Arkası haftaya tarzında... Kolay gelsin! :) |
Ayhan Asar'ın (Bertug) "Vapur" isimli çalışması... Diğer fotoğrafları için |
ÇARKÇIBAŞININ SOSYOKÜLTÜREL GARGARASI
1
“Kaldırın şunu gözümün önünden! Kusacak gibi oluyorum.” dedi Basri. Suratını buruşturmuş, iki elini beline atmış, lavabonun kenarında duran bardağa öldürecekmiş gibi bakıyordu. Ütülediği havluları banyo dolabına yerleştirmekte olan karısı ona hiç aldırmadan dalgın dalgın;
“Doktor bu ilacı kullanman şart dedi bey.” diye cevap verdi. Adam ters ters ona baktı.
“Doktor uçurumdan atlaman şart dese, onu da yapacak mıyız?” diye çemkirdi.
Annesine yardım etmekte olan kızı her zamanki umursamaz tavrıyla “Aman Baba! Amma büyüttün. Altı üstü bir gargara.” diye ağzında geveledi.
“Kolaysa sen yap! Mendebur zehir gibi.”
“Adı üstünde ilaç işte. Güzel olsa ilaç olmazdı.” dedi karısı.
“Ben anlamam. Ne zaman elime alsam tıksırıp öksürmekten içim çıkıyor. Bugüne kadar çıkarmadıysam kendi gayretimdendir.”
“O gargara yapılacak.”
Karısının ağzından çıkan bu kesin ifadeyle yüzündeki dalgın bakışı bağdaştıramadı Basri. Pek hayra yormadığı için de üstten almaya gayret etti.
“Hanım! Hayrola!”
Karısı yaptığı işten başını kaldırıp ona baktı. Konuştuğu sürece de gözlerini onunkilerden çekmedi.
“Bunca yıldır sana biraz hakkım geçtiyse, o gargara yapılacak bey. Bunun sonu kötü olabilirmiş. Doktor öyle söyledi. Aksırsan da, tıksırsan da o gargara yapılacak.
Mademki sigarayı bırakmaya yanaşmıyorsun.”
“Bıraktım ya!”
Basri’nin cılızlaşan sesi ne karısını, ne de kızını aldatabilmişti. İkisi de tek kelime etmeden karşısına dikilmiş bekliyorlardı. Eliyle üç numaraya vurdurduğu kafasını sıvazlarken, ‘Al birini, vur ötekine zaten.’ diye düşündü. ‘Anasına bak kızını al.’ Gene de pes etmedi.
“Yapmıy’cam. İşte o kadar.”
Kapıda yan yana durmakta olan kızıyla karısının ortasından ikisini de devirmek ister gibi hışımla geçti. Gelmesini beklediği itiraz seslerine kulaklarını tıkamak ister gibi başını iyice göğsüne doğru çekmişti yatak odasına giderken. Ama hayrettir, arkasından tek laf edilmedi. İçeri daldı. Aceleyle giyinmeye başladı. Çorabının tekini bulamayınca, karısına seslenmeyi göze alamadığı için çekmeceden bir başka çift alıp giydi. Kapıya varana kadar sağına soluna bakmadan holü geçti. Telaşla ayakkabılarını giyerken karısı seslendi;
“Akşam görücüler gelecek, geç kalma!”
Şimdi anlaşılmıştı ses çıkarmamalarının nedeni. Büyük geceden önce maraza çıksın istemiyorlardı demek. Basri de sesini çıkarmadı, ama kapıdan çıkar çıkmaz galiz bir küfür savurdu.
“Çoktan aldıkları şeyi istemeye mi geliyorlar bir de? Kız zaten gitti gider.”
Hırsla sokağa fırladı. Adımlarını sayar gibi önüne bakarak yürürken, kafasının içinde bin bir düşünce fink atıyordu. Çok güzel bir gündü. Ama Basri ruhundaki karmaşa yüzünden ne geceki yağmurdan sonra yaz boyunca üzerine çöken kiri pası atmış gibi pırıl parlayan göğün, ne de mis gibi yanık yaprak kokan sonbahar havasının farkındaydı. Huzursuzluğu iri bedenini sarsan her adımıyla artıyor gibiydi. Hızlı hızlı yürüyerek arnavut kaldırımı sokaklardan rüzgâr gibi geçti. Öyle ki Osmanlı Dönemi’nde yapılmış mini mini bir bina olan iskeleyi karşısında görünce ne kadar çabuk geldiğine kendisi bile şaşırdı. Binaya girince müstahdemden biri, şu aklı hafif uçuk oğlan, gülerek ona el salladı. Çocuğun omzuna vururken;
“N’aber lan Mazlum?” dedi Basri hissetmediği bir neşeyle.
“İ...i....yi bbbb..e çççç...arkçççççç...ıbbb....aşı!”
“Kolaysa sen yap! Mendebur zehir gibi.”
“Adı üstünde ilaç işte. Güzel olsa ilaç olmazdı.” dedi karısı.
“Ben anlamam. Ne zaman elime alsam tıksırıp öksürmekten içim çıkıyor. Bugüne kadar çıkarmadıysam kendi gayretimdendir.”
“O gargara yapılacak.”
Karısının ağzından çıkan bu kesin ifadeyle yüzündeki dalgın bakışı bağdaştıramadı Basri. Pek hayra yormadığı için de üstten almaya gayret etti.
“Hanım! Hayrola!”
Karısı yaptığı işten başını kaldırıp ona baktı. Konuştuğu sürece de gözlerini onunkilerden çekmedi.
“Bunca yıldır sana biraz hakkım geçtiyse, o gargara yapılacak bey. Bunun sonu kötü olabilirmiş. Doktor öyle söyledi. Aksırsan da, tıksırsan da o gargara yapılacak.
Mademki sigarayı bırakmaya yanaşmıyorsun.”
“Bıraktım ya!”
Basri’nin cılızlaşan sesi ne karısını, ne de kızını aldatabilmişti. İkisi de tek kelime etmeden karşısına dikilmiş bekliyorlardı. Eliyle üç numaraya vurdurduğu kafasını sıvazlarken, ‘Al birini, vur ötekine zaten.’ diye düşündü. ‘Anasına bak kızını al.’ Gene de pes etmedi.
“Yapmıy’cam. İşte o kadar.”
Kapıda yan yana durmakta olan kızıyla karısının ortasından ikisini de devirmek ister gibi hışımla geçti. Gelmesini beklediği itiraz seslerine kulaklarını tıkamak ister gibi başını iyice göğsüne doğru çekmişti yatak odasına giderken. Ama hayrettir, arkasından tek laf edilmedi. İçeri daldı. Aceleyle giyinmeye başladı. Çorabının tekini bulamayınca, karısına seslenmeyi göze alamadığı için çekmeceden bir başka çift alıp giydi. Kapıya varana kadar sağına soluna bakmadan holü geçti. Telaşla ayakkabılarını giyerken karısı seslendi;
“Akşam görücüler gelecek, geç kalma!”
Şimdi anlaşılmıştı ses çıkarmamalarının nedeni. Büyük geceden önce maraza çıksın istemiyorlardı demek. Basri de sesini çıkarmadı, ama kapıdan çıkar çıkmaz galiz bir küfür savurdu.
“Çoktan aldıkları şeyi istemeye mi geliyorlar bir de? Kız zaten gitti gider.”
Hırsla sokağa fırladı. Adımlarını sayar gibi önüne bakarak yürürken, kafasının içinde bin bir düşünce fink atıyordu. Çok güzel bir gündü. Ama Basri ruhundaki karmaşa yüzünden ne geceki yağmurdan sonra yaz boyunca üzerine çöken kiri pası atmış gibi pırıl parlayan göğün, ne de mis gibi yanık yaprak kokan sonbahar havasının farkındaydı. Huzursuzluğu iri bedenini sarsan her adımıyla artıyor gibiydi. Hızlı hızlı yürüyerek arnavut kaldırımı sokaklardan rüzgâr gibi geçti. Öyle ki Osmanlı Dönemi’nde yapılmış mini mini bir bina olan iskeleyi karşısında görünce ne kadar çabuk geldiğine kendisi bile şaşırdı. Binaya girince müstahdemden biri, şu aklı hafif uçuk oğlan, gülerek ona el salladı. Çocuğun omzuna vururken;
“N’aber lan Mazlum?” dedi Basri hissetmediği bir neşeyle.
“İ...i....yi bbbb..e çççç...arkçççççç...ıbbb....aşı!”
2
‘Çarkçıbaşı’ Basri’nin lakabıydı. Çay ocağında ilk işe başladığı senelerden birinde denizin ortasındayken vapurun makine dairesinde sorun çıkmıştı. Biraz da hava olduğu için sürüklenmeye başlamışlar, yolcular hafiften paniklemişti. Basri ustasından izin isteyip makine dairesine inmişti. Köyde traktör ve harman makinelerinin tamiriyle haşır neşir olduğu için, belki yardımım dokunur diye düşünmüştü. Tesadüf bu ya, o makine dairesinin kapısından içeri adımını attığı anda sorun giderilmiş, makineler çalışmaya başlamıştı. Zaten öyle olmasaydı Basri bu kocaman makineye hayran hayran bakmak dışında ne yapabilirdi ki. Gene de bu mucizevî giriş ona geminin ‘yedek çarkçıbaşısı’ unvanını kazandırmıştı şakayla karışık. Olayın üzerinden geçen yıllar lakabının başındaki ‘yedek’ lafını söküp atmış, gemidekiler asıl adını bile unutmuşlardı neredeyse.
