak. Hem Türkiye’den yeni bir caz türü çıksa fena mı olur yani?”
“Ne gibi mesela?”
“Sesame junkyard jazz!...... Nasıl?”
“Vay be! Hiç fena değil. Sen benim odama getir konukları. Bir de orada konuşalım şu işi.”
E, bunun daha seyyar satıcısı var, overlokçusu var, tesisatçısı var, gazcısı var. Hadi hazır olmuşken, ölmekte olan zanaatları da canlandıralım; yoğurtçusu var, dondurmacısı var, macuncusu var, şerbetçisi var, hallacı var… Hele de o hallaçlar var ya, yayı ve tokmağıyla bir işe koyulsun, değme cazcıyı mest etmezse n’oliim… Çocukken onları seyrederken transa geçerdim.  Hatta Okay Temiz’i hiç yadırgamadan dinlemiş olmamı o zanaata bağlarım. :))
Hadi siz de bir el atın! Vallahi bu memlekette acayip caz kaynağı var. :)))))

Fareli Köyün Trompetçisi :))
Geçen gün bir konuşmada cazla enfekte olanların :) yüzde altmışının Louis Armstrong’un hışmına uğradığını fark ettik. En azından bizim grupta durum buydu. Üstelik bu patlak gözlü, bi’ dudağı yerde, bi’ dudağı gökte :)) adam çoğu kişiyi trompetteki virtüözlüğüyle değil, yeni mıcır dökülmüş yolda sürüye sürüye çekilen takım çantasınınkine benzeyen sesiyle cezbetmişti. :))
Peki, neydi bu adamı bu kadar beğenilir kılan? Hakkında herhalde bir sürü kitap, inceleme, biyografi yazılmıştır. Ben hiç birini okumadım. (Evet, cahilim. Kabul ediyorum. :D ) Uzun zamandır sanatını anlatmak yerine sanatçının yaşamını yüceltmeyi ya da didiklemeyi tercih etmiş kitaplar okumak bana pek hitap etmez oldu. Sanatçının tek görevinin yaptığı işe saygı göstermek olduğuna inananlardanım, o sanata hayran olanlara totem direği olmak değil. İnsan olduğunu unutmamak, insan olduğundan utanmamak, zaman zaman kendini öyle hissetse de, tanrılaşmaya kalkmamak…
Sanırım Louis Armstrong’un kendisine dünya müzik tarihinde bu kadar evrensel bir yer edinmesinin altında yukarıda saydığım ilkeler yatıyor.
Sazına ve onunla kurduğu ilişkiye hiç ihanet etmedi.
Sesini ise kendisiyle aynı dili konuşmayan (hem dil, hem kafa yapısı bağlamında) sıradan insanlara sazının dilini tercüme etmek için kullandığını düşünmüşümdür hep. Eh, çokkkk iyi bir çevirmendi doğrusu… :))) İnsanlar beyazların DİLİnden duydukları cazı onun YÜREĞİnden dinlediler. ‘Yürek yalnız bir avcıdır’, ama avlanmayı da iyi bilir ve Louis Armstrong yüreğiyle çok insanın yüreğini avlamıştır. Asfalt matkabı gibi sesi (Bu adamın sesini tarif etmeye bayılıyorum!!!)  ile çok insanı deldi. Trompeti ‘Fareli Köyün Kavalcısı’ misali çok genci peşinden sürükledi. Onlardan geriye bir ‘babadabum’ sedasından başka bir şey kalmadı. :))  
“What a wonderful world” dedi, sonra ekledi; “When the Saints go marchin' in”. :) “Dream a little dream of me” dedi Ella’ya… Onların yerine biz gündüz düşleri gördük, sarhoş olduk. Tabii sarhoş olunca, ne olur? O zaman da “Ain’t misbehavin’…” diye uyardı. :) 1964’de iki yıldır dünyayı sallayan Beatles’ı “Hello Dolly!” diye seslene seslene kucağında salladı, avuttu. :))) Mack the Knife’la herkesi kesip doğradı. :)
Şimdi söyleyin bana, bu kadar leşi :)) olan bir adam başka hangi koşulda bu kadar sevilebilirdi? :))))
Louis Armstrong
Wanted
Demek ki neymiş?
Caz adam öldürmenin en kolay, en çabuk, en acısız, en sinsi ve en tehlikesiz yoluymuş. :)))))

Xaviar Cortada'dan Music
Sitesi                                                                 Diğer Eserleri
Grubun Ahkâm Kesiciliği’ne adaylığımı koyduğumdan beri dizlerim titreyerek yeni bir silahşor beklemekteyim.  Bu grupta tek ahkâm kesici ben miyim arkadaşlar? Kimse ‘şu şapşalın şapşallıkları bile okunuyor, ben bir şeyler karalasam elimin tersiyle süpürürüm onu’ demeyecek mi? İmdat! Bak, imdat diyorum! :)))
Üç satır, beş satır… Bana yorum yapanlar arasında bir yığın yetenek var… Üstelik müzik konusunda benden fazla bilgililer… Niçün susuyorsunuz kuzum? :)) Her gün konu bulmak için çırpınmaktayım. Sindirim sistemime kadar yazdım. :) Atomlarıma daha ilk yazılarımdan birinde ayrışmıştım. Hele bir el atın!
…… Yok mu cankurtaran?.....
Anlaşıldı, iş gene başa düştü. Çeneyi düşürelim bakalım. :))
Geçen gün hiç dinlemeden es geçtiğimiz şarkılardan bahsetmiştim ya, aklıma geldi. Ben size o şarkıların öyküsünü anlatmadım. İsmi ‘Şarkının İntikamı’… :D
O müzik türü, şarkı veya şarkıcı size hitap etmemektedir. Ama gençlikte hislerinizi böyle nazik ve suya sabuna dokunmayan:)) ‘bana hitap etmiyor’ tabiriyle ifade etmezsiniz elbette. Genellikle kullanılan en hafif cümlecik ‘Nefffffffrett ediyorum.’ şeklindedir. :) Eh, dedik ya, serde gençlik var. Aklınızdan geçenleri ulu orta ve bağıra çağıra söylersiniz. O zaman ne olur? O şarkı sizi mimler… (Yooook, hiç burun kıvırmayın öyle…Çok gotik bir öyküdür bu. :D )
Peki, mimleyince ne olur? Sırf sizi sinir etmek için çarşıda, pazarda, minibüste, dolmuşta, vapurda, motorda karşınıza çıkmaya başlar. Düpedüz taciz yani. :)) Üstelik şikâyet edeceğiniz bir merci de yok. (Diğer konularda hep var da, bir tek bu konuda yok. :D) Siz istediğiniz kadar “Mahallemize geldik. Reca ederim peşimi bırakınız.” deyin, o kuyruğunuzdan ayrılmaz. Bakkalda, kasapta size göz süzmeye devam eder. :) Bu süre içinde kulağınız alışır da, dilinize takılırsa ne âlâ! Ucuz kurtuldunuz demektir. Ama yok! Sizde hâlâ tık yoksa, ondan eskisi kadar ‘neffffffret’ etmekteyseniz, bir süre göz … pardon kulak önünden çekilir. Sanmayın ki kurtuldunuz. Bu sefer hakkınızda bilgi toplamaya başlar. Artık dedektif mi tutar, takip mi ettirir bilmiyorum. Yeterince enformasyon sahibi olduğuna kanaat getirince, en cafcaflı elbisesini giyer, topuklularını ayağına geçirir, pür makyaj size ‘hitap eden’ (ya da şöyle diyelim; hasssssstası olduğunuz) bir müzisyenin kapısını çalıverir. Artık ondan sonra kapalı kapılar arkasında ne yaşanır bilemeyeceğim. :)))) Önce; yok ‘biz yalnızca arkadaşız’, yok ‘ben ziyarete gelmiştim’, yok ‘sadece birlikte iş yapıyoruz’ bahaneleri ileri sürülür. Sonra bir bakarsınız, o hassssstası olduğunuz müzisyen takmış bunu koluna, bir albümüne koymuş.
Hadi bakalım, kaçabilirsen kaç! O şarkıyı bir dinlemediniz, iki dinlemediniz… Çaresi yok! Önünde sonunda dinlersiniz… Bir de ne duyasınız? O terane, o kenar mahalle ezgisi :))) öyle bir aranje edilmiş, orkestraya öyle güzel uyarlanmıştır ki, küçük dilinizle beraber bademciklerinizi de yutarsınız. Ve yıllardır kaçtığınız, duymak bile istemediğiniz, tiksindiğiniz, nefffffffret ettiğiniz o şarkı dilinize takılır kalır. Kankanız olur. Ve sizden intikamını işte böyle söke söke alır. :))
O yüzden sakın şarkıların ‘size hitap etmediğini’ yüzlerine söylemeyin. Hatta hiç dillendirmeyin.
Siz – iyisi mi – öyle şarkılar çalarken parmaklarınızın ucuna basarak ortamı terk edin. :)))))


Philippe Halsman'ın Salvador Dali ile birlikte yaptığı çalışma
Dali Atomicus

Fotoğrafın öyküsü için Behind the Photo

Philippe Halsman'dan başka çalışmalar
Gerçeküstü bir ara... :))



Janis Joplin
Çalışma aka-palodtusme
İki gün önce cephanemin bitmeye başladığından şikâyetle yardım istediğim dostlarım; “Valla’ sen nasıl sayfaya koyduğumuz şarkıları çokkkk güzel dinliyorsan, biz de yazılarını çokkkk güzel okuyoruz. Bizden bundan fazlasını beklemen nankörlük olur.” mealinde cevaplar verdiler.
Alacağınız olsun! :))
Hatta bir dostum; “Her gün yazmak zor geliyorsa, haftada bir yaz! N’apalım, katlanırız.” falan dedi.
Hayır, eğer bunu samimiyetle söylüyorsa mesele yok da :)))), “Hiç olmazsa haftanın kalan altı gününde kafa dinleriz.” demeye çalışıyorsa, kendisine düğün salonlarındaki aile sanatçılarını hatırlatmak isterim.
Hani adamın ya da kadının sesi güzeldir. (En azından güzel sesli diye adı çıkmıştır. :D ) Düğün sahipleri salondaki havayı samimileştirmek (veya karşı tarafa gösteriş yapmak :D ) için çoktan REM uykusuna geçmiş gibi çalan orkestra eşliğinde şarkı söylesin diye ısrar kıyamet yalvarmaya başlarlar. Bizimki kendini ağırdan satmak için; “Ay, vallahi olmaz, utanırım!”, “Mümkünü yok, beceremem!”, “Böyle herkesin önünde olur mu ayol? Ayıp!” diye süzüm süzüm süzüldükten sonra “Eh, hadi bakalım. Ama bak, sadece bir şarkı! Vallahi siz ısrar ediyorsunuz diye, yoksa katiyen söylemezdim.” diye mikrofonu eline alır ya. İşte o an herkesin bittiği andır! (Bilmem anlatabiliyor muyum? :D ) Komaya giren konukları çevre hastanelere dağıttıktan, sıradaki üç düğünü iptal ettikten, gelinle damat balayından döndükten sonra hâlâ salonda “Beni sizler yarattınız! Canlarım benim!” nidalarıyla öpücükler atarak dolaşmakta olan kahramanımızın elinden mikrofonu ancak basınçlı su sıkan zırhlı araç, göz yaşartıcı gaz ve düğün salonu sahibinin korumaları marifetiyle - o da belki - geri alabilirsiniz. (Durumu tüm açıklığıyla ortaya koyabildim mi acaba? :D )
Şaka bir yana, bu yazıları yazmaktan fena halde keyif aldığımı (yannnmışsınız siz! :D ), hatta ufaktan alışkanlık yapmaya başladığını (bittiniz!!! :D ) saklayacak değilim. Söz uçar, yazı kalır derler. İşte ben de size kal getirene kadar yazılarıma devam edeceğim. (Ya da bana kal gelebilir, ama yine de çok ümitlenmeyin derim ben… :D ) Efendim? O sözün anlamı öyle değil miydi? Tamaaaam! Onu da bir başka kompozisyonumda … pardon yazımda ele alırız. (Bu son paragraf bende cephanenin tükenmeyeceğini, yazılarım olmadan yaşanmayacağını …. Hiperego atağı geçiriyorum. Siz bana aldırmayın. :D )
Ez cümle sevgili dostlarım; ilk yazımda bahsettiğim üzere bana bu teklifi getirdiğiniz gün hayatınızın hatasını yapmış olduğunuzu daha yeni yeni idrak etmeye başlıyorsunuz. Hadi geçmiş olsun!!!
Bu şarkı da size gelsin canlarım benim! Beni sizler yarattınız. :)))
“Bir ihtimal daha vaaaar, o da ölmek mi deeeeeersin?”
Pardon! Bu pek caz olmadı. Bir de şöyle deneyelim.
Long night, it's a long night, my friend
The barrooms and the back street's dead end
Sometimes I thought I saw the sunrise and good times in the air
….
No daylight, just a long night for me! :))))))))

Pohpoh :))
İlk yazılarıma şöyle bir baktım da, korka korka çiziktirdiğim üç beş satırdan ibaretmişler. :)) Dizlerim titriyor derken abartmıyordum yani… Hatta dişlerim de takırdıyordu da, onu saklamıştım. :D  Sonra tabii pohları topladıkça uzatmışım da uzatmışım. Yakında eklediğim resim yanında pul kadar kalacak. :)))
Efendim? Poh mu? Haaa, tabii ya! Ben size o yazıyı göstermedim. Sadece çok sevdiğim ve beni ite kaka :)) huzurlarınıza çıkartan (sizin de sebebiniz olan :D ) bir dostuma yollamıştım. Daha işin başındaydık. Tarzımı bilmeyenler alınabilir diye düşünmüştüm. Aşağıda bu yazımı bulacaksınız.
Yazılarımı okuyanlar, okumayanlar, :))) –okuyanlar okumayanlara anlatır diye düşündüm de :D- beğenenler, beğenmeyenler… Bu yazı hiç kimseyle eğlenmek için değil, birlikte eğlenmek için yazılmıştır. Umarım hoşunuza gider.
Sabah bir arkadaş aradı.
”Face’de yazını gördüm.” dedi.
Benim kollar hemen kanat taklidine kalktı tabii. :) Yalnız bir yan etkisi var bunun.  Koltuklarım kabarınca dilime inme iniyor. :)) Arkadaşa cevap niyetine;
”Hebelek, gübelek.”dedim. Hemen anladı havalandığımı;
”Deli misin ya sen?” diye giydirip, anında yere çaldı beni. ”Derdin ne?”
Bu ani rakım değişikliği dilimi çözdü bereket.
”Yok bi’ derdim.” dedim. Dedim, ama sesim öyle dertli çıktı ki, :) inanmadı tabii.
”Ne geçiyor ya eline?” diye sordu bir hiddet, bir şiddet.
“Pooooh!” demişim.
“…?????!!!!!! Nas’sı yani?”
“Poh ya, bildiğin poh işte!”
”Bi’ poh almıyorum manasında mı yani?”
“Ne münasebet! Hiç bir yer bundan daha adilâne ödeme yapamaz.”
”Yok ya! Nasıl oluyor o öyle?”
“Şöyle; sayfaya giriyo’sun, yazımı görüyo’sun. İstersen okuyo’sun, istemezsen canın sağ olsun. Okudun. Beğenmeyen ödemez. Haaa, beğendiysen kişi başı iki poh alıyorum abi. Üstelik parmağımı bile kımıldatmama gerek yok, direkt hesaba geçiyor.”
Arkadaş artık onunla kafa bulduğumdan emin, yavşayıverdi birden.
“Hangi ülkenin para birimi bu poh?”
Bense gayet ciddiyim.
”Benim para birimim.”
“Ne diyo’sun sen ya?”
“Yahu yazımı beğenenler beni POH POHluyor işte! Bundan iyisi Şam’da kayısı!”
Arkadaş benim antikalıklarıma aşılıdır, hiç tınmadan lafı gediğine oturttu.
”Ha! Yani madem yazıyı gördün, hani benim POH POHum diyorsun.”
”Yok yav’! Ne haddime…”
”Tamam, tamam! Sayfaya girer bir şeyler yazarım.”
“Gerek yok ki. Face’le aramızda yaptığımız kur anlaşmasına göre onun bir BEĞEN’i benim iki pohuma :))) karşılık geliyor.  Yazının altındaki BEĞEN’e tıklarsın, POH POHum hemen hesaba geçer.”
Ezcümle; hadi bakalım, pamuk eller cebe! Poh zengini olmazsam n’oliiim! :))))))