Elini kaldırarak Mazlum’a veda selamı verip bir sıçrayışta iskelede nazlı nazlı sallanan şehir hatları vapuruna atlayıverdi. Pek de memnun oldu bu çevik sıçrayışa. Doktor beni şimdi görse o destan gibi reçeteyi yazmazdı, diye düşündü. Hâlbuki gripten içim çekilmişken çıktım karşısına. Sigara yüzünden ciğerlerimi kusuyordum. Adam da bizi veremli sandı zağar. Aklına sigara gelince boğazı gıcıklandı. Merdivenlerden yukarı çıkarken ilk nefesin tadı boğazını yakmaya başlamıştı bile. Uzaktan bakınca sanayi tipi semaverin buhar salmaya başladığını gördü. Süleyman, herkesin bildiği adıyla ‘Sülo’, çoktan işin başına geçmişti anlaşılan. Sağ koluydu Basri’nin. Daha küçücükken yanında işe başlamıştı. Çok çalışkan bir oğlandı. Ortaokulu, liseyi dışarıdan bitirmişti. Hem de bir gün bile işini aksatmadan. Gözü açık, dürüst, mert oğlandı. Benim kız bulamadı şöylesini, diye geçirdi içinden. Üniversite bitirdim ben, deyip bankanın birine girdi. İki aya kalmadan da sümsüğün teki aklını başından aldı. Oğlanın ailesinin ...ler’deki sitesine üç kere gidince bizim kızın kuş kadar aklı da başından uçup gitti. Şimdi karnını benden gizlemek için hırkalara sarınıyor. Göz göre göre verecez kızı o dürzüye. Kederli kederli içini çekti. Oysa Sülo kızına yanıktı ezelden beri. Tıpkı Basri’nin Hasibe’ye, karısına bir zamanlar yandığı gibi döne döne yanıyordu. Ama bir kez olsun ağzını açıp bir şey dememiş, kıza yılık yılık bakmamış, laubali davranmamıştı. Sadece görücü geleceğini duyduğu zaman gözlerinin içinde yarların çöktüğünü görmüştü Basri.
“Oooo usta geldin mi?”
Terbiyeli çocuk! Herkes lakabıyla seslenirdi ona. Şu aklı yetmez Mazlum bile. Ama Sülo için hep ustaydı.
“Yaktın mı len semaveri?”
“Yaktım, yaktım!”
“E hadi bismillah o zaman.”
Sülo gülümsedi. Bir tek bu huyu garipti bu çocuğun. Ağzından hiç Allah lafı çıkmazdı. Ne maaşallah, ne bismillah, ne başka bir şey. Karısı bir gün ‘Gâvur mu bu, bey?’ diye sormuştu. ‘Kızkardeşi yeni doğum yapmış, telefonda haber verdiler. Bir ‘Allah Bağışlasın’ demedi. Sevindim, tebrik ederim. O kadar. Gözlerinin içi gülüyordu, ama şükretmek aklına bile gelmedi. Günah, günah!” Ah, karısı! O koca siyah gözlerini devire devire konuşmaya bir başladı mı, araya bile giremezdin. Hükmünü vermiş, kalemini kırmış demekti. Kadın Sülo’ya sonuna kadar güvenir, güler yüz gösterir, ayda bir evlerinde yemeğe çağırırdı ısrar kıyamet. Ama tek kızına koca yapmak... Allah yazdıysa bozsun! Zaten kızın durumunu fark ettikten sonra o yemek davetlerine de icabet etmez olmuştu ya Sülo. Basri başını sallayarak gamlı düşünceleri kafasından uzaklaştırmaya çalıştı.
“Hareket ne zaman?”
Sülo duvardaki saate baktı;
“Bir iki dakikaya kalkarız.”
“İyi, iyi. Hadi işe koyulalım.”
3
Aslında bu da gereksiz laftı. Sülo çay bardaklarını, kaşıkları pırıl pırıl
dizmişti yerine. Basri sadece adet yerini bulsun diye bir kaç çay fincanını
sudan geçirdi. Yıllanmış çay lekelerini çıkaramayacağını o da biliyordu ya,
maksat eli meşgul olsun. Çünkü beyni, ciğerleri sigara sigara diye inleyip
duruyordu.
“Hay dili tutulasıca doktor. Görmez olaydın. Muayene etmez olaydın. Batırdın mis gibi hayatımı.” diye ağzının içinde söylene söylene ovuşturdu çay fincanlarını. Sülo elini sırtına koyup;
“İyi oldu be usta. İçin çıkacak gibi öksürüyordun. Bak yirmi gün oldu sigarayı bırakalı...” Yarım ağız gülümsedi bu laftan sonra. Onun kaçıp kaçıp sigara içtiğini bilmiyor muydu sanki? Zift gibi sigara kokarak geri döndüğünde ne yaptığını anlamıyor muydu? Ama Sülo daha fazlasını ihsas etmeden sözüne devam etti;
“Sesin bile değişti usta. Şu merdivenleri oflayıp puflamadan çıkıyorsun son bir haftadır. Farkında değil misin?”
Basri irkilip onun yüzüne baktı. Sülo başını eğdi sözünü tasdikler gibi.
“Deme be! Öyle mi sahi?”
“Sen fark etmedin mi?”
“Ben o sırada canımın çekintisiyle uğraşıyorum be Sülo? Ner’den anlayayım farkı?”
“E bildin artık. Adama küfredip ahını alma.”
“Sen öyle diyo’san.”
“Çarkçıbaşııı, çarkçıbaşııı!”
Küçük çırak koşa koşa geliyordu. Yüzünü al al görünce bir şey oldu sandı Basri.
“Ne var len?” diye sordu telaşla.
“Ben geldim.”
“İyi halt ettin. Bando mızıka takımı bugün hazır değil. Yarına bir de davulla zurna buluruz. Memo’nun gelişinin şerefine şurada karşılıklı bi’ oynarız. Ödümü çatlattın be dürzü. Derdin ne? Ne bağırıyo’sun?”
“Çocuk o usta. Bağırıyo’ öylesine.” dedi Sülo gülerek. “N’aber len Memo?”
“Hay dili tutulasıca doktor. Görmez olaydın. Muayene etmez olaydın. Batırdın mis gibi hayatımı.” diye ağzının içinde söylene söylene ovuşturdu çay fincanlarını. Sülo elini sırtına koyup;
“İyi oldu be usta. İçin çıkacak gibi öksürüyordun. Bak yirmi gün oldu sigarayı bırakalı...” Yarım ağız gülümsedi bu laftan sonra. Onun kaçıp kaçıp sigara içtiğini bilmiyor muydu sanki? Zift gibi sigara kokarak geri döndüğünde ne yaptığını anlamıyor muydu? Ama Sülo daha fazlasını ihsas etmeden sözüne devam etti;
“Sesin bile değişti usta. Şu merdivenleri oflayıp puflamadan çıkıyorsun son bir haftadır. Farkında değil misin?”
Basri irkilip onun yüzüne baktı. Sülo başını eğdi sözünü tasdikler gibi.
“Deme be! Öyle mi sahi?”
“Sen fark etmedin mi?”
“Ben o sırada canımın çekintisiyle uğraşıyorum be Sülo? Ner’den anlayayım farkı?”
“E bildin artık. Adama küfredip ahını alma.”
“Sen öyle diyo’san.”
“Çarkçıbaşııı, çarkçıbaşııı!”
Küçük çırak koşa koşa geliyordu. Yüzünü al al görünce bir şey oldu sandı Basri.
“Ne var len?” diye sordu telaşla.
“Ben geldim.”
“İyi halt ettin. Bando mızıka takımı bugün hazır değil. Yarına bir de davulla zurna buluruz. Memo’nun gelişinin şerefine şurada karşılıklı bi’ oynarız. Ödümü çatlattın be dürzü. Derdin ne? Ne bağırıyo’sun?”
“Çocuk o usta. Bağırıyo’ öylesine.” dedi Sülo gülerek. “N’aber len Memo?”
Çocuğun asker traşlı kafasına sevgiyle bir şaplak attı. Memo ustasının
bağırtısından büyümüş olan gözlerini delikanlıya çevirince yüzü güldü.
“İyidir. İki hafta sonra okullar açılıyor. Annemle alışverişe çıkacaz bugün.” Sonra çekine çekine Basri’ye döndü.
“Ustaaa?”
“Ustalar götürsün seni, neee? Bi’ şey isteyecen ki, birden ustalığa terfi ettik gözünde.”
“Ben bugün a’cık erken çıksam.”
“Çık bakalım.”
“Haftalığını da erken veririz di’ mi usta?” diye atıldı Sülo. Düşünceli oğlan, diye geçti içinden Basri’nin. Yüzü yumuşadı. Başını salladı usul usul. Memo yumruk yaptığı elini havaya kaldırdı. Sonra Sülo’yla çakıştırdılar avuçlarını. Basri bu çocukça sevincin gününü aydınlattığını göstermemek için suratını iyice asıp arkasını onlara döndü.
“Hadi hadi. Oyalanma madem. Bak tepsiler seni bekliyor. Akşam çıkarken de bırakıyo’sun şuncağızları öksüz çocuklar gibi. Her biri bir yerde.”
Memo şevkle işe girişti. Bir taraftan da Sülo’ya haftasonu yaptıkları mahalle maçını anlatıyordu heyecanla. Diğer elemanlar da sökün etmeye başlamıştı ufaktan. İskeleden ayrılana kadar ocaktaki işlere gömülüp kaldı Basri.