Laurie Pace'ten Music Maker
Diğer Çalışmaları                                Blog
Müziğin nasıl tüketildiği (Artık böyle deniyor. 80li yıllardan itibaren her şey bir tüketim nesnesi haline geldi, malum.) hiç dikkatinizi çekti mi? Gün boyunca müzikle yollarınızın kesiştiği zaman ve mekânları şöyle bir düşünün. Kendi seçiminizle ne kadar az müzik dinlediğinize şaşıracaksınız.
Sabah işe giderken trafikte dinlediğiniz  (dinleyebiliyorsanız tabii) müzik her ne kadar sizin seçiminiz gibi gözükse de, aslında yaptığınız şey dinlemekten çok tüketmektir. Çünkü o sırada sağ salim gideceğiniz yere ulaşmaktır ana hedefiniz, müzik dinlemek değil. İş yerinizde müzik yayını varsa da aynı durum söz konusudur. Siz işinizi yapmak için oradasınızdır. Birileri sizin hesabınıza karar vermiş, verimliliğinizin artmasını (!) veya stresinizin azalmasını (!) sağlamaya yardımcı olma bahanesiyle sizi kafanızın gerisine atmak için uğraştığınız bir kakofoniye mahkûm etmiştir.
Şehirli insana ‘vazgeçilmez’ diye yutturulmaya çalışılan alışveriş merkezleri, hızlı yemek dükkânları, lokantalar, hatta giyim kuşam mağazaları ısrarla müzik yayını yapmaktadır. İnsana ne armonik, ne de duygusal anlamda hiçbir şey katmayan bu gürültüyü sizi tepe sersemine çevirip robotlaştırmak için yaptıkları ortadadır. O parazitten kurtulmak, ihtiyacınızın üstünde alışveriş yapıp yapmadığınızı ya da aldığınız malın maliyetini sorgulamadan sadece parayı ödeyip kendinizi dışarı atmak için çabalamanız beklenmektedir.
Evde eğlence imkânı olarak hamuduyla birlikte yedirmeye çalıştıkları televizyonlar da aynı taktikle aklî melekelerinizi elinizden alabilmek için müziği yayınlarında kesintisiz kullanmayı tercih etmektedir. Dışarıdaki eğlence mekânlarında müzik tüketimi aynı şekilde had safhadadır. Müzik DİNLEMEK için konsere geldiğini söyleyen birçok kişi de aslında sadece sosyal bir etkinliğe katılmış olmak, büyük şehrin kendisine sunduğu imkânları mümkün olduğunca sömürmek, böyle bir yerde görünmüş olmanın statüsünden faydalanmak, resimlerini görüp hakkındaki dedikoduları takip ettiği ünlülerle aynı havayı solumak ya da vur patlasın, çal oynasın dağıtmak istemektedir.
Bütün bunları göz önünde tutarak şehirli müzikseverin zorunlu bir müzik tüketicisi haline getirildiğini söyleyebiliriz.  Toplumsal anlamda bu konuda yapılabilecek şeyler kısıtlıdır elbette, ama kişisel bağlamda neler yapabileceğimizi düşünebiliriz. Müzik; dinlemenin ayrıcalık sayılacağı bir ortamda, zamanda ve özellikle böyle bir sebep yaratılarak tadı çıkarılacak bir şeydir. Her ne kadar yaşam koşulları, toplumsal ve ekonomik dayatmalar böyle vesilelerin yaratılmasının önünü kesse de, kişisel olarak bir direniş noktası oluşturma zorunluluğu kaçınılmazdır. Yani müziği tüketmek değil, tadını çıkarmak istiyorsanız ona gereksindiği zamanı ve emeği harcamak gerekir.
Buradan hareketle; tüketim nesnesi olarak sunulan her şeye hak ettiği kadar önem, zaman ve emek harcarsak daha doyumlu bir yaşantımız olacağına inanıyorum. Bunu önce bir yaşam biçimi olarak ortaya koymalı, hazmetmeli, içselleştirmeli ve sonra da arkamızdan gelenlere anlatmanın bir yolunu bulmalıyız.
Bugün değişiklik olsun diye sulanmadan bir yazı yazayım dedim. Şimdi sizden aşağıdaki anketi yapmanızı rica ediyorum.
Birinci paragraf sonu: 
“Daha önce de böyle ciddi başladığı olmuştu. Dur bakalım ne diyecek?” 5 Puan.
İkinci paragraf sonu: 
“E, biliyoruz bunları, sadede gel.” 5 Puan. 
“Ne diyo’ bu?” 3 Puan. 
“Hadi bana eyvallah! Hiç çekemem.” 0 Puan.
Üçüncü paragraf sonu: 
“Ay, öf! Cankurtaran yok mu?” 5 Puan. 
“İçine didaktik kaçmış.” 3 Puan. 
“Horrr!”  0 Puan.
Dördüncü paragraf sonu: 
“Çıtçıtlı tırnak makası olan var mı? Harakiri yapacağım.” 5 Puan. 
“Ben ner’deyim?” 3 Puan. 
Koma. 0 Puan.
Beşinci paragraf sonu: 
“Evi eşime, arabayı da çocuklara bırakıyorum.” 5 Puan. 
“Horrrr!” 3 Puan. 
“Doktor bey, artık ölüm saatini ilan edelim.” 0 Puan.
Altıncı paragraf sonu: 
“Siz hâlâ sağ mısınız? Ben öldüm.” 5 Puan. 
Kalp monitöründe düz çizgi. 3 Puan. 
“Bu yazıyı okumaya tam teşebbüsten sizi cehenneme yollamak zorundayım.” 0 Puan.
Yedinci paragraf sonu: 
Sabrınıza teşekkürler. Yıldızlı Pekiyi. 115 tam 1 / 3 Puan. :)))))


Gdansk Limanındaki Uçan Bisikletler Yerleştirmesi 
Siz de rastlantı olmadığına inandığınız rastlantılar yaşadınız mı? (Cümleye gel! :D) Mesela uzun süredir döne döne aradığınız bir kitabı arkadaşınızın hediye ettiği oldu mu hiç? Sizin kitabı aradığını bilmez, ama okumuş beğenmiştir veya görür görmez siz aklına gelmişsinizdir. Ya da bir konuyla ilgili bir haftadır araştırma yapmaktasınızdır. Kafanız; rejim yapanlara özel, içine ayakkabınız hariç her şeyi attığınız o salatalar kadar karışık, kalabalık ve fakat kof bir haldeyken, boş bakışlarınız tam da bulmak için uğraştığınız parametreye takılıverir.
Bana çok olur. Sözlüğü elime alırım, aradığım kelimenin sayfası adeta kendiliğinden açılır. (Yalnız ufak bir kaide var bu mevzuda. Acelem olmayacak. Acelem varsa, sözlüğü bile bulamam. :D ) Geçenlerde ne zaman sıkışsam (O anlamda değil! Cık… cık… cık! Ne ayıp! :D) oradan buradan önüme devamlı bir şeyler geldiğini fark edince, durumun şans istatistiklerini biraz zorladığını fark ettim. Bakınız günün yazısı…
Geçen gün bir yere gitmem gerekiyordu. Taksiye bindim. Pek çok müşterinin aksine, ben taksilerin onu kullananlara ait mekânlar olduğuna, sürücülerin kimsenin sağlığını tehlikeye atmadıkları ve terbiye sınırlarını aşmadıkları sürece istediklerini yapabileceklerini düşünenlerdenim. (İdeal müşteri profili yani. Vur ensesine, al lokmayı ağzından… :D ) Hatta kimsenin canına kastetmedikleri sürece trafikte yaptıkları cambazlıkları bile anlayışla karşılarım. (Ben de böyle bir trafikte bütün gün direksiyon sallasam hafiften balatayı sıyırırdım doğrusu…) Bu yüzden bindiğim takside çalan ve bütün gayretlerime rağmen hâlâ neffffret ettiğim müziğe hiç itiraz etmedim. Dişlerimi kenetleyip, kulaklarımı kendi üzerine mümkün olduğunca katlayarak (kepçe kulaklı olmanın faydaları :D ) kendimi soyutladım. Olağanın aksine taksi sürücüsü aracını gayet makul ve yumuşak bir şekilde kullanıyordu. Taksilerin arka koltuğunda savrula savrula epey kafa göz yarmış, tavanı sürücünün marifeti, tabanı da yolculuğu bitirmiş olmanın rehaveti ile çok öpmüş biri olarak fazlasıyla rahat bir seyahat yapıyordum. Ta ki yolun sağında kendi halinde giden bir bisikletliye rastlayana kadar… Benim kanatları eksik melaike taksi şoförü bir anda şeytana dönüştü ve ağzımı açmama bile fırsat vermeden bisikletliyi öyle bir sıkıştırdı ki, adamcağız nereye kaçacağını şaşırdı. Mantıklı ve akıllıca bir kararla durup ecelinin (!) kendisini geçmesini bekledi ve inanmazsınız, arkamızdan el kol işareti bile yapmadı. Dikiz aynasından arkayı kontrol ederken kendisine öldürecek gibi baktığımı fark eden taksi şoförü;
“Sen bunları bilmezsin abla!” dedi. “Zırt diye önüne fırlarlar. Sonra al başına belayı.”
“İyi de, o tehlikeli bir hareket yapmadı. Asıl siz onu taciz ettiniz.” diyecek oldum. Cevap veciz.
“O da taksiciliğin şanındandır abla. Onları eğitmek bize düşer. Biz trafik emekçisiyiz ne de olsa…”
“Eh, bunu duyduğum iyi oldu. O zaman şöyle yapalım; deminden beri dişçi matkabından beter zırlayan şu müziği bir kapatalım ilkin. Biraz önceki manevralar yüzünden beni araba tuttu. Sağdan yavaş yavaş gidersek çetrefil bir durumda arabayı kirletmemiş oluruz. Ha, bir de …. uğramamız gerekiyor.”
“N’aptın abla? Oraya bu saatte giren bir daha çıkamaz.”
“Ama bir trafik emekçisine yakıştı mı bu laf şimdi?”
Adamı mı, yoksa kendimi mi cezalandırdım bilinmez, ama onu ökseye tutulmuş kuş gibi o trafiğin içinde bırakıp taksiden indiğimde yüreğim kat kat yağ bağlamıştı. :))))
Buradan o bisikletliye sesleniyorum; kanın yerde kalmadı arkadaş! :D :D


Chant Avedissian'dan Umm Kulthum (Ümmü Gülsüm)
Sitesi                           Diğer Eserleri
Yıllar önce aldığınız bir kitabın içinden oraya nasıl girdiğini hiç bilmediğiniz bir fotoğraf, not düşer ya bazen. (Gerçi benimkilerden genellikle bisküvi parçaları, ekmek kırıntıları falan dökülür ama neyse… :D ) Geçen gün başıma böyle iki olay geldi.
Yazılarımı evde ne kadar kırpık, atık, kullanılmış kâğıt varsa onlara yazmayı adet edinmiştim. Böyle her gün bir şeyler yazınca fazla dayanamadılar tabii… (Hayır, evde de hiç kâğıt yok biliyor musunuz? İki top A4, 5 – 6 tane büyük boy, 2 tane küçük boy defter, sayısını unuttuğum kadar bloknot… :D ) Evin içinde döne döne kâğıt :))) arar, gazetelerin kenarlarındaki boşluklara aç gözlerle :)) bakarken birden kendime geldim. Kapağının desenine, rengine kıyamadığım için kullanmadığım bloknotlara takıldı gözüm. Sonunda yarım saat kadar kendimi telkin edip, sakinleşmek için en pes perdeden ‘oooooommmmmm!’ladıktan ve defalarca ona kadar sayıp, sersemlemek için kafamı duvara iki üç defa vurduktan :))) sonra içlerinden en az beğendiğim bir tanesini seçtim. Elime almamla arasından bir kâğıt düşmesi bir oldu. Bir eskiz… Ama bana ait olmasına imkân yok. Yaptığımı bile hatırlamıyorum zaten. Yaşaması ancak bir kâğıt üstünde  mümkün olabilecek, gövdesi yaratana yan bakan, dalları salkım söğüde daha çok benzeyen bir zeytin ağacı…:)) Gayet depresif renklerle, savruk bir şekilde yapılmış, arka plan piiiis, berbat bir kahverengi… Hiç tarzım değil. Evet, depresif çalışmalarım oldu, ama bu… Vasiyet gibi, ‘İntiharımdan kimse sorumlu değildir.’ notu gibi bir resim. Nedense acemice hatalarına, renk seçimine rağmen içimde bomba gibi patladı. Hatırlamıyorum, ama benim işim olduğu belli. Yitirilmiş bir an yüreğimi kavurmuş gibi oldum.
Aynı gün bir vesileyle yıllar öncesinden biri düştü aklıma. Anneannemden adını huşu dolu bir tonlamayla işittiğim Ümmü Gülsüm. Hiç dinlememiştim. Eh, artık imkânım olduğuna göre… Neden olmasın? En meşhur şarkısıyla başladım dinlemeye. Konser verdiği tek Avrupa Ülkesi olan Fransa’da Olympia Konseri’nin kaydını bulup dinledim. I–ıh! Hiç hitap etmiyor. (Yok, abartmayalım… Nefffffret falan etmedim. :D ) Sonra bir taraftan hakkında yazılanları okurken, dişimi sıkıp sırayla şarkılarını dinlemeye devam ettim. Sesi kontraltoymuş. Eh, altoyu duyduk da, daha kontr çekmedi. :) Fazla değil, ikinci oktava inebiliyor, sekizinciye çıkabiliyormuş. (Merdiven gibi bir şey olsa gerek. :D ) Çocuk oyuncağı! :)) Şarkıları genellikle 25 ila 45 dakika sürermiş. Yanlış anlamayın. Konser değil, bir şarkı o kadar sürüyor. Hıh! Bana mı söylüyorsun? Enta Omri’yi (Sen benim ömrümsün anlamına geliyormuş.) on eşit parçaya bölmüşler. :)) Bana sorarsan hepsi birbirinin aynı. (Arabın yalellisi tuzağına mı düşüyorum ne? :D ) Gırtlak ve makamla ilgili doğaçlamalarıymış esas üstünlüğü… Ki bolca var, ama ne çare! Ben nato kafa, nato mermer! :)) Ses telleri saniyede 14000 titreşim yapıyormuş. Neeeee???!!!! Hiç biri sesinin gücüne dayanamadığı için mikrofonlardan bir ila üç metre uzakta durması gerekiyormuş. Yooookkkk artık!!! Derken o sırada bir gençlik kaydı çalmaya başlamaz mı? Bu kadının sesinin parmakları varmış arkadaş! Önce bir kedinin boynunu okşar gibi hafiften gıdıklıyor yüreğinizi. Sonra şöyle usuuuulca sıkıveriyor gırtlağının avucunda. ‘Hırk!’ diye kalıyorsunuz. Azıcık daha, azıcık daha. ‘Ayağının türabı olayım abi … şey yani abla. Ben ettim sen etme!’ diyorsunuz. ‘Yukarıda benimle dalga geçen sen miydin?’ der gibi gömüyor tırnaklarını ciğerinize. ‘Abla vallah enta omri, billah enta omri…’ diyerek canınızı kurtarmaya çalışıyorsunuz. Hâlinize acımış gibi salıveriyor aniden, büzüşmüş ciğerlerinize bebeğin ilk nefesi misali azıcık hava çekiyorsunuz. Tam kurtulduğunuzu zannederken, sesten oluşmuş kızgın bir şiş yüreğinizi dağlayıveriyor.
Huşu?.... Hadi canım! Resmen korkuyorsunuz.  Kadın sesiyle sizi her an öldürebilir zira. :))
Bir günde iki kalp yorgunluğu fazla geldi. Artık yaş kemale erdi, kaldıramıyorum. :)) Ben biraz yatıp dinleneyim.
Bir daha da eskileri karıştırırsam üç olsun. :))))