Aslında ocağı çekip çeviren Sülo’ydu. Bir kaç yıl sonra işi ona devretmeyi kuruyordu kafasında. Ama asıl soru, kendisi ne yapacaktı. Evde oturmaya kalkarsa iki aya kalmaz karısıyla boğaz boğaza gelirlerdi. Kahveye gitmeye kalksa hiç alışkanlığı yoktu. Sudan çıkmış balığa dönerdi orada. Aslında eli mekanik işlere yatkındı. Belki de küçük bir dükkân açardı işi bırakınca. Eskiden olsa bisiklet tamircisi olmayı düşünebilirdi. Ama artık ne bisikletler kalmıştı, ne o bisikletlere binip mahalleyi turlayan afacanlar. Herkes evine kapanmıştı.
“İyidir. İki hafta sonra okullar açılıyor. Annemle alışverişe çıkacaz bugün.” Sonra çekine çekine Basri’ye döndü.
“Ustaaa?”
“Ustalar götürsün seni, neee? Bi’ şey isteyecen ki, birden ustalığa terfi ettik gözünde.”
“Ben bugün a’cık erken çıksam.”
“Çık bakalım.”
“Haftalığını da erken veririz di’ mi usta?” diye atıldı Sülo. Düşünceli oğlan, diye geçti içinden Basri’nin. Yüzü yumuşadı. Başını salladı usul usul. Memo yumruk yaptığı elini havaya kaldırdı. Sonra Sülo’yla çakıştırdılar avuçlarını. Basri bu çocukça sevincin gününü aydınlattığını göstermemek için suratını iyice asıp arkasını onlara döndü.
“Hadi hadi. Oyalanma madem. Bak tepsiler seni bekliyor. Akşam çıkarken de bırakıyo’sun şuncağızları öksüz çocuklar gibi. Her biri bir yerde.”
Memo şevkle işe girişti. Bir taraftan da Sülo’ya haftasonu yaptıkları mahalle maçını anlatıyordu heyecanla. Diğer elemanlar da sökün etmeye başlamıştı ufaktan. İskeleden ayrılana kadar ocaktaki işlere gömülüp kaldı Basri.
Aslında ocağı çekip çeviren Sülo’ydu. Bir kaç yıl sonra işi ona devretmeyi kuruyordu kafasında. Ama asıl soru, kendisi ne yapacaktı. Evde oturmaya kalkarsa iki aya kalmaz karısıyla boğaz boğaza gelirlerdi. Kahveye gitmeye kalksa hiç alışkanlığı yoktu. Sudan çıkmış balığa dönerdi orada. Aslında eli mekanik işlere yatkındı. Belki de küçük bir dükkân açardı işi bırakınca. Eskiden olsa bisiklet tamircisi olmayı düşünebilirdi. Ama artık ne bisikletler kalmıştı, ne o bisikletlere binip mahalleyi turlayan afacanlar. Herkes evine kapanmıştı.
4
Vapur üçüncü seferini yaparken yerinden doğruldu. Sülo’nun gözlerini aradı.
Sülo gizli anlaşmalarını açık etmeden başıyla hafif bir işaret çaktı. Ustasının
sigarası gelmişti gene. Basri aşağıya indi. Güzel deniz havasını içine çekti.
Hafif bir şaşkınlıkla canının hiç sigara çekmediğini fark etti. Cebine attığı
elini boş olarak çıkardı. O sırada alt salonun kapısından gülüşerek üç kız
çıktı. Onu görünce toparlanacaklarına iyice cıvıdılar. Yanından geçerken
içlerinden birinin “Bak nası’ bakıyo’ öküz. Kızım ben bunları bilirim. Öyle
dumur dumur bakar manyaklar.” dediğini duydu.
“Daha kaç yaşındasın da beni tanıyo’sun oynak.” diye düşündü Basri. Bunların ana babası yok muydu? Onların yanında da böyle mi konuşuyordu bunlar. Kızlardan biraz daha mahçup görüneni tedirgin gözlerle ona baktı. Arkadaşının söylediği laflara inanmış, kendisini basit bir sapık sanmıştı besbelli. Basri bakışlarındaki küçümsemenin kızlara hiç tanıdık gelmediğini anladı. Öyle dik dik bakınca tek yaptığı onları korkutmak oluyordu anlaşılan. Mahçup kız, arkadaşlarını sürükleyerek yan tarafta, açıkta oturulan yerlere götürdü. Basri bir süre cık cıklandı. Bak şimdi canı sigara istemişti işte. Kızı da bir kaç yıl önce bunların yaşındaydı. O da mı böyle davranıyordu arkadaşlarının yanında acaba? Bu kadar vurdumduymaz, pervasız mıydı o da? İşe başlayana kadar davranışlarında bir gariplik görmemişti Basri. Ama işe başladıktan sonra kıza sorarsan kendine güven, Basri’ye sorarsan asilik usul usul yerleşmişti hareketlerine. Karısı tek evladıyla kocası arasında tam teçhizatlı bir tampon görevini yıllardır aksatmadan sürdürdüğü için duruma hazırlıklıydı. Eskisi kadar kolay olmasa da ikisine de en az zararı verecek kıvamda tutuyordu aralarındaki çatışmayı. Ah Hasibe! Köyde vurulduğu o narin kızın bu kadar sağlam, dediği dedik bir kadın olacağını söyleseler bırak Basri’yi, Hasibe’nin ana babası bile inanmazdı herhalde. Vur ensesine al ağzından lokmayı görüntüsünün altında çelikten bir irade gizlermiş de kimse bilmezmiş meğer. Kızlarını doğurduğunda geçirdiği kanama yüzünden rahmini alan doktora da buz gibi bakmıştı karısı. Basri gizli gizli köşelere çekilip sigara içmiş, hatta bir defasında ağlamıştı bile. Ama Hasibe hiç bir şey olmamış gibi evine dönmüş, kızını büyütmüş, kocasına bakmıştı. Sonra bir gün Basri’yi karşısına çekmiş;
“Bana bak bey!” demişti. “Oğlum olmayacak diyeyse bu dertlenmen, benden sana izin. Yarın biletini al, doğru köye. Getirirsin doğurgan bir kız. Gıkımı bile çıkarmam. Ha, yok benim gönlüm buradakilere düşüyor dersen. Bul kuma gelmeyi kabul edecek birini, gene ses etmem. Ama kendini yediğin yeter artık.”
Peki, ben ne dedim, diye düşündü Basri.
“Bırak cart curt konuşmayı da, git yemeği hazırla...”
Ne dizilerde seyrettiği gibi öyle canımlı cicimli konuşmalar, ne en hafifinden bir sarılma. Şimdi olsa ne derdin be Basri, diye düşündü sonra.
“Hayatım, yemeğe gelmiyorlar ki. Senin telaş yapmana gerek yok.” dedi arkasından bir ses. Uzun boylu gözlüklü bir adam cep telefonuna konuşuyordu yumuşak bir sesle. Basri karşı taraftan parazit gibi bir vızıltı duydu. Ses kendine kadar geldiğine göre kadın avaz avaz bağırıyor olmalıydı. Adam telefonu kulağından uzaklaştırınca yanılmadığını anladı.
“Annenler de gelsin. Ne zararı var?”
Gene bir cızırtı.
“Hayatım, gelenler de dünkü çocuk değiller. Buluruz ortak konuşacak bir şeyler. Sen merak etme aşkım!”
Adam diğer yöne doğru uzaklaşırken yalvarır gibi görünüyordu. Biz akşama ne konu bulacaz bakalım şu sosyetiklerle, diye düşündü Basri. Damat burnu düşse yerden almayacak tavrıyla deli ediyordu zaten. Akşama üç kişi olacaklardı. Hak’katen ne konuşacaktı ki onlarla? Az önce gördüğü kızları ya da adamı mı anlatacaktı. Pazardaki pahalılıktan mı bahsedecekti yoksa haftalık alışverişlerini büyük marketlerden bir defada yapan o insanlara. Belki de kızının karnındaki bebenin adını koyarlardı hep birlikte. İçindeki hiddet körüklenmiş ateş gibi birden parladı. Midesinden ağzına zehir gibi bir safra tadı yükseldi. Öğürmekle öksürmek arası bir ses çıkardı. Ağzına gelenleri geri yuttu. Sabah hışımla çıkarken kahvaltı falan etmemişti. Midesi intikamını çok kötü alıyordu anlaşılan. Hemen cebinden sigara paketini çıkarıp aceleyle içinden bir sigara çekti, rüzgâra arkasını dönerek alışkın hareketlerle yaktı. Ağzındaki tat geçene kadar derin derin nefesler çekti sigaradan. Keşke kafam için de böyle bir sigara olsaydı, diye düşündü. Nereden nereye geldik. Köyde olsak şimdiye kadar yüz defa kopmuştu kızılca kıyamet. Kız dillere düşmüş olurdu çoktan. Oğlan bu işten yakasını sıyırmak için bunu bahane ederdi. Yok, öyle dizilerde olduğu gibi kızının kafasına sıkıp öldürmezdi Basri. Ama şimdi yaptığı gibi kuzu kuzu oturup görücüleri de beklemezdi herhalde. Belki aileler birbirine girerdi. Silahlar konuşur muydu? ‘Yok canım. Bizim köyde olmaz öyle şey.’ İhtiyarlar bir yolunu bulurdu gene. Bulunan yol da bu akşam olacaklardan farklı bir şey olmazdı zaten. Ama hiç olmazsa tanıdıkları bildikleri biri olurdu dünürleri. Konuşacak lafları, işleyecek işleri olurdu birlikte. Bu kadar boynu bükük olmazdı Basri’nin. Köyde herkes birbirini tanır, gelmişini geçmişini bilirdi. Koz olarak kullanacak çok cephanesi olurdu.