Makyaj sanatçısı Alex Box  ile fotoğraf sanatçısı Rankin'in birlikte çalıştıkları bir projeden
Alex Box by Rankin
Efendiiiim! Biz kaç çeşit şarkı görmüştük? Arkadaş şarkı, ŞARKINIZ, eğitici şarkı (Lise ve dengi okullarda okutulan derslerden söz ediyorum. Cık, cık, cık! Siz ne anladınız? :D ), intikamcı şarkı. Demek ki geriye fazla bir şey kalmamış. On, on beş tane daha ya çıkarırıııım, ya çıkaramam! :))) Bugün aldatan şarkıları irdeleyeceğiz.
Bakkaldan içeri girdiniz. Mahalle bakkalı ha, öyle marketten bozma bir yer değil. Hani raftaki malların birbirlerinin sırtından atlayıp rol çalmaya uğraştıkları ıngıl ıkış dükkânlardan. Bakkal da bildiğimiz, kendi halinde (genellikle kendinden geçmiş olur ya, neyse… :D ) bir adamcağız. Radyo ya da televizyon açık ve senfonik bir müzik çalıyor. Kulaklarınıza inanamıyorsunuz. Bu, İstanbul’da çukursuz cadde bulmak kadar önemli bir keşif! :)) Bir taraftan alışverişinizi yaparken, bir taraftan da kulak kabartıyorsunuz “Çalanı biliyor muyum, solist tanıdık mı acaba?” diye. Tam paranın üstünü alırken, çok sesli müzik pat diye yerini piyasa işi, kötü (Özür dilerim, ama daha hafif bir tabir bulamadım. ‘Bana hitap etmiyor.’ demek de içimden gelmedi. :D ) bir teraneye bırakıyor. Hayır, bakkal ‘Paran kadar konuş!’ demenin incelikli yolu olarak bunu mu buldu acaba? :)) Kafanız karışmış olarak oradan çıkıp bir dolmuşa biniyorsunuz. Aman Tanrım! Orada da bir orkestra… Anlaşılan bugün herkes çok sesli müzik dinlemeye karar vermiş, diye düşünürken hooop gene değişiveriyor müziğimiz. Hakkını yemeyelim, bu defaki başka bir terane. :) Vapura biniyorsunuz bir başkası… Taksi öyle… Ve her seferinde de aynı yürek çarpıntısı; ülkemde orkestra müziği iş yapmaya başlamış… Ve aynı hayal kırıklığı… Muhteşem introları takip eden piyasa işleri… Yanlış anlaşılmasın. Popüler müziği kötülüyor değilim. Ama orkestrayla girilen bir şarkının iki sazla devam etmesi en hafif tabiriyle insanda attan inildiği :)) hissi uyandırıyor. Sonrasında yolculuğa hangi araçla devam edildiği de bana kalsın. :)))  İşte aldatan şarkı böyle bir şey. Makyajın altından bir gudubet çıkıyor.  
Bir de gudubetin makyajlanma aşaması var. O da şöyle oluyor. Bir sebeple sahneye çıkmanız lazım. (Sebebini ne siz sorun, ne ben söyleyeyim. :D ) Bu yüzden sahne makyajı yapılacak. Önce dört numara zımparanın sıvılaştırılmış bir modeliyle suratınız kazı… pardon siliniyor. Bu işlemin sonunda sadece göz kapaklarınızın hareketini hissedebiliyorsunuz.  Onu hissetmenizin sebebi de ‘Belki gözlerimi yeterince hızlı açıp kaparsam, yüzümün yanmasını geçirecek kadar rüzgâr üretebilirim.’ diye düşünmenizdir.  Sonra gözlerinizi kapattırıp yüzünüzü seriiiiin, lapa kıvamında bir şeye buluyorlar. “Oh be,rahatladım!” diye gözlerinizi açmanızla aynadaki hayaleti görüp çığlığı basmanız bir oluyor. Tabii çığlığın şiddetine göre verdiği hasar, çatlak, patlak ne varsa, oflayıp puflayan makyöz tarafından tekrar yamanıyor. Birinci astarın ardından ikincisi yapılıyor. Üzerine yeni bir surat çiziliyor. Bu süre içerisinde bir şekilde aynaya bakmanızı önlüyorlar ki, ikinci bir kaza yaşanmasın. :)) İşleri bitince, aynadan bakan sadece gözleri kısmen size benzeyen bir vitrin mankeni. Aklınız varsa sizi önceden tanıyanlara öyle gözükmeyin! Bırakın sizi eski hâlinizle hatırlasınlar! :))) Ben beş kişiye göründüm. Üçü dudaklarına transplantasyon yaptırmak zorunda kaldı. Dördüncüsü zaten ‘Hmmpfff!’ deyip gözden kayboldu, bir daha kendisinden haber alamadık. :)) Beşinci dayanamayıp “Ya bu biraz fazla olmamış mı?” diyecek oldu. Ben telaşla “Nnnnnerettti mmppfıssslıııı ııılmmmpfıt? Teele ddiiselttireym…” (Neresi fazla olmuş? Söyle düzelttireyim. Ç. notu. :D ) dedim. O kadar katın altında yüz kaslarım iflas halinde tabii. :)) Hayrettir, muhatabım beni anladı. Ama verecek cevap bulamadı. Bu arada ben soruyu sorarken samimiyetimi vurgulamak için iki üç kez gözlerimi kapatıp açmak gafletinde bulunmuştum. Dördüncü de sağ göz arıza yaptı. Aman makyaj bozulmasın diye sağa sola çarpa çarpa makyaj odasına geri döndük. Neyse ki makyöz ‘Bu takma kirpiiiik, bu gerçek kirpiiiik, bu takma kirpiiiik, bu gerçek kirpiiik.’ diyerek kavgalı tarafları birbirinden ayırdı da, stereo görüşüme tekrar kavuşabildim. E, gudubet örtmek kolay değil tabii. :))
Ama o aldatan şarkılar var ya, onların yüzünden ne çok müziği es geçtiğinize inanamazsınız. Mesela ben Can Atilla’yı o yüzden hiç bilmemişim. Arkasından bir terane daha gelir korkusuyla devamını hiç merak etmemişim bestelerinin.
Yani ne gudubetin makyajı, ne de makyajın altındaki gudubet çekilir gibi değil.  :)))

Dayoff (Terrance Osborne
Günün mana ve ehemmiyetine uygun olur diye düşündüm. :)))

Terrance Osborne
From Nothing
Sitesi
Şehirler bazen… çok ender de olsa sihirli yerlerdir.
Şehrin tam kalbinde yaşarsınız. Öyle ki; kaldırımlarda, pencere pervazlarında, apartman kapılarının köşelerinde, otopark taşlarının arasında bile yeşilin zerresi yoktur. Mahalle; insanı, hayvanı, ağacı, otu, hatta böceğine kadar griye kesmiştir adeta. Beton binaların plastik çerçeveli pencerelerinde ya taşlaşmış perdeler asılıdır ya da sıkılmış dudaklar gibi panjurlar örtülüdür. Bazen camlarda kazara olmuş gibi bir yaşlının rengi kaçmış yüzü belirip kaybolur. Oturanların çoğu hayatlarının dörtte üçünü işlerine vakfetmek zorunda olan kişilerdir. Evlerinden çıktıklarında da alışveriş merkezlerinde hava almaya :), sosyalleşmeye, eğlenmeye giderler. Zaman zaman hayatlarının mekanikleştiğini hissetseler, ne olduğunu bilmedikleri bir şeyin özlemini duysalar da yaşam kendi dinamiğinde devam eder.
Derken bir gün, bir sonbahar günü araba çalışmayıverir. Yağmur çiselemeye niyetli olduğundan bütün taksiler de sır olmuştur. Off!!! İşe geç kalma korkusu mideyi kemirmeye başlayınca yürüme mesafesindeki otobüs durağına gitmek farz olur. İki üç dakikaya kalmadan araba kullanmaya, işte profesyonel görünmeye gayet müsait olan kıyafetlerin yol yürümekten hiç hoşlanmadıkları ortaya çıkar. Çok geçmeden ceketinizden şık ve seçkin zevkinizi yansıtacak şekilde hafifçe gözüken bluzunuzun yakası alışmadığı beden hareketlerinin etkisiyle dudaklarınıza dayanmış, sizi boyunsuz bırakmıştır. İş yerinde bedeninizin tam gerektiği kadar kısmını göstermekte pek mahir olan eteğiniz bacaklarınıza dolanmakta, çorabınıza yapışıp edepsiz :)) bir şekilde sıyrılmaktadır. Evde son teline kadar itinayla yerleştirdiğiniz saçlarınız artık dudaklarınızdaki rujun, yanaklarınızdaki makyajın tadını almıştır. İnkâr ederken inandırıcı olabilmek uğruna habire kilo vermeye çalıştığınız yaşınız :)) işinin gereğini yapmış, topuklular üzerinde kalma sürenizden bir buçuk saat çalmış gibidir. Erkekler bu konuda daha şanslı olsalar da; pantolonun hafifçe belirginleşmeye başlamış göbeğin altına düşmekte ısrar ettiğini, iki teli sağa sola taranıp üçüncüsü dağınık bırakılan :) saçları horona kaldıran azıcık rüzgarın bile kafada açılmaya başlayan noktaları buza kestiğini, steril ve hareketsiz bir yaşama alışkın gömleğin harcanan eforla fena halde terlettiğini, ter kokusunun tıraş sonrası losyonunu fersah fersah geçip kendi burun deliklerini bile rahatsız ettiğini, şu kravatı icat edenin mezarından kaldırılıp tekrar tekrar öldürülmesi gerektiğini :)) fark ederler.
Yollarda tek tük geçen arabalar dışında in cin top oynamaktadır. Gene de ufak tefek aksiliklere alışınca biraz önce saçlarını başlarını dağıtan rüzgâr hoşlarına gitmeye, yürümekten anlaşılmaz bir keyif almaya, yanlarından geçen arabalardaki boş bakışlı yüzlere küstah nazarlar atmaya başlarlar. Günlük rutinin dışına çıkmış (ve hâlâ yaşıyor :D ) olmak bir kaçamağa, bir maceraya dönüşmüştür artık. Etraf arabayla geçerken hiç dikkatlerini çekmeyen bir sürü ayrıntıyla doludur. Her zaman masalarını dolu görmeye alıştıkları kafelerin önü boş ve yabancı görünmektedir örneğin.  Dükkânını açmaya gelen adamın kepenk kaldırırken yaptığı hareketler bizim zoraki yayaya ilginç ve neredeyse büyülü :)) görünür. Elinde büyücek bir sepetle karşı apartmandan çıkan kapıcıya gülümser farkında olmadan. İlerideki belediye işçisinin turuncu yeleği bu garip coşkusuna cevap verir gibi neşeli neşeli parlamaktadır. Kendini öyle iyi hisseder ki, haftada bir gün ofise yürüyerek gitme kararı vermeye kadar vardırır işi. Bu hayalini romantik ayrıntılarla süsleyerek yoluna devam ederken bir köşeyi döner ve şehrin sihri tam karşısındadır.
İleride, kaldırımda tek başına bir ağaç sonbahar pijamasını :) üzerine geçirmiş, kollarını alabildiğine açmış karşısında durmaktadır. Yapraklarındaki yeşiller, sarılar, kızıllar sokaktaki evlere sirayet etmiş gibidir. Çoğu balkonda ve pencere kenarında saksı çiçekleri, yeşillikler görünmektedir. Dükkânların önünde bile betondan künklerin içinde de olsa yeşiller, allar, sarılar, morlar göze çarpar. Az önce geçtiği ölgün sokakların yanında burası oldukça kalabalık gelmiştir etrafta insan olmamasına rağmen. Onca griliğin ortasında bu kadar renk görmek midir kendisini çarpan bilemez. Ama içi yıldırımlanır. O gün iş yeri de dâhil her yer gözüne farklı görünür. 
Ertesi gün artık çalışmakta olan arabasına biner. Bir gün önceki sokaktan geçmek üzere yolunu değiştirir. Köşesine yaklaştığında nefesini tuttuğunun farkında olmadan vites küçültüp, pozisyon alır ve…
“Kör müsün kardeşim? O tabelayı niye dikmişler oraya? Sokağa giriş yok. Allah Allaaaah! Her gelene ehliyet verirsen böyle olur işte!”
Karşısından gelen bir arabayla burun burunadır ve sürücü hâlâ saydırmaktadır. Bir gün öncesinin zoraki yayası içinden söverek manevra yapar ve oradan uzaklaşır. Bir daha da hiç aklına getirmez orayı.
Şehirler bazen… çok ender olarak sihirli yerlerdir.
Sihir uçar gider. Yeniden yaratmak ise sizin elinizdedir.