Basri diplediği sigarasını yere atıp söndürdü. Çay ocağı harıl harıl çalışıyordu hafta içi her sabah olduğu gibi. Öğlene doğru iş biraz hafiflerdi. Memo hızlı hızlı bardak duruluyordu muslukta. Sülo servise çıkmıştı anlaşılan. Ortada yoktu.
“Daha kaç yaşındasın da beni tanıyo’sun oynak.” diye düşündü Basri. Bunların ana babası yok muydu? Onların yanında da böyle mi konuşuyordu bunlar. Kızlardan biraz daha mahçup görüneni tedirgin gözlerle ona baktı. Arkadaşının söylediği laflara inanmış, kendisini basit bir sapık sanmıştı besbelli. Basri bakışlarındaki küçümsemenin kızlara hiç tanıdık gelmediğini anladı. Öyle dik dik bakınca tek yaptığı onları korkutmak oluyordu anlaşılan. Mahçup kız, arkadaşlarını sürükleyerek yan tarafta, açıkta oturulan yerlere götürdü. Basri bir süre cık cıklandı. Bak şimdi canı sigara istemişti işte. Kızı da bir kaç yıl önce bunların yaşındaydı. O da mı böyle davranıyordu arkadaşlarının yanında acaba? Bu kadar vurdumduymaz, pervasız mıydı o da? İşe başlayana kadar davranışlarında bir gariplik görmemişti Basri. Ama işe başladıktan sonra kıza sorarsan kendine güven, Basri’ye sorarsan asilik usul usul yerleşmişti hareketlerine. Karısı tek evladıyla kocası arasında tam teçhizatlı bir tampon görevini yıllardır aksatmadan sürdürdüğü için duruma hazırlıklıydı. Eskisi kadar kolay olmasa da ikisine de en az zararı verecek kıvamda tutuyordu aralarındaki çatışmayı. Ah Hasibe! Köyde vurulduğu o narin kızın bu kadar sağlam, dediği dedik bir kadın olacağını söyleseler bırak Basri’yi, Hasibe’nin ana babası bile inanmazdı herhalde. Vur ensesine al ağzından lokmayı görüntüsünün altında çelikten bir irade gizlermiş de kimse bilmezmiş meğer. Kızlarını doğurduğunda geçirdiği kanama yüzünden rahmini alan doktora da buz gibi bakmıştı karısı. Basri gizli gizli köşelere çekilip sigara içmiş, hatta bir defasında ağlamıştı bile. Ama Hasibe hiç bir şey olmamış gibi evine dönmüş, kızını büyütmüş, kocasına bakmıştı. Sonra bir gün Basri’yi karşısına çekmiş;
“Bana bak bey!” demişti. “Oğlum olmayacak diyeyse bu dertlenmen, benden sana izin. Yarın biletini al, doğru köye. Getirirsin doğurgan bir kız. Gıkımı bile çıkarmam. Ha, yok benim gönlüm buradakilere düşüyor dersen. Bul kuma gelmeyi kabul edecek birini, gene ses etmem. Ama kendini yediğin yeter artık.”
Peki, ben ne dedim, diye düşündü Basri.
“Bırak cart curt konuşmayı da, git yemeği hazırla...”
Ne dizilerde seyrettiği gibi öyle canımlı cicimli konuşmalar, ne en hafifinden bir sarılma. Şimdi olsa ne derdin be Basri, diye düşündü sonra.
“Hayatım, yemeğe gelmiyorlar ki. Senin telaş yapmana gerek yok.” dedi arkasından bir ses. Uzun boylu gözlüklü bir adam cep telefonuna konuşuyordu yumuşak bir sesle. Basri karşı taraftan parazit gibi bir vızıltı duydu. Ses kendine kadar geldiğine göre kadın avaz avaz bağırıyor olmalıydı. Adam telefonu kulağından uzaklaştırınca yanılmadığını anladı.
“Annenler de gelsin. Ne zararı var?”
Gene bir cızırtı.
“Hayatım, gelenler de dünkü çocuk değiller. Buluruz ortak konuşacak bir şeyler. Sen merak etme aşkım!”
Adam diğer yöne doğru uzaklaşırken yalvarır gibi görünüyordu. Biz akşama ne konu bulacaz bakalım şu sosyetiklerle, diye düşündü Basri. Damat burnu düşse yerden almayacak tavrıyla deli ediyordu zaten. Akşama üç kişi olacaklardı. Hak’katen ne konuşacaktı ki onlarla? Az önce gördüğü kızları ya da adamı mı anlatacaktı. Pazardaki pahalılıktan mı bahsedecekti yoksa haftalık alışverişlerini büyük marketlerden bir defada yapan o insanlara. Belki de kızının karnındaki bebenin adını koyarlardı hep birlikte. İçindeki hiddet körüklenmiş ateş gibi birden parladı. Midesinden ağzına zehir gibi bir safra tadı yükseldi. Öğürmekle öksürmek arası bir ses çıkardı. Ağzına gelenleri geri yuttu. Sabah hışımla çıkarken kahvaltı falan etmemişti. Midesi intikamını çok kötü alıyordu anlaşılan. Hemen cebinden sigara paketini çıkarıp aceleyle içinden bir sigara çekti, rüzgâra arkasını dönerek alışkın hareketlerle yaktı. Ağzındaki tat geçene kadar derin derin nefesler çekti sigaradan. Keşke kafam için de böyle bir sigara olsaydı, diye düşündü. Nereden nereye geldik. Köyde olsak şimdiye kadar yüz defa kopmuştu kızılca kıyamet. Kız dillere düşmüş olurdu çoktan. Oğlan bu işten yakasını sıyırmak için bunu bahane ederdi. Yok, öyle dizilerde olduğu gibi kızının kafasına sıkıp öldürmezdi Basri. Ama şimdi yaptığı gibi kuzu kuzu oturup görücüleri de beklemezdi herhalde. Belki aileler birbirine girerdi. Silahlar konuşur muydu? ‘Yok canım. Bizim köyde olmaz öyle şey.’ İhtiyarlar bir yolunu bulurdu gene. Bulunan yol da bu akşam olacaklardan farklı bir şey olmazdı zaten. Ama hiç olmazsa tanıdıkları bildikleri biri olurdu dünürleri. Konuşacak lafları, işleyecek işleri olurdu birlikte. Bu kadar boynu bükük olmazdı Basri’nin. Köyde herkes birbirini tanır, gelmişini geçmişini bilirdi. Koz olarak kullanacak çok cephanesi olurdu.
Basri diplediği sigarasını yere atıp söndürdü. Çay ocağı harıl harıl çalışıyordu hafta içi her sabah olduğu gibi. Öğlene doğru iş biraz hafiflerdi. Memo hızlı hızlı bardak duruluyordu muslukta. Sülo servise çıkmıştı anlaşılan. Ortada yoktu.
5
Kafasını kaldırıp kendisine bakan çocuğa “Neler al’caksınız çarşıdan bakalım?” dedi Basri.
“Bilmem. Ama yeni ayakkabı almamız şart. Eskilerin burnu üçüncü defa açıldı. Artık dikiş tutmaz diyo’ annem.”
“Kaça gidiyo’dun sen?”
“Bu sene beşe gidecem.”
“Özledin mi okulu?”
“Özledim.”
“Okula gidince de burayı özlersin.” dedi Basri ifadesiz bir sesle.
Oğlan kaşlarını çattı. Buranın nesini özleyeyim der gibi bir ifadesi vardı. Ama ağzından çıkanlar Basri’yi şaşırttı.
“Senle Sülo’yu özliycem usta.”
“Arada gelirsin belki.”
Oğlan omuzlarını silkti. Keyfine çalışmıyordu Memo yanlarında. Yazın başıboş kalmasın diye yollamış falan değildi anası. Oğlanı işe koyabilmek için çok yalvarmıştı. ‘Ne verirsen Basri Abi?’ demişti. ‘Ne verirsen razıyım. Boğaz tokluğuna bile olur. Yeter ki karnı doysun.’ Okula başlayınca da çalışacaktı. Tabii vapurda olmazdı. Ama başka bir şeyler bulacaklardı yapması için. Açlıktan nefesi kokuyordu ailesinin. Bu güleç ve kaygısız oğlanın, sokaklarında lağım akan gecekondu semtlerinden birinde, döküntü bir barakada yaşadığını ilk bakışta anlayacak babayiğit yoktu. Anası tertemiz giydirirdi çünkü çocuğu. Üstündekiler eskiydi, ama hiç hırpani görünmezdi. Vapurda ellerinde ‘gameboy’larıyla oturan, sahte hırpani görünüşleriyle ‘tarz yapan’ veletlerden değildi. Gözleri o çocuklarda gördüğü ölü balık bakışlarıyla bakmazdı. Fel fecir okurdu onunkiler. O çocuklara özeniyordu özenmesine, ama aralarına girmek için fırsat bulsa bile yer bulamazdı muhtemelen. Memo’nun hayatı onlarınkine göre fazla manalıydı. Acıklıydı, ama gene de manalıydı işte.
Of, bugün bana neler oluyor diye düşündü Basri. Efkârlandık iyice. Kızı verecez diye mi ne? Biran evvel geçse şu gün, şu gece. Yoksa hak’katen verem olacam düşüne düşüne. Sülo tezgâha yanaştı. Memo’nun hazır ettiği çayları tepsiye doldururken Basri’ye yan yan baktı. Bir şey soracakmış gibi dudakları kıpırdadı. Basri ne var gibilerden işaret yapınca, başını arkaya yatırdı ‘yok bir şey’ anlamında. Telaşla servise çıktı tekrar. Onunla konuşabilse bu gece başına gelecekleri, belki biraz rahatlardı Basri. Ama çocuğun daha fazla canını yakmak istemiyordu.
Gün ağır geçiyordu. Vapur bir o iskele, bir bu iskele gidip geliyor, Basri’nin düşünceleri de bu durmadan yol alan, ama hep aynı yerlere varan vapura benziyordu. Öğle seferlerinde işler o kadar yavaşlamıştı ki, Basri bir ara tepsiye beş altı tane çay atıp makine dairesine inecek vakit bile buldu. İçeri girer girmez gürültü her zaman olduğu gibi bir yumruk gibi göğsüne çarptı Basri’nin. Oysa makine dairesindekiler sanki kuşların cıvıldadığı bir ormanda iş yapıyormuş gibi rahatça anlaşıyorlardı aralarında. Bazen onların dudak okuduklarından şüpheleniyordu Basri. Arkadaşı Osman onu görünce yanına geldi. Sesini duyurmak için bağıra bağıra;
“Ne o Karadeniz’de batırmışsın gene takayı?” dedi.
“Yok be! Her zamanki şeyler işte.”
“Nasıl her zamanki şeyler be? Suratın sirke satıyo’. Var bi’ şeyler sende.”
“Akşama kızı istiy’cekler.”
“Yapma ya! Senin kız o kadar oldu mu? Daha geçen yıl sana çıraklık yapıyo’du.”
“O senin dediğin yirmi sene önce be Osman.”
“Oldu mu o kadar?” Tepsiden bir çay kapıp kafasına dikiveren Osman makine dairesindekilere Basri’nin tek kelimesini bile duymadığı bir şeyler söyledi. Adamlar gözleri parlayarak geldiler. Çaylarını alıp işlerinin başına geçtiler. Osman’ın gözleri makinenin üzerinde dolaştı bir süre.
“Tombul yanaklı, kıvırcık saçlı cimcime bi’ şeydi.” dedi konuya dönerek.
“Beş yaşındaydı o zaman. Ne tombul yanaklar kaldı şimdi, ne kıvırcık saçlar. Berbere gide gele mısır püskülüne çevirdi o canım saçlarını. Moda diye de kemiklerine kadar zayıfladı.”
“Şimdi hepsi öyle be çarkçıbaşı. Açlıktan ölecekmiş gibi görünüyo’lar. Sana da kızdan ayrılmanın üzüntüsü çöktü demek.”
6
Basri diğer
dertlerini paylaşmamıştı Osman’la. İyi dosttular ya, gene de utanıyordu
anlatmaya. Başını salladı usulca.
“Sen hele kızı ver de. Bi’ akşam gideriz meyhaneye. Bütün üzüntülerini rakıya meze yaparsın, kalmaz bi’şiiciğin.”
“Şu akşamı bi’ atlatalım da...” dedi Basri gitmek için dönerken. “Ben bizimkilere bi’ bakayım.” Osman elini kaldırıp selam verdi.
“Bak unutma, söz verdin.” diye bağırdı arkasından. Vapur iskeleye yanaşıyordu. Basri açıklıkta toplaşanların arasından geçerek yukarı çıktı. Memo gene ocakta yalnız başınaydı. Sülo’nun ortada görünmeyişini yadırgadı. Paraları toplamış geri dönmüş olmalıydı şimdiye.
“Memo, Sülo ner’de?”
“Bi’ arkadaşı aradı, iskelede bekliyo’muş. Onunla konuşup hemen dönecem dedi.”
“Allah Allah! Bunca senedir hiç yapmadığı şey...”
“Bence bi’ kızdı arayan.” dedi Memo bilgiç bilgiç.
“Yok ya? Ner’den anladın bakalım?”
“Ben anlarım.”
“Gören de kırk yıllık kulağı kesiklerden sanacak seni.”
Memo ustasının alay eder gibi konuşmasına aldırmadan devam etti;
“Bi’kere suratı kıpkırmızı oldu. Sonracı’ma telaşlandı da. Kesin bi’ kız yaptı kendine Sülo Abi.”
“O ne demek len? Kız yaptı, mız yaptı.”
“Yani manitası var çarkçıbaşı.”
Basri’nin içi cız etti. Ne bekliyo’dun be Basri, dedi kendi kendine. Mecnun gibi ömrünün sonuna kadar senin kızı mı bekleyecekti? Evlenecek barklanacak elbet. İyi olmuş, iyi. Demek o da düzenini kuruyor. İskeleye bakan camlardan birine yanaştı. Aşağıya baktı talihli kızı görmek için. Sülo’nun pantolonunu tanıdı ileride. İskele binasının çıkıntısı bedenlerinin üst kısmını kapatsa da yanında dikildiği kişinin bir kız olduğu belliydi. Basri sanki dikizliyormuş gibi suçlanarak çekildi camın kenarından. Memo ocaktan ona bakıyordu. Ağzı kulaklarındaydı. Anlamıştı Basri’nin Sülo’yu gözetlediğini.
“Ne bakıyon öyle ot görmüş aç eşek gibi len? Hadi işine...” diye terslendi Basri.
“Sen hele kızı ver de. Bi’ akşam gideriz meyhaneye. Bütün üzüntülerini rakıya meze yaparsın, kalmaz bi’şiiciğin.”
“Şu akşamı bi’ atlatalım da...” dedi Basri gitmek için dönerken. “Ben bizimkilere bi’ bakayım.” Osman elini kaldırıp selam verdi.
“Bak unutma, söz verdin.” diye bağırdı arkasından. Vapur iskeleye yanaşıyordu. Basri açıklıkta toplaşanların arasından geçerek yukarı çıktı. Memo gene ocakta yalnız başınaydı. Sülo’nun ortada görünmeyişini yadırgadı. Paraları toplamış geri dönmüş olmalıydı şimdiye.
“Memo, Sülo ner’de?”
“Bi’ arkadaşı aradı, iskelede bekliyo’muş. Onunla konuşup hemen dönecem dedi.”
“Allah Allah! Bunca senedir hiç yapmadığı şey...”
“Bence bi’ kızdı arayan.” dedi Memo bilgiç bilgiç.
“Yok ya? Ner’den anladın bakalım?”
“Ben anlarım.”
“Gören de kırk yıllık kulağı kesiklerden sanacak seni.”
Memo ustasının alay eder gibi konuşmasına aldırmadan devam etti;
“Bi’kere suratı kıpkırmızı oldu. Sonracı’ma telaşlandı da. Kesin bi’ kız yaptı kendine Sülo Abi.”
“O ne demek len? Kız yaptı, mız yaptı.”
“Yani manitası var çarkçıbaşı.”
Basri’nin içi cız etti. Ne bekliyo’dun be Basri, dedi kendi kendine. Mecnun gibi ömrünün sonuna kadar senin kızı mı bekleyecekti? Evlenecek barklanacak elbet. İyi olmuş, iyi. Demek o da düzenini kuruyor. İskeleye bakan camlardan birine yanaştı. Aşağıya baktı talihli kızı görmek için. Sülo’nun pantolonunu tanıdı ileride. İskele binasının çıkıntısı bedenlerinin üst kısmını kapatsa da yanında dikildiği kişinin bir kız olduğu belliydi. Basri sanki dikizliyormuş gibi suçlanarak çekildi camın kenarından. Memo ocaktan ona bakıyordu. Ağzı kulaklarındaydı. Anlamıştı Basri’nin Sülo’yu gözetlediğini.
“Ne bakıyon öyle ot görmüş aç eşek gibi len? Hadi işine...” diye terslendi Basri.
Memo hemen başını
eğdi. Ama omuzlarının titremesinden onun güldüğünü anlamıştı Basri. Bi’ sigara
olsa şimdi, diye geçti içinden yirminci kez. Sonra gözünün önüne lavabonun
kenarına konmuş bardak geldi. İçinde zehir yeşili bir sıvı. Akşam eve
döndüğünde onu aynı yerde duruyor görmezse kafasını keserdi. O inatçı Hasibe
milim kıpırdatmamış olacaktı bardağı yerinden. Belki üstüne bir peçete örterdi,
sinek böcek kaçmasın diye, işte o kadar. Yapacaz mecburen o gargarayı. Aksırsak
da, tıksırsak da, öğürsek de, kussak da yapacaz. Kızı da verecez. Ağlasak da,
bağırsak da, içimiz yansa da verecez. Merdivende bir gürültü olunca o tarafa
döndü. Sülo üst basamaklarda tökezlenmiş gibi duruyordu. Kendini toparlayıp
doğruldu. Ocağa doğru yürüdü telaşla. Suratı bir tuhaftı. Basri’yi fark etmemişti.
Memo ağzını yaya yaya;
“Konuştun mu arkadaşınla?” diye sordu.
“Konuştum, konuştum. Usta ner’de?”
“İşte şur’da ya, görmüyo’ musun?”
Sülo’nun gözleri çocuğun çenesiyle işaret ettiği yöne dönünce camın önünde duran Basri’yi gördü. Suratı bembeyaz oldu.
“Usta, sen .... gördün mü?” diyebildi.
“Gördüm ya.” dedi Basri yarım ağız gülümseyerek. “Seni yere bakan yürek yakan seni! Kimlerden bu kız? Tanıdığımız biri mi?”
“Konuştun mu arkadaşınla?” diye sordu.