Jen Stark'tan Priamaries Invert
Diğer Çalışmaları (Sitesi)
Ya siz hiç kâğıt beğenmedi diye yazamayan birini duydunuz mu? Kırpıntı kâğıtlarıma veda edip raflara bekçilik yapması için yıllardır turşusunu kurduğum bloknotlardan birine yazmaya başladığımdan beri kendimi sık sık elimde kalem, ağzım açık tavana bakarken yakalıyorum. Sonunda “Yok! Tamam artık! Sen bitmişsin. Bırak debelenmeyi!” diyerek bloknotu bir tarafa, kalemi bir tarafa fırlatıyorum. Kendimi başka işlere vuruyorum. Aradan bir saat geçmeden bir bakmışım elimde sırf alışveriş listesini not almak için azimle mutfakta tuttuğum, bir kelime yazıyorsa, üçünü es geçen tükenmez kalem (Tamamen tasarruf amaçlı! Çünkü o kalem elmayı yazarsa, domatesi, zeytinyağını, deterjanı yazmıyor. Böylece ev ekonomisi de kendiliğinden halloluyor. Mesela bu akşam yemekte kremalı elma çorbası, elma suyunda marine edilmiş elma fırında ve tatlı olarak da apple pie var. Eee, her lokantada yabancı isimli en az bir yemek olmalı. :D ) gazete sayfasının yanındaki boşluklara bir şeyler çiziktiriyorum. Be güzel kardeşim, mis gibi beyaz kâğıda doğru dürüst mürekkepli bir kalemle temiz temiz yazsana! Yok! Benimki şeytan azapta sendromu… Sanatçılık var serde, n’aparsınız… :D
Sanatçılık dedim de… (Hadi, hadiii! Lafı buraya getirmek için ne numaralar çektiğini bilmiyoruz sanki. Sırf bu konuya girizgâh olacak paragrafı yazabilmek için üç gündür dokuz doğurduğunu, beşini cami avlusuna bırakıp dördünü evlatlık verdiğini bilmesek yutturacaksın yani…)
Hayır, şu geveze antrparantezden bir kurtulabilsem, bugünkü yazımı da hayırlısıyla bitirece’m ama… Neyse galiba sustu.
Müzisyenlerin hayatına merak sardım bu aralar. J&B’nin sayfalarına yüklenen şarkıları dinlerken bir taraftan da müzisyenin geçmişini (Hayır, gelmişini demedim!  :D) didikliyorum. Herhalde bugüne kadar yirmi, yirmi beş tanesini hallaç pamuğu gibi atmışımdır. İçlerinden bir tane de sağlam yumurta çıksın. Hepsinde bir arıza… Bir defa bağımlı olmayan adeta yok. Bana kalırsa asıl bağımlılıklarından (müzik) tatile çıkabilmek için başka şeylere düşkünlük kazanmaya çalışıyorlar ya, neyse… Hem bu kadar maymunu sırtlarında (Bu tür alışkanlıkları çok güzel tanımlayan bir deyimdir. Bu isimde bir de Amerikan Filmi vardır.) taşıyıp, hem de nasıl o kadar güzel şeyler üretebiliyorlar insan hayret ediyor. Bazıları o maymunlar yüzünden üretken olduklarını söylemiyor da değil hani… Bağımlı olmayanlar ise bir tahtayı kaybetmekle ağılın kapısını toptan açıp ‘Keçilere özgürlük!’ sloganları atmak arasında değişen türden bir ruh hâline sahip. Bir de dikkat ettim erkenden terk-i diyar edenler adeta insanüstü bir hızla üretiyorlar. Mesela Joe ‘King’ Oliver mesleğini elinden alan hastalığın döktüğü her diş başına 3 kayıt yapmış, Glenn Miller sonunda uğruna hayatından olduğu orduya hizmet verdiği her yıl başına 8 şarkı bestelemiş (yaptığı kaydın haddi hesabı yok), John Coltrane 41 yıllık yaşamına 26 kayıt sığdırmış. Aslında bunu sadece müzisyenlerle de kısıtlamamak lazım. Mesela Van Gogh’un kulak başına yaklaşık 450, Frida Kahlo’nun omur başına 2 tablosu var. Sylvia Plath intihar başına 9 kitap çıkarmış. Bu böyle sürer gider.
Demek ki neymiş? Sanatçı olmak için ya sıkı bir bağımlı olacaksın (Kitap, resim, müzik, sinema bağımlılığı sayılırsa, o iş tamam!) ya da hafiften ağır sıklete kadar değişen oranda kaçık. (Endişeye mahal yok, seninki konjenital zaten!)
Haaaa, ben şimdi anladım bloknota yazamama olayınıııııı…. :)))
(Çok inceden dokundurur bizimki… İmza: Antrparantez.) :D


Igor Scekic'ten Music in my Head
Diğer Çalışmaları                  Sitesi
Louis Armstrong “Dünyada iki tür müzik vardır. İyi müzik ve kötü müzik.” demiş. Yüzde yüz katılıyorum da, iyiyle kötüyü nasıl ayırt edeceğiz? Var mı öyle “Ben iyi müzik yapıyorum.” diye kenara çekilmek. :)) Mesela bana göre kötü olan pek çok müzik peynir ekmek gibi satılırken ortaya çıkıp “Sizin dinlediğiniz müzik beş para etmez arkadaş!” diyebilir miyim yani? Ya ben yanılıyorsam?
En iyisi biz bu konunun kişisel tarihçesini biraz inceleyelim.
Siz portakalda vitaminken ana babanız ne dinliyorlarsa, onlar için ‘iyi müzik’ odur. Dolayısıyla kişisel big bang’inizi :))) takiben sırasıyla börülce, fasulye, iç bakla, patates ve karpuz boyutlarına erişirken dinlediğiniz müzik bu meyanda olacaktır. Böylece en sevdiğiniz ilk ‘iyi müzik’ arşivinizde yerini alır. Tabii annenizin vücudundan akseden seslerle karışık olarak. Şimdi anladınız mı arkada müzik çalarken çamaşır makinesi çalıştırmanın size niye iyi geldiğini? Gerçi şimdikilerde hızlı süzdürme işlemi biraz parazitlendiriyor müziği ama neyse… Eski tamburlu makineleri tek geçerim bu konuda. :)) Doğduktan sonra herkes değişik tonlarda tizleşerek adınızı çığırmaya başlar ya, işte o da ikinci ‘iyi müzik’ kaydıdır. Yani eğer isminizden nefret ediyorsanız, aile üyelerini detone olmakla suçlayabilirsiniz hiç çekinmeden. :)) Biraz ele gelmeye başlayınca “ana, baba, mama, atta” gibi basit sözcükler girer devreye. Arada münasebetsiz akrabalar “anne, yemek, gezmek, dayı, amca, teyze” gibilerinden akordunuzu bozmaya çalışsalar da, kolay olma hasebiyle savaşı diğer taraf kazanır. “Ben sana hayran, sen cama tırman!”türünden şarkılarda neden hemen eller havaya olduğunuza ayılmaya başladınız mı ufaktan? :))) İki üç yaşlarına geldiğinizde dönüp dönüp başa saran çocuk şarkıları başlar ucundan. Çokça oyun, biraz tekerleme, az müzik. Olsun! Derhal iyi müzik arşivine girer bunlar da. “Que sera, sera” yı dinlerken aklınıza “Tel sara yavrum, tel sara!” geliyorsa, “Are you lonesome tonight?” la “Fış fış kayıkçı” tarzında dans ediyorsanız, bunda sizin hiçbir suçunuz yoktur. :) Büyümeye ve çevrenizde dinlenen müziğe kulak kabartmaya devam edersiniz. Artık iyice dillenmişsinizdir. Şarkılar mini mini ağzınızdan dökülmeye :))) başlar. Büyükleriniz ilkinde “Tanrım, bir dahi yetiştiriyorum!” ayarında tepki verdikleri “Stenci indi nay tek cinsiz gidensiz.” mısraının birbirini takip eden yirmi yedinci terennümünden sonra isteri belirtileri göstermeye başlayabilirler. Sırf o şarkıyı size unutturabilmek için evde müzik sesi kesilir, ama temizliğe gelen yardımcı kadın imdada koşar hemen. Üç gün sonra yeni repertuarınız hazırdır. “Abi kapıyı çaysam, başımda kuru hacıııı!” Ayılıp bayılmalar bitip, rayından çıkmış müzik zevkinizi yeniden tesis etme çalışmaları başlasa da, geçmiş olsun! O şarkı sizin iyi müzik arşivinize eklenmiştir artık. Sonradan ani bir güzergâh değişikliği yaparak ‘damardan şarkılara’ yöneldiyseniz müsebbibi bellidir. Yaşınız ve çevreniz arttıkça müzik dünyasında savrulmaya ve iyi müzik arşivinizi geliştirmeye devam edersiniz. Derken buluğ çağı gelir çatar. Artık yaptığınız hiçbir şey, oynadığınız hiçbir oyun, dinlediğiniz hiçbir müzik size eski zevki vermemektedir. Hele de şu büyüklerinizin dinledikleri… Donmuş, eskimiş, üremeyen müzikleri size benimsetmeye çalışmalarına tahammül edemezsiniz. Bütün yük sizinle aynı yaşta olmalarına rağmen; hem sizden, hem de aile büyüklerinizden çok daha bilgili, görgülü, zevkli :)) olan arkadaşlarınızın omuzlarına binmiştir. Bu dönemde iyi müzik arşivinize daha önce hiç duymadığınız türden bir sürü kayıt yapılır. Derler ki o yıllarda iyi müzik arşivinin başındaki memur hep gözleri pörtlek, saçları havada gezermiş. :)))) Hormonlarınızla yaptığınız uzlaşma istişarelerini takiben antlaşma imzalandıktan ve bedeniniz hizaya girdikten sonra ise kayıt memuru birdenbire otoriter görünümlü, gözlüğü burnuna düşen, hiç evlenmemiş, evinde yedi yüz otuz sekiz tane kedi besleyen orta yaşlı bir kadına dönüşürmüş. :))) O günden sonra arşivde kendisine yer bulmaya çalışan şarkılardan bir burunlarının üzerinde yürümelerini istemediği kalırmış.
İşte bir insanda iyi müzik arşivi böyle oluşur arkadaşlar. Evet, teneffüs zili çaldı. Yarınki dersimiz… :)))


Julia Watkins'ten Leaning Lovers
Diğer Çalışmaları 1                                        Diğer Çalışmaları 2
Gelelim hayat arkadaşı şarkılara…
Bunlarla tanışmanız büyük bir aşkla başlar. Yalnız her büyük aşk yaşadığınız şarkıyı hayat arkadaşı sanmayın lütfen. Büyük aşkların çoğu büyük kavgalarla biter çünkü. Ama onların hikâyeleri farklı. Bu konuya bir başka gün döneriz. Daha yeni bir tanesinden ayrıldım. Anlatmaya kalbim dayanmaz. :))) Konumuza dönelim. Bu şarkıları duyar duymaz seversiniz. Ama ilk görüşte aşk falan yoktur. Bakın, gene konuyu dağıtıyorsunuz. İlk görüşte âşık olduklarınızı sonra anlatacağım. Cık, cık, cık! Hayır, bir türlü giremedik mevzuya, sinir oldum. Araya laf karıştırmayın lütfen! :)
Bu şarkıları hemen arkadaş şarkılar listenize koyarsınız. İhtiyaç duydukça ararsınız. (Şarkıların en iyi tarafı telefonlarının hiç meşgul vermemesi, onları her zaman nerede bulacağınızı bilmeniz, üstelik sizi görür görmez yüzlerinin ışıması … ay aman, yani notalarının parlamasıdır.) Birlikte kırlara yürüyüşe çıkarsınız. El ele …pardon kulak notaya sokakları arşınlarsınız. Evde kafa çekersiniz.  Çakır keyif olunca bet sesinizle avaz avaz onu söylemenize bile sesini çıkarmaz. Arada sizin çıkamadığınız notalara yükselebilir tabii, ama o kadar kusur kadı kızında da olur. Bazen de o sapıtır. Bant sardırır, kayıt bozar, takılır… Ama gene de birlikte harika vakit geçirirsiniz. Sonra bir bakmışsınız, ne zaman başınız sıkışsa ona koşuyorsunuz. Eh, onda da var bir hareket. Sizi görünce ritmine, makamına çeki düzen vermeler, yorumcu değiştirip daha bir güzelleşmeler, ışıldamalar falan. Böylece büyük aşk başlar. Gözünüz ondan başkasını görmemektedir artık. Gittiğiniz her yere götüresiniz vardır. Sesinizi onun notalarında, hayatın anlamını güftesinin sözlerinde bulmaya başlarsınız. Hatta işi daha da ileri götürerek bu sözcüklerden bir hayat felsefesi yaratıp, kendinize kişisel kutsal kitap bile ilan edebilirsiniz. İnsan arkadaşlarınız sizden hafiften tırsmaya başlamışlardır. Etrafta her gördüğünüze büyük aşkınızın mısralarından abuk sabuk anlamlar yüklemeye başlamışsınızdır zira. Hele de bir insan sevgiliniz varsa işler iyice sarpa sarar. Her dak’ka aynı ezgiyi mırıldanıp, aynı şarkı sözlerini romantik şiir niyetine kulağına fısıldamanızdan sıdkı sıyrılmıştır iyice, gözleri çakmak çakmak bakmaktadır. (‘If you ever plan to motor west / Travel my way / take the highway that is best. / Get your kicks on route sixty-six.’ mısraları örneğin. Ne kadar zorlarsanız zorlayın, hiçbir aşk böcüğü bunları romantik kabul edemeyecektir. :D ) Bazen ‘Ya o, ya ben!’ noktasına bile gelinebilir. :)))
Sonunda bu dellenmenin bir yerinde ya büyük aşkınız bir doğum günü veya yılbaşı hediyesi kisvesi altında cd, dvd, blue ray – artık Allah ne verdiyse – olarak kendini size teslim eder ya da siz paraya veya kredi kartına kıyıp ona şöyle şık bir iPod alırsınız. Yaşamı boyunca sıkıntı çekmesin, başının üstünde her daim bir çatısı olsun diye. Böylece hayat arkadaşlığınız başlar. Artık hep birliktesinizdir. Siz onun notalarını, sözlerini, o da sizin kulak kıllarınızı ezbere bilmektedir. :)))  Derken arkadaşlarınız onu ıslıkla çalarken doğaçlamalar yapmaya başladığınızı fark ederler. Her gün bir başka doğaç … pardon meyve verir aşkınız. Hayat arkadaşınız bazılarına hiç katlanamasa, düpedüz ezgiyi katlettiğinizi düşünse de sesini çıkarmaz. Başkalarının yanında sizi bozmaz. Gerçi ilişki hafiften tavsamaya başlamıştır artık. Ne zaman elinizi atsanız bulduğunuz bir şarkı size artık eskisi kadar alımlı görünmemektedir. O da bunun farkındadır ve olmadık albümlerde boy göstererek eski günlere dönmeye çalışır. Her ne hâl ise, sonunda iki taraf da büyük aşkın bittiğini kabul eder. Ama sevgi sürmektedir. Böylece hayat arkadaşlığı devam etse de, eskisi kadar birlikte olmamaya karar verilir.  İhtiyacınız olduğunda o her zaman yanınızda olacaktır. Tabii siz de onun. Hoş, zaten şarkıların aslında pek insana ihtiyacı olmaz. Onlar bizsiz de var olabilen özgür ruhlardır.
N’oldu? Siz ne sanmıştınız? Birlikte yeşil panjurlu bir eve taşınıp boy boy çocuk yetiştireceklerini mi?
E, yok artık! :)))