“Konuştum, konuştum. Usta ner’de?”
“İşte şur’da ya, görmüyo’ musun?”
Sülo’nun gözleri çocuğun çenesiyle işaret ettiği yöne dönünce camın önünde duran Basri’yi gördü. Suratı bembeyaz oldu.
“Usta, sen .... gördün mü?” diyebildi.
“Gördüm ya.” dedi Basri yarım ağız gülümseyerek. “Seni yere bakan yürek yakan seni! Kimlerden bu kız? Tanıdığımız biri mi?”
Sülo afallamış
gibiydi. Yarım dakika kadar ağzı açık Basri’ye baktı.
“Dilini kedi mi
yuttu? Şu yeni girdiğin okuldan mı? Açık Üniversite miydi, neydi?”
“Yok!” dedi Sülo.
Hâlâ fara tutulmuş tavşan gibi bakıyordu gözleri. “Tanımazsın usta.” diyebildi.
“Ne var ulan bu
kadar çekinecek? Bir gün getir de tanışalım o zaman. Genç adamsın. Artık
bunların vakti geldi.” Basri hiç hissetmediği sevinci kelimelere dökmek
isterken fazla abarttığını düşünerek hemen u dönüşü yaptı.
“Sallanma len
Memo! Kulağın çalışcağ’na elin çalışsın. Hadi Sülo, sen de işinin başına.”
7
Sarsak sarsak
ocağın başına geçti Sülo. ‘Yazık oğlana, ters yüz oldu resmen.’ diye düşündü
Basri. ‘Amma korkutmuşum çocuğu. Bildiğimi anlayınca aklı başından gitti. Belki
de çoktandır bu kıza yanıktı da, ben kendi kendime gelin güvey oldum.’ Bu
düşünce sarstı adamı. ‘Öyle mi acep? Ben mi kurdum her şeyi kafamda?’ Sonra
elini salladı havada. Amaaan sen de. Neyse ne? Olan olmuş, biten bitmiş. Ya da
bu akşam bitecek. Gene karalar bağladı içi. Yeni binen ve oturacak yer arama
telaşında olan yolculara aldırmadan vapuru turlamaya başladı,. Yanından mini
mini bir kız geçti. Boyu dizine geliyordu anca. Pembe pembe giydirmiş annesi.
Şimdi moda ya. Kızlar bayrak gibi pembelere bulana bulana dolaşıyorlar. Etek
pembe, ceket pembe, toka pembe, çanta pembe. O yüzden suratları olduğundan
soluk gözüküyor. Yoksa şehir çocuğu olduklarından mı? Köydekilerin elma yanakları
hiç gözünün önünden gitmiyor. Kızı da pembe yanaklıydı. Zaten çocuğun rengi
kaçtı mı, anla ki hastadır. O sırada az önceki ufaklık arkadan bacağına
sarılıverdi.
“Sudesu! Buraya
gel kızım!” diye seslendi annesi. Basri’nin baktığını görünce buz gibi bir sesle
de ekledi;
“Amcayı rahatsız
etme bakayım.”
Küçük kızın umuru
değildi. Basri onu bacağından çözüp kucağına aldı. Annesi hemen oturduğu yerden
fırlayıp yanlarında bitiverdi. Basri’ye ağız dolusu gülümseyen kızını çekip
aldı bir hışım.
“Kızım, ben sana amcayı
rahatsız etme demedim mi?” dedi hırçın bir sesle. Kızını azarlarken kötü kötü
Basri’ye bakıyordu. Küçük kızın yüzü ekşidi, bastı çığlığı. Basri arkasını
dönüp yanlarından uzaklaşırken;
“Oh olsun sana!”
diye geçirdi içinden. “Daha kim dost, kim düşman ayırt edemiyorsun. Kızına o
abidik gubidik adları vereceğine biraz etrafına bakınıp insan tanısaydın.”
Sonra yumuşadı içi. Anaydı kadın sonunda. Dostu düşmanı tanımak değildi ki işi.
Çocuğunu koruyordu sadece. İçinden aksi bir ses ‘Korusun ulan, gene korusun.
Yemedik ya kızını. Aslan değiliz, kaplan değiliz. Ne bakıyo’ öyle pis pis?’
diye söylendi. Biz de koruduk bizim kızı zamanında. Şimdi başımıza gelenlere
bak.
Günün kalan kısmı
böyle dolana dolana geçti. Hiç bir yerlere sığamıyordu. Ocağa dönüyor. Sülo’nun
kaçamak bakışlarını görünce daralıyor, salıyordu kendini koridorlara. Memo’yu
öğleden sonra yollayınca, bunca yıldan sonra ilk kez eline tepsiyi alıp çay
dağıttı. Para topladı. Sülo’yla da aralarına iyice sessizlik çökmüştü. Oğlanın
eli ayağına dolaşıyordu onu görünce. Basri akşamı akşam etti. Yerlerini
gececilere bırakıp vapurdan inerken suratı iyice asılmıştı. Sülo’yla
vedalaştılar. Sabah hışımla beş dakikada yürüdüğü yolu dolaşa dolaşa yirmi
dakikada aldı. Evin kapısını çalarken ruhu küçülmüş, küçülmüş midesine ateş
gibi düşmüştü. Kapıyı kızı açtı. Makyaj yapmış, saçını yaptırmış, üzerine çok
ender giydiği elbiselerinden birini geçirmişti. Artık üzerinden düşmeyen
hırkasını da parıltılı kocaman bir şalla değiştirmişti. Heyecanlı gözüküyordu
babasına terliklerini uzatırken. Bir kaç kez gözlerinin içine baktı bir şeyler
sorar gibi. Basri yüz vermedi.
“Yemek hazır mı?”
“Hazır baba. Annem
mutfakta yiyelim dedi. Salon kirlenmesin.”
“Tabii, tabii.
Gelenler dip köşe bakacaklar çünkü sehpalar tozlu mu, pencereler silinmiş mi,
diye.”
“Aman baba!”
Basri tafra
kaldıramayacağını belli eden bir bakış attı kızına. Beriki çenesini tuttu
bereket. Karısı mutfaktan başını uzattı.
“Geldin mi? Hemen
bir şeyler yiyelim. Neredeyse gelirler.”
O da
bayramlıklarını geçirmişti üstüne. Anlaşılan biraz makyaj bile yapmıştı.
Dudaklarının rengi çok koyuydu, ama holün loş ışığında Basri’ye genç Hasibe ona
bakıyormuş gibi geldi bir an. Babasının yüzündeki değişikliği hemen yakalayan
kızı;
“Annem ne güzel
olmuş di’ mi baba?” dedi neşeyle.
Hasibe kızardı.
“Bu deli kız
boyadı beni bey. Çok mu olmuş? Sileyim mi?” Basri duygulandığında hep yaptığı
gibi suratını buruşturdu.
“İyi olmuş, iyi.
Hadi yemek yiyelim.”
8
Yemeğe oturmadan
elini yüzünü yıkamaya banyoya gitti Basri. Günün kirini çıkarmak için iyice
sabunlandı. Havluya kurulanırken birden bardağın lavabonun kenarında
durmadığını fark etti. Allah Allah! Havluyu yerine asarken çamaşır makinesinin
üstünde gördü bardağı. Üzerine el işlemesi bir peçete örtülmüştü. Misafirlerin
gözünün önünden kaldırmıştı bardağı demek karısı. Ama onlar gittikten sonra
tekrar yerine koymayı ihmal etmeyecekti anlaşılan.
Yemek sessizce
yendi. Sofra toplandıktan sonra Basri salona geçip televizyonu açtı.
Oynayanları gözünün ucuyla takip ediyordu. Karısıyla kızı içeride koşuşturup
duruyorlardı hâlâ. Kapının zili zırladı. Kızı fırlayıp kapıyı açtı. Basri
kapıdaki selamlaşmaları dinledi. Önden müstakbel damat girdi salona. Basri
yerinden doğruldu, elini öpmesi için uzattı. Oğlan adamın elini iki elinin
arasına alıp hararetli hararetli salladı. Basri’nin gözü oğlanın ayaklarına
ilişince eve gene ayakkabılarıyla girdiğini gördü. Üçüncü gelişiydi bu herifin.
Her defasında böyle yapmış, uzatılan terlikleri görmezden gelip paldır küldür
içeri dalmıştı. Doğrusunu bilmese çorabında delik olduğuna hükmedecekti Basri.
Oğlanın arkasında eti kemiğine yapışmış gibi zayıf bir kadın göründü. O da
ayakkabılıydı. Onun gerisinde elinde terliklerle koşuşturan karısını görünce
kanı beynine fırladı Basri’nin.
“Çıkarmayın,
çıkarmayın!” dedi üzerine basa basa. “Ev bugün temizlendi daha! Ne zararı var!”
Oğlanın babası da
ayakkabılarıyla salona girdi. El sıkıştılar. Ana babanın suratları da en az
Basri kadar sirke satıyordu. Oturduktan sonra etraflarına bakındılar bir süre.
Basri’nin karısıyla kızı da toparlanıp gelmişlerdi o sırada. Karısı hemen olaya
el koydu.
“Nasılsınız Büşra
Hanımcığım?” dedi kadına. Ner’den öğrenmişti kadının adını hemen. Kadın ekşi
bir şey ısırmış gibi suratını buruştura buruştura cevap verdi.
“Mersi. Siz?”
“Efendim?”
“Siz nasılsınız
diyorum?” diye bağırdı kadın. Öne eğilmiş olan karısı irkilerek toparlandı.
“Sağolun efendim.