Mustafa Kemal Atatürk (Eng.)
Çalışma aka-palodtusme
Dün gece bir rüya gördüm. Basit bir tren istasyonundayım. Ama sanki Haydarpaşa Garı’nı da çağrıştırıyor… Başımın üstünde bir yıldızlarla dolu gökyüzü, bir yüksek tavanlar… Yıldızlara rağmen nasıl oluyorsa gündüzmüş. Etrafımda insanlar var. Kalabalık. Ama hiçbirini göremiyorum. Yalnızca orada olduklarını biliyorum. Kulağımda değil de, kafamda bir uğultu… Hepimiz bir şey bekliyoruz. Treni bekliyoruz elbette, ama aynı zamanda başka bir şeyi daha bekliyoruz. Kendim kadar etrafımdakilerden de alıyorum bu heyecanlı titreşimi. Gerilim giderek artıyor. Tren istasyona giriyor. Gözümle görmüyorum, gene de biliyorum geldiğini. Kalabalıktaki uğultu ve baskı artıyor. Meğer trende Atatürk varmış. Biri mi söylüyor, yoksa ben zaten bildiğim için mi oradayım belli değil. Kalabalık hareketleniyor, sesler yükseliyor. Alkışlayanlar, ‘yaşa, varol’ sesleri… Atatürk benim olduğum yere yaklaşıyor olmalı. İyice yoğunlaşan insan baskısından anlıyorum. Birden kendimi tezahürat yaparken buluyorum. Ne söylediğim anlaşılmıyor. Sanki sadece kalabalıkla birlikte haykırıyorum. İçimde çok güzel ve çok korkunç bir şey olacakmış gibi bir his… Muhakkak Atatürk’le konuşmalıymışım. Ona söyleyecek çok önemli bir şeyim varmış. Sesleniyorum. Kalabalığın uğultusunda kayboluyor sesim. Bağırarak dikkatini çekmeye çalışıyorum. Bana öyle geliyor ki, sanki yıllardır arkasından koşuyormuşum. Sonunda gücüm tükeniyor. Nefesim boğazıma dolanarak kalakalıyorum. İçim acıyor. Son bir gayretle;
“Gitme!” diye fısıldıyorum. “Korkuyorum.”
O zaman birden kalabalığın uğultusu oradan çok uzaktaymışlar gibi hafifliyor. İstasyonda sadece ikimiz varız artık. Bakışlarının ağırlığını hissediyorum. Ama yüzünü tam olarak görmeyi bir türlü başaramıyorum.
“Neden korkuyorsun?” diye soruyor. Sesten çok, kafamda bir düşünce gibi…
Söyleyecek o kadar çok şeyim var ki… Kelimeler boğazımı düğümlüyor. Sonunda kaybolmuş bir çocuk gibi;
“Etrafımda gördüklerimden.” diyebiliyorum.
“Değiştir o vakit!” diyor.
“Nasıl? Tek başınayım.”
Kalabalık bu cevaba kızmış gibi vızıldanıyor.
“Tek başına değilsin.” diyor Atatürk. “Sen birsin.”
Uğultu giderek arttığı için onu yanlış anlıyorum.
“Birlik mi? Birlik yok burada.” diyorum.
“Birlikten önce bir gelir be çocuk.” diyor. “Önce bir ol!”
“Nasıl?”
“Ayaklarını yere sağlam bas! Hedefine kilitlen! Yolundan dönme!”
“Sen öyle mi yaptın?” diyorum.
“Bırak kimin neyi nasıl yaptığını… Lazım değil.” diyor. “Sen kendin gibi yap. Önce bir ol. Birlik birlerden oluşur.”
Kalabalığın sesi yaklaşmaya başlıyor. İleride çok güzel bir at var. Anlıyorum ki zamanı geldi. Gene güzel atına binip gidecek. Arkasını dönerken içimden taşan duyguları ifade etmek için kelime arıyorum. Ağzımdan;
“Atam izindeyiz.” cümlesi fırlıyor.
Dönüp bana bakınca ilk kez yüzünü adamakıllı seçebiliyorum. Hatlarında hüzün var sanki. Gözlerinde ise hınzır pırıltılar. Dudakları gülümseyecekmiş gibi kıvrılmış…
“Eh, artık çalışma vaktidir çocuk.” diyor. “Sizin izin ziyadesiyle uzamış.”


Francis Hamel'den St. Giles in the Rain
Diğer Çalışmaları (Sitesi)

İstanbul’da gök delindi. Tepemizden aşağı kova kova (ne kovası, hidrofor hidrofor) su boşalıyor. Dışarı çıkmam da lazım. Vasıta bulmak bir sorun. Herkes paçalarından akan sulara bir çatı altı bulmuş. Bir ben beceremiyorum. Otobüs ve benzerleri balık istifi. Üstelik yağmurda tütsülenen (Önce yağmurda güzelce ıslanılır. Sonra sıcak bir yere girilir, Fin Hamamı’nı aratmayacak ölçüde buhar salınır. Yine çıkılır, ıslanılır, içeri girilir, kendi buharında tütsülenilir. İdeali üç kezdir. Zira dördüncüden sonra hapşırıklar başlar ve o tür salgılar yemeğin lezzetini bozabilir. İşte size tadına doyulmaz İstanbul usulü ıslak ızgara insan ya da şöyle diyelim; homo sapiens sapiens fumé à l'İstanbul tarifi!) insanlar yüzünden balık konservesi gibi kokmaya başlamış. :))) Dolmuşlar hakeza. Millet birbirine öldürecekmiş gibi bakıyor. Sanki kendisi kupkuruymuş gibi dolmuşa yeni binenden ve etrafına saçtığı suyun iki halinden (Daha üçüncü halini görmedik, bu kış görecekmişiz.)  kaçınma girişimleri falan… Taksileri koyduysan bul zaten. E, durakta yoklar, onu anladık. Peki, yollardan kaybolmayı nasıl başarıyorlar? Belki de yağmurlar o kadar asitli ki, onların boyaları da renk değiştiriyor…
Baktım olmayacak yürümeye karar verdim. İkinci köşeyi döndükten sonra rahatlıyorsunuz zaten. Kamburunuzu çıkartmaktan, Amerikan Bilmecesi haline gelmek için böyle havaları seçen şemsiyenizi orijinal şekline getirmeye çalışmaktan, burnunuzun ucundan sarkmakta ısrar eden damlayı üflemekten vazgeçiyorsunuz. O andan sonra kaygılandığınız tek şey gökten düşen suyu bedeninize eşit olarak paylaştırmak. Şimdi, yağmurluğunuz sırf en üst tabaka olmak hasebiyle neden bütün rahmeti kendine ayırsın ki… Şöyle tam enseden içeriye de bir iki damla göndermek lazım. :)) Siz şu ünlü ‘Singing in the Rain’ sahnesinde Gene Kelly’nin Debbie Reynolds’a aşkından sırılsıklam olduğunu sanıyordunuz değil mi? Alakası yok! Tamamen istiap haddi meselesi. Ne kadar su, o kadar boş vermişlik. :)) İşte bende de Gene Kelly’nin suratındaki gülümsemeyi aratmayacak bir sırıtma, caddedeki suların yanından yöresinden sıçrıyormuş numaralarıyla çaktırmadan dans etme halleri. Bir tek, şemsiyeyi indirip oluğun altına durmadığım kaldı, (ki muhakkak apartmandan biri çıkıp 50 kağıt duş parası isterdi :D ) bir de sokak lambasına asılıp şarkı söylemediğim. (Tamamen tırsmaktan. Benim asıldığım direk mutlaka elektrik kaçıracaktır çünkü. Durup dururken iskelet sistemimi mahalleye göstermenin, suyla beraber kafamdan akıp gitmeye çalışan saçlarımı havaya dikmenin âlemi yok.)
Tabii gideceğim yere vardığımda şu bilim kurgu filmlerindeki mutasyona uğramış, suya dönüşebilen tiplere dönmüştüm. ‘Sizi şöyle alalım!’ dedikleri koltuğa şarrr diye boşalttım kendimi. :)) Yan koltuktaki, tütme aşamasında olduğundan biraz irkildi. Ben ona en iyi Stan Laurel taklidimle sırıttım, o da bana Oliver Hardy’ye taş çıkartacak bir aşağılama ve kızgınlık ifadesiyle baktı. :)) Sıra bana geldiğinde ben de buhar salmaya başlamıştım. Ama öyle böyle değil. Pazardan al kabağı, brokoliyi, havucu! Koy tepeme! Değme buharlı pişirme zamazingosundan daha çabuk pişirmezsem n’oliiim… :)) İşlemin yapılacağı bölmeye girdiğim an ilk önce pencereler buğulandı, sonra memurun gözlük camları. O anda benim aklıma bir şarkı takılmaz mı?
Gotta move  /gotta get out /Gotta leave this place / gotta find some place
Bir ara monitörün yanından bir damla süzüldüğünü görünce adam garip garip bana bakmaya başladı, bu kadar su nereden geliyor gibilerinden. Ben en masum suratımla ona bakarken kafamdaki şarkı devam… :)))
Some other place some brand new place / Some place where each face that I see / Won't be staring back at me
İşim bitti. Dışarı çıktım. Çıkmamla yan sokaktan dönen arabanın çamurlu sularla beni baştan aşağı güzzzeeeelce sıvaması bir oldu.  Şarkı artık avaz avaz…
Gotta move / got to get out /Gotta leave this town / gotta find some town… :))


Roy DeCarava'dan 'Harlem Musicians'
Diğer Çalışmaları 1                               Diğer Çalışmaları 2

Sanki fotoğrafta "Topumu alır giderim." havası var. Ben de bugünlük topumu alıp gittim. :)))


Roy DeCarava'nın objektifinden Billie Holiday ve Hazel Scott
F L A Ş ! F L A Ş ! F L A Ş !
J&B’nin Ahkâm Kesici Adayı’na Suikast!!!
Ahkâm Kesici Adayı (AKA) kendini nasıl kurtardı?
Hayatına kasteden(ler) kimdi?
Cinayet silahı olarak ne kullanıldı?
Bayan Menekşe Bay Altın’ı Yemek Odasında ipleyerek mi öldürdü? (Şey pardon! Arkadaşlarla İPUCU oynuyorduk da, araya karışmış.)
Merak ettiğiniz bütün ayrıntılar burada!
AZZZZZZZ SONNNNNNRAAAAAAA!!!
“Evet sayın seyir… yani sevgili okuyucular! Şimdi Flaş Haberimize geçiyoruz. Acar muhabirimiz Acar Acar Face’den bildiriyor. Sendeyiz Acar Acar Acar Acar! Hay Allah! Bir başladım mı kendimi tutamıyorum. Demek köpekler bu yüzden havlamaya başladı mı susmuyormuş. Efendim? Neeee? Yayında mıyız? Kardeşim, kessene sen de sesi o zaman… Evet sayın…… eeeee okuyucular, teknik bir arızayı takiben Necefli Maşrapa niyetine muhabirimize bağlanıyoruz. Sendeyiz Aca…….nım muhabir arkadaşım!”
“Dün akşam 19 sularında haber merkezimize bir haber ulaştı. Face’in ünlü (!) müzik ve doğal yaşam grubu J&B’nin Ahkâm Kesici Adayı’na (AKA) suikast düzenlenmişti. Face’in en hızlı haber kuruluşu olarak böyle bir habere ilgisiz kalamazdık. Derhal sayfayı açtık. İlk bakışta her şey güllük gülistanlık görünüyordu. Her zamanki gibi paylaşılan müzik videolar rengârenk yüzleriyle etrafa gülücükler saçmakla meşguldü. Altlarındaki yorumlar da gayet düzgün ve alışıldık gibiydi. Tam ‘Gene asparagas kurbanı olduk.’ diye düşünürken ben, kül yutmaz muhabiriniz Acar Acar Acar Acar Acar Acar (Donk!) Sağ olasııııın! Ellerin dert görmesiiiiiin! İki cihanda aziiiiiz olasıııııın! (Padonk!) Evet, ne diyordum? Ben, ismi lazım değil muhabiriniz, sayfanın ortasındaki fotoğrafı fark ettim. Bu resim tam da grubun AKA’sının paylaşmayı sevdiği türdendi. (Şu sanat diye yutturduğu karanlık fotoğraflardan yani… Bkz. Üst kat!) Fotoğrafın altındaki yorumlara göz gezdirince bir saldırının ortasına düştüğümü şıp diye damla… pardon anladım. Muhabirliğin gereğini yaparak olaya müdahil olmak yerine kenardan izlemeye başladım. (Zaten bu işin en çok bu tarafını seviyorum. Habire kavga gürültü izliyorsun ve kimse dönüp sana ‘Niye bir şeyler yapmadın?’ diye sormuyor.) Grubun iki yöneticisi zavallı AKA’yı önlerinde katmış, ‘vur ha vur’ yapıyorlardı. Sonunda kafası gözü şişmiş, perişan olmuş AKA birden sustu. Ondan ses çıkmadığını gören yöneticiler bir süre olay yerinde oyalanıp birbirlerini kutladıktan sonra iz bırakmadan ortadan kayboldular. Ama ben, muhabiriniz Aaaa…..maaaan canım boş verin ismi mismi, beklemeye devam ettim. Sonunda AKA’da bir takım hareketler belirdi. O parmaklarının ucunda yöneticilerin yaptığı yorumlara BEĞEN’i basıp topallayarak uzaklaşmaya çalışırken, ben ‘Ce-eeee!’ diyerek önüne atladım. Kalan canı da oracıkta çıka yazdı, ama bereket kendini çabuk toparladı. Bir süre geçmişime zaman yolculuğu yaparak atalarımı ziyaret etmekten bahsetse de sonunda tamamen kendine geldi. Aşağıda kendisiyle yaptığımız söyleşiyi okuyabilirsiniz.
‘Merhaba sayın AKA! İsminizi öğrenebilir miyiz?’
‘Söyledin ya şimdi!’
‘Ha, doğru ya! O zaman doğum yeri, doğum tarihi, kimlik ve vergi numaraları, annenizin kızlık soyadının beşinci ve sekizinci harfine yedi buçuk ekleyince kaç olduğunu öğrenebilir miyiz?’
‘????!!!!’
‘Diyorum ki hikâyenizi sizin ağzınızdan dinleyebilir miyiz?’
‘Valla ben her Pazar olduğu gibi tatilimin tadını çıkarmak amacıyla sayfaya bir fotoğraf yükleyip, açıklamasını üç beş satırla geçiştirmişken birden saldırıya uğradım.’
‘Saldıranı gördünüz mü?’
‘Darbe çok çabuk geldi. Önce kim olduğunu pek anlayamadım.’
‘Ama sonra anladınız. Kafkasyalı mıydı?’
‘Buyur?’
‘Aman! Siz bana aldırmayın! Çok bilinen bir çeviri hatasıdır. Şimdi, Amerika’da beyazlara Kafkasyalı……. Her neyse! Nerede kalmıştık?’
‘Sizi bilmem de, ben saldırı altında kalmıştım. Daha ne olduğunu anlayamadan biri daha geldi. O da vurmaya başladı.’
‘Yüzünü seçebildiniz mi?’
‘Yok, o zamana kadar iki gözüm de kapanmıştı. Sadece toplardan, baslardan, en korkuncu da Orhan Baba’dan bahsettiklerini hatırlıyorum. Ben Ankaralı Turgut’ta kendimden geçmişim.’
‘Sizce bu saldırının nedeni ne olabilir?’
‘Valla ben nicedir “Eliniz kalem tutuyor. Hem de iyi tutuyor. Şu Ahkâm Kesiciliğin bir ucundan da siz tutsanız.” diyordum bizim yöneticilere. Meğer tuta tuta bir suikast timi tutmuşlar.’
‘Verdiğiniz bilgilere teşekkürler sayın AKA. Bu arada göğsünüzün ortasından bir bas ayağı çıkıyor, farkındasınız değil mi? Bakiiiim… Aaaa, iyi! Basın kalan kısmı da sırtınızdaymış. Neyse ki bu önemli caz sazı saz cazı cazı sızı (ay, gene takıldım) caz enstrümanı zarar görmemiş. Amanın! Sayın AKA, sayın AKA! Siz iyi misiniz?’
F L A Ş ! F L A Ş ! F L A Ş !
J&B Ahkâm Kesici Adayı ambülânsla hastaneye kaldırıldı. Yöneticilerin başlattığı suikastı muhabir Acar Acar Acar Acar Acar Acar Acar(Donk!)'ın bitirdiği iddia ediliyor. Bizden ayrılmayın!
AZZZZZ SSSONNNNRAAAAAA!


Mike Hollingshead'in bir çalışması
Diğer fotoğrafları
Şu doğa ananın işini görme şekline hayran olmamak imkânsız. Doğanın evladı olmakla övünen insanoğlunun yere göğe sığdıramadığı aklı sadece ‘sorunlara çözüm bulma sorunsalı’ ile meşgulken, doğa düşünmekle vakit kaybetmiyor, yapıyor. Meramımı küçük şeylerden başlayarak anlatayım size.
İnsan istediği kadar ‘Bendeki akıl kimde var? Ruh desen o da bende. Estetiğin mucidi benim.’ diye gerine gerine dolaşsın, doğa karşısında tek başına güçsüz. Geçen gün İstanbul’a bir yağmur yağdı, Türkiye’nin en büyük şehrinde aciz kaldık. Bir de şöyle düşünün; ya etrafta hiçbir şey yokken tepenize yağmur yağsa. Alın işte! O çok övündüğünüz aklınız başınızda, şehirlerde yaşamaktan pek çok işlevini kaybetmiş, hatta üzerine sünger çekmiş bir çift bacağınız, tırnağınız kırılsa ardından üç gün üç gece ağıt yakan bir çift de eliniz var. Sadece yağmur bile, yeterince azimliyse, birkaç saatte işinizi bitirebilir. Hani şu yüzde altmış ila yetmiş beşinizi oluşturan su! Havayı, toprağı, ağacı, kurdu kuşu, hatta gözlerinizle göremeyeceğiniz bakteri vesaireyi saymıyorum bile.
İşte bu yüzden… İnsanın doğayla hiç bitmeyen bir kan davası var.
Gazetelerde şöyle bir manşet atılır örneğin: İnsan aklı doğayı gene yendi! Neymiş? Bilmem kaç katlı gökdelen dikmişler de, şu kadar şiddette esen rüzgâra bana mısın demiyormuş da, dokuz şiddetindeki depremde bile Nesrin Topkapı gibi nazlı nazlı kıvırtıyormuş da, falan da filan. Ya da bir baraj yapmışlar. Yüzölçümü peri padişahının memleketi kadarmış, ne kadar kurak toprak varsa sulayacakmış, artanını da elektrik yapıp hayrına(!) etrafa dağıtacakmış. Doğa ana ne yapar? Görünürde hiç! Sadece rüzgâr esmeye devam eder gökdelenin çevresinde, toprak altında kıpırdamayı, değişmeyi sürdürür. Barajı besleyen nehirler eskiden kıyılara hediye ettikleri ya da denize saldıkları mil ve toprakla beton zemini sıvamaya başlar. İşte hepsi bu! İnsan doğayı yendiğini düşündüğü noktada ona çoktan yenilmiştir bile. Sadece bunu öğrenecek nesil daha doğmamıştır, o kadar. Zaten o nesil de başına gelen felaketleri basit birer hata olarak değerlendirip, ışığıyla sadece kendi gözlerini kamaştırdığı aklını tekrar işe koşacaktır. Tıpkı kendinden öncekilerin yaptığı gibi.
İnsan doğanın çocuğu değildir ki artık. Rüştünü ispat etmiş, evden ayrılmıştır. Doğanın metotları eskimiştir çoktaaan. Ne o öyle? Domates dediğin niye dalında kızarmaya bırakılsın ki? Bizim o kadar bekleyecek vaktimiz mi var? Meşgulüz. En bereketli toprakların üzerinde silikon vadileri oluşturacağız daha… Sevmediğim, istemediğim, attığım, gözden çıkardığım, zararlı olduğunu bile bile ürettiğim ne varsa hepsini ‘Aldım, kabul ettim.’ diyecek. Yapabiliyorsa temizleyip, düzeltip, yeniden üretip geri verecek. Yapamıyorsa gözüm görmesin bir daha! O nehir niye o yatakta akmak zorunda olsun? Biz oraya şehir kuracağız hemşerim. Çeksin suyunu, balığını… Orman dediğin, ağaç dediğin nerede yetişeceğini bilecek kardeşim.  Manzaramı kapatmayacak, evimi dikmeme engel olmayacak. Ne zannediyorlar bunlar kendilerini? Dünyanın sahibi mi?
Peki, biz bu kadar güçlüysek, nasıl oluyor da doğa her defasında böyle kolayca, adeta parmağının ucuyla dokunuyormuşçasına aldırmasız, bizi yere çalabiliyor?
Kaybediyoruz. Üzerinde düşündüklerimizi, emek verdiklerimizi, sevdiklerimizi doğanın bir fiskesine kurban veriyoruz.  Ama gene de onu yendiğimizi ilan ederek kuyruğu dik tutmaya çalışıyoruz. Daha büyük konutlar, daha güçlü araçlar, daha muhteşem ve modern şehirler yapıyoruz. Ve en, ama en küstahçası biz insanlar, o kadar uğraşmamıza rağmen hâlâ bir türlü göbek kordonumuzu kesemediğimize hırslanmış halde ellerimiz gırtlağındayken bile doğayı kurtarmaya soyunuyoruz.
Bazen, her zaman değil, nadiren (İnsan kendi hatalarına nalıncı keseri yeniden yontmaya başlamadan fazla uzun süre bakamıyor malum.) bu çelişkiyi düşündüğümde şöyle haykırasım geliyor:
Geçin bunları bir kalem! Küresel ısınma, ozon tabakasında incelme, seller, tayfunlar… Bunlar doğanın kendini kurtarma girişimleri zaten. O kendini sizden, yani biz insanlardan kurtarmaya çalışıyor.
Yapabiliyorsanız kaçın! Doğa tüm hışmıyla ve önüne kattıklarına hiç aldırmadan üstünüze geliyor zira. 



Eric White'tan The One
Diğer Çalışmaları 1      Diğer Çalışmaları 2
(Artık bir şeyler yazman gerekmiyor mu?)
E, biz ne yapıyoruz burada?
(Buradan bakınca müzik dinliyormuşsun gibi görünüyor.)
O, dışarıdan bakınca öyle. Aslında yazacağım yazıya yoğunlaşmaya çalışıyorum.
(Birincisi; ben dışarıdan değil içeriden bakıyorum. İkincisi; tek yoğunlaştığın şeyin az rastlanır, oktavlar üstü bir sesle şarkıya eşlik etmek olduğu da ayan beyan ortada…)
Ben hiçbir zaman sesimin güzel olduğunu iddia etmedim ki…
(E, bi’ de etseydin. Her neyse… Konuyu değiştirmeyelim. Yazı diyorduk.)
Bu ukala dümbeleği antrparantezden de bıktım artık. Zaten iki saattir esin perimi beklemekten fenalık gelmiş. Bi’ de bu, dır dır dır dır… Hazır teknoloji bu kadar gelişmişken, kafaya bir asfalya kutusu taktırmanın zamanı geldi. Beynin bir tarafı fazla mesai yapıp canını mı sıkıyor, indireceksin o kısmın şalterini bitecek gidecek. Korkuyorsun diyelim, üstünde KORKU, FOBİ, ENDİŞE, EVHAM yazan düğmeleri kapatacaksın. İşgüzarlığın mı tuttu? GÖREV DUYGUSU, SORUMLULUK, İRADE şalterlerini indiriver gitsin. Yalnız o zaman da MUTLULUK, KAYGISIZLIK, COŞKU, NEŞE gibi sigortalara aşırı yük biner. Aman dikkat!
Neyse ki artık yeni sigorta kutularıyla bu iş daha kolay. Bütün yaptığın minik bir şalteri indirmek ya da kaldırmak. Eskiden öyle miydi? Sigorta atınca, o karanlıkta bir de zari zari tel aranırdı. O teller de hiç bıraktığın yerde durmazdı ki. O çekmece senin, bu dolap benim döner dururdun. Teli bulunca asıl kızılca kıyamet kopardı. “Üç tel birden sarılır mı canım? Yangın mı çıkartacaksınız?” veya “Tek tel mi? Dak’ka başı sigorta mı değiştireceğiz?” gibilerinden tartışmalar çıkmazsa olmazdı. Sonunda tel ya da teller sigortanın burnundan geçirilip porselen boğaza dolandıktan sonra yerine oturtulurdu… Ve ışık!
Bütün bu kavga gürültüye rağmen, bu işin insana verdiği doyum da Prometheus’un Olimpos’tan ateşi indirmesiyle mukayese edilebilirdi ancak.
Önce tok bir sesle; “SİZE IŞIK GETİRDİM! TEPE TEPE KULLANIN!”
Sonra giderek tizleşen bir “O, arka odanın elektriği niye boşa yanıyor öyle? Kapatın yahu! Para gidiyor.” çığlığı.:)))
……… Biz buraya nereden geldik?
(Yazıdan canım, yazıdan. Hani deminden beri etrafında otuz beş tur bağladığın halde hâlâ tek kelime yazamadığın yazıdan.)
Hiç incelik yok di’ mi sende? Sanatçı duyarlılığının zerresi uğramamış semtine… 
(Sen istediğin kadar ipe un ser. Zaten böyle devam edersen, paranoid şizofren teşhisiyle üç güne kalmaz içeridesin…)
Yani insan utanır, utanır! Bak bugüne kadar kaç tane yazı yazmışım. Şimdiden iki forma kitap olur…
(Ne demezsin! Deli Saçmaları Cilt I…)
Cilt I mi? Vay be!
(Ne o? Ağzın yayıldı, bakıyorum. Gözlerde hülyalı bakışlar… Uzaklara dalıp dalıp gitmeler… Saçını arkaya savurup havalara girmeler. Ooooof of! Nedir bu hevesli yeteneksizlerden çektiğim?)
Çıt!
Eveeeet! Sonunda antrparantez mahlasıyla yazmakta olan süper egomun sigortasını bulup kapattım.
Artık rahatız. :)))



Jan Davidsz de Heem'den 'Still Life of Books'
Diğer Eserleri için Sayfanın altındaki Artist Index'de >>> H >>> Heem, Jan Davidsz. de (Armut piş, ağzıma düş!!! :D)
Ben taktım bu konuya… Şu Wikipedia ile Vikipedi arasındaki fark sizi de rahatsız ediyor mu?
Araştırma yaparken ‘Türk’üz türkü çığırırız.’ diyerek Vikipedi’ye her girişim ayrı bir hüsran… Maddenin başlığı var. Gerisi ise genellikle ya  “Evet, böyle bi’ şi’ var, ama bi’ zahmet sen izah ediversen…” ya da “Kenarların arasında kalan kısma köşe, köşelerin arasında kalan kısma da kenar denir.” şeklinde. :)) Sayfa düzeni de başka hikâye. Maddenin adını kocaman ortaya koyuyorlar, altında açıklama var. Gayet güzel. Sağ tarafta konuyla ilgili resim (ki Vikipedi’de maddeyle ilgili bulanık veya eğri verev kör şaşı olmayan bir resim bulduysanız çok şanslısınız) var. Bu da gayet iyi. Ama o sol tarafa koydukları maddenin araştırılabileceği diğer dilleri gösteren liste var ya, işte ona deli oluyorum. Hele de açılan maddenin izahı sadece bir satırdan ibaretse ve dillerin listesi kaydır kaydır bitmiyorsa… Bazı maddelerin kedi köpekçesi bile olduğundan şüpheleniyorum. :)))
Hadi onu da geçtim. Türkçesi üç beş sözcükle çırak çıkarılmış bir maddenin diğer dillerdeki açıklamalarına bakınca iyice moralim bozuluyor. İngilizcesine basıyorsun, roman. Almancası, destan… Fransızcası, şanson. Rusçası, Sibirya’ya gidip dönmüş. Hiç tanıdık gelmeyen bir abeceye basıyorsun, seksen günde devr-i âlem. Türkçesi İKİ BUÇUK SATIR.
Diyeceksiniz ki; ‘Madem o kadar şikâyetçisin, biraz konstipe ol da:)), sen yazıver bir iki madde. Hariçten gazel okumak kolay… Hiçbir şey yapamıyorsan, bildiğin bir dilden tercüme et bari.’
Yok ya! Niye ben? :)))))
Gerçi sırf Türkçe çevirisini bulamadım diye veya düpedüz evden çıkıp almaya üşendiğimden :)) kitap tercüme ettiğim de olmuştur benim…… Hayır efendim! Oturup yabancı dilden okumadım. Tutup paşa paşa tercüme ettim. :)))) O da yetmedi, üstünden bir daha geçtim. O da yetmedi, redaksiyonunu yaptım. O da yetmedi, bilgisayara geçirdim. Yazdırdım, tekrar düzelttim. Bir daha yazdırdım… Tam ‘Eh, fena olmadı galiba…’ derken kitabın Türkçesi hediye geldi. Hadiiiii! Sar başa yeniden. :))) Bu sefer gelen çeviriyle kendiminkini karşılaştırıp “Cık cık cık! O cümle de öyle çevrilir mi canım? Bak, şu kelimeyi ben ne kadar artistik çevirmişim. Onunki ne kadar banal…” gibilerinden gıcıklıkta zirve yaptım. :))) Ama bir inat uğruna koskoca ansiklopediyi çeviremeyeceğim. O, bana bile :)) fazla gelir.
Bu konuya nereden geldim ben? A, evet. Geçen gün ‘Oktav aşağı, oktav yukarı yazıp duruyorsun, bildiklerin doğru mu acaba?’ diye Vikipedi’ye girdim. Dokuz satır. Okuyunca iyi kötü bir şeyler anlıyorsun, ama o sol yandaki liste yok mu, habire dürtüp duruyor.
“Hadisene!”
“Elllllemeeee! Ben çok kötü gıdıklanırım.”
“Bana da baksana!”
“Bi’ dur! Açıklamayı okuyorum.”
“Aman! Sanki oku oku bitmiyor.”
“Okuyamıyorum ki bitsin.”
“Sende hiç merak yok mu? Konuyu bu kadarcık mı araştıracaksın?”
“Ya önce bir Türkçesine baksak.”
“Türkçe artık ‘out’ oldu, a canım. Bak ileride sana çok yardımımız dokunur. Yazılarına iki satır yabancı dil eklesen kim bilir nasıl sükse yaparsın.”
Bu kadar ayartmaya dayanamayıp :)) İngilizceye bastım, irili ufaklı on paragraf ve üç bölümden oluşuyor. Almancası, on dört paragraf, dört bölüm. Fransızcası kısaca yazılmış dört bölüm, bir yığın örnek… Artık diğer dilleri içim kaldırmadı.
Ukala bunlar kardeşim… İlle de ‘Bak ben ne çok biliyorum.’ diye caka satacaklar. :))
Bizim gibi az ve öz biçimde anlatsana yapabiliyorsan. :))))