Allah’a şükür bizler de iyiyiz. Kolay buldunuz mu evi?”
“Valla’ bize
kalsa...” diye başladı kadın, ama müstakbel damat hemen atıldı.
“Ben getirdim onları
Hasibe Hanım.” dedi. “Audi’yi buralara sokmak doğru olmazdı malumunuz. Ford’la
geldik.”
Basri karısının
anlamadan baktığını görünce açıkladı.
“Günlük
arabalarını getirmişler hanım. Gezmelik arabalarına bi’ şey olmasın diye
herhalde.”
Hasibe hemen kavradı
durumu.
“Estağfurullah
bey. Haldun öyle demek istememiştir, değil mi oğlum? Hem artık bana Hasibe
Hanım deme istersen.”
Karşı tarafta buz
gibi bir sessizlik oldu. Basri karısının dudaklarının gerildiğini fark etti.
Hoşuna gitti bu. Yenildik, ama ezilmedik havasında geçecekti bu gece anlaşılan.
“Siz nasılsınız
beyefendi?” dedi adama dönüp.
Adam eğreti bir
baş sallamasıyla cevap verdi. ‘İyiyim de, biraz karnım ağrıyo.’ olarak
yorumladı Basri bunu. Tavşan boku gibi bi’ herif bu be, diye geçirdi içinden. Hasibe
tekrar söze girdi.
“Dışarısı
serinlemiş galiba. Bir şey alır mıydınız? Belki sıcak bir çay içmek
istersiniz.”
“Capuchino var
mı?” dedi kadın hevesle. Hasibe bakakaldı. Kızları atıldı.
“Yok, ama
isterseniz hemen bir Türk Kahvesi yapabilirim.”
“O benim midemi
ekşitiyo’ cicim sağol.” dedi kadın kızın suratına bakmadan.
“Üşüdüyseniz
kombiyi açalım Büşra Hanımcığım.” diye tekrar denedi Hasibe.
“Kombi mi var? Ben
etrafta tek apartman olduğunu görünce merkezi ısıtma vardır diye düşünmüştüm.”
Basri Hasibe’nin
boş boş bakmaya başladığını görünce onu yalnız bıraktığına üzüldü.
“Beyefendi neyle
meşguller?” diye sordu. Adam cevap vermedi. Karısı bir süre onun yüzüne kötü
kötü baktıktan sonra tükürür gibi cevap verdi.
“Serbest meslek.”
“Ne kadar
serbest?” Kızları gene dilini tutamamıştı. Toparlanınca lafı çevirmeye çalıştı.
“Yani ne kadar zor
bir iş değil mi şu serbest meslek, demek istedim. Riski çok fazla. Öyle maaşla
çalışmaya benzemiyor. İyi para kazanıyorsunuz, ama zor tabii.” Sonuna doğru
sesi iyice cılızlaştı. Damat adayıyla bakıştılar. Oğlan kaşlarını çattı, kız
ise omuz silkti. Sessizlik uzadıkça uzadı. Basri Hasibe’nin dudaklarını sıkı
sıkı birbirine yapıştırdığını görünce bir daha laf açmaya çalışmayacağını
anlamıştı. Kızı ise şalının püsküllerine dikmişti gözlerini.
“Burası tam olarak
hangi semt oluyor Haldun?” diye sordu Büşra.
“...lerden vurun
aşağı, sağdan ikinci semt.” dedi dili tutulasıca kızları ağzının içinden. Büşra
yerinde kımıldanıp kötü kötü kıza baktı.
“Ben kahveleri
yapayım.” diye fırladı ayağa kız.
9
“Biricik! Daha
erken kızım. Otur yerine!” dedi keskin bir sesle Hasibe. Sonra dudaklarını
gülümsemeden başka her şeye benzeyecek şekilde gere gere devam etti.
“Misafirlerimiz yeni geldi. Ayıp olur, değil mi?”
“Biricik’in ismine
çok şaşıyorum. Ner’den geldi aklınıza bu isim?” dedi Büşra.
Hasibe hevesle
kızının doğum hikâyesini anlatmaya başladı. Nasıl zor bir doğum olduğunu,
kendisinin hastalandığını falan anlattı. Doktor başka çocuk doğuramayacağını
söyleyince bu ismi koymayı uygun görmüşlerdi.
“Hayır, hayır. Ben
onun için demedim. Yani sizin adınız Hasibe, kocanız Basri. E, kızınızınkini de
Fadime falan koymanızı beklerdim de... onun için şaşırdım.”
“Siz de hiç
Büşra’ya benzemiyorsunuz. Tanıştığımızdan beri söylüy’cem, kısmet bugüneymiş.”
dedi Biricik. Büşra gözlerini kısarak kızı baştan aşağıya bir süzdü.
“Kısmetten laf
açılmışken...” dedi Basri. Müstakbel damada baktı gözlerini açarak. O ise
kaşlarını çatmış karşısında oturan kızına bakıyordu ters ters. Hâlâ ellerini
kollarını koyacak yer arıyan anneyle babanın dikkatini çekmek için sesini
yükselterek tekrar denedi Basri.
“Zamane çocukları
da çok aceleci oluyorlar değil mi?”
Anne ile babadan
bir giriş beklerken, alakasız bir şekilde parladı müstakbel damat.
“Sen ne dedin öyle
anneme Biricik?”
“Ne diy’cem
Haldun? Annenin hiç büşraya benzer bir hali var mı? Sen söyle Allahaşkına! Hiç
sevinçli haber gibi duruyor mu?”
Haldun afalladı.
Kendini toparlayınca yeniden bastırmaya çalıştı.
“Annem senin
isminle dalga geçiyo’ diye, di’ mi bütün bunlar?”
“Yok canım, ne
alakası var? Baban da geldiğinizden beri kanı donmuş gibi oturuyor. Dalga
geçmek istesem onun Gürkan olan ismiyle geçerdim di’ mi? Anlaşılan kombiyi
açmak da kâr etmeyecek ona.” Şaşkın şaşkın bu sahneyi seyretmekte olanlardan
ilk kendine gelen Hasibe oldu. Kadın sesini yumuşak, yüzünü sert tutarak
müdahale etti.
“Biricik!”
Onun müdahalesini
duymayan veya aldırmayan Haldun atışmaya devam etti.
“Çok ileri
gidiyorsun ama. Bu ne biçim uslüp?” dedi başöğretmen havalarında.
“Senin ailenin
üslubunun yanında benimkinin esamisi bile okunmaz.” diye cevabı yapıştırdı kız.
Basri şaşkınlıkla kızının hazır cevaplığının yüreğini serinlettiğini farketti.
Aralarındaki tek sağduyulu kişi olan Hasibe bu atışmayı durdurmak için ikinci
bir deneme yaptı.
“Biricik!”
“Ne? Biricik,
Biricik!” diye parladı kızı. “Haksız mıyım? Beni istemeye falan gelmemişler
bunlar. Ailecek yerin dibine sokup bizden kurtulmaya çalışıyorlar.”
Basri ortada bir
gariplik olduğunu bu cümleyle anladı. Bu işe baştan gönüllü olduğunu düşündüğü
kızı neler söylüyordu böyle.
“Kızım!”
“Kızım falan
demeyin bana. Kapılarına gidip yalvaran ben değilim. Öyle değil mi Haldun?
Haftalarca peşimden koşan adam sen değil miydin?”
Kızgın ve bıkkın
bir tavırla bakışlarını kaçırdı Haldun.
“Başıma bebek
saracağını ner’den bileyim?” Bezgin bir ifadeyle söylenen bu cümleden sonra
kısa bir sessizlik daha yaşandı. Basri aralarında sözünü açmaya bile
utandıkları konunun bu kadar pervasızca zikredildiğini duyunca;
“Sen ne diyo’sun
ulan?” diye diklendi. Delikanlı hemen ona dönüp konuşmaya başladı.
“Bankadaki herkes
bebeğin benden olduğunu sanıyor Basri Bey. Benim bir kariyerim var. İnsanlara
anlatamıyorum ki. Kapana kıstırdı kızınız beni. Adımı temizlemek için böyle
yapmaya mecbur kaldım.”
“Ne?” Bu kez beş
kişi birden bağırmıştı.
“Sen ne diyo’sun
ulan puşt?” diye bağırdı Basri.
10
“Yazıklar olsun
sana Haldun! Bir de bebek benden değil diyorsun. Utan! Utan!” diye haykırdı
kızı tiz bir sesle.
Basri gene de onun
tavrının söyledikleriyle uyuşmayacak kadar sakin olduğunu fark etti. Karısı
elini kocasının omzuna koymuş doğrulmasına engel olmak ister gibi bastırıyordu.
“Basri Bey! Bey!
Kurbanın olayım sakin ol!”
“Haldun, bebek
senden değilse burada işimiz ne?” diye haykırdı Büşra.
“Ben bankada
yükselmeye çalışıyorum anne. Kariyerim böyle bir rezaleti kaldırmaz.”
“Kariyerine de,
sana da...” diye bağırdı Basri. “Defolun lan! ...tir olun gidin evimden.”
“Terbiyesiz!” diye
söylendi tiz sesiyle Büşra. “Bir saniye durmam zaten. Yürü Gürkan! Haldun,
hadi!”