Alberto Seveso'dan 'Ice Cube Mort Aux Vaches'
Diğer Çalışmaları (Sitesi)                                              Diğer Çalışmaları 2
Şu Amerikan Filmleri’ndeki ‘kırpıntı defterlerine’ (scrapbook) nasıl özenirdim anlatamam…
Hani asi buluğ çağ insanı :)) bir kız vardır. 80li yıllarda genellikle simsiyah kalem çekilmiş gözler, rengârenk ve genellikle havaya dikilmiş saçlar, kapıdan geçerken yan dönmeyi gerektirecek kadar haşmetli vatkaları (hatta apoletleri) olan ceketler, kollarda dirseğe kadar ıncık cıncık boncuk bilezikler ve parmaklarda siyah ojelerle temsil edilirdi bu kızlar. Aaaah ah! Ne günlerdi onlar?... Şey… yani bana da ninem anlatmıştı da, oradan biliyorum. :))) İşte bu kızların en az kendileri kadar rüküş görünen bir de defterleri olurdu. Bizim arıza kız okuldan eve gelir gelmez odasına kapanır, anında malum defteri açar. Her sayfasında resimler, kumaş parçaları, boncuklar, renkli kurdeleler, kıl, tüy… Yanlarında Konfüçyüs’ten, Nietzsche’den, Elvis Presley’den, Süleyman Demirel’den :)) özlü sözler... Kız yeni bir sayfa bulur, şöyle tertemiz. Eve gelirken aldığı kucak dolusu dergiden birini açar. Bir sayfa seçer. Ya en az defter kadar süslü bir makasla keser ya da şöyle iç ezen bir cııııırrrrt sesiyle yırtar. Odadaki karışıklıkta yapıştırıcı arar, bulamaz. Şakkıdı şakkıdı çiğnediği cikleti çıkardığı gibi sayfanın ortasına çakar (öööğğğ!!!), üstüne de yırttığı resmi şap diye yapıştırır. Yanına da gene süslü bir kalemle o anın mana ve ehemmiyetine uygun bir iki satır yazar ve defteri kapatır. Ve o defterler içine yapıştırılan, iliştirilen, tıkıştırılan onca şeye rağmen müthiş bir hazım kabiliyetiyle gayet düzgün bir şekilde kapanırlar.
Gelelim benim konuyla ilgili girişimlerime…
Makyaj konusundaki (daha önceki yazılarımda temas ettiğim üzere) kaşıntım, saçlarımı dikmeyi başarabilecek kuaförün henüz kuantum denklemine bile girememiş olması, taktığım bileziklerin kolumu terk etmek için her yolu denemesi, ojeden düpedüz gıdıklanmam gibi ufak tefek ayrıntıları :)) geçersek bir tek füze vatkalı ceketlerden payıma düştüğü kadarını giymişimdir. Demek ki imaj sıfır!
Kaldı defter! Aman canım, gider alırsın bir tane. Ama bildiğin defter işte… Kılığını, kıyafetini düzeltmek lazım tabii. Başlarsın evde uygun bir kaplama malzemesi aramaya.
“Ne arıyorsun?”
“Defteri kaplayacağım.”
“Kap kâğıdı yok mu?”
“Öyle değil. Değişik bir şey arıyorum. Şu senin etekten artan kumaşlar duruyor mu?”
“Eveeeet! Kumaş mı kaplayacaksın defteri? Kızım sen o kumaşın metresi ne kadar biliyor musun?”
“Olmaz mı yani?”
“Olmaz!”
“Şu mecmuayı alabilir miyim?”
“Niye?”
“Bir iki resim keseceğim.”
“Ödev falan mı verdiler.”
“Yooo!”
“O zaman neden dergileri delik deşik ediyorsun be kızım. Bak dünyanın parasını verip mecmua alıyoruz, daha altı aya kalmadan gravyer peynirine dönüyor. Olmaz ki ama canım!”
“Peki, gazeteleri alsam.”
“Olmaz. Baban hafta sonu arar.”
“Kitap.”
“E, yok artık. Şimdi de kitabı mı keseceksin.”
“Hayır. Beğendiğim cümleleri…”
“Bak yavrum! Kitaplar çizilmez.”
“Yok, cümlelerin altını çizmeyeceğim.”
“E, ne yapacaksın?”
“Defterime yazacağım.”
“Ne defteriymiş bu? Edebiyat dersi için mi?”
“Yoooo! Öyle bir defter.”
“Göster bakiiiim.”
“İşte!”
“E, bu defter booooş.”
“E, bi’ doldurtmadın ki…” (Bu cümle sadece kafadan geçer tabii. :D )
Bizim kırpıntı defteri ölü duhul yani.
Şimdi anladınız mı evde niye o kadar çok defter var? :)))

Graham Kelman'dan The Urban Fabric
Diğer Çalışmaları            Blog
Sabah garip seslerle uyandım. Eh, apartmanda yaşıyoruz. Artık alttakinin topuklu terliklerine de, üsttekinin sabah hapşırıklarına da alıştık. (Hatta geçen gün adam arka arkaya dört defa gök gürültüsü gibi aksırınca, kendimi tutamayıp ‘Çok yaşaaaaa!’ diye seslenmemle, ‘Hep beraber inşallllaaaaaahhh!’ cevabını alıp şapa oturmam bir oldu.) Gene de duyduğum sesler rutin apartman gürültülerine benzemiyordu. Sanki birisi halı çırpıyormuş, bir başkası şlap şlup yer siliyormuş, üçüncü de banyoda şakır şakır su akıtıyormuş gibiydi. Kafamı yastıktan kaldırır kaldırmaz sesler kesildi. :)) Gayet mantıklı bir çıkarımla üst ya da alt kata temizlikçinin geldiğini düşünerek olayın üzerinde durmadım. Sabahın yedisinde gelecek temizlikçiyi nereden buldukları da merakımı çekmedi değil hani. Ama tuhaflıklar ben kalktıktan sonra yeniden başladı. Banyoya giriyorum, birileri pata da küte de halı çırpıyor, tencere tava şakırdatıyor, gıcırdata gıcırdata cam siliyor. Mutfağa geçiyorum, tencere tava susuyor, cambıl cumbul bir su sesi… Sanırsın ev kendini kırklıyor. Benim gibi tecrübeli bir şehirli olunca :)) bu tür gürültülere kafayı ne kadar çok takarsanız, ihtiyacınız olduğunda kafayı o taktığınız yerde o kadar zor bulacağınızı da bilirsiniz. :) Aklıma ve ağıldaki keçilerime bu aralar özel bir düşkünlük gösterdiğimden bütün bu gümbürtüyü kulak arkası ettim. Derken tam bulaşık makinesini yerleştiriyorum arkamdan fırın dolaylarından kelime aralarında gıcırdayan bir ses;
“Hiç olmazsa bunu yapıyor. Yakında yemek yiyecek tabak çanak bulamayacak yoksa.” dedi.
Arkamı döndüm. Tabii ki kimse yok. “Keh, keh! Gene yukarıdakinin arkadaşları geldi. Mutfakta sigara içip laflıyorlar herhal’.” diye düşündüm. Siz şimdi sigara içtiklerini nereden anladığımı soracaksınız. Derhal cevap vereyim. Bir taraftan fosur fosur tüttürürken, diğer taraftan elektrikli davlumbazı çalıştırdıklarından apartmanca pasif içici olduk da oradan. Bacamız da apartmandaki komşuluk ilişkilerinin çok zayıflamış olduğunu düşünüyor zaten, 7/24 hizmete hazır.
“Altı numarada balık pişiyor, istersen bir ziyaret et. Son zamanlarda omega 3 almadın. Hem biraz insan tanırsın fena mı olur? Haa, balık istemiyorsan, on üç numara tavuk ızgara yapıyor, bari ona git. Kokuya bakılırsa herkese yetecek kadar var. Yoksa kapuska yapana söylerim, davlumbazı son sürat bi’ çalıştırır, evde oturamazsın valla.”
Baca değil, ‘Dedikoducu Fosurdak Şönt’ adlı bir Kızılderili duman işaretçisi! :)))
Klasik olarak konuyu dağıttığımdan seri bir büzme işlemiyle hemen bağlıyorum. :D
Ben, sesler yukarıdandı, aşağıdandı, diye kendimi avutarak salona geçtim. İçeri girmemle ayağımın altından bir şeylerin tıpırdaması bir oldu.
“Zaten bir aydır suratımıza bakan yok. Üstüme basınca kalkan tozu da sis bastı zannediyor zahir.”
Annnnnnneeeee!!!!!
Kendimi mutfağa atmamla, bu sefer tencereler tangır tungur dile geldi.
“İyi ki bir yazı yazmaya tutundu. Gelsin pizzalar, gitsin hazır yemekler. Tez zamanda yüz kırk kilo olursun innnnnşallllllaaaaaahhhh!”
Koşa koşa odama, sığınağıma (!) gittim. Cıyk cıyk bir ses.
“Son silinmemizin üzerinden üç yağmur, beş fırtına, iki kalorifer (s)isi geçti. Bak suratımıza bakıyor mu? Hoş, baksa da dışarıyı göremez artık.”
Banyoya kapandım. Işığı da açmıyorum ki, yerimi bulamasınlar. Lavabo tarafından hırıltı ve fıkırtılarla karışık bir gargara sesi yükseldi.
“Ellerini de yıkamasa başımızı okşayan yok.”
Derken yamacına büzüştüğüm çamaşır makinesi kapağını çarptıra çarptıra;
“Bi’ dahakine beni dolma doldurur gibi yükleyecek gene. Ondan sonra işin yoksa hepsini bir seferde yıkayaca’m da kurutaca’m diye ırgalan. Artık o duvar benim, şu kapı senin gezer dururum banyoda. Vallahi emektar arabasından fazla yol yapmışımdır. Yakında 30.000 bakımım gelecek.” demez mi?
Valla ‘Sonra bir uyandım, hepsi rüyaymış.’ demeyi çok isterdim, ama anlaşılan yazmaya biraz ara verip evin zıngırdayan çivisini yerine oturtmam gerekiyor. :)))