Oğlu “Ama anne
kariyerim...”diye mızırdandıysa da, çoktan ayaklanmıştı. Basri kızının da
onlarla birlikte ayağa fırladığını görünce, ayaklarının sonunda suya erdiğini
sandı. Ama Biricik alaylı bir tavırla onlara kapıyı gösterdi. Önünden geçerken
hâlâ mızırdanmakta olan Haldun’a;
“Yürü kariyerini
göreyim!” diye laf bile attı. Bu söze cevap vermek için dikilen oğluna “Bizi
kimlerle muhatap ettiğini gör işte!” diyen Büşra, onu kolundan tuttuğu gibi
odadan çıkardı.
Hiç kimsenin
geçirmeye teşebbüs etmediği üçlü evden çıkınca, Hasibe koltuğa çöküverdi.
“Ne olacak şimdi?”
dedi kısık bir sesle.
“Bi’ şeycik
olmaz.” dedi kızları. Az önceki cesur tavrı ortadan kaybolmuştu. Ama sakinliği
Basri’nin zaten gerilmiş sinirlerine iyice dokunuyordu artık. Burnundan
soluyarak baktı kızına.
“Bok olmaz.” dedi
hışımla. “Babasız bir beben olacak.“
“Konu komşuya ne
deriz bu saatten sonra?” diye sızlandı karısı.
“Babasız çocuk
doğuran ilk kadın ben miyim? Doğuracam. İsteyen istediğini söylesin. Krallar
gibi de bakacam çocuğuma. Bankadan iyi maaş veriyorlar.”
Bu laf Hasibe’nin
bütün dengesini bozdu.
“Sen beni deli mi
edeceksin kız?” diye avaz avaz bağırdı. Biricik irkilmedi bile. Gözünü onlara
dikip sakin sakin konuşmaya devam etti.
“Bir yıl
konuşurlar, iki yıl konuşurlar, sonunda susarlar anne. Haldun’la evlenip o Büşra
Cadısı’nın dırdırıyla uğraşacağıma, başımı dik tutar mahalleliyle didişirim.”
“Biz nerede yanlış
yaptık bey? Ağzını aç da bir kelam et. Bak kızın neler diyor?” diye haykırdı
Hasibe.
Basri bir
karısına, bir kızına baktı. İçini çekti.
“Az bile diyor.”
“Ne?”
“Hasibe bu kız
bizim tek çocuğumuz. Bizim ondan başka varlığımız yok, onun da bizden. Biz bizi
kollamazsak, bu koca şehrin tamamı gelse ne yazar? Koyuver gitsin.”
“Babacım!”
“Yavşama hemen.
Seninle sonra konuşacaz.”
“Peki babacım.”
“Hadi yatalım. Yarın
ola, hay’rola.”
11
Kendisi koltuktan doğrulamadan karısı hışımla kalkıp salondan çıktı. Basri onun köpürdüğünü biliyordu. Ama kendisi kuşlar kadar hafiflemişti artık. Öyle hafiflemişti ki, mutfağa gidip dolaptaki tencereden bir kaç sarma aşırdı. Şu sigarayı bırakmak iyiydi hoştu da, şimdi de yemek derdi başlamıştı. Karnı doymak bilmiyordu. Yatmadan mesanesini boşaltmak için banyoya doğruldu. Işığı yakıp içeri girer girmez tekrar lavabonun kenarına konmuş olan zehir yeşili sıvıyla dolu bardak ilişti gözüne. Ne ara fırsat bulmuştu da koymuştu o bardağı oraya karısı. İçini çekti gürültüyle. Bardağı dök tuvalete, çek üstüne sifonu, gargara yapıyo’muş gibi sesler çıkar olur biter dedi içindeki şeytan. Ama anlardı Hasibe. Yediği ekmek gibi emindi bundan. Anlardı ve burnundan fitil fitil getirirdi. Bardağı eline alıp ağzına bir yudum aldı. Zehirden beterdi mübarek. Sanki vızıl vızıl vızıldayan bin tane arıyı ağzına almış gibi batıyordu diline. Başını arkaya atıp bir iki ‘Avh, ovh!’ sesi çıkardı. Öksürmeyle öğürme arası bir sesle tükürdü lavaboya.
“Ağzında çok
tutma!” dedi kızı arkasından. “İşin sırrı orada. Ne kadar çok tutarsan o kadar
kusacağın gelir.”
Ayıcıklı
pijamalarını geçirmişti üstüne. Makyajını çıkarıp saçlarını kendi haline
bırakınca çocukluğundaki kadar masum görünüyordu Basri’nin gözüne.
“Sen ner’den
biliyo’sun?”
“Çocukluğumda az
mı yaptırdınız bu iğrenç şeyden bana?”
“Onlar çocuklar
içindi. Bunun kadar kötü değildi.”
“Sen onu bir de
bana sor.”
Basri yeni bir
yudum aldı ağzına, kızının öğüdünü tutup hemen başını arkaya attı. Daha iyiydi
böylesi hakikaten. Ama gene de bir öncekinden fazla dayanamayacaktı.
“Baba!”
“Hav?”
“Ben yarın
bankadan izin alsam da senin yanına gelsem vapura diyorum.”
“Neave?”
“Hani konuşacağız
ya?”
Basri gene boğulur
gibi olunca tükürdü.
“Vapurda mı
konuş’caz dedim kız? Evin suyu mu çıktı?”
“Evde annem var.”
“N’olmuş?”
“Annemin olmadığı
bir yerde konuşmamız lazım.”
Basri gözlerini
devirdi, bir yudum daha aldı ağzına.
“Baba!”
“Haaaaaaav?”
“Ben ciddiyim.”
“Auv, euv,neauv!”
“Bu konuyu üçümüz
halledebiliriz ancak.”
Basri ellerini
açtı.
“Sen, ben, Sülo.”
Basri ani bir
nefes aldı. Gargara boğazına kaçtı. Öksürmeye başlarken hemen lavaboya eğildi,
ama aynayı kurtarmayı başaramadı. Öksürüp tıksırması geçtikten sonra kafasını
kaldırınca aynada yol yol yeşillikler gördü.
“Boş ver!” dedi
kızı. “Ben yatmadan temizlerim.”
“Sen ne
geveliyo’sun öyle?”
“Temizlerim dedim.
Bir şey demedim ki.”
“Sülo ner’den
çıktı? Konuşmamızla ne alakası var?”
“Sülo önümüzdeki
hafta gelip beni isteyecek.”
Basri kızına bakakaldı.
Kızın dudakları gülümser gibi kıvrılmaya hazırlanıyordu, ama gözleri korkmuş
ceylanlar gibi büyümüştü.
“Bugün konuştum
onunla.”
Demek bacaklarını
gördüğüm kız sendin, diye geçirdi Basri içinden. Demek o yüzden Sülo’nun eli
ayağı birbirine girdi.
“Beni kabul
ediyor. Böylece mahallelinin dilinden de kurtulursunuz.”
“Kabul ediyor
demek. Başka erkeğin piçini kabul ediyor.”
“Ama her şeyi
konuştuktan sonra annemi sen kandıracaksın. Ben o işe karışmam.”
“Nasıl yaptın bunu
Biricik? O oğlan sana ilkokuldan beri yanık be kızım. Nasıl bu duruma düşürüp,
sonra güle oynaya anlaştığınızı söylersin? Şu kadarcık şerefin kalmadı mı
senin?”
“Baba!”
“Ben razı değilim.
Olmaz öyle şey. O delikanlıya yapılmaz bu.”
“Alan razı, satan
razı baba. Biz her şeyi konuştuk. Tek sorun annem. Dünyada kabul etmez Sülo’yu.
Onu kandırmak sana düşüyor.”
Kızı büyük bir
soğukkanlılıkla neler söylemesi gerektiğini sayıp dökmeye başladı Basri’ye.
Mahallelinin ağzı kapanacaktı, bu bir. Kız yabancıya gitmeyecekti, bu iki.
Annesi özünde Sülo’yu severdi zaten, bu üç. Basri kızının gözlerinde bir ışıltı
gördü. Umursamaz tavırlarını yalanlayan ümitsiz bir dilek. Uzun uzun baktı
karısının gözlerine benzeyen bu gözlere. Kararlıydı kızı, çekmedi gözlerini
onunkilerden. Bakışlarını ilk kaçıran Basri oldu.
“Tamam mı baba?”
dedi kızı.
Basri başını
salladı belli belirsiz. Elinde hâlâ bardağı tuttuğunu fark etti. Son bir yudum
kalmıştı dibinde. Lavaboya döndü, son yudumu da kafasına diktiği gibi hemen
gargaraya başladı.
“Baba!”
“Haaaav?”
“Sülo son sınavı
da geçti. Ama senden kuşkum var. Annemle konuşmaya söz veriyo’sun di’ mi?”
“Veiouğ.”
“Söz mü?”
“Seuğ!”
“Söz mü?”
“Seuğ!”
“Söz mü?”
“Seuğğğğğ!”
Kızının pijamasını
çekiştirdiğini gördü gözünün ucuyla. N’apıyordu bu kız? Pijamasının altından
atletinin ucunu çıkarıp çekiştirmeye devam etti. Yumak halinde beyaz bir şey
düştü pijamanın içinden.
“İyi o zaman. Ne
namusuma, ne şerefime halel gelmediğini bilesin. Sülo’ya da yarın söyleyeceğim.
Sen yanımdayken. Sen annemi ikna ettikten sonra, ona da söyleriz.”
Basri kızının
dümdüz karnına baktı. Kızıysa endişeyle onu izliyordu.
“Baba! Baba,
kendine gel.”
“İyiyim ben.”
“Korkuttun beni
suratın öyle bir karardı ki, kalp krizi geçiriyorsun sandım. Ne oldu?”
“Gargarayı
yuttum.”
Bu hikayeyi çok beğendim
YanıtlaSil