Dirk Petzold'dan 'Come to Nothing'
Diğer Çalışmaları 1        Sitesi           Diğer Çalışmaları 2
Eveeeet! Artık evin zıngırdayan çivisi yerine oturtuldu. Uzunca bir süre kımıldayamayacak. (Tabii ben de… Uy, belim, kollarım, sırtım.)
Ev işi deyip geçmeyin öyle. Çok önemli bir ayindir. :)) Kuralları vardır. Hem de yüzyıllardır annelerin kızlarının kafasına vura vura öğrettikleri son derece katı kurallar.
Birinci kural örneğin. İşe asla toz alarak başlamayacaksın. Yoksa sonradan yapacağın işler yeniden toz kalkmasına neden olacağından maazallah bütün iş boşa gider. Ev hanımlığı dininde :) en büyük günah bir işi iki defa yapmaktır. Allahtan cezası da kendi içinde olduğundan başka bir yaptırım uygulanmaz. :))
Önce halılar süpürülür. Böylece tozlar daha iyi ve güzel bir yaşam vaadiyle yeni koloniler kursunlar diye havaya salınır. Akabinde camlar silinerek evdeki toz kolonileri hem kalabalıklaştırılır, hem de çeşitlendirilir. Ancak ondan sonra toz alınır ki, koloniler nemli ortamlarda yaşama kabiliyeti kazansın. Son olarak da yerler silinerek ev tozdan arındırılır. Ya da öyle sanılır. Yapılan araştırmalar kadınların temizlik yaparken ortama saldıkları tozun arındırdıklarından çok daha fazla olduğunu göstermektedir. Ama masaların, sehpaların, büfelerin pırıl pırıl parladığını, camların ışıl ışıl dışarısını gösterdiğini, halıların bütün havlarının aynı yöne baktığını, püsküllerinin düzgün durduğunu görerek yorgun,ama mutlu bir şekilde iç geçiren bir ev hanımına bu gerçeği kabul ettirmeyi bir deneyin isterseniz. :)))
Böylece ayinin olması gerektiği şeklini, yani ‘doğru yolu’ anlattım. Şimdi bir de değişik bir sürümünü görelim:
İşe halılar süpürülerek başlanır. E, aklın yolu bir! :)) Süpürme işinin üçüncü dakikasında gözler tozlu bir sehpa ya da mobilya kenarına takılır. Yüzyılların geleneği, ‘töresi’ içgüdülere galebe çalar bir süre. Dişler kenetlenerek süpürme işlemine devam edilir. Ama her rastlanan tozlu yüzey bu direnişten iri lokmalar koparınca, sonunda savunma duvarları çöker. O andan itibaren bu temizlik ayini artık kanlı, terli ve ilkel bir başka törene dönüşür: Ev hanımı kurban etmece… :)
Önce işin kolayına kaçılır. Toz alma işi elektrikli süpürgenin fırçasıyla halledilmeye çalışılır. Hem böylece yoldan fazla sapılmamış, süpürgenin sapı bırakılmamış olacaktır. (Bunun ne demek olduğunu ileride anlayacaksınız.) Böyle yapıldığında toz yerine sehpa örtüsünün süpürge hortumunu boylayacağı çok geç akla gelir. Örtü süpürgenin her dem aç hortumundan kurtarıldığında artık sehpaya serilmeyi bırakın, insan içine çıkacak halde değildir. Böylece ait olduğu takımın masa, büfe, televizyon :) örtüsü gibi diğer üyeleriyle birlikte kirli sepetini boylar. Ev hanımı ilk hatasının öfkesiyle bir daha ‘doğru yoldan’ ayrılmayacağına yeminler ederek yeniden halı süpürmeye geri döner. Camların yanına yaklaşana kadar da sadakatle ayinini sürdürür. Pencere pervazlarına (sadece ne kadar tozlu olduklarını anlamak için) dokunmasa bu konuda başarılı da olacaktır. Ama ne çare! Üç parmağın pervazda bıraktığı koyu leke durumun vahametini ev hanımının zihnine dağlar adeta. Koştura koştura bir kova su alınır ve camlar silinmeye başlanır. Evet, doğru yoldan biraz sapmıştır ev hanımı. Ama hâlâ kafasını çevirince yolu, yani süpürgeyi odanın ortasında terk edilmiş halde de olsa görebilmektedir.  :) Kendi kendisine camları siler silmez kaldığı yerden devam edeceğini telkin eder. Derken iş bitmeye yakınken perdelerden biri zorluk çıkarır. Ev hanımı onu hizaya sokmak için şiddet kullanınca da hiç utanmadan suratına toz, is ve kalorifer dumanı öksürür. Bu olaydan on beş dakika kadar sonra ev hanımı perdeyi çamaşır makinesine tıkıştırmaya çalışırken kendine gelir. Perdeyi ne zaman söktüğünü, banyoya nasıl taşıdığını hatırlamamaktadır. Üstelik çamaşır makinesi öğürüp içindekileri tükürmeye uğraştığına göre ev hanımı sadece suratına öksüreni değil, odanın bütün perdelerini söküp getirmiş olmalıdır. Artık geri dönülecek nokta geçildiğinden çamaşır makinesinin itirazlarına kulak tıkanır ve yıkama düğmesine basılır. Ev hanımı temizliğe başladığı odaya geri döndüğünde gözlerine inanamaz. Ortada melül, mahzun bir süpürge, çıplaklıklarını statik elektrik aracılığıyla acil çağrı gönderdikleri tozlara yarım yamalak örttürmeyi başarmış mobilyalar, perdelerinden kurtulduğu için ışığı tüm haşmetiyle içeri davet edip odanın perişanlığını iyice göz önüne seren pencereler… Hepsinin üstüne pencere önündeki kova, perde sökme işleminin hoyratlığına dayanamamış, suyunun yarısını yerlere saçmıştır. Ev hanımı bu çamurlu birikintilerin arasında kendi ayak izinin birkaç kez banyoya gidip döndüğünü görünce çığlığı basar ve koşturarak ikinci bir kovayı kaptığı gibi yerleri silmeye başlar. Sonraki dakikalar artık çığırından çıkmış bir ayini rayına oturtmaya çalışarak geçer. Yerleri silerken rastlanılan mobilyaların tozu alınır, diğer pencereleri silme işi araya sıkıştırılır, balkonun hali görülünce ikinci bir çığlık ve üçüncü bir kova devreye girer, ayak izleri titizlikle silinir, halının ortasında mahsur kalmış süpürge son anda kurtarılır ve odanın kapısı sıkı sıkı kapatılır. İşte ikinci kural. İşi biten odanın kapısı kapatılmalıdır. Yoksa diğer odaları temizlerken kaçan isyankâr tozların bu odadan siyasi sığınma talebinde bulunma tehlikesi vardır. Derken ev hanımının midesi de isyan eder ve bu kadar çırpınma ve sinir harbinin tazmin edilmesi için beyne dava açar. Ev hanımı mutfağa girerken bilinçli olarak sadece ağzına bir şeyler atmayı düşünmektedir. Oysa o günü temizlik ayinine ayırmış olan bilinçaltı; tezgâhın kalabalıklığını, ocağın, fırının kirini, dolap kapılarındaki tozu görünce anında kumandayı devralır. Açlık falan unutulmuştur. Ortada ne ayin, ne töre, ne doğru yol kaldığı için mutfak da kısa sürede biraz önce içinden çıkılan odanın kaderini paylaşır ve ortasında bomba patlamışa döner. O sırada banyodan bir helikopter havalandığını duyan ev hanımı yel yepelek, yelken kürek o tarafa seğirtir, ama geç kalmıştır. Çamaşır makinesi kapıyı tutmuştur bile. İttirme, kaktırma işlemleri bir işe yaramaz, ama bereket yıkama programı yardıma gelir. Hızlı süzdürme işlemini devreye sokarak makineyi su yükünden kurtarır. Bu arada da çamaşır makinesinin kulağına tatlı tatlı ev hanımıyla en kısa zamanda bir Fazla Doldurmazlık Paktı imzalayacaklarını fısıldayarak onu banyonun ortasına kadar gerilemeye ikna eder.  Ev hanımı banyoya muzafferane bir giriş yapar. Ve perde!
Oy! Belim, sırtım, bacacıklarım. İkinci perde kısmetse başka bir sefere… :)))



Ginger Fox'tan 'Haute Floats'
Diğer Çalışmaları                Sitesi                    Blog
Gördüğünüz gibi kalemim zincirli... Yoksa yazardım ben yani... :)))



Leonid Afremov'dan (Леанід Афрэ́маў) Blue Rhapsody
Diğer Çalışmaları 1                 Diğer Çalışmaları 2              Sitesi                 Diğer Çalışmaları 3
Pek çok insan gibi ben de bir enstrüman çalabilmeyi istemişimdir hep. İlkokulda mandolin, orta okul ve lisede blok flüt, üniversitede gitar çalmaya çalıştım. Ama gönlümde yatan aslan hep piyanoydu. Maalesef şimdilerde klavyelere neredeyse çocuk oyuncaklarının arasında bile rastlanmasına rağmen benim öyle bir şansım olmadı. Hoş, bu konuda özel bir yeteneğim de yoktu zaten…

Şimdi burada biraz durup şu yetenek konusunu bir inceleyelim. TDK kelimeyi dört ayrı madde halinde yazmış.
1. Bir kimsenin bir şeyi anlama veya yapabilme niteliği, kabiliyet.
2. Bir duruma uyma konusunda organizmada bulunan ve doğuştan gelen güç, kapasite.
3. Kişinin kalıtıma dayanan ve öğrenmesini çerçeveleyen sınır.
4. Dışarıdan gelen etkiyi alabilme gücü.
(Oh! Bugünkü yazının dört satırını da TDK sayesinde hallettik. Allah bin bereket versin. :D )
Yukarıdaki anlamların ışığı altında benim enstrüman çalma konusundaki yeteneğimi irdeleyelim.
Birinci madde kapsamında düşünürsek, enstrüman çalma işlemini anladığımı ve yapabildiğimi düşünüyorum. Sonuçta elime aldığım her sazdan bir takım sesler çıkarabilmişimdir. Gerçi çıkan sesler üç yüz metre çapındaki bütün evlerde sıva çatlaklarına, insanlarda ise (Allahtan!) reversible duyma kayıplarına neden oluyordu, ama yukarıdaki tanımda böyle şeylerin olmaması gerektiğine dair bir kayıt yok. Demek ki birinci anlamıyla yetenekliyim. Gelelim ikinci maddeye… Burada geçen organizma lafı gözle görünmeyen hastalık yapıcıları falan çağrıştırıyorsa da, insan da bir organizma sonuçta. (Bakiiim. Evet! TDK da benimle aynı fikirde. Acaba bu kelimenin tanımını da yazıya dâhil etsem mi? İki satır, iki satırdır sonuçta… Neyse, acıdım size. :D ) Yani burada söz konusu olan, çalma durumuna uyma konusunda doğuştan gelen bir gücümün olup olmadığı. Bebekliğimde parmaklarımı çok açıp kapadığımı söylerler. Acaba o sayılır mı? Gerçi bütün bebeklerin öyle yaptığı da iddia ediliyor, ama bebek var, BEBEK var. Muhtemelen ben çok daha sanatkârane açıp kapamışımdır ellerimi. :)) Ha, bir de beş yaşlarında kınnaplar ve paket lastiklerinden ses çıkarma girişimlerim vardı. Siz şimdi ‘Kınnap ne?’ diye soruyorsunuzdur eminim. :) Hemen TDK sözlüğüne… Hadi gene acıdım. :)) İp, bildiğiniz paket ipi. Ama yeterince gererseniz acayip güzel ses verir. Tabii bu girişimlerim sonucunda evde ne kadar ip ve paket lastiği varsa hepsini telef ettiğimden, uzun bir süreliğine kauçuk ve keten-kenevir mamullerine on metreden fazla yaklaşmam mahkeme :)) kararıyla yasaklanmıştı. Bu kadar dedikodudan sonra sanırım ikinci maddeye de uyduğum ispatlanmış oluyor. Üçüncü madde ‘Çapın olacak kardeşim, çapın!’ diyor kısaca. Hep çaplı bir insan olduğumu düşünmüşümdür. Gerçi hiç 90 60 90 olamadım. Efendim? O çap, bu çap değil mi? Peki o zaman kelimenin anlamından devam edelim. Ailenin benden önceki hemen her üyesi bir şeyler tıngırdatmayı başarmış. Üstelik bir tanesi de ulusal çapta üfürebilmiş. Yani kalıtım işi tamam. Bizim adresi bulamadıysa bu benim suçum olamaz, di’ mi ama? Sonuçta kullanıma açılmamış, atıl kalmış olsa da kalıtımsal bir yatkınlığımız var. E, dördüncü maddenin gereğini yaptığımı daha ilk yazılarımda belirtmiştim zaten. ‘Çokkk iyi dinlerim.’ Dıştan gelen etkiyi alabilme gücüm yüz üzerinden bin beş yüz yani… :)))
Sonuç; bende yetenek mevcut. Bir tek çalamıyorum işte… :)))
Şaka bir yana, neden her yeteneklinin ressam, müzisyen, yazar, şair, heykeltıraş v.s. olamadığı konusu hep kafamı kurcalamıştır. Bunun cevabını devam ettiğim bir yetenek kursunda buldum. Aynı sınıfta ders alan kursiyerlerin pek çoğu birbirlerinin işlerine burunlarını çekerek bakarlardı. Yani arkadaşlarının işini beğeniyorlar, ama kendi yaptıklarını takdir etmeyi bırakın, görmüyorlardı bile. Sekiz on kişilik sınıfta sadece iki kişi başkalarının ne yaptığıyla ilgili değildi. Tamamen kendi işlerine yoğunlaşmış, kan ter içinde neyle boğuştukları belli olmayan adamlar… Bütün dertleri, kafalarının içindekini yaptıkları işe tam olarak yansıtabilmekti. O zaman anladım ki, yetenek sanatçı olmak için yetmezmiş. Sanatçı olmak için önce kendinle boğuşmalı, kendini kanatmalı ve içindekini savaşarak çıkarmalısın. Yenilgilerinden yılmamalı, sadece ders almalısın. Hakkında söylenenleri duysan, hatta dinlesen de, kendi sesine daha çok kulak vermelisin.  Yani sanatçılık zor zanaat. :)))
Bana gelmez. Boşuna mı kalender meşrebiz diyoruz. :)))


Mustafa Kemal Atatürk
10 Kasım…

Ulusça yas tuttuğumuz gün…
Çocukken iki dakika boyunca başımız önde, kıpırdamadan, boğazımız düğümlenerek beklediğimiz gün…
Gençken insanın içine ürpertiler salan sirenleri, o gün okunacak şiirleri, atılacak hamasi nutukları artık kanıksamış olduğumuz gün…
Hayata atıldıktan sonra sirenleri duyar duymaz dikilip kaldığımız halde, yanımızdan yöremizden geçenleri görüp derin bir hayrete düştüğümüz gün…
Çocuklarımız okula başlayana kadar her yıl saygısız insanların saygımızdan çalıp götürdükleri, içini boşalttıkları gün…
Çocuğumuzun ilk on kasımında içini çeke çeke ağladığını görerek olduğumuz insandan utandığımız gün…
Sonraki yıllarda çocuğumuzun yanında durup onun duygularına şahit olmaktan ve o günü yeniden anlamlandırmaktan gururlandığımız gün…
Evladımızla birlikte büyürken her yıl okunan aynı hamasi şiirler, atılan aynı nutuklar ve söylenen boş laflarla onun da yüreğinin nasırlaşmasına, aklının donmasına şahit olduğumuz gün…
Görüp yaşayarak bulduğumuz doğru yolu daha en başında O’nun bize açtığını idrak ettiğimiz halde, bilmesi gerekenlere anlatamamış olduğumuza hırslandığımız, kızdığımız gün…
 Keşke O’nu anmak için her 10 Kasım’da öylece dikileceğimize, anısına örneğin bir ağaç dikseydik.
Keşke bütün gün bizim gibi yıllarca aynı boş lafları işiterek duygularını, ama en önemlisi de düşüncelerini dondurmuş insanların süslü konuşmaları yerine O’nun sözünü, Nutuk’u dinleseydik.
Keşke her yıl O’nun yaptıklarını ders kitaplarından okurken bir yıl önce öğrendiklerimize yaşımıza uygun yeni bilgiler katabilseydik.
Keşke koskoca bir ulusu peşine takmayı nasıl başardığını, daha kendilerinin haberi yokken insanlara haklarını nasıl tanıdığını, ülkesinin bağımsızlığını hangi (şahsi ve ulusal) fedakârlıklarla sağlayıp koruduğunu anlayabilsek, idrak edebilseydik.
Keşke onun ilkelerini anlamsızca kutsallaştırmak yerine onurlu, insancıl, evrensel kabul ederek mayamıza katabilseydik.
Keşke anısına sadakatimiz kadar liyakatimizi de sunabilseydik.
 Belki o zaman ‘Atam izindeyiz!’ demeye yüzümüz ve hakkımız olurdu…

“Saygıdeğer baylar, sizi, günlerce işlerinizden alıkoyan uzun ve ayrıntılı sözlerim, en sonu tarihe mal olmuş bir dönemin öyküsüdür. Bunda, ulusum için ve yarınki çocuklarımız için dikkat ve uyanıklık sağlayabilecek kimi noktaları belirtebilmiş isem kendimi mutlu sayacağım
Baylar, bu söylevimle, ulusal varlığı sona ermiş sayılan büyük bir ulusun, bağımsızlığını nasıl kazandığını; bilim ve tekniğin en son ilkelerine dayanan ulusal ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlatmaya çalıştım.
Bugün ulaştığımız sonuç, yüzyıllardan beri çekilen ulusal yıkımların yarattığı uyanıklığın ve bu sevgili yurdun her köşesini sulayan kanların karşılığıdır.
Bu sonucu, Türk gençliğine kutsal bir armağan olarak bırakıyorum.”
20 Ekim 1927*

*Nutuk’tan alıntıdır…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder