Wick5ter'den Sunburst Spiral Diğer Çalışmaları |
Gene de sinestezik
değilseniz, müzik dinlerken hep aynı çağrışımları yaşamaz, şarkıyı her zaman
aynı şekilde algılamazsınız. Sinestezikler ya da Türkçesiyle söylersek bileşik
algı yaşayanlar rakamlara, sözcüklere, hatta kişi ya da olaylara diğer
insanlara ilgisiz gelebilecek özellikler atfederler. Örneğin rakamları ayrı
ayrı renklerde görür, farklı noktalara yerleştirir veya kişileri ya da
sözcükleri tatlarla, dokularla eşleyerek algılarlar. Ama bu, duygu ya da ruh
durumuna göre değişmez. Yani sinestezik mutlu da, hüzünlü de, öfkeli de olsa
örneğin üç rakamını hep sarı görür ya da yumuşak sözcüğü ona hep çikolata tadı
verir. Oysa sinestezik olmayanlar aynı şarkıya mutluyken başka, hüzünlüyken
başka tepki verir. Kafasından geçenler de ruh haline göre değişiklik gösterir. Ama
bazı yönlerden sinesteziklerin yaşadıkları anlaşılabilir belki. Çünkü bazen
şarkılara bir takım anılar ilişir kalır. Örneğin çok sevdiğiniz şarkıları ilk
nerede, ne koşullarda duyduğunuzu hep hatırlarsınız. Güzel olayları müzikle
birleştirme eğiliminde olabilirsiniz. Tabii sıkıntılı anları da…
Benim için ‘Summer Wind’
ile beş yaşında bir gece çimenlere uzanıp yukarı baktığımda gökyüzüne düştüğümü
zannettiğim o korkunç an :)) birbirine kaynaşmıştır örneğin. (Çığlığıma
yetişenlere derdimi bir türlü anlatamamıştım. :D ) Daha sonra Van Gogh’un ‘Kafede
Gece’ tablosunu da görür görmez bu şarkıya ekledim. Dolayısıyla bu şarkının rengi çok hoş bir
gece mavisi oldu, kokusu da çimen kokusu.
‘Unforgetable’ örneğin…
Benim için Claude Monet’nin sisli ‘Londra Parlamentosu’ serisidir. Belki de o
şarkıyı söylerken Nat ‘King’ Cole’un sesinde duyduğum puslu ton yüzündendir,
kim bilir? Bir de ne sebeptense (hiçbir vesileyle bir araya gelmemiş olmalarına
ve şarkıda herhangi bir uğursuzluk (!) sezilmemesine rağmen) Emily Bronte’nin
‘Uğultulu Tepeleri’ ile eşlemişimdir bu şarkıyı. Rengi eflatun gridir. Bir de (o
kadar sis, pus olunca, haliyle) fabrika dumanı kokar. :)))
‘Autumn Leaves’ gün
batımından hemen önceki altın ışıktır. Gün, geceye kavuşmadan insanları son bir
kez ateşlemek isterse eğer, gökyüzünün prizmalarını nadiren bu ışığa ayarlar.
Yerinizde duramaz ve o rengi bir fotoğrafa ya da resme hapsetmek istersiniz,
hep sizinle kalsın diye. Ama maalesef ömrü çok kısadır. Yakılan sonbahar yaprakları gibi kokar bu şarkı mecburen. :)) Bir de tabii müdavimlerine (hafif
bir deniz tutmasından içi dışına çıkmaya kadar değişen bir yelpazede) bezdirecek
kadar çok dinletmeyi adet edinen ‘çikolata renkli şarkıcı müptelamız’ da bir
kenarından ilişmiştir. :))
‘What a wonderful world’
pamuk helvadır, iple döndürülen eski topaçlardır. Gustav Klimt’in ‘Öpücük’
isimli tablosudur. Okul kapısında satılan macun ve horoz şekerleri gibi kokar.
Defter kâğıdından yapılan iğreti üçgen uçurtmalar gibi ruhunuza hem en büyük
neşeyi, hem de en büyük hayal kırıklığını aynı anda yaşatır. Gökkuşağı
rengindedir.
‘Bu Sabah Yağmur Var İstanbul’da’ Ara Güler fotoğraflarıdır. Önde gerçeği gözünüze çakarken, arka
planı peri padişahının memleketi gibi hülyalı ve uzaktır. Naylon yağmurluklar
gibi acı ekşi kokar, boğazınız gıcıklanır. 80li yılların şehirli bunalımlarını
anlatan filmlerdeki gibi bir rengi vardır. Sanki yıkana yıkana solmuş gibi… :))
‘Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın’ çatlamış ama hâlâ muhteşem bir ses veren kristal bir
vazodur. Nuri İyem’in kadınlarıdır,
kocaman siyah gözlü ve gülerken bile hüzünlü… Unutma beni çiçeği gibi
kokar. Sadece ilk defasında
alabilirsiniz o güzelim kokusunu, bir daha izin vermez.
…….
Dereden tepeden epey bir
gezinmişiz bu yazıda…Şöyle bir okudum da, sinestezik olmasam da epey yaklaşmışım hani…
:))
Ch0mped'tan Secret Admirer Diğer Denemeleri |
Ooof of! Bugünlerde çok
dertliyim. Neden mi? Lütfen sormayın, bu konuda konuşmak istemiyorum.
Hayır, niyeti ne bir
anlasam. Geçen gün kafeden içeri girdiğimde oradaydı. Ama daha kapının
üzerindeki çanın çınlaması bitmeden kayboldu gitti. Oracıkta kalakaldım. Bir
süre öylece dikildim. Belki bu defa gelir kendisini tanıtır diye nefesimi tutup
bekledim. Ama yok, yok! Efendim? Her şeyi başından mı anlatayım? E, ama ben
size deminden beri ne diyorum? Bu konuda konuşmak is-te-mi-yo-ruuuuuuum.
Bu, ilk kez bir hafta
önce çıktı karşıma… Çarşıdaydım. Bir dükkânın kapısı açıldı ve nutkum tutuldu o
anda. O ne endam, o ne letafet, o ne zarafet, o ne armoniydi yarabbim! Ne demek
yani çağımıza geri dönelim? İyi ki üç tane eski kelime kullandık. Madem
dinlemeyeceksiniz niye okuyorsunuz? Cık cık cık! Ay, kusura bakmayın! Ben
ne dediğimi biliyor muyum? Hem zaten hiç konuşasım yok inanın!
Ona rastlar rastlamaz eve
alacağım salatalıklar, kabaklar aklımdan çıktı gitti tabii. Hemen kapısından
kendini şöyle bir gösterip kaybolduğu dükkâna koştum. Tezgâhtar;
“Buyur abla! Ne
istemiştin?” demez mi…
“Siz müşterilerinize hep
böyle mi hitap edersiniz? Beni ne kadardır tanıyorsunuz da ‘sen’ demeye
başladınız?” diye zapartayı çektim tabii. Tezgâhtar ağzını eliyle kapatıp
yanındakine;
“Hah! Gene abla lafına
kıl olup nezaket dersi veren biri düştü. Ben şimdi onun gazını alırım.” dedi.
Sıtma görmemiş bir sesi
olmasa politikacılara taş çıkartan ağız örtme girişimi bayağı işe yarayacaktı,
ama ben gene de asaletimi :)) bozmadım, duymazlıktan geldim.
“Size nasıl yardımcı
olabilirim?”
“Az önce çalan şarkı
neydi yaaaaa?”
“Buyur?”
“Ben girmeden önce bir
şarkı çalıyordu ya. Adı neydi onun?”
“Şimdi abl…. Yani Abacı
olabilir mi acaba?”
“E, yuh yani!”
“Han’fendi, biraz önce
nezaket dersi veriyordunuz. Üslubunuza dikkat edin reca ederim.”
Böylece dükkândan ellerim
her anlamda boş çıktım.
Moralim çok bozuk. Israr
etmeyin! Artık bundan bahsetmek istemiyorum.
Sonraki günlerde de
peşimi bırakmadı ki… Penceresi açık kalmış bir evden (Evin hanımı başından
atabilmek için kızgın tavadaki yağı kafama boca etmekle tehdit etmek zorunda
kaldı beni.), yanımdan hızla geçen arabanın camından (Adam yüz metre arkasından
koştuktan sonra dışarı sarkan dilimi sollama sinyali zannederek her Türk gibi
gazı köklemese az daha yakalayacaktım.), radyoda istasyon bulmak için gezen bir
arkadaşın müzik setinden (O arkadaş, artık arkadaş değil. Hâlbuki yolduğum
saçlı deriyi yerine dikmeleri için hemen hastaneye yetiştirdim kendisini. Bazı
insanlar hiç kadir kıymet bilmiyor.) önüme çıkmaya devam etti. Bir Allah’ın
kulu da tanımaz mı? Elbette biliyorum. Bu, bir ‘gizli hayran şarkı’ vakası. Bu
tip şarkıların adetidir. Her yerde bir parçasını duyarsınız, ama iş adını
öğrenmeye gelince hep bir parazit olur. İyi de benim derdime derman değil ki bunu
bilmek.
Canım o kadar sıkkın, o
kadar sıkkın ki, ağzımı bıçak açmıyor gördüğünüz gibi.
Gerçi dün AVM’de fena
kıstırdım onu. Daha duymamla tabanları yağlayıp danışmayı boylamam bir oldu.
“Hönk, hönk, hönk, hönk!”
“Acele etmeyin bayan. Ben
iki saat daha buradayım.” (Terbiyesiz!)
“Hönk, hönk… az… hönk…
önce… hönk… çalneydi? Hööööönk, hönk, hönk!”
“Efendim?”
“Şarkı diyorum….hönk,
hönk, hönk…”
“Hangisini soruyorsunuz?”
“Hani şöyle başlıyor; hönk…
naaaaa… ŞANGIIIIIRR… na na na… ŞUNGUUUR… hönk, hönk… niiiiiii… ÇİRİLİRİLİRİ…
hönnnnnk… nari nara… TIMBIR TIMBIR TIMBIR… naaaaaa…. PLİNK!” (AVM’nin camları
sizlere ömür…)
“Han’fendi! HAN’FENDİİİİ!
BENİ DUYABİLİYORSANIZ BAŞINIZI SALLAYIN. BEN ARTIK KENDİ SESİMİ BİLE
İŞİTEMİYORUM.” (Utanmaz rezil!)
Buradan gizli hayranım :)
olan şarkıya sesleniyorum. Adın ne, bestecin, yorumcun kim?
Çık ortaya! Bak, valla
çok dövmiiicem. :))))
LAPP (Light Art Performance Photography) Joerg Miedza ile Jan (JanLeonardo) Woellert'in bir çalışması Joerg Miedza'nın Sitesi JanLeonardo'nun Sitesi |
Şimdi sizlere bir yazı
buraya kadar nasıl geliyor onu anlatacağım.
AKA (Ahkâm Kesici Adayı)
sabah kalktığında huzursuzdur. Bir gece önce bir yazı konusu bulmak için kafa
patlatmış, bol bol müzik dinlemiş, hatta sırf aklına bir fikir gelsin diye
kulaklarına işkence etme pahasına deneysel müzik arayışlarına bile girmiştir.
Sadece birkaç hafta önce kafasında bir yığın fikir uçuşmaktayken, artık uçuşa
uçuşa uçuuuuup giden o fikirlerin arkasından ağıt yakmaktadır. Kötü günler için
turşusunu kurduğu yazılar gün geçtikçe azalmakta, hatta salamurasını fazla
kaçırdıkları ekşiyip acıyarak yazın dünyasını terk etmektedirler. Acil yardıma
çağırdığı şarkılar aralarındaki ilişkileri magazin malzemesi haline getirdiği
için ona bozuk çalmaktadır. Hatta sırf kendini yeniden hatırlayabilmek uğruna
ocağına düştüğü ŞARKISI dahi bir kibrit bile çakmamıştır o ocağa. Gece kafası
yastıkta, gözleri fincan tabağı kadar açılmış tavanı seyreder, sıva
çatlaklarından nasıl bir yazı çıkaracağını hesaplarken beyninde yankılanan;
“Kabul et, sen tükendin! Edebinle bu işten çekildiğini açıkla! Kazandığın
pohlar seni uzun süre idare eder. Gel sen terk ettiğin çiftliğe geri dön! Bak,
tavukların sağılmamış, ineklerin folluğu da hâlâ dolu! Atlara üç, ineklere iki,
tavuklara beş çeşit daha eklendi, haberin yok. Arkadaşların kümeslerine,
ağıllarına üçüncü katı çıkıyorlar. Nadasa bıraktığın tarlalar seni bekliyor.” şeklindeki
sesi duymazdan gelmektedir. Gözlerinin altındaki torbalar yüzünden elli yaşında
göstermeye başlamıştır, oysa daha otuz beş bile değildir. :))) Acilen bu işe
bir çözüm bulması gerektiğini düşünerek kendini mutfağa atar. İyi bir kahvaltı
her şeyi çözebilecek güçtedir. Şekerin yükselir, enerjin artar, gözün açılır,
güne hazırlanırsın…….. Bir tek aklına yazı konusu gelmez!
Acaba bugün tereyağıyla
ekmek diliminin aşkını mı yazsam, diye düşünür. Tereyağının suratı sararıp,
ekmek dilimi tuğla gibi sertleşince bu fikri aklından çıkarır. Belki de
buzdolabıyla derin dondurucunun kadim dostluklarını anlatmalı… Derin dondurucu
AKA’nın kendisine baygın baygın bakmaya başladığını görünce duruma derhal uyanır
ve iki vites büyüterek buzdolabını da uyandırır. Buzdolabı buz kırıyormuş gibi
çatırtılı seslerle (ve ‘Bu fikirde ısrar edersen, o buzu senin kafanda
kırarım.’ ihsası sayesinde) AKA’yı fikrinden vazgeçtirir. AKA artık ümitsizdir,
kahvaltı da işe yaramamıştır. Başını dışarı çevirir. Karşıki apartman sisten
zor seçilmektedir. Evet! İşte bulmuştur!
Ne? Hayır, hayır! Düşündüğünüz gibi değil. Aklına fikir gelmemesinin tek sebebi
üç gündür kalkmak bilmeyen bu sistir işte. Kendini çok iyi hisseder. Bir fikir
bulmaktan çok daha iyisini yapmış, fikir bulamamasına harika bir bahane
keşfetmiştir. Üstelik artık yazı konusu düşünmesi için bir sebep de
kalmamıştır. Sis kalkmadan uğraşması sadece boşa çaba harcamaktır. Rahatlar.
İçinden ‘Hiç kalkmaz inşallah!’ diye geçirerek günlük işlerine dalar. Bir
taraftan da bu bahaneyi fiyakalı bir şekilde yutturmanın yollarını aramaktadır.
“Şöyle bir şey nasıl
olur? Bu sabah sis vardı İstanbul’da/Gözlerim buğulandı bilinmez niye/Anne sözü
dünler gibi somurtuk/Ofladım bu sabah…Vallahi de oldu, billahi de oldu. Üstelik
müzikse, müzik… Bir de bisikletle ilgili bir şeyler bulmalı. Ne olabilir? Hah!
I rode my bicycle just through your window at fog/I roller-skated to your door
and hit some log/It almost seems like you’re laughing me/I’m okay with that,
but hey! I can hardly see… Süppper oldu. Bu iş tamam! Şöyle başına afili bir sis
tarifi gireriz, ortaya yukarıdakilerden bir miktar karışık… Her mısra bir
satır, ki yazı uzun gözüksün. Alta da sonuç niyetine bir iki cümle… İşte sana
yazı! Yalnız bunu fazla bekletmeye gelmez, çabuk bozulur. Yazıp hemen
yüklemeli. Yoksa ‘Böyle ucuz yazı konusu mu olur canım?’ deyip çöp sepetine
yollayıveririm maazallah. Aman ha!”
Bu AKA’nın bir de böyle pis
bir huyu vardır. Canını dişine takıp, kan ter akıttığı yazıyı beşinci defa
okuduğunda ottan, organik atıktan bir sebeple beğenmeyecek olursa kulağından
tuttuğu gibi çöp sepetine taşıyıverir. Üstelik şeytana uyup geri almamak için
de üzerine sifonu çeker. Ondan sonra işin yoksa sanal âlem lağımlarında ara dur
o yazı artıklarını… O işleri de hep bana yaptırır. Madem arayacaksın, neden
çöpe atarsın. Hadi attın, bari silme! Bırak çöp kutusunda kalsın, di’ mi?
(Hooop! Sen gene nereden
çıktın? Ben senin asfalyanı indirmemiş miydim? Hem benim bu parantezin içinde
işim ne?)
Sana intikamım acı olacak
demiştim. Gerçi sigortamı kapattıktan sonra söyledim, ama olsun. İşte yine
buradayım. Düz kontak yapıp kumandayı ele aldım. Bütün hile hurdanı da döktüm
ortaya… Artık Face içine çıkacak yüzün kalmadı. Bittin sen! Bekle beni sanal âlem,
SÜPER EGO geliyor!
Çıt!
(Allahtan ikinci bir
güvenlik sistemi taktırmıştım. Şu hale bak, yazılarımı berbat ettiği
yetmiyormuş gibi, bir de güzelim şarkı sözlerini katletmiş. Neyse ki artık her
şey kontrol altında. Bi’ de şu parantezden çıkabilsem.) :)))
Zouzhuan (Zou Chuan) An (邹传安)'dan Aşikar Zarafet |
Hani bazı tablolar vardır,
ressamını bilmeseniz de sizi daha ilk görüşte çarpar. Palet, fırça vuruşları,
tarz, konu öylesine sizsinizdir ki… Elinize bir fırça tutuştursalar, önünüze
bir tuval koysalar, eh, bir de sihirli bir el göz koordinasyonu ve yetenek
değneğiyle:)) dokunsalar ilk o tabloyu yaparmışsınız gibi gelir size. Sadece
renkler değil, bir araya gelme biçimleri, birbirlerini kucaklamaları, yan yana
gelerek yekdiğerini belirginleştirip, soldurmaları da büyüleyicidir. Konu basit bir eşya bile olsa sanki peri padişahının memleketinden gelmiş, etrafında herkese gözükmeyen, sadece sizin
gibi birkaç ayrıcalıklıya kendini gösteren bir aurası varmış gibidir. Portreyse
o kişiyi önceden çok iyi tanıyormuş ya da köşeyi döner dönmez
karşılaşacakmışsınız gibi gelir. Manzara resmiyse kesinlikle bu dünyadan değildir. Bu beğeni dalgası uzun sürer, ama hiç bitmez de değildir hani. Bir
süre sonra aldığınız zevki daha da artırmak, sineğin yağını çıkartmak (ki
insanlarda, hele de yurdum insanında onmaz bir hastalıktır :D ) amacıyla az
önce sizi keyiften arş-ı âlâya çıkaran tabloyu iyice ince eleyip sık dokumaya
başlarsınız. ‘Şu kumaşın kıvrımları nasıl da gerçekçi resmedilmiş… Sanki
dokunsam saten elimden kayıp gidecek.’ (Sen bi’ de onu oraya yerleştirene kadar
çektiklerini bir bilsen ressamın. :D ) veya ‘Ah, şu gözlerdeki ifade, o ışık!
Abi, nas’sı yapıyo’lar bunu bilmem, ama muhteşem yav’!’ (Fırçadaki açık rengi
koyu renk yuvarlağın uygun bir noktasına dokunduruverince kendiliğinden oluyo’
kardiş. :D ) ya da ‘Şu ağaçların yapraklarını tek tek yapmış yahu! Kurban
olduğum (Bu arada geçmiş Kurban Bayramınızı kutlarım! :D ) Allah'ım herkese
bahşetmiyor böyle bir yetenek işte!’ (Bu konuda yorum yapmayacağım. Bob Ross yıllarca anlattı o tek tek (!) yaprakların beş santimlik fırçayla bir solukta
nasıl yapıldığını. Onun üzerine konuşmak haddim değil.) Böyle hayran ola ola
giderken, aaaa, o da ne? O, sateni şıp diye iki boyuta indirgeyen ressam, arka
planı eciş bücüş bir karaltı halinde mi bırakmış ne? Gözlere o ifadeyi oturtmayı
çocuk oyuncağı gibi gösteren kişi, modelin ellerini (hadi biraz abartalım :D ) üç
yaşındaki çocuğuna çizdirmiş herhal’. Ha çöp adamın elleri, ha o ışık gözlü
modelin. :))) Ağacın yapraklarını damarına kadar resmeden adam, gökyüzüne bulut
yerine yer bezi niyetine kullanılan birkaç penye attırmış düpedüz… :)) Ben
bunları niye baştan fark etmedim, diye biraz şaşırırsınız önce. Ama ressam o
ayrıntıları öyle ustalıkla gizlemiştir ki, estetiğe odaklanmış gözler ilk anda
üzerinde durmamıştır bunların. Ardından hayal kırıklığı gelir. Ressam dediğin
her şeyi mükemmelen çizebilmeli yani, di’ mi ama? (Yok öyle bi’ şey! Bu
dediğime mim koyun.)
Eğer benim gibi dedektif
ruhlu (!) bir şahıssanız ressamın diğer eserlerini de inceler ona göre karar
verirsiniz. Diğer tablolarda da arka planlar öyle bulanık karanlıklara gark
olmuşsa, eller yelpazelerin, tüllerin, kumaş katlarının arasına gizlenmişse, manzaralarda
yeşillikler soluğunuzu keserken mavilikler çamaşır makinesine fazlasıyla
ihtiyaç duyuyorsa bilin ki işin içinde iş vardır. Ressam ya o ayrıntıları
çizmekten hoşlanmıyordur, ya beceremediğine inanıyordur, ya ağır eleştiri
almıştır ya da tam tersine tablonun kalan kısmını gölgeleyecek kadar iyidir o
konuda ve taktik gereği yapmaktan kaçınıyordur. (Bir düşünün Leonardo da Vinci
binlerce anatomik çizim yaptıktan, saatlerce değişik tiplerin eskizleri
üzerinde çalıştıktan sonra neden bütün tablolarında birbirine benzeyen insanlar
resmetmiştir? Van Eyck şu meşhur resminde aynanın içindeki yansımayı
mikrometresine kadar yaparken, Arnolfini Çifti’ni ve önlerindeki köpeği neden o
kadar kaknem :)) çizmiştir?) Keyfiniz mi kaçtı? Normaldir. Sanatçıların insan
olduğu, hata ve zayıflıklarının olabileceği sıklıkla unutulur. Kıssadan
hissemizi de verdikten sonra bir dahaki dersimizde bir başka sanatın kirli çamaşırlarını :)) ifşa etmek üzere şen ve esen kalınız.
David H. Collier'den bir fotoğraf Diğer Fotoğrafları Blog |
Bir albümden ne
beklersiniz? Şarkı söyleme tarzını, İngilizce tabiriyle ‘sound’unu, beğendiğiniz
yorumcuların hep aynı türden parçalar üretmesini mi seversiniz, yoksa arada
sırada hoş sürprizler yapabilmek için yeni arayışlara girmesini mi? Albümler
vurucu parçalar, daha az vurucu parçalar, eser miktarda da ‘burucu’ :))
parçalardan oluşur genellikle…
Vurucu şarkılar yeni
açılmış hızlı yollara benzerler. Asfalt kaymak gibidir. Gidiş geliş üç şerit,
bir de emniyet şeridi, etti mi dört? Ferah fahur. Gidişle geliş arasındaki alan
öyle geniş tutulmuştur ki, karşıdan geleni neredeyse hiç görmezsiniz. Üstelik
yol yeni açıldığından fazla bileni, müşterisi de yoktur. Hız sınırlaması yüksektir. O yüzden aynı yöne gittiğiniz tek tük arabayla da aranızda büyük
mesafeler vardır. Araba sürme cenneti yani… :)) En azından başlangıçta öyle
düşünürsünüz. Çünkü bir süre sonra iki tarafta zaman zaman yükselen henüz
ağaçlandırılmamış, hatta yeşillendirilmemiş (yol yeni ya!) tepecikler sizi
boğmaya, ip gibi dümdüz uzanan asfalt gözünüzü korkutmaya, medeni, ama biteviye
manzara hafiften basmaya başlar. Başlarsınız karanlıktan korkan çocuklar gibi
dikiz aynasından ikide bir geriye bakmaya… Tıpkı sizin gibi yolun
tekdüzeliğinden hızını fark etmeyen birileri arkadan ensenize çıkı
çıkıverecekmiş gibi gelir hani… Ya da monotonluktan panjurları kapatmaya
niyetlenen gözlerinizi açık tutmak için kafanızı manalı manasız sağa sola eğip
etrafta bir ayrıntı ararsınız oyalanacak. İşte ilk satırda bahsettiğim şarkılar
da böyledir işte. Kaymak gibi başlarlar. Belirgin bir müzikalitesi vardır.
Bilirsiniz ki o şarkı iyi bir müzikten beklediğiniz pek çok şeyi size verecek. Ama işte o monotonluk yok mu? Derken şarkının
bir yerinde şöyle altı yedi mezürlük bir mucize olur. Bir anda kendinizi iki üç
yaşlarındayken babanızın etrafında dönerken bulursunuz. Hani kollarınızdan
tutup havada bir iki tur attırır ya, işte öyle. Korku (Kollarım yuvalarından
çıktı çıkacak!), heyecan (Acaba en hızlı yerinde ellerimi bıraksa, Superman
gibi yumruk önde o Mars senin, bu Jüpiter benim fırlar gider miyim?) ve keyif
(Uçuyoruuuuuuum!) karışımı bir hisle döner durursunuz.
Daha az vurucu şarkılar
ise eski şehirlerarası yollara benzerler. Bir geliş yarım gidiş… :)) Gördükleri
her tepenin etrafında iki tur bağlayan, asfaltı yer yer toprağa karışmış,
sarsıntılı, hatta yanınızdan yörenizden bolca öğürtü duymanıza sebep olacak
kadar ‘tutucu’ :)) yollardır. Ama içinden geçtiğiniz yerler öyle yeşil, öyle
değişken, öyle şaşırtıcıdır ki, genellikle asfaltın kalitesini, karşıdan bir başka araç gelmesinin korkusunu falan unutursunuz. Hele de birbirlerine
dolanmış ağaçların, yemyeşil otların arasına çocuk kahkahası gibi serpiştirilmiş
çiçeklerin içinden neşeyle ve pırıl pırıl akan bir dereye doğru iniyorsanız,
frende olan ayağınız, arkanızdan yükselen besmele sesleri, bir tekerleği
uçurumun kıyısında kavradı kavrayacak haldeki arabanız bile aldığınız keyfi
engelleyemez. Virajların arasında yol bir ara düzelir ve o güzelim manzaranın
kuşbakışı panoramasıyla en beklemediğiniz anda gözlerinize ziyafet çeker. İşte bu
şarkılar da sizi gelin arabalarının arkasına takılmış konserve kutuları gibi
ardı sıra sürükleyip içinizi dışınıza çıkarttıktan sonra birkaç mezür boyunca
göğün yedinci katına yükseltir. İpek bir uçan halının üzerinde bir süre uçar
sonra yeniden kaidenizin :)) üzerine hızlı ve acıtan bir iniş yapar yola
külüstür arabanızda devam edersiniz.
Burucu şarkılar yeni
arayışlarla, baştan savmalık arasında gider gelir. İnsan dinlerken genellikle
müzisyene böyle olağandışı bir şarkı yaptığı için hafiften burulur. Bazen iyi
şeyler doğururlar, bazen de pılısını pırtısını toplayıp göç ederler. Albüm
yapmak bıçak sırtı bir iştir yani.
Dinlemek ise o bıçağın
sırtında dilimlenmeye razı olmak demektir. :)))
Mustafa Kemal Atatürk manevi kızı Ülkü'ye ders verirken. |
‘Yazacak konu ararken
aklıma gelen şeyler neden dönüp önümü tıkıyor ki?’ diye aklımdan geçtiği anda
kendime geldim. Oysa pencereden dışarıya baktığımda gördüklerim hep yazılası
şeyler. Dünkü lodos fırtınasının camlarda bıraktığı su izleri mağaralardaki
sarkıt dikitleri andırıyor. Dışarıdaki manzarayı bu noktacıklardan bağımsız
görmek olanaksız adeta. Çünkü dün gece yağmur havanın bütün kirini pencere
camlarına çaktı. Sabah gökyüzü yara kabuğunun altından beliren pespembe yeni
deriye benziyordu. Şöyle durmuş oturmuş :)), kıvamlı bir mavi olur ya… Hani
yıkanıp asılmış, ama hâlâ nemini kaybetmemiş çarşaflar gibi… ‘Madem
pencerelerdeki kir kalıntısı sarkıtları görmezden gelemiyorum, bari manzaraya
ekleyeyim.’ diye düşününce ortaya çıkan görüntü ise Van Gogh’un yol yol, leke
leke, yuvarlak ve spiraller çizen ağaçlarına, güneşine, gökyüzüne benziyor.
Dışarıdaki apartmanların boz duvarları bile bilimkurgu filmlerinden fırlamış
gibi görünüyor. Sanki Terminatör tatilini yarıda kesip bizim mahallede Sarah
Connor aramış. :)) Heyecan verici, hatta büyülü bir hava katıyor benim
‘sarkıtlar’ bu tekdüze, alışıldık ve çirkin şehir manzarasına. Bütün bunları
yazıya dökmek istiyorum, istiyorum da öyle kel alaka da olmaz ki… Bir yerlere
bağlamak lazım, öyle değil mi ama? E, böyle düşününce de gördüklerimi yazmaktan
imtina ettiğim (Of, dilim biraz daha eskirse Kösem Sultan’ın Hatıratı diye bir
kitap yazacağım. Hiç olmazsa bu eski tabirler yabana gitmez. :D ) için üst üste
yığılıp önümü tıkıyor bu, bir baltaya sap olamamış yazı fikirleri.
Mesela bu sabah bütün
mahalle dün geceki fırtınada savrulup sürüklenmiş, sağa sola çarpıp yamulmuş
gibi sallapati görünüyordu. Bir zamanlar okuduğum (Aaah ah! Oradaki sütunların
dili olsa da konuşsa. :D ) ilkokulun artık şehir hapishanesini andıran duvarlarının
yanından geçtim. Mezun olduğumdan beri her yıl beş santim yükseltmiş olmalılar.
İki buçuk metre boyunda duvarların arkasından çocuk cıvıltıları geliyordu.
Acaba çocukları mı dışarıdan, dışarıyı mı çocuklardan esirgiyoruz? İçeriden bir
hanım öğretmenin elinde mikrofon olduğunu unutacak kadar çileden çıkmış sesi
yükseliyordu. “Oğlum koş, yerine geç! Kızım hizaya gir bakiiim! Susun, susun!”
Aklımdan ‘Bugün Öğretmenler Günü öğretmenim, biraz sakin olun!’ diye geçirdim.
Ama o benim düşündüklerimi duymadı tabii, kendi gürültüsünden. :)) Bu dünyada
tek istediği bahçedeki birkaç yüz çocuğu hizaya sokmakmış, sonra ölse de gam
yemezmiş gibi bütün tizleri denedi azimle. Acaba ayın sonunu nasıl getireceğini
hesaplamaktan kaçınmak, kafasındaki gelecek kaygısından kurtulmak için mi o
kadar bağırıyor?
Yerler silme sonbahar
yaprağı… Asfaltın üzerine, kavuşamadıkları toprağa hasret, mahzun mahzun
uzanmışlar. Eskiden – çocukluğumda… yani yüz yıl kadar önce :))) – bütün
yaprakları bir yere yığar, kontrollü bir biçimde yakarlardı. Havaya karışan o keskin
aromanın güzelliğini anlatamam. Yaz güneşi, kuş sesi, meyve kokusu, ruh
hafifliği kokardı. Öyle bir parfüm yapsalar galon galon alırdım… :)) E, ama
bunları da yazamam. Başı yok, sonu yok. Hani giriş, gelişme, sonuç? Şöyle güzel
bir şeyler bulmalı yazacak, ama ne? Saat daha 16:00. Oysa hava akşama
hazırlanıyor. Sabahtan beri tek bulut olmayan gökyüzü ‘Size bu gece de bazı sürprizlerim
olacak.’ der gibi sağdan soldan topladığı pamuksuları bir araya getiriyor.
Sabahki çarşaf artık yamalı yorgana döndü. :)) Akşamüstünün o yalancı sakinliği
de çöktü ufaktan. Fırtınadan önceki sessizlik sadece okul servislerinin camlarından
sarkmış, sabahki öğretmen gibi sadece ciğerlerini yırtarak özgürlüğe kavuşacağını,
okulun ağırlığını atacağını zanneden çocuklar tarafından bozuluyor.
Yok, yok! Ben bugün yazı
falan yazamayacağım. Bütün öğretmenlerin gününü kutluyorum. Öğrencileriniz sizi
hatırlıyor, yâd ediyor, sayıyor, seviyor. İyi ki vardınız, varsınız ve var
olacaksınız öğretmenim.
Craig Shields'den React Diğer Çalışmaları Sitesi |
‘Koskoca tatilden çıktık,
üç gündür ne bu ciddiyet? Biraz daha ağırlaşırsan TV dizilerine senaryo yazmaya
başlayacaksın.’ diyenlere yanıttır.
Belli bir yaşa gelince
(yirmi civarı canııııım, siz ne sandınız? :D ) zombileşmenin belirtileri
kaçınılmaz oluyor. Kaçarımız yok, her fani zombileşmeyi tadacaktır! İnsanlar
doğar, büyür, yaş alır :)), zombileşir, mutlanır ve ölür. Size doğma büyüme
kısmını anlatmayayım şimdi. Ama yaş alma etabı kritiktir. Onu anlatmadan
zombileşmeye geçemeyiz.
Yirmi beş yaşınıza kadar
okullar mokullar bir şekilde halledilir. O zamana kadar hayatınız da, siz de
ıslak sabun gibisinizdir. Fazla sıkmaya gelmez, ele avuca sığmaz, ‘cırk!’ diye
sağa sola sıçrar gidersiniz. Ama hayata atıldıktan sonra bizim sabun her yıl biraz daha kurur. :)) Gerçi onca yıl mürekkep yalayıp, dirsek çürüttükten sonra
aileden olmadığı halde size her ay bir miktar para ödemeye razı olan birileri
çıkınca biraz tozutursunuz. Ana babadan gelenler kadar tatlı harcanmasa da,
niye kazanıyorsunuz kardeşim o parayı sağa sola saçamadıktan sonra? Birkaç sene
böyle döke saça, geze toza devam edersiniz. Eeee, it gibi altı gün çalıştıktan,
yedinci günü de işvereninize kurban etmekten yarım baş farkla sıyırdıktan sonra
sizi vur patlasın, çal oynasın eğlenmeye çağıran arkadaşlarınızın hatırı da
kırılmaz yani. O sıralarda artık ununu elemiş de, eleğin çivisini duvara
çakarken parmağını haklamış olan ana babanızın pörtlemiş gözlerine aldırmadan
(Amaaaan! Sanki zamanında aynısını onlar yapmadı!) yirmi dört saat içinde üç
kapının ipini çeker, üstüne bir de beş saatlik yere gider gelirsiniz. Ama bu böyle devam etmez elbette. Hafta sonu dağıttığınız parçaları pazartesileri
bıraktığınız yerde bulamadığınızı, ufaktan arkası kesilmekte olan arkadaş
davetlerinin (eee, siz yaş alırken onların eli de armut toplamıyor herhalde)
ardından artık ağıtlar yakmadığınızı, şehre gelen her grubun konserine gitmeyi
midenizin pek kaldırmadığını fark etmeniz uzun sürmez. Akşamdan kalmalık artık
iki üç saatte üzerinizden atılacak bir şey olmaktan çıkmıştır. İki dubleyi geçtiniz mi kafanız Paris’e iki günlük seyahate giden kadının bavuluna dönmektedir. (Sabah, öğle, akşam olmak üzere altı değişik kıyafet… İki pantolon
ve onlara uygun – ki bir tane bile uygun bir şey yoktur! – iki üç tane kazak…
Yedi sekiz tane ince çorap – Avrupa’nın Kerbela’sına gidiyor ya! Çorabı kaçarsa
ner’den bulacak yenisini. – , en az iki tane soket, bir de yünlü – ya balta
kesmez buz olursa – külotlu çorap lazım. Eyfel’i ve Louvre’u görünce olabilecek
kazalara karşı üç beş takım iç çamaşırı… Fular, eşarp, atkı, bere, incik,
boncuk, Allah ne verdiyse bütün makyaj malzemeleri… Niye kapanmıyo’ bu bavul
yaaaa?) Yaş almanın ilk belirtileri başlamıştır artık…
Yitip giden o heyecanların yerini başka heyecanlar alır bir süre sonra. Bir de bakmışsınız evlenmişsiniz.
E, iyi hoş da, öyle ‘Evlendik. Mutluyuz.’ yaftalarıyla iş bitmiyor. İki taraflı
sıkıştırmaya gelirsiniz bir anda. ‘Evladım bizim kucağımızı boş mu
bırakacaksınız? Yaş kemale erdi, artık ufaktan ufaktan bir ufaklık
diyoruuuuuz…’ lafları… Enseye tokat, sırta patlat! Hooop, bir bakmışsınız
elinizde bir yer cücesi. :)) Red Kit’in azılı düşmanları Dalton Biraderler’in
her dem ayağında olan o demir gülleli prangaların çoooook daha sevimli bir
versiyonunu ‘Agucuk, bugucuk!’ nidaları arasında seve isteye, hatta ayıla
bayıla geçiriverirsiniz bileğinize… O andan itibaren yaş alma çağı biter. Önce
‘Aç bakiiim ağzını! Bak tren geliyor.’ Sonra ‘ Aaaa, anne dedi. Bak, yürüdü!’
Daha sonra ‘Sıkı tut salıncağın ipini! Bak, düşer uf olursun!’ Birkaç yıl
geçince bir bakarsınız minik prangacığınızı önünüze oturtmuş; ‘Evladım, bizim zamanımızda böyle miydi? En güzel giysilerimizi giyer, süslenir, püslenir
Pera’ya eğlenceye giderdik. Bayramda büyüklerin ellerinden, küçüklerin
gözlerinden…’ diye saydırıyorsunuz. Durun, daha bunlar zombileşmenin ilk
belirtileri… Sizin küçük gülle gözlerini kocaman kocaman açarak sizi birkaç yıl
daha dinler. Sonra ‘Aman ya! Her yıl aynı terane!’ diyerek kendi güllesine
anlatacağı anıları toplamak üzere ilk uçuş denemelerine başlar ya, siz asıl o
zaman görün zombileşmeyi… :)))
İşte bendeniz de
zombileşme aşamalarının ortalarında olduğumdan bayramı takiben üç gün kendime
gelemedim. Artık cıvıma işi bundan sonraya kısmetse. :))
Faisal al-Malki (فيصل المالكي)'den '60 Stories from Beirut' Diğer Çalışmaları 1 Diğer Çalışmaları 2 Sitesi |
Bayramlarda bu
sosyalleşme girişimleri hız kazanıyor doğal olarak. Kurban Bayramı’nı komşuluk ilişkilerini büyük şehrin kara kaşına, kara gözüne kurban verdiğimiz için
kutlamıyor muyduk biz? :))) Fazlasıyla kentlileşen (ama medenileşmenin arka
kapısından mezun) apartman sakinleri artık sadece aile üyeleri ve yakın
arkadaşlarını misafir kabul etseler bile, hafta içi günün sekiz on saatini
kendine ayırmaya çoktan alışmış dört duvar birdenbire kalkıp kopmaya başlar. Bu
yüzden de komşular ister istemez bu sosyalleşme merasimlerine dâhil olurlar.
Bir apartmanın yanından geçerken yer yerinden oynuyormuş gibi bir ritim
duyarsanız, insanlar kapılardan pencerelerden taşmış haykıra haykıra sohbet :))
ediyorsa, balkonda mangal dumanından göz gözü görmüyor, burnunuzun direği gaz
ve kömürleşmiş et kokusundan kırılıyor, ama en önemlisi bütün bunlar üç ayrı
dairede gerçekleşiyorsa, bilin ki, o apartmanda çok sağlıklı bir sosyalleşme ortamı vardır. :))
İstanbul’un göbeğinde
yaşayan ve bu türden sosyalleşmelere aşılı biri olarak ben bile bu bayram
kendimi dağıttım. Bir evin her odasının (mutfak, banyo, balkon dâhil) her
santimetre karesinin aynı anda kullanıma açılabileceğini keşfettim. Yukarıda en
az sekiz yetişkin (oda başına iki tane düşmesi lazım, çünkü her odada bir
tartışma vardı), on, on beş tane de çocuk (odalar arası iletişimi sağlamak
bakımından faydalı oluyorlar) bulunuyordu kalıbımı basarım. Duvarlarda basket
topu sektirmek, salon da dâhil her odada bulunan çekyatları günde beş vakit
açıp kapamak, gecenin dördünde duş alacak ya da küvette cumbul cumbul yıkanacak
bir nöbetçi bulundurmak, mutfakta sırasıyla önce birkaç tabak kırıp, sonra
toplu sigara tüttürme seansları düzenlemek gibi bütün ağır sorumluklarını
yerine getirdiler.
Ben mi ne yaptım? Ah,
sormayın! Ben asosyal bir insan olduğumdan, bütün yaptığım gecenin ikisinde
dümbelek üzerine doğaçlamalar yapan komşuma avazım çıktığı kadar ‘Yeter artık beeaaaaa!’ diye fısıldamak oldu. Evet, suçluyum, biliyorum. Ama ahdettim, en
kısa zamanda bir psikiyatra ‘danışan’ (bu kelime de dişlerimi kamaştırıyor :D)
olup bu sosyal fobimden kurtulacağım. :)))
* Filmin adı ‘Sevgili
Dayım’mış.
????? ??????? |
Bugün
yazı yok, bilmece bulmaca var. :))
Yukarıda
fotoğrafı görünen bebişin adını bulmak için biraz uğraşmaya ne dersiniz?
Aşağıdaki
sorulara vereceğiniz cevabın ilk harfi sorulan kişinin adının bir harfini
oluşturacaktır.
*Fransa’nın
Elvis Presley’i (?????? ????????) adına düzenlenen bir turla Olympia’da
çalmıştır.
*Kendisi
Amerikalı olmasına rağmen öldüğü yer, ‘üzerinde güneş batmayan ülke’ (?????????)
oldu.
*1967
yılında California’daki bir rock festivalindeki (???????? ??? ????????) performansıyla
adını duyurdu.
*Yasalarla
arası iyi değildi. Çalıntı arabada yakalanınca hapsi ya da orduyu seçmesi
istendi. Orduyu seçti, ama bundan nefret etti. Bu konudaki düşüncelerini
dünyanın en eski haftalık müzik gazetesine (?????? ?????) verdiği röportajda
belirtti.
*Çaldığı
ilk resmi grup The Velvetones ile doğum yeri olan Seattle, Washington’da halk
için yapılmış evlerde (?????? ???????) parasız konserler verdi.
………….
*1994
yılında sinema endüstrisinin başkenti sayılan yerdeki (?????????) Şöhretler Kaldırımı’nda bir
yıldızı oldu.
*Çaldığı
enstrüman (??????? ?????) ile rock müziğin tarihinde en büyük kabul edilir.
*Adını
taşıyan grubun bir konserinde hayranlarının ve polisin neden olduğu kargaşadan
zar zor kurtuldu. Ertesi gün grubun basçısı (???? ???????) ayrıldı.
*Bu
konser rock organizatörü Barry Fey’in girişimiyle düzenlenen bir pop festivalinde
(?????? ??? ????????) verilmişti.
*2003
yılında Jann Wenner’in kurduğu müzik, politika ve popüler kültür dergisi
(??????? ?????) onu 100 kişilik bir listenin birincisi ve ‘en büyük ……..’ ilan
etti.
*Son
çaldığı festival (???? ?? ????? ????????) Afton Down’da yapıldı.
*Ölümü
ünlü Amerikan bilimkurgu dizisi (? ?????) Gizli Dosyalar’daki gibi gizemli
oldu. Hakkında cinayetten intihara kadar pek çok senaryo dillendirildi.
Jimmi Hendrix (6) |
Sorumuzun cevapları aşağıdadır.
* Fransa’nın
Elvis Presley’i (JOHNNY HALLYDAY) adına düzenlenen bir turla Olympia’da
çalmıştır.
* Kendisi
Amerikalı olmasına rağmen öldüğü yer, ‘üzerinde güneş batmayan ülke’ (İNGİLTERE)
oldu.
* 1967
yılında California’daki bir rock festivalindeki (MONTEREY POP FESTIVAL) performansıyla
adını duyurdu.
* Yasalarla
arası iyi değildi. Çalıntı arabada yakalanınca hapsi ya da orduyu seçmesi
istendi. Orduyu seçti, ama bundan nefret etti. Bu konudaki düşüncelerini
dünyanın en eski haftalık müzik gazetesine (MELODY MAKER) verdiği röportajda
belirtti.
* Çaldığı
ilk resmi grup The Velvetones ile doğum yeri olan Seattle, Washington’da halk
için yapılmış evlerde (YESTER TERRACE) parasız konserler verdi.
………….
* 1994
yılında sinema endüstrisinin başkenti sayılan yerdeki (HOLLYWOOD) Şöhretler Kaldırımı’nda bir
yıldızı oldu.
* Çaldığı
enstrüman (ELEKTRO GİTAR) ile rock müziğin tarihinde en büyük kabul edilir.
* Adını
taşıyan grubun bir konserinde hayranlarının ve polisin neden olduğu kargaşadan
zar zor kurtuldu. Ertesi gün grubun basçısı (NOEL REDDİNG) ayrıldı.
* Bu
konser rock organizatörü Barry Fey’in girişimiyle düzenlenen bir pop festivalinde
(DENVER POP FESTIVAL) verilmişti.
* 2003
yılında Jann Wenner’in kurduğu müzik, politika ve popüler kültür dergisi
(ROLLING STONE) onu 100 kişilik bir listenin birincisi ve ‘en büyük ……..’ ilan
etti.
* Son
çaldığı festival (ISLE OF WIGHT FESTIVAL) Afton Down’da yapıldı.
* Ölümü
ünlü Amerikan bilimkurgu dizisi (X FİLES) Gizli Dosyalar’daki gibi gizemli
oldu. Hakkında cinayetten intihara kadar pek çok senaryo dillendirildi.
JIMMY HENDRIX
Utku Temel'den Haydarpaşa Diğer Çalışmaları 1 Diğer Çalışmaları 2 Diğer Çalışmaları 3 Diğer Çalışmaları 4 |
İstanbul. Tarih boyunca
kaç medeniyete tanıklık etmiş tam olarak bilinmiyor. Son zamanlarda şehri
gravyer peynirine çeviren kazılarda bulunan arkeolojik kalıntılar da bunun bir
kanıtı. Hani ‘Ayağınızın takıldığı taşa bile dikkat etmeniz gerekiyor.’ derler
ya, işte öyle bir kent. Gerçi yirmi üç kat asfalttan sonra ortalıkta kaldırım
diye döşedikleri beton artığı taşımsı nesnelerden gayrisi pek kalmadı ya neyse…
Bütün dünyada vardır böyle kentler. Hele de su kenarındakiler… Sırf bu özellikleri yüzünden insanlar buralara yerleşmeye ve bir kez şehirleştikten
sonra da kanlarının son damlasına kadar savunmaya dünden istekli olurlar.
İstanbul’un sahip olduğu suyolu iki kıtayı da birbirinden ayırıyorken,
diğerlerine bariz üstünlük sağlamasına da şaşırmamak lazım. (Tabii Avrasya’yı
iki ayrı kıta gibi gören ve kabul eden de aynı insanoğlu, ama orayı
karıştırmayalım. :D )
Gene de tarihi açıdan
kendi sakinleri tarafından bu kadar hor görülen, kötü ve yetersiz korunan bir
başka kent var mıdır acaba? Dün Haydarpaşa Garı yandı. Penceremden kapkara
dumanı görünce aklıma ilk gelen 1979 yılında yaşanan Independenta Faciası’ydı.
Hatırlamayanlar için İstanbul Boğazı’nın girişinde, tam da Haydarpaşa’nın
önünde bir başka gemiyle çarpışarak yanmaya başlayan tankerin adıydı
Independenta. Bağımsızlık. Romantik ve hayata anlamlar yükleyen bir bakış
açısıyla düşünürsek; o yıllarda, üstelik de Boğaz’ın girişinde bu isimde bir
geminin yanarak batması ne kadar manidar değil mi? :) Her neyse, konumuza
dönelim. Dumanı görür görmez televizyona saldırdım. Haydarpaşa’nın alevler içindeki
çatısı içimi cız ettirdi. İstanbul bir zarafet timsalini daha yitiriyor, diye
düşündüm. Yangın tahmin ettiğimden daha çabuk kontrol altına alındı. (Gökteki
dumanların rengi çoktan açılmış olduğunda dahi canlı yayın yapmakta olduğunu
iddia eden haber kanalları hâlâ ‘Haydarpaşa cayır cayır yanıyor.’ ‘Duman Boğaz
Köprüsü’nü geçti, şimdi Beykoz’a doğru hızla ilerliyor.’ ‘Binanın tamamı
tehlikede imiş.’ ‘Zaten tahta kazıklar üzerine oturtulmuş, şimdi de yangının
alt katlara yayıldığı söyleniyor, yandı, bitti, kül oldu.’ vaveylalarını
sürdürüyor, durmadan yangının ilk halini yayınlıyordu. Duman tamamen ortadan
kaybolduktan ancak on dakika sonra ‘Yangın kontrol altına alınmıştır.’ diyecek
bir babayiğit çıktı da, yüreğime su serpildi.) Ama olan oldu. Hasar büyük.
Şimdi bu konuyu da dillerine dolayıp ciklet gibi sağa sola çekiştirip duracak
medya ve siyaset. Onlar bu faydasız laf salatalarıyla meşgulken Haydarpaşa da,
tıpkı Independenta’nın yıllarca Boğaz’ın girişinde önce acıklı, sonra anlamını
yitirmiş, en sonunda da değersiz bir anıt misali bırakıldığı gibi, perişan
haliyle akıbetini bekleyecek.
Acaba her adımda tarihe
çarpıyor olmak mı bizi ona karşı bu kadar duyarsız, umursamaz, hatta hoyrat
yapıyor? İlk ve orta öğrenim hayatında kitaplarda ve öğretmenlerimizin ağzında
‘tarih boyunca var olmuş’, ‘medeniyetler beşiği’ v.b. ibareleri hep okuduk,
duyduk. Ama hiç yaşamadık. Müzelere, saraylara gittik tabii, sınıf gezileriyle.
Ama kendi ana babasının bile yüz yaşında :)) ağaç kovuğundan çıktığını zanneden
on yaşındaki çocuğa bir vitrinde gördüğü rengi kaçmış, yer bezine benzeyen bir
çaputu bilmem kaçıncı Osmanlı Padişahının giymiş olması ne kadar hitap eder? Kendi
evinde marleylerin üzerinde dolaşan, saraylara nazaran mini mini kalan odasında
ihtiyaç duyduğu her şeye sahip olduğunu düşünen bir çocuk, koskoca Topkapı
Sarayı’nın gıcırdayan tahta zemininde bir zamanlar büyük bir ihtişamın hüküm
sürdüğünü nasıl hayal edebilir? Minik yorgun ayaklar, yaramaz eller ve afacan
başlardan bir katar gibi bilmeden, anlamadan, aydınlatılmadan geçtik o
müzelerin sarayların koridorlarından.
Ama Haydarpaşa öyle
değildi. Değil. O bizim yaşamımıza dokunmayı, ruhumuza geçmişi üflemeyi başaran
bir tarihti. Şimdi bize düşen; boş konuşmayı bırakıp, bir an evvel
Haydarpaşa’yı taşlarında kaldığı kadar tarihi kulaklarımıza fısıldayabilmesi
için yeniden İstanbul’a kazandırmaktır.
Herb Snitzer'den John Coltrane (veya Ataullah Oynaktay :D) Diğer İşleri - Sitesi |
Artık neredeyse tümüyle
magazine olmuş basın dünyasına özendim bugün…
Ne de olsa “Depremden
kurtulan kadını trafik canavarı nasıl altına aldı? Kare kare gösteriyoruz.
Aaaaz sonra!” “Flaş, flaş, flaş! Şiddet kurbanı küçük çocuğun annesi banyodan
sonra yumuşayan ayak tırnaklarını keserken neler söyledi?” “Hastane enfeksiyonu
kapmış bebeklerin kundaklarını üreten firmadan tüyler ürperten açıklamalar…
‘Biz bu kundakları pamuktan üretiyoruz.’ diyen firma sahibi daha başka ne gibi
dehşet verici açıklamalarda bulundu. Bizden ayrılmayın!” gibisinden
trajikomikliğe bile pabucunu ters giydiren ‘haberler’ diyarı bir ülkede
yaşıyoruz.
Efendim, aşağıda magazin
servisimize (!) gelen okur mektuplarından bir demet sunuyoruz. Okurlarımızın
yazdıkları şehirleri şifreledik. (Yok canım, hükümet düşüren sırlar falan ifşa ettiklerinden
değil. Sadece böylesi daha heyecanlı oluyor da ondan. :D)
‘Hatırla siyahı’
şehrinden Kuralcı rumuzlu okurun mektubu… ‘Ben J&B’nin bir numaralı
fanatiğiyim. İki elim kanda olsa da sizi izliyorum. Klavye kanlanıyor, ama
olsun! Yalnız dizileriniz çok uzun. Bazılarını seyretmek on beş dakikayı
buluyor. Hele araya alınan yorumlar hiç çekilmiyor. Ayrıca dizi içeriklerinin
ülkemiz örf, adet, gelenek, görenek, töre, möre, terbiye, merbiye, ahlak,
mahlak ve bilumum başka şeylere uygun olmasını istiyorum. Ne o öyle, adamın
biri alıyo’ eline bi’ borazan, üfle babam üfle! Hayır, illa üfleyecekse
ervahımıza okuyup üflesin!’
‘Duman lekesinde gün doğumu keşfet’ şehrinden Sarışın rumuzlu okurumuz… ‘Şimdi şey diy’cem ben. Ney
diy’cem? Hah, hanımsadım! Yok, hatırsadım! Amaaaan! Hatırlarken anımsadım işte…
de neydi? Bak, gene unuttum. Neyse, aklıma gelince ben gene yazarım anacı’m.
Beni hanımsayın, e mi?’
‘Belirti Bey’ şehrinden
bir başka (rumuz belirtmemiş :D ) okur… ‘Yayın içeriği güzel. Beğenerek
izliyorum. Yalnız şu her eklediği resme destanlar döşenen kıtipiyozu kadrodan
çıkarmanızı hassaten rica ediyorum. Habire
ortalığı sulandırıyor. Seviye falan kalmadı. Kalitenizi bozuyor göz göre göre…
Bu arada ‘Güzel Üfürenler’ ve ‘Hoplayan Cızırdatıcılar’ dizileriniz çok
heyecanlı. Soluksuz seyrediyoruz. ‘Tıngırdatarak Titrettiler!’ dizisi ise
yüreğimizi dağlıyor. Ağlamaktan gözlerimiz pörtledi. Şu Chick Corea’nın yüzü ne
zaman gülecek? Onun melankolisine hepimiz depresyona girdik. Ray Charles’ın
gözlerine de acil ameliyatlar diliyoruz. Ayrıca haber programlarınız da çok
eğitici… Bende bisiklet yok, ama olsa ortalığın tozunu attırırdım sizden
öğrendiklerimle. Yayın hayatınızın devamını diliyoruz.’
‘Yemin kabul et bre!’
şehrinden bir başkası… ‘Biz yedi buçuk kız kardeşiz. Sizi severek izliyoruz.
Hepimiz ‘Güzel Üfürenler’ dizisindeki eli mendilli patlak göze hastayız. En
kısa zamanda onun bir posterini yayınlamanızı istiyoruz. Bi’ de hanımlara
yönelik programları arttırırsanız seviniriz. Mesela Billy Holiday ‘My Man’i
söylerken bir iki tığ işi yapsa… Ne biliiim? Sarah Vaughan ‘Body and Soul’u söylerken her bedene uygun pantolon modelleri biçme yöntemleri gösterse… Hah!
Bakın şimdi doğumhaneden haber geldi. Annem bizi sekize tamamlamış. Böyle
giderse üç yıla futbol takımını kuruyoruz. Yani çoğunluğun sesiyiz, ona göre…’
‘Kızıl maden âlemi’
şehrinden bir protesto… ‘Sizi şiddetle kınıyorum. En sevdiğimiz dizi olan
‘Hoplayan Cızırdatıcılar’ı geç saatlerde yayınlıyorsunuz. Biz Jimmy Hendrix’i,
Steve Vai’yi prime time’da görmek istiyoruz.’
‘Çöl yeli arz et!’
şehrinden son mektup… ‘Heyecanla takip ediyoruz. Ancak dizi oyuncularının
isimlerinin Türkçe olmamasından çok rahatsızız. Siz bulamıyorsunuz diye birkaç
örnek gönderiyoruz: Louis Armstrong yerine Muzaffer Kolugüçlü, Ella Fitzgerald yerine Aylin Mızrakegemenoğlu, Sarah Vaughan’a Banu Ufak, Miles Davis’e BarışSevilenoğlu. Çok zorlarsanız John Coltrane’e de Ataullah Oynaktay
diyebilirsiniz.’
Bu kadar sulanmak yeter mi? :)))))
Françoise Nielly'den Untitled 573 Diğer Çalışmaları (Sitesi) |
Bazı arkadaşlarınızla
yediğiniz, içtiğiniz, hatta düşündüğünüz ayrı gitmez ya hani. Birlikte uzun ve iyi vakitler geçirmişsinizdir. Kötü zamanlarınız da olmuştur gerçi, ama
zurnanın zırt dediği noktayı hiç görmemişsinizdir daha. Ama o noktada dahi
yanınızda olacağından, kaybolup gitmeyeceğinden emin olacak kadar zor zaman
dostu bilirsiniz arkadaşınızı… Onunla da kalmaz, kendinizden fazla güvenir,
hatta geçmişi kurcalar, didikler, kendi kendinize hayali senaryolarla
yüklenirsiniz ‘Şu durumda ben olsaydım, vallahi arkama bakmadan çekip giderdim.’ diye. Ve arkadaşınıza giderek büyüyen payeler biçmeye başlarsınız.
Oysa o, ne sizin bu düşüncelerinizden, ne de onunla ilgili kurduğunuz
hayallerden haberdardır. Bütün yaptığı kendi koşulları, imkânları, aklı ve
duyguları çerçevesinde yanınızda durmak olmuştur, daha fazlası değil. Hatta
onun da sizinle ilgili ipe sapa gelmez, akıl ve mantık dışı, mesnedi olmayan
hayalleri olabilir. Sonra bir gün hakikaten dananın kuyruğu kopar. Siz
yanınızda göreceğinize kalıbınızı bastığınız arkadaşınızı göz eriminizde bile
bulamazsınız. Sırçadan köşkünüz şıngır mıngır yıkılır. Arkadaşlığınızı bu
yıkılan hayallerinizin altına gömer, yerini de eğreti bir şekilde işaretlersiniz.
O mezarı ne mermerlerle ölümsüzleştirmeye, ne de başına şaşaalı bir taş dikmeye
yüreğiniz dayanmaz çünkü. Çiğnene çiğnene yeri kaybolan sahipsiz mezarlardan
biri olur.
Bir de kendini sizin arkadaşlığınıza
gönüllü ve zorla atamış insanlar vardır. Adam (ya da kadın) her konuda öyle
sivri, öyle uzlaşmasız, öyle katı, öyle (hadi adlı adınca söyleyelim :D )
gıcıktır ki, başınızdan atabilmek için çevirmediğiniz dümen kalmaz. Her
fırsatta ekersiniz, aldırmaz, hatta sakız gibi daha da yapışır. Davetlerini
reddedip kendinizi çekmeye çalıştıkça, o bunu nazikliğinize(!),
çekingenliğinize (!!) yorarak daha da yaklaşmaya azmeder. Sizi kesinlikle
harcınız ve isteğiniz olmayan çevrelere sokmaya kadar vardırır işi. Gıyabınızda
sizi en yakın, en iyi, en en arkadaşı (oysa siz ‘Allah esirgesin!’ diye
düşünmektesinizdir) ilan eder. Onunla ilişkiniz sıkışmış bal kavanozu açmaya
benzer. Sonuç ne olursa olsun eliniz her halükarda yapış yapış olur. :)) İyi
zamanlarda yanınızda görmeye tahammülünüz yoktur ki, kötü zamanda
hatırlayasınız. Ama işte zurnanın zırt dediği yerde o zoraki arkadaşı
arkanızda, yanınızda, hatta bazen önünüzde buluverirsiniz. Eh, bir önceki
arkadaştan zaten kafalar karışık, işler iyice içinden çıkılmaz hale gelir.
Adamı nereye koyacağınızı bilemezsiniz bir türlü. Öbür arkadaşın yerine koymak?... Allah yazdıysa bozsun! Hâlâ eskisi kadar gıcıktır çünkü. O konuda
değişen bir şey yoktur. E, ama diğer taraftan bu adam ister mecazi, ister
gerçek anlamda olsun hayatınızı da kurtarmıştır. Gene de olmayınca, olmaz. Zora
düştüğünde yanında yöresinde olmaya söz verseniz de kendi kendinize, o kişiyi
yakınınıza almazsınız.
Her ikisi de size kendi
anlayışları ve olanakları çerçevesinde arkadaşlık yapmıştır oysa. Sizse ne
birincisine (onun ruhu bile duymadan) elcağ’zınızla verdiğiniz payelerden geri
adım atarsınız, ne de ikincisini olması gereken noktaya taşıyacak kadar
bükülürsünüz. Hâlbuki ne birinci gözden tamamen çıkarılacak kadar kötü, ne de
ikinci azıcık tahammülle katlanılmayacak kadar değersizdir. Arkadaşlık, hele de
bu zamanda (dünyanın bireyselleşmeye doğru dev adımlar attığı ve hem
teknolojik, hem de ekonomik gelişmelerin bunu özendirmek için yarıştığı bir
ortamda) daha da değerlenmedi mi sizce?
Birkaç gün önce şarkılar,
resimler, kusurlardan bahsederken, neden sanat eserlerine ve yaratıcılarına
gösterdiğimiz hoşgörüyü yakınımızdakilerden sakınıyoruz diye düşündüm. Sonuç
böyle bir yazı oldu… Ucundan dibi tuttu. Az biraz (!) didaktik oldu, ama
bugünlük idare ediverin artık. :)))
Patrick Di Fruscia'dan 'Slowdown Time' Diğer Çalışmaları (Sitesi) |
Gene İstanbul’un Sonbahar İklimi zamanları geldi. Dışarılar ılık ve yağışlı, içeriler dondurucu ve kurak.
Evler öyle serin oluyor ki, sokağa çıkarken kat kat giyiniyorsunuz. Dışarı
çıktıktan beş on dakika sonra da kat kat soyunuyorsunuz. Elinizde bir yığın çul
çaput… Kazara uzak bir yere gidecekseniz yandınız. Dolmuşa, otobüse, taksiye
binmek için önce trafikten, sonra şoför ve yolculardan, en sonunda da
elinizdeki çıkından yarım saatliğine izin almanız lazım. Montu koltuğuna al,
beline bağladığın kazağın kolunu bacağını topla, yakasını bağrını çekiştirip
dengesini bozduğun bluzdan görünenleri iştah açmayacak şekilde ayarla, çantanı
bağrına bas, baş-kaide-ayak duruşuna geç, tek kol ileri, hücum! İnerken de en
kestirmesi çanta hariç elinde kolunda ne kadar fazlalık varsa, hepsini montun
anorağın içine tıkıştırıp bohça şeklinde önceden dışarı atmak. :))
Bence şehirlerde bu
konuda bir şeyler yapılmalı… Evden lahana gibi çıktın diyelim. Sıcakladın. Birinci
katı çıkardın. Her sokakta (her iki sokakta bir de olabilir, hovardalığa gerek
yok) özel merkezler olacak. Vereceksin birinci katı, bi’ de adres bilgileri…
Göndereceğin yere uzaklığına göre de ücret ödeyeceksin. (İki sokak öteye
götürmek için kırk lira para almaya kalkarlarsa milletçe sokağa döküleceksin
falan) İstediğin saatte eve teslim. İkinci kata da aynı muamele… Yalnız kolayı
görünce abartmayın, e mi? Caddede, sokakta nü pozisyonlar ülkemizin örfüne âdetine
ters, bilmem yani… :))
E, soyundun, soyundun, gideceğin
yere ferah fahur vardın. :) Akşam döneceksin, hava buz kesmiş. Ne yapacaksın?
Kolayı var. Eğer gideceğin yer belliyse, sabah üstünden çıkardığın katları
doğrudan oraya yollatırsın olur biter. Yok, birkaç kapının ipini çekeceksen, o
zaman toplu giyim merkezlerine uğrayıp yorgandan mek parmak farklı, abılobut (Ben
abulabut biliyordum, TDK abılobut diyor, Word ‘Katiyen kabul etmem! Abı lobut
yazacaksın.’ diye ısrar ediyor. Kararı size bırakıyorum.) her bedene uyan bir
‘üstlük’ alıp evine sıcacık vasıl olabilirsin. Eve girdikten en fazla yarım saat sonra ‘üstlüğü’ sokak başlarındaki merkezlere teslim etmen gerek, sakın
unutma! Yoksa giyim polisleri basıyor evi… Haa, o karaborsadan aldığın çakma
‘üstlük’ de gümbürtüye gider, haberin olsun. Ondan sonra anlat savcıya
anlatabilirsen…
“Abi … şey yani savcı bey
ben bunu paramla aldım valla’. Bu ‘üstlükler’ benim acayip hoşuma gidiyordu.
Böyle, giyince insanı sıcacık, yumuşacık sarıyo’ ya… Sevgilimden de yeni ayrılmıştım, biliyo’ musun? Zayıf bi’ anıma geldi, aldım. Zaten satan da
bunların aslında gerçek üstlüklerin az defolu olanlarından seçildiğini
söylemişti. Yani kanundışı bi’ durum yok. Varsa da, ucundan e’cük. Valla’ çok pişmanım abi… şey savcı abi… aman savcı bey. Bak evde on yedi aç boğaz beni
bekliyo’. Üç çocuk, beş yaşlı, yedi akraba, iki de koca… Kulun kölen olayım,
kıyma bana!”
Biz ne ara girdik bu
‘1984, Büyük Birader Bizi Gözetliyor’ moduna? Hiç de ‘Aldın gazı, uçtun,
gidiyorsun.’ demiyorsunuz yani… Hem hiç de uçmuyorum bi’ kere. Müzikodyoları,
müzambiyansları okurken iyiydi. Hoşunuza gitmiş, ‘Olur mu canım öyle şey?’
demek aklınıza gelmemişti.
Allah Allah! Bugün bi’
hoşum ben. Kendim sorup, kendim cevap veriyor, bir de üstüne kendi kendimle
kavgaya tutuşuyorum. Geçen gün dışarı şapkayla çıktım tabii, ondan oldu. İki
adım atmadan şapka fazla geldi, çıkarıp çantaya tıktım. Demek o ara kafayı
üşüttük. Neyse hafif bir üşütüklük, kısa sürer… Birkaç gün yazılarımı okurken
dikkatli olursanız, size geçmez, hiç merak etmeyin.
Hop, kapı çaldı… Giyim
polisi gelmiştir. Ben şapkayı saklayayım. :)))))
Stanislav Markov Станислав Марков (garmonique)'dan Untitled Diğer Çalışmaları 1 Diğer Çalışmaları 2 |
Tüplü televizyonum durup
dururken bana işmar etmeye başladı. Göz kırpıp duruyor. On küsur yıldan sonra
nihayet aşkımızın ölümsüz olduğuna mı karar verdi acaba? Mors alfabesini
bilmem, ama bir bilenden öğrendiğime göre bu işmarlar “Benim tüp ayvayı yedi.
Eh, sen de on beş yılda yeni bir televizyon parası biriktirmişsindir artık.
Şimdi o parayı benim onarımıma mı, yoksa yeni televizyonun birinci taksidine mi
harcayacağına karar ver!” demekmiş.
Birinci gün: Bir usta
çağrıldı. Televizyonun kırpıştırıp durduğu göze bir çare bulması istendi. Usta
“Maalesef saa çötü bi’ haberum var. Ha senunçi inçe hastaluğa tutulmiş.” dedi.
“O ne çi? Ay pardon! O ne ki?” diye soruldu. “Senunçi en çısa bi’ vaçütte
cözlerinu… af buyur… cözinu ebediyete yumip, senun cüzdanı inceltecektur da! Ha
işte pu yüzden adu İnçe Hastaluktur. Yoksa hastaluğu keşuf eden ustanın namı
İnçe felan değul idu. Haçan ben de çendisuni…” Ustanın ilk hareketi aldıktan sonra güneş enerjisiyle otomatik olarak işlemeye devam eden çenesi çapatuldi…
aman… kapatıldı. “Biz en kısa zamanda size döneceğiz.” diyerek baştan savıldı.
Sonra da aynı baş iki elin arasına alınıp, TV’nin arkasından ağıt yakıyormuş
gibi rol kesilerek uçup gidecek paralara uluya uluya ağlandı.
İkinci gün: Yeni
televizyon araştırmalarına başlandı. Fiyatlar görülünce arama çalışmalarına üç
buçuk gün ara verildi. ‘Tüplü’ başına gelecekleri sezmiş gibi daha sık göz
kırpıyor artık. Hüzünlü bir sürece girildi.
Beş buçukuncu gün:
‘Tüplü’ göz kırparken arada öksürmeye de başladı. Televizyon araştırmalarına
yeniden hız verildi. Fiyatlara ani ve geri dönülmez tepkiler vermemek için
dişler kenetli, dudaklar sımsıkı kapalı epey bi’ dolaşıldı. ‘Tüplü’ çağını
kapatma gerekliliğine ağlaya bağıra, odalara kapana, kafayı duvarlara vura
karar verildi. Bu kararın travmasıyla iki gün kendinden geçildi.
Yedi buçukuncu gün: TV
satan dükkânın kapısında bir sağa, bir sola yirmi sekiz tur bağlandı. Dükkânın tezgâhtarı
kuşkulu gözlerle bakmaya başlayınca karşıdaki kafeye girilip oturuldu. Akşamüstü
ricat borusuyla eve geri dönüldü. ‘Tüplü’ artık ötenazi isteğinde bulunuyor.
Sekizinci gün: Azimle
evden çıkıldı. Hızlı bir tempoyla bir gün önceki dükkâna doğru yola düşüldü.
Elli metre kalana kadar tempo sürdürüldüyse de, son metrelerde rüzgârı kesmek
için bir tavşan atlet bulunup arkasına gizlenildi. Bir gün evvelki tezgâhtarın
kem bakışlarından sakınmak amacıyla doğrudan kafeye konuşlanıldı. Aradaki
mesafeye rağmen vitrinde birer yıldız gibi parlayan LCD ve LED’lere bakılıp;
“Bunlar da dünyanın etrafını üç kez döner. Bu ne cesamet kardeşim. Hadi aldın
koydun odaya, bu sefer bize yer kalmayacak. Ne yani, televizyonu antreden mi
seyredece’z?” gibilerinden karalama kampanyaları yapıldı. Çantanın içinde
tombul tombul yatmakta olan cüzdan sık sık okşanarak boyuna posuna övgüler düzüldü. Dolgunluğuna ‘Bir dirhem et… yani bir tomar para bin ayıp örter’
şeklinde iltifatlar edildi. Yedi kahve, on sekiz çay, beş kaşarlı, üç karışık
tost tüketildi. “Yeni TV alacaksınız di’ mi? Bizim müşterilerimizin büyük
çoğunluğunu sizin gibiler oluşturuyor.” diye konuşma konusu açmaya çalışan garsona
“Ne alakası var?” diye çemkirildi. Akşam kös kös eve dönüldü. ‘Tüplü’ son
nefesini vermek üzere. Acısına son verilmesi için ölgün renklerle bakıyor.
Dokuzuncu gün: Sonunda
dükkâna girildi. Girer girmez de satıcının çenesinin akıntısına kapılındı.
Hayvan gibi bir televizyon alındı. Paracıklar ciğerin en derininden yükselen
acılı bir inleme (söylentiye göre dükkânın camları üç gün daha titreşmeyi
sürdürmüş) eşliğinde ışık hızıyla el değiştirdi. ‘Tüplü’yle baş başa mumlu
şaraplı son bir gece geçirmek için eve dönüldü. Gerçi muma ve şaraba para
kalmadı, ama bizim ‘Tüplü’de onları görecek göz yok zaten. :))))
????? ??????? |
Buyurun yeni sorumuza!
Aşağıdaki her sorunun yanıtının ilk harfi sorulan kişinin adındaki bir harfi
oluşturacaktır.
Yalnız yanıtı bulduğunu düşünenler lütfen o cevabı bana özelden iletsinler. Böylece her isteyen cevabı görüp hevesi kaçmadan araştırma imkânı bulabilir. Zaten baştan tanıyıp bilenler ‘tıp’ deyip sussun. Ben onların bildiklerini biliyorum zaten. :)))
Birinci sorumuzdan sonra kabul edildiği üzere birincimize gazoz kapağından madalya, ikincimize bir sıkımlık diş macunu verilecek, üçüncümüze de ‘Atıl kurt!’ diye haykırılacaktır. (Bundan sonraki sorularda motivasyon olması açısından.) :))) Mansiyon ödüllerimiz de mevcuttur, ama henüz ne olacağı bilinmemektedir. Önerilere açığız. Az çiğnenmiş sakız, yarısı yenmiş çekirdek, sahibinden az kullanılmış kâğıt mendil gibi seçeneklerimiz vardır. :))))
Yalnız yanıtı bulduğunu düşünenler lütfen o cevabı bana özelden iletsinler. Böylece her isteyen cevabı görüp hevesi kaçmadan araştırma imkânı bulabilir. Zaten baştan tanıyıp bilenler ‘tıp’ deyip sussun. Ben onların bildiklerini biliyorum zaten. :)))
Birinci sorumuzdan sonra kabul edildiği üzere birincimize gazoz kapağından madalya, ikincimize bir sıkımlık diş macunu verilecek, üçüncümüze de ‘Atıl kurt!’ diye haykırılacaktır. (Bundan sonraki sorularda motivasyon olması açısından.) :))) Mansiyon ödüllerimiz de mevcuttur, ama henüz ne olacağı bilinmemektedir. Önerilere açığız. Az çiğnenmiş sakız, yarısı yenmiş çekirdek, sahibinden az kullanılmış kâğıt mendil gibi seçeneklerimiz vardır. :))))
Evet! Yirmi dört artı/eksi bir iki saat vaktiniz var. Süreniz………. başladı!
:)))))
Yukarıda gördüğünüz hanım:
* JazzTimes, Jazziz, Downbeat, Cadence, Coda gibi dergiler için yazan bir caz yorumcusu (????? ?????) tarafından ’20. yüzyılın eh harikulade seslerinden biri’ kabul edilir.
Yukarıda gördüğünüz hanım:
* JazzTimes, Jazziz, Downbeat, Cadence, Coda gibi dergiler için yazan bir caz yorumcusu (????? ?????) tarafından ’20. yüzyılın eh harikulade seslerinden biri’ kabul edilir.
*Harlem’de ünlü bir sahnede (?????? ???????) Amatörler Gecesi’nde yapılan yarışmayı kazanmasıyla
yıldızı parlamaya başlamıştır.
*1977 yılında bir Güney Amerika ülkesinin karnavallarıyla ünlü bir şehrinde (??? ?? ???????) yerli müzisyenler eşliğinde söylediği şarkı Grammy
ödülüne aday olmuştur.
* 1957 yılında yaptığı canlı albümünün adında (?? ?????? ???????) Chicago’da 1957-1975 yılları arasında özellikle
canlı caz performanslarıyla ünlü bir gece kulübünün ismi geçmektedir.
*1969 yılında ölene kadar yaşayacağı California’ya taşındı. Burada yerleştiği
bölgenin adı (?????? ?????) aynı zamanda yapımcılığını Peter Segal and Ric
Swartzlander üstlendiği bir sitcom’un adıdır.
…………………………….
*İlk televizyon deneyimlerinden birinde Sevgililer Günü (??????????? ???) klasiği haline gelecek olan Richard Rodgers and
Lorenz Hart’ın Babes in Arms filmi için yazdığı bir şarkıyı söylemiştir.
*Kendisi ısrarla caz yorumcusu olmadığını iddia etse de 1988 yılında Rutgers
Üniversitesi Caz Enstitüsü ile New Jersey Caz Derneği’nin 1982 yılından
itibaren vermeye başladığı bir caz ödülünü (???????? ???? ???? ?? ????) kazanmıştır.
*Öldüğü yıl California Los Angeles Üniversitesi’nin düzenlediği bir müzik
yarışması (???? ?????? ????) çerçevesinde George ve Ira Gershwin Yaşam Boyu
Başarı ödülünü almıştır.
*Vokal/gitar/kontrbas üçlemesi şeklinde iki adet albüm yapmıştır. 1961’de
çıkardığı ilk albümde birlikte çalıştığı kontrbasçı (?????? ????????) 1983 yılındaki son performansında David Letterman
şovunda Tom Waits’e eşlik etmiştir.
*1986 yılında South Pacific müzikalinde Bloody Mary rolünün iki şarkısı Bali
Hai ve (????? ????)u Kiri Te Kanawa ve Jose Carreras ile çekişmeli
geçen stüdyo kaydı sırasında yere oturarak söylemiştir.
*İki önceki soruda bahsi geçen albümde (????? ?????) kendisine eşlik eden gitarist Mundell Lowe’dur.
*1989 yılında ‘cazda en büyük onur’ olarak bilinen bir ödül (??? ???? ??????? ?????) almıştır.
Sarah Vaughan |
Dünkü
sorumuzun cevabı Sarah Vaughan’dı. Bu resmiyle dünkü resmi arasında büyük farkı
görebildiniz mi? Dünkünde şarkı söylemiyor ve suratı asık, bugünkünde şarkı
söylüyor ve yüzünde güller açıyor. :)))
Sorulan
diğer soruların cevapları da aşağıdadır.
* JazzTimes, Jazziz, Downbeat, Cadence, Coda gibi
dergiler için yazan bir caz yorumcusu (SCOTT YANOW) tarafından ’20. yüzyılın eh
harikulade seslerinden biri’ kabul edilir.
* Harlem’de
ünlü bir sahne olan (APOLLO THEATER)da Amatörler Gecesi’nde yapılan yarışmayı kazanmasıyla
yıldızı parlamaya başlamıştır.
* 1977
yılında bir Güney Amerika ülkesinin karnavallarıyla ünlü bir şehri (RIO DE
JANEIRO)da yerli müzisyenler eşliğinde söylediği şarkı Grammy ödülüne aday
olmuştur.
* 1957
yılında yaptığı (AT MISTER KELLY’S) isimli canlı albümünde Chicago’da 1957-1975
yılları arasında özellikle canlı caz performanslarıyla ünlü bir gece kulübünün
ismi geçmektedir.
* 1969
yılında ölene kadar yaşayacağı California’ya taşındı. Burada yerleştiği bölgen (HIDDEN HILLS) aynı zamanda yapımcılığını Peter Segal and Ric Swartzlander üstlendiği bir sitcom’un adıdır.
…………………………….
* İlk
televizyon deneyimlerinden birinde Sevgililer Günü (VALENTINE’S DAY) klasiği
haline gelecek olan Richard Rodgers and Lorenz Hart’ın Babes in Arms filmi için yazdığı bir şarkıyı söylemiştir.
* Kendisi
ısrarla caz yorumcusu olmadığını iddia etse de 1988 yılında Rutgers
Üniversitesi Caz Enstitüsü ile New Jersey Caz Derneği’nin 1982 yılından
itibaren vermeye başladığı bir caz ödülü olan (AMERICAN JAZZ HALL OF FAME)i kazanmıştır.
* Öldüğü
yıl California Los Angeles Üniversitesi’nin düzenlediği bir müzik yarışması (UCLA
SPRING SING) çerçevesinde George ve Ira Gershwin Yaşam Boyu Başarı ödülünü
almıştır.
* Vokal/gitar/kontrbas
üçlemesi şeklinde iki adet albüm yapmıştır. 1961’de çıkardığı ilk albümde
birlikte çalıştığı kontrbasçı (GEORGE DUVIVIER) 1983 yılındaki son performansında
David Letterman şovunda Tom Waits’e eşlik etmiştir.
* 1986
yılında South Pacific müzikalinde Bloody Mary rolünün iki şarkısı Bali Hai ve (HAPPY TALK)u Kiri Te Kanawa ve Jose Carreras ile çekişmeli geçen stüdyo kaydı
sırasında yere oturarak söylemiştir.
* İki
önceki soruda bahsi geçen albümde (AFTER HOURS) kendisine eşlik eden gitarist
Mundell Lowe’dur.
* 1989
yılında ‘cazda en büyük onur’ olarak bilinen (NEA JAZZ MASTERS AWARD)ı almıştır.
Original Dixieland Jass Band (ODJB) |
Son zamanlardaki
yazılarıma baktım da, caz yapmaktan caz yazmaya halim kalmamış. İyice
boşlamışım cazı. Bu arada bazı arkadaşlarım benim yazılarımı Çin İşkencesi’ne
benzetiyorlar. Devamlı gıdıklıyor, ama hiç kahkaha attırmıyormuş. ‘Sinirlere
aşırı yükleme yaparsan, okurlarını teker teker kaybedersin.’ dediler, korktum.
Hayatınızı korumak için sigorta şirketleriyle anlaşmaya karar verdim.
Poliçelerine AKA’nın yazılarını her gün okuma teminatını da eklerler. Böylece
siz SAĞ, ben selamet. :)) Bazı arkadaşlarım da kıldan tüyden konuları sayfa
sayfa anlattığımı iddia ederek; ‘Çevir çevir oku! Bir arpa boyu yol alamıyorsun.’
diye eleştiriyorlar. Onlara cevap yerine bir soru sorayım. Sizin kardeşinizin
düğününde ayağınızı ayakkabı vurdu mu hiç? Haaa, hiç öyle gözlerinizi devirerek
bakmayın. On yıl sonra millet o düğünü anlatır, “Ay, ne eğlenmiştik di’ mi? Ne
güzel düğün olmuştu.” gibilerinden yorumlar yaparken, siz ekşi bir suratla
topuğunuzun arkasını ovuşturur durursunuz. İşte kıldan tüyden bir mevzu en
mutlu olması gereken günlerinizden birini size zehir etmiştir. Veya ofiste
berbat bir gün geçirdikten sonra aklınızda daha da berbat bir hafta vadeden
karamsar düşüncelerle eve dönerken yan arabadan ön dişleri dökülmüş, ama ağız
dolusu sırıtan bir çocuk size öpücük yolladı mı? O yoğunlaştırılmış hayat öpücüğü :)) kötü gününüzü cennetten bir hatıraya dönüştürüvermez mi bir anda?
Bizi derinden etkileyen
şeyler her zaman çok büyük olmak zorunda değildir. Daraldığımız ya da canımız
sıkıldığında kafamızda kurguladığımız iyi gün hayallerinde piyangodan çıkan
paralar, yatlar, katlar, arabalar havada uçuşur. Kimsenin aklına işe ilk girdiği
gün kıdemlilerin sırtına yıktığı angaryanın altından alnının akıyla çıkmış
olmanın verdiği huzur ve coşku gelmez mesela. Veya annesinden yadigâr bir
çiçeği soldurduğunu düşünürken, kurumuş gövdenin yanından filizlenen minicik
yeşilliğin hissettirdiği ferahlama ile burun direğindeki o sızının karışımını
hiç düşünmez. Hani kitaplarda, filmlerde ‘iki yıl aradan sonra’ veya ‘on beş
gün geçmiştir’ gibilerinden anlatılmadan atlanan kısımlar vardır ya, işte asıl olay orada olur. :)))
Örneğin Original Dixieland
Jass Band (ODJB) diye bir grup var caz tarihinde. Sicilya asıllı grubun başı ve
kornetçisi Dominick James ‘Nick’ La Rocca ile baterist Tony Sbarboro (Tony
Spargo), İrlanda asıllı klarnetçi Lawrence James ‘Larry’ Shields, 1919 yılında
İspanyol Gribi’nden ölecek olan piyanist Henry Ragas ve 1918’de orduya
katılınca gruba ara verecek tromboncu Edwin Branford ‘Eddy’(Daddy) Edwards
hepsi beyaz ırktan. Hepsi New Orleans doğumlu olmasına rağmen kariyerlerini
Chicago’da sürdürürken aynı grupta tesadüfen buluşuyorlar. Bu grup 1917 yılında
New York’ta bir yüzünde ‘Livery Stable Blues’, diğer yüzünde – sonradan Joe
Jordan’ın bir bestesinden araklandığı için dava konusu olacak – ‘Dixie Jass Band One Step’ olmak üzere 78lik bir plak dolduruyor. Ve müthiş bir satış rakamına
ulaşıyorlar. Şimdi sıkı durun! Zencilerin çalışırken söyledikleri şarkıların,
baladların Avrupa salon ve dans müziğiyle karşılaşıp büyük aşk yaşamasından
doğan ragtime’ı takiben New Orleans’ın Storyville bölgesinde palazlanıp caza
dönüşen bu koyu renkli müziğin İLK KAYDINI YAPAN da, bu plak sayesinde ilk
kaymağını yiyen de işte bu soluk benizli :)) grup oluyor. Hatta bu şöhret o
kadar başlarını döndürüyor ki, İngiltere’ye turneye gittiklerinde Londra’ya
gelen ilk otantik New Orleans caz grubu olma şerefine erişince, kendilerini
‘Cazın Mucitleri’ olarak öne sürmeye bile kalkıyorlar. Buyurun bakalım cazın
tarihinde minicik, ama pek çok açıdan şaşırtıcı bir anekdot.
Haa, bir de şu meşhur
Storyville’i kapatırken cazın ana distribütörü :)) olarak tarihe geçeceğini
bilmeyen bir donanma müşaviri var ki, onun ve bu kırmızı noktalı :)) semtin hikâyesi
de ayrı…
Andrew Osokin (Андрей
Осокин)'den 'Very nice photo' :)) Diğer Çalışmaları 1 Diğer Çalışmaları 2 |
Siz dans eden sinekleri
bilir misiniz? Hayır efendim! Pire sirki gibi bir şey değil. :)) Dans eden
sinekler hakikaten var.
Sıcak, nemli, boğucu bir yaz günü… Güneşin altında halletmeniz elzem bir işi bitirip kendi terinde
salamura olmuş bedeninizi sürükleyerek eve dönmüş, kendinizi bir koltuğa zor
atmışsınız. Gözleriniz bedeninizden evvel kaykılmış. Odanın tavanı “Uyuuuuu,
uyuuuuuu, uyuuuuu!” diyen bir ipnozcu gibi sizden giderek uzaklaşıp
bulanıklaşıyor. Ve vızzz! Şaşı bakan
gözlerinizi odaklamaya üşenerek tembel tembel “Hay Allah! İçeri sinek girmiş.”
diye düşünüyorsunuz. Ses uzaktan geldiği sürece kılınızı bile kıpırdatmaya
niyetiniz yok. Vızıltı kesiliyor. “Oh! Bir yere kondu, zıbardı.” diye düşünüp
gözlerinizi tekrar kapatıyorsunuz ve vızzz. Ses kulağınızın dibinden geldiği
için gözleriniz hava sahasında bilinmeyen uçan cisim alarmına direnemiyor ve
kendiliğinden açılıyor. Burnunuzun dibinde, dilinizi uzatsanız (başka bir
uzvunuzu hareket ettirecek haliniz yok da o bakımdan, hemen yüzünüzü
buruşturmayın öyle!) yakalayacağınız mesafede bir zonzon*. (*Bizim evde
vızıldayarak uçmayı seven ve baş belası olmaya yeminli iri karasineklere verilen
isim.) Bir süre gözlerinizle takip ederek sinirlerinize hâkim olmaya
çalışıyorsunuz, ama vızıltısının her kesilişinde “Hiiii! Şimdi alnımın kabağına
konacak cenabet.” korkusuyla yürek Selanik. Sonunda olan oluyor. Yanağınıza
konup, bir de cızır cızır seyrana çıkarak dudağınıza doğru ilerlemeye
başlayınca tiksintiniz tavan yapıyor. Daha elinizin ne zaman kalktığını bile anlamadan sineği kovalayıveriyorsunuz. Artık zonzonun tuzağına düştünüz, size
geçmiş olsun! Sonraki on beş dakika keyifli vızıltılarla sizinle köşe kapmaca
oynayan sineğin peşinde geçecek. Efendim? Hayır, sinek dansı derken bunu
kastetmiyordum.
Sonunda bu (en azından
sizin için) faydasız kovalamacadan sıkılıp koltuğa yığılmadan önce “Hiç olmazsa
vızıltıyı duymam!” diyerek müzik açıyorsunuz. Yayıldığınız yerde kulağınız
kirişte, müzikten başka her şeyi dinleyerek bir süre yatıyorsunuz. Ama o ne?
Sizin zonzonda ses seda kesildi. Galiba o da sıkıldı. Ya çekip gitti, ya bir
yere kondu yorgunluğunu atmaya çalışıyor. Birden aklınıza zonzonun üstünüze konmuş olabileceği geliyor. Göz ucuyla kolunuzu, bacağınızı kontrol
ediyorsunuz, yok. Oh be! İyi de nerde bu münasebetsiz? Koltukta yok, masada
yok, o zırıldaya zırıldaya sevişmeye bayıldığı pencerede yok. O anda gözünüz
odanın ortasına ilişiyor. Sizin zonzon, bir yere çarptığında yön değiştiren
oyuncak arabalar gibi, havada geziniyor. İki vız kuzeye, dur, dön, üç vız
batıya, dön, üç vız bir es güneye, sonra dön, beş vız aşağı ve hiç durmadan
yedi vız yukarı, haydi baştan… Üstelik hareketleri de çalan müziğe uyuyor mu
ne? Dans denemeyecek kadar rastlantısal, müzikle ilgisi yok denemeyecek kadar
ritmik. İşte sinek dansı!
Yakinen :)) yaptığım
gözlemlere dayanarak pek çok sinekte böyle dans etme eğilimi olduğunu gördüm.
Hele de birden fazlalarsa seyrine doyum olmuyor. :)) Bedava frekdans (frekans +
dans) gösterisi. Bu zonzonlar sanki ses
dalgalarıyla bir çeşit sörf yapıyorlar. A, evet! Caz seviyorlar. Çikolata
renkli :)) cazı daha çok sevdiklerini söyleyebilirim. (Doğrusu onları pek
suçlayamayacağım.) Enstrümantal cazda çok seçiciler. Maalesef trompetle araları
yok. Saksafon ve klarnete sadece tahammül ediyorlar. Piyanoyu seviyorlar. Ama
favorileri sözlü caz. Hele de kadın vokallere hiç dayanamıyor, hep beraber kalkıp değişik frekdans figürleri sergiliyorlar. :))
Gördüğünüz gibi yıllardır
kendi entomolojik gözlemlerimi titizlikle yapmış bulunuyorum. Herhalde tek aklı
evvel ben değilim. Gerisini de konuyla ilgilenen bilim adamları halletsin canım. :))
Ben bu yazıyı “Bugünlerde
düşüncelerim pek bir uçucu. Ne ipe sapa, ne de yazıya geliyorlar. Dans eden sineklere döndüler.” demek için yazmıştım.
Ama ana fikir gece geç yatmış, yazıya yetişemedi. Bugünlük kusuruna
bakmayın. :))
Isaac Ilyich Levithan'dan Nenuphars (Water Lilies) |
Grubun bisikletle ilgili kısmında katkımın (hiç denecek kadar) az olmasından rahatsızım. Kişisel
deneyimim olmayan bir şey hakkında işkembe-i kübradan atmak da bana doğru
gelmiyor. O yüzden birkaç bisiklet günlüğü takip ettim. Ama ne yalan söyleyeyim,
konuya dış kapının mandalı pozisyonundan bakınca onlar da beni hayal
kırıklığına uğrattı. Çoğu bisiklet tutkunu bisiklet hak(sızlık)larından,
bisiklete ayrıl(may)an yollardan, gezip dolaştıkları yerlerde karşılaştıkları
insanlar ve koşullardan, bisiklet ve birlikte kullanılması elzem olan
donanımlardan bahsediyor. Ama dünyanın büyük bir çoğunluğunun arabayla, otobüsle, gemiyle, trenle, hatta yayan gezmeyi tercih ettiği halde kendilerinin
kişisel pek çok külfet yüklenmelerini gerektiren bisikleti neden seçtiklerini
tam ve yeterince açıklamıyor. Külfetten kastım şu: Diğer seyahatlerde
yolculuğun pek çok sorumluluğu ve yükümlülüğü (parasını ödediğiniz sürece
tabii) başkaları tarafından karşılanır. Arabanızın benzinini (çok özel koşullar
dışında) yanınızda taşımazsınız, bilmediğiniz bir ülkede gezilecek görülecek
yerler için bir rehberiniz olur, yol yordam bilmiyorsanız (gene parayı bastırır)
yardım alırsınız, otobüsünüz bozulursa (turunuz çok dandik, siz de kendinizi
devenin üstünde yılana sokturacak kadar şanssız bir gününüzde değilseniz) yeni
bir otobüs veya başka bir araçla yolunuza devam edersiniz. Oysa bisiklet (hele
de yalnız başınıza seyahat ediyorsanız) bütün sorumluluğu üstlenmeniz gereken,
kötü koşulları hem düşünmek, hem de önlem almanın sadece ve sadece size
kaldığı, buna rağmen tatsız sürprizlerden kaçınmanızın güç olacağı bir taşıt,
bir seyahat şekli. (Eveeeet, evet. Biliyorum. Bir hayat tarzı. Ama biz burada
şeytanın avukatlığını yapıyoruz. Azıcık sabredin! Sonu hoşunuza gidecek. :D )
En azından benim baktığım yerden öyle gözüküyor. Demek ki bu kadar insan
bisiklete tutkunsa var bir hikmeti. De ne acaba? Açık havada, rüzgar yüzünüzde,
doğayla bire bir muhatap olarak yolculuk yapmak güzel bir duygu olmalı,
anlıyorum. Ama (burada ‘Dayı’ taklidi iyi gider :D ) ‘Yetmez yeğen, yetmez!’
Tamam, arazi araçlarıyla bile zor gidilen yerlere ulaşabilmek de insana müthiş
bir özgürlük duygusu veriyordur. E, ama ulaşılan her yer de dünyanın sekizinci
harikası değildir herhalde. :))) Haa, derseniz ki;
“Bugün tura ayaklarım…
pardon pedallarım geri geri giderek çıktım. Hiç keyfim yok. Sırf arkadaşlara
söz verdim diye katılıyorum. Herkes hummalı bir şekilde hazırlandığından
keyifsizliğim pek dikkat çekmedi. Bereket hazırlık aşamasında fazla aksilik
çıkmadı da çabuk yola çıktık. Pedal basmaya başlayınca endorfin beni biraz
kendime getirdi. Gene de hâlâ tempomu bulmuş değilim. Grubun genç ve heveslileri
pek coşkulu bugün. Aldılar gidiyorlar. Ben de fazla dikkat çekmemek için
ortalardayım. Şehir dışına çıktık. Yanımızdan geçen tek tük arabadaki yüzlerin
pek azı bize imrenerek bakıyor. Bugün daha önce gittiğimiz bir tepeye çıkmayı planladık,
ki ben oraya her gidişimde bir sorun yaşamıştım. Üstelik bu mevsimde insana
cılız ve boz doğası, zorlu yollarıyla pek de cazip bir seçenek sunmaz, ama ne
çare ki önceden karar verildi. Bulutlu hava da hiç iç açıcı değil. Sabah erken saatte yağan yağmur araziyi yumuşatmış. Çamura saplanmamak için dikkatli gitmek
gerekiyor. Altımda sarsılan, savrulan bisikleti dizginleme kudretim başka zaman
olsa beni keyiflendirirdi. Oysa bugün sadece bir angaryayı yerine
getiriyormuşum gibi geliyor. Herkes kendi havasında, kimi bu sarsıntılı
yolculukta bile birbirine laf atıyor, kimi kendi dünyasına dalmış benim gibi.
Sağımda bir aydınlanma oluyor birden. Bulutların içinde iğne deliği gibi bir
aralıktan bir ışın sızıyor yeryüzüne. Hiç böyle sıvılaşmış akide şekerine
benzeyen bir ışık görmemiştim. Yerdeki cılız bitki örtüsünde sabah yağmurundan
kalmış bütün damlacıkları sevip okşuyor ve birer mücevhere çeviriyor. Hele şu
ilerideki bulanık su birikintisine yaptığı… Gözümle görmesem inanmazdım. Işığın
vurduğu yerde suyun dibindekiler altın sarısı bir billura hapsoluyor sanki.
Karanlık kalan kısım ise morumsu bir pusla bu kehribarı sarıp sarmalıyor.
Diğerlerine seslenmek için açtığım ağzımı, içimden yükselen huşuyu bir çığlık
haline getirmeden önce kapatıyorum. Demek ki bugün ben bunun için çıkmışım bu
tura. Bu manzara bana özel.”
O zaman tamam! :))
Yeni tur ne zaman? Hiç
bisiklete binmemiş birine de yer bulunur mu? :))))
Henriëtte Ronner-Knip'ten 'Best Friends
|
Geçen gün parkta gördüğüm imkânsız aşkların senaryosu… :)))
Kadın: (Heyecanla erkeğe
atılarak) Demek buradasın!
Erkek: (Kendini geri
çeker. Kadının çevresinde bir tur atar.) Nerede olacaktım ki?
Kadın: (Gözleriyle onu
izleyerek) Dün gelmedin. Seni nasıl aradım biliyor musun?
Erkek: (Kadının dizinin
dibine oturur. Bakışlarını uzaklara dikerek) Kendine bir avuntu bulmuşsundur.
Yoksa birden fazla mıydı?
Kadın: (Hararetle elinin
altındaki torbaları karıştırmaktadır.) Olur mu hiç? Onlar benim arkadaşlarım.
Kovacak değilim ya. Onlarla vakit geçirmem seni sevmediğim anlamına gelmiyor.
Erkek: (Dönüp dalgın
dalgın kadına bakarak) Belki de bu ilişkiyi gözden geçirmemiz gerekiyor.
(Kadın elindekileri
bırakıp erkeğin ensesini okşamaya başlar. Erkek biraz yumuşar gibi olur.)
Erkek: Bugün ne getirdin?
Kadın: Her zamanki gibi
en sevdiğin şeyleri…
Erkek: (Kadının çıkardığı
yiyeceklere bakarken keyifle dudaklarını yalar.) Hmmm… fena değilmiş.
(Erkek yemeye başlayınca
kadın şefkatli bir ifadeyle onu seyreder.)
Erkek: Gözlerini dikip
bakma öyle! Sende hiç nezaket yok mu? Yerken seyredilmekten hoşlanmadığımı
bilirsin.
Kadın: (Utançla başını
çevirerek) Senin için getirdiklerimi keyifle yemeni seyretmek öyle hoşuma
gidiyor ki…
Erkek: (Ağzındaki lokmayı
çiğnerken gözlerini kısıp, yanlarından geçen bisikletli çifte bakar.) Ben senin
ne istediğini biliyorum. Şunlar gibi olmak istiyorsun.
Kadın: (Erkeğin baktığı
yöne bakar, dudaklarında hevesli bir gülümseme belirir.) Ne kadar mutlular
değil mi?
Erkek: (Hapşırmakla
çemkirmek arası bir ses çıkarır.) Ne demezsin? Adam bisiklete biniyor. Kadınsa
dili dışarıda koşmakla meşgul. Oysa doğasının gereğini yapıyor olsa şu anda
adama avazı çıktığı kadar haykırıyor, hatta eline geçirebilirse gırtlağına
çöküyor olurdu.
Kadın: (Gözlerini diğer çiftten
ayırmadan) Abartıyorsun. Şu kadının yüzündeki gülümsemeye bak!
Erkek: Gördüğüm en aptalca sırıtma!
Kadın: (Muzip bir
ifadeyle) Senin tahammül edemediğin kadınlar olduğunu bilmek güzel.
Erkek: (Sonunda bitirdiği
yemeğin rehavetiyle gerinerek) İki cihan bir araya gelse o ayran budalasına
bakmam ben. Hele bir yaklaşmaya kalksın, bak ne oluyor!
Kadın: (Hafif bir
kıskançlıkla) Aslında dün nette ikinize çok benzeyen bir çift gördüm. Gayet de
iyi anlaşıyorlardı.
Erkek: (Gözler yarı
kapalı) Bazen ettiğin lakırdılardan tek kelime anlamıyorum, biliyor musun?
Kadın: (Onun gevşediğini
görünce sırtına masaj yapmaya başlar.) Benimle eve gelsen ne demek istediğimi anlardın. Sana gösterirdim.
Erkek: (Yarı yarıya
alarma geçerek) Bu konuda anlaşmıştık.
Kadın: (Erkeğin ensesini
ve saçlarını okşayarak) Aslında benimle gelsen gözüm başka bir şey görmezdi
zaten.
Erkek: (Aniden
ayaklanarak) Birden hatırladım. Benim gitmem gerek.
Kadın: Nereye?
Erkek: Yemekten sonra ya sırt üstü yatacaksın, ya kırk adım atacaksın demişler.
Kadın: (Erkeğin onlara
doğru yaklaşmakta olan bir başka kadına kaçamak bakışlar attığını fark eder.)
Demek buydu ha!
Erkek: Bunu neden mesele
haline getirdiğini anlamıyorum. Bütün bunların olacağını başından biliyordun.
(Kadın öfkeyle
torbalarını toparlayıp kalkar. Hışımla meydandan geçerken havuzun kenarında
etrafındaki cıvıl cıvıl arkadaşlarıyla yemek yiyen adama çarpacak gibi olur.
Adam kadının arkadaşlarını kaçıra kaçıra geçmesine sinirlenerek kaşlarını
çatar. Kadın parkın kapısından çıkarken az önceki bisikletli çifti çimenlerin
üzerinde cilveleşirken görür. Gözleri bulutlanarak çıkıp gider.)
Oyuncular:
Kadın: Şaziment Hanım
Erkek: Park kedisi Çapkın
Bisikletli Erkek: Aykut
Bey
Koşan Kadın: Golden
Retriever Boncuk
Yeni Kadın: Ayşe Hanım
Teyze
Meydandaki Adam: Kuşçu
Remzi
Figüran kadrosu: Park
Güvercin Birliği ve Serçe Komisyonu Üyeleri
Bir kredi kartıyla caz
arasındaki ilişki nedir? Çok basit! İkisi de çalınabilir. :)
Caz çalındığında ruhunuz hafifler, ufkunuz açılır, yüreğiniz aydınlanır, geçmişiniz, şimdiniz ve
geleceğiniz tek bir anda birleşir. Zira bu zevki hep aynı şekilde
yaşayacağınızdan eminsinizdir. Sizden alınan zamanın karşılığında bir kucak
dolusu iç huzuru alırsınız. Kredi kartı çalındığında ruhunuz daralır, ufkunuzda
kara bulutlar belirir, yüreğiniz üç buçuk atar, geçmişiniz, şimdiniz ve geleceğiniz tek bir anda birleşir. Çünkü geçmişteki emeğiniz, şimdiki zamanda
(hem hırsız, hem de banka tarafından olmak üzere) çift taraflı
aldatılmışlığınız ve gelecekteki kayıplarınız bir araya gelip, felaket
güneşinin etrafında dönen umursamazlık gezegeninin çevresinde yörüngeye
girmiştir. Harcadığınız zamanın yerine bir kucak dolusu evrak, faks, zabıt,
ilan, faydasız telefon konuşmaları, suçlanmalar, suçlamalar ve çaresizlik
alırsınız.
Kredi kartları hayatımızı
ne kadar kolaylaştırdı di’ mi? Kasalarda para ver, para al, bozuk para, bütün
para v.s. sıkıntısı da olmuyor. Tıpkı aşağıdaki örnekte olduğu gibi işiniz
çabucak bitiyor.
- Mağaza kartınız var mı?
- Yok!
- Hemen verebilirim. Hem aldıklarınızda yüzde bilmem kaça varan indirim kazanacaksınız.
- Yok, ben almiiim. Şimdi
uzun sürer. Arkamda kuyruk var şimdi. Ayıp olur.
- Hiç uzun sürmez. Ben
kartınızı verdim bile. Hemen geçiriyorum. Mallarınızın tutarı şu kadar.
- Şimdi indirim yaptı bu
kart, di’ mi?
- Şey, aslında
mallarınızdan şu ikisi bizim mamulâtımız olmadığından kapsam dışı. Oradaki dört
tanesi zaten kampanyada, indirime girmiyor. Diğer çantaya tıkıştırdıklarınızdan
sadece sekiz tane almışsınız. On tanenin altında indirim yapamıyoruz. Ama şu üç
liralık şey var ya, ondan taaaaam yüzde sıfır nokta bir indirim kazandınız.
- Bozdur bozdur harca
yani…
- O kartla mı
ödeyeceksiniz? Ona taksit yapamıyoruz.
- Tamam. Ben de taksit
istemiyorum zaten.
- Ama şu cüzdanınızdaki
öbür karta yedi taksit var.
- İstemez!
- Hem alışverişiniz şu
kadarı geçtiği için altı buçuk rulo tuvalet kâğıdı kazanıyorsunuz.
- Yok ya! E, tamam o
zaman. Siz bundan alın. Ama taksit istemiyorum.
- Yalnız taksit olmayınca
tuvalet kâğıdı veremiyoruz.
- E, peki. N’apalım?
Yapın taksit.
Yirmi saniye sonra…
- Pardon! Siz benim
meblağa ne eklediniz öyle?
- E, tuvalet kağıtlarını…
- Hani kazanmıştım ben onları?
- Kazandınız, ama insaf edin! Altı buçuk rulo tuvalet kâğıdı verecek halimiz yok. Onları yediye
tamamlıyoruz. Yedili paket olamayacağından, size on altı ruloluk bir paket
veriyoruz. Ama merak etmeyin, altı buçuk rulosu bedava…
- Haaa, tamam o zaman.
Kırk saniye sonra…
- N’oldu?
- Hatlarda problem var
herhalde. Şimdi hallolur.
Üç dakika sonra kuyruktakiler zıvanadan çıkmış sağa sola giydirirken…
- Ay, ben vazgeçtim. Siz
ilk karttan alın.
- Ama o zaman tuvalet kâğıdı
alamazsınız.
- Zımpara kâğıdı alırım o zaman.
- Ha?
- Kardeşim, ver o kartı!
Al bu kartı!
- Bi’ dak’ka, tuvalet kâğıtlarını düşiiiim.
Beş dakika sonra
gırtlağını kuyruktakilerin elinden kurtarmaya çalışırken…
- Alıyorum, alıyorum.
Tuvalet kâğıdını da alıyorum. Yanında buzdolabı verin, onu da alaca’m. Yeter ki hesabı kapatın.
- Tamam, tamam. Ne kadar
sabırsızsınız. Hallettim işte. Şifreniz lütfen.
- Çan çin çon çen.
- Olmadı baştan.
- Çin çan çen çon.
- Cık, bu da di’il.
- Çen çin çon çan.
- Yarım saattir
tıngırdıyo’sunuz, ama şifrenizi bile bilemediniz. Neyse şifresiz verdi bereket.
- Hani şifresiz zinhar
kimse alışveriş yapamayacaktı. Çalınırsa hırsız kullanamayacaktı.
- Valla’ ben orasına
karışmam. Hooop! Nereye?
- Sakıncası yoksa eve…
- Mağaza kartının formunu
doldurmadan şur’dan şuraya gidemezsiniz. Yoksa o 0,3 kuruş için eve haciz gelir
valla’… Doldurduktan sonra mağazadan çıkıyorsunuz, sola dönüyorsunuz, sağdan
beşinci sokağa giriyorsunuz. Köşede leblebici var. Ona formu nereye teslim
edeceğinizi soruyorsunuz. O da ‘Abi, ne uğraşaca’n şimdi bun’la. Gir internete,
iki dak’kada hallet!’ diyor. İnanıp eve gidiyorsunuz. Üç saat uğraştıktan sonra
doğrudan Müşteri İlişkileri Bölümümüzü arıyorsunuz. Numarayı formun arkasında
bulabilirsiniz.
(????? ????? ??) |
Ve
bir bızdık daha soruyoruz. :))
Aşağıda
sorulan soruların cevaplarının baş harfi yukarıda resmi görülen kişinin adının
bir harfini oluşturuyor. Hadi bakalım kolay gelsin. Ama cevabı bulanlar
mızıkçılık yapıp hemen aşağıya yazmasınlar. Bana özelden göndersinler ki,
herkes gönlünce araştırabilsin. Tabii bu da biraz komik oluyor ama… Katılımcılarımız
bir elin parmaklarını geçmediğinden. Yok canıııııım! Laf çarptığımı da nereden
çıkardınız? :))))
Yukarıdaki
küçük bey;
**‘Hey,
Koca Müsrif’, ‘Bir de şimdi görseler beni?’, ‘Ben bir bando takımıyım.’ (Yağma
yok! Şarkıların gerçek isimlerini yazayım da hemen bulun di’ miiiii? :D ) gibi
şarkıların bulunduğu başrolünde Shirley MacLaine’in oynadığı bir müzikalde (????? ???????) rol almıştır.
**Beatles’ın
Please Please Me ile İngiltere’de liste başı olduğu yıl o da Marty Paich ve Morty
Stevens ile birlikte
bir albüm (?? ???? ???
????? ??) çıkardı.
**
Jerry Bock, Larry
Holofcener ve George David Weiss’ın müzik ve sözlerini yazdıkları bir
müzikal (??? ?????????) sadece onun
yeteneklerini sergilemesi için yazılmıştır.
**Beyaz
bir film yıldızıyla yaşadığı büyük aşkın sonu ‘toplumsal kaygılar’ nedeniyle
acı bitmiş ve bunu takip eden zorunlu evliliği fazla uzun sürmemiştir. 1960
yılında İsveç asıllı, ‘Genç Aslanlar’, ‘Savaş ve Barış’ gibi filmlerde rol
almış bir film yıldızıyla (??? ?????)
evlenmiştir.
**
Katolik bir anne ve Protestan bir babadan doğmakla birlikte geçirdiği büyük bir
kaza sonrasında iyileşme döneminde bir arkadaşının yönlendirmesiyle bir başka dini incelemeye başlamış, birkaç
yıl sonra bu dine (?????????) geçmiştir (İslam ve Müslümanlık örneğindeki gibi
iki isimli bir din).
***Dahil
olduğu bir grubun adını taşıyan bir filmde kendisini Ruanda Katliamı’nı anlatan
bir filmin baş aktörü olan oyuncu (???
???????) canlandırmıştır.
***Adını
taşıyan müzikal; aktör, şarkıcı ve şarkı yazarı bir İngiliz (??????? ??????) ile Leslie Bricusse’un eklediği yeni
şarkılarla kendisi öldükten on dokuz yıl sonra, 2009’da yeniden sahneye kondu.
***Kariyerine
babası ve onun en yakın arkadaşıyla bir üçlü kurarak toplumsal sorunları mizahi
bir yaklaşımla ve müzikal hicveden bir gösteri türüyle (??????) başladı.
***Gırtlak
kanserinden öldüğünde Amerikalıların Allah’tan korkar gibi korktukları :)) bir
devlet kurumuna (???) borçlu olduğu için mirası kanuni savaşların konusu
olmuştur. (Kısaltması Amerikan filmlerinde çok geçer.)
***
1968 yılında NAACP’nin verdiği bir madalyayı (???????? ?????) kazanmıştır. ****Fotoğrafçılığa
meraklıydı. İlk kamerasını Amerika’nın en ünlü komedyenlerinden biri olan yakın
arkadaşı vermiştir. (????? ?????)
****70’li
yıllarda bir Amerikan Başkanını desteklemiş, onun tarafından Beyaz Saray’a
davet edilmiş ve orada geceleyen :)) ilk siyahi olmuştur. (??????? ?????)
Sammy Davis, Jr. |
Küçük beyimizin adı Sammy Davis, Jr idi. Burada kendisini daha büyümüş, ama bir gözünü kaybetmeden önce genç bir delikanlıyken görebilirsiniz. Meraklılarına dünkü resmin alındığı ‘Rufus Jones for President’ filminden iki klip yüklüyorum. Devamını YouTube’da bulabilirsiniz. :))
Dünkü
sorularımızın cevapları ise aşağıda…
**‘Hey,Koca Müsrif’, ‘Bir de şimdi görseler beni’, ‘Ben bir bando takımıyım.’ (Yağma
yok! Şarkıların gerçek isimlerini yazayım da hemen bulun di’ miiiii? :D ) gibi
şarkıların bulunduğu başrolünde Shirley MacLaine’in oynadığı bir müzikalde (Sweet Charity) rol almıştır.
**Beatles’ın
Please Please Me ile İngiltere’de liste başı olduğu yıl o da Marty Paich ve
Morty Stevens ile birlikte bir albüm (As long as she needs me) çıkardı.
**
Jerry Bock, Larry Holofcener ve George David Weiss’ın müzik ve sözlerini
yazdıkları bir müzikal (Mr. Wonderful) sadece onun yeteneklerini sergilemesi için yazılmıştır.
**Beyaz
bir film yıldızıyla yaşadığı büyük aşkın sonu ‘toplumsal kaygılar’ nedeniyle
acı bitmiş ve bunu takip eden zorunlu evliliği fazla uzun sürmemiştir. 1960
yılında İsveç asıllı, ‘Genç Aslanlar’, ‘Savaş ve Barış’ gibi filmlerde rol
almış bir film yıldızıyla (May Britt) evlenmiştir.
**
Katolik bir anne ve Protestan bir babadan doğmakla birlikte geçirdiği büyük bir
kaza sonrasında iyileşme döneminde bir arkadaşının yönlendirmesiyle bir başka
dini (Yahudilik) incelemeye başlamış, birkaç yıl sonra bu dine geçmiştir (İslam ve
Müslümanlık örneğindeki gibi iki isimli bir din).
***Dahil
olduğu bir grubun adını taşıyan bir filmde kendisini Ruanda Katliamı’nı anlatan
bir filmin baş aktörü olan oyuncu (Don Cheadle) canlandırmıştır.
***Adını taşıyan müzikal; aktör, şarkıcı ve şarkı yazarı bir İngiliz (Anthony Newley) ile Leslie
Bricusse’un eklediği yeni şarkılarla kendisi öldükten on dokuz yıl sonra,
2009’da yeniden sahneye kondu.
***Kariyerine
babası ve onun en yakın arkadaşıyla bir üçlü kurarak toplumsal sorunları mizahi
ve müzikal bir yaklaşımla hicveden bir gösteri türüyle (Vodvil) başladı.
***Gırtlak
kanserinden öldüğünde Amerikalıların Allah’tan korkar gibi korktukları :)) bir devlet
kurumuna (IRS International Revenue Service / Türkçesi: Vergi Dairesi) borçlu olduğu için mirası kanuni savaşların konusu olmuştur.
(Kısaltması Amerikan filmlerinde çok geçer.)
***
1968 yılında NAACP’nin verdiği bir madalyayı (Spingarn Medal) kazanmıştır.
****Fotoğrafçılığa meraklıydı. İlk kamerasını Amerika’nın en ünlü komedyenlerinden biri olan yakın
arkadaşı (Jerry Lewis) vermiştir.
****70’li
yıllarda bir Amerikan Başkanını (Richard Nixon) desteklemiş, onun tarafından Beyaz Saray’a davet edilmiş ve orada geceleyen :)) ilk siyahî olmuştur.
Bir
süreliğine yazı ve sorulara ara veriyorum. Yine görüşmek üzere…
Josephine Wall'dan Enchanted Flute Diğer Çalışmaları (Sitesi) |
İşinizi seviyor musunuz? Genel anlamda keyif aldığınız bir işte mi çalışıyorsunuz, yoksa yaptığınız işin, mesleğinizin, belirli bir kısmından zevk alıp diğer konuları görmezden gelmeye mi çalışıyorsunuz? Hani ünlülerle yapılan röportajlarda çok sık rastladığımız cümlelerdendir: ‘İşimi yapmaktan büyük keyif alıyorum.’ veya ‘Zevkle yaptığım bir mesleğim olduğu için çok şanslıyım.’ İşte bugün size KEYİF TANRISI’nı tanıtmak istiyorum.
Öncelikle KEYİF TANRISI
doğal olarak keyfine en düşkün tanrıdır. :)) Eğer yaptığınız şey size olağandan
fazla bir iyilik duygusu veriyorsa, onu yapmaya devam edebilmek istersiniz,
öyle değil mi? Ayrıca KEYİF TANRISI kurban törenlerine de pek meraklıdır. Hissettiğiniz o baş döndüren coşku ve heyecan devam etsin diye keyif aldığınız işi veya uğraşı sürdürebilmek adına
başka bir takım şeylerden vazgeçmek zorunda kalırsınız ya hani. İşte o hesap!
Eh, ilk bırakacağınız şeyler de en az hoşlandığınız şeyler olacaktır elbette.
Örneğin ev işlerinden ütü yapmaya bayılıyorsunuz diyelim. Oysa toz almak yerine
sizi aç susuz iki hafta bir ormana bıraksalar ya da iki buçuk ay devlet
dairelerinde iş takip ettirseler razısınız mesela. Ne yaparsınız? Derhal evde
her gün iki posta çamaşır yıkamaya başlar, hatta kirli çamaşır kotasını
arttırmak adına ‘Toplu Toz Alma Girişimi’ başlığı altında masaları, sehpaları
bir araya toplayıp yatak çarşaflarınızı birkaç kez üzerlerine serip kaldırmaya
bile kalkışabilirsiniz. Böylece nefret ettiğiniz bir faaliyeti de keyif alma
deneyiminin başlangıcına monte etmiş olacaksınız. (Benden söylemesi!) Ama KEYİF TANRISI çok kurnazdır. Sizin bu “Bak keyif almak için ne fedakârlıklar
yapıyorum.” söylemlerinizi yemeyecek, gargara yapıp suratınıza tükürecektir.
(Uyarmadı demeyin!) Hatta bu davranış kalıbı onu tatmin etmek yerine iyice
azdıracaktır, bilesiniz! Hemen sizden yeni kurbanlar istemeye başlayacaktır.
“Hadi, hadiiii! Sanki senin toz almaktan nefret ettiğini bilmiyoruz. Mesela sen
ev süpürmeye de bayılırsın. O işi haftada ikiye düşürsene cesaretin varsa…”
Amanın! Her gün süpüre süpüre üzerinde üç kıl, kenarında da beş buçuktan altı
saçak bıraktığınız halınızla muhabbetinizi kurban etmenin düşüncesi bile
sırtınızdan soğuk terler boşanmasına neden olur. Ama KEYİF TANRISI acımasızdır,
sabırsızdır, kaprislidir. Emir büyük yerdendir. O, ütüyü buruşuk bir gömlek
koluna dokundurur dokundurmaz kumaşın dümdüz olmasının verdiği keyfi yok mu?
Televizyondaki reklamlara bile iç geçirirken, kendi evinizde böyle bir keyiften
mahrum kalmak tahayyül bile edilemez. Mecburen ev süpürmeyi iki güne
düşürürsünüz. Hem nadasa bırakmak diye bir şey var, öyle değil mi? Halı
böcüklerine özgürlük, yaşam hakkı… v.s., v.s., v.s. KEYİF TANRISI artık
ellerini ovuşturup sırıtarak yalanmaktadır. Böylece en sevmediğinizden
başlayarak keyif aldığınız bir tane dışındaki bütün uğraşlarınızı, sorumluluklarınızı, zorunluluklarınızı arkanızda bıraka bıraka artık KEYİF
CANAVARI haline gelmiş o zebaninin peşinden inine doğru Fareli Köyün
Kavalcısı’nın ardına düşmüş çocuklar gibi hoplaya zıplaya, güle oynaya, şarkılar söyleye yola çıkarsınız. İnin içinde sizi – KEYİF ZEBANİ’sinin ortağı
mı, karısı mı, kocası mı, artık nesiyse belli değil – bir acuze karşılar.
Alnında BAĞIMLILIK sözcüğü damgalanmıştır. Hiç öyle “Yooooogartıııııııkkkk!”
diye gözlerinizi belertip, gerdan kırmayın! Olaylar aynen böyle gerçekleşir.
Bir düşünün bakalım! O, ‘yapmaktan büyük keyif duyduğu’ mesleği icra ederken dokuz on defa aile kuran, çocuklarıyla ilişkisi sorunlu, iş ve özel yaşamında başı kavga gürültüden kurtulmayan insanlar ne öyleyse? ‘Vallah billah çok
bööööyyyüg adamıdı!’ diye tarihe geçmiş nicesinin ardından “Heee! Çok
böööyyyüüüg adamıdı… da siz bi’ de onu bana sorun kardiş!” diye biyografiler
döşenen en az üç dört kişinin çıkmadığı vaki mi? Aaaah o KEYİF TANRISI yok mu?
Hep onun başının altından çıkıyor bunlar.
Şimdi siz “İyi, anladık!
Bir KEYİF TANRISI tutturmuşsun. Kısa kes Aydın havası olsun! Daha şu raporu
bitirece’m. Zaten buna yoğunlaşabilmek için kızın kursunu, adamın iş yemeğini,
temizlikçinin alınacaklar listesini görmezden, duymazdan geldim. Şimdi karşıdan
bana mavi mavi sırıtan o dosyayı elime alacağım anın zevkiyle parmaklarım
karıncalanıyor. Sadede gel!” diyeceksiniz. Mümkün değil! Çünkü sizi bu durumda
tutmak da bana keyif veriyor. :)))
Efendim! Söylemeye
çalıştığım şudur: Bu gruba yazmaktan keyif aldığımı defaten bildirmiştim. Bu
keyfi sürdürmek için görmezden, duymazdan, bilmezden, anlamazdan geldiğim her
şey toplanıp gözümün üzerine fena çaktı. (Aslında kafa göz bırakmadı desem
yalan olmaz. Ama siz duymamış olun.) İşte bu yüzden yazılarıma ara vermek
zorunda kaldım. Ama KEYİF TANRISI işte! Peşimi bırakmıyor. Tutturdu “Bi’
yazıcık yaaaa! Valla’ ikincisine ısrar etmeyece’m. “ diye. Al işte! Yazdım!
Memnun musun?
Neyse bir süre bununla
idare eder. Ben de ilgilenmek zorunda olduğum konularla meşgul olabilirim.
KEYİF TANRISI’nın bir sonraki ürtikerine kadar şen ve esen kalınız! :)))
(?????? ???????) |
* 1944 yılında Ira ve George Gershwin’in bir parçasını (*********** ***) kaydetti. Bu kayıt 2005 yılında en az yirmi beş yıllık olup kalite ve/veya tarihsel açıdan anlamlı olan kayıtlara verilen Grammy Hall of Fame ödülünü kazandı.
* Arkadaşı ve müzikal eşi, Prez lakaplı müzisyen (****** *****) ona ‘Gün Hanım’ lakabını taktı.
* 1937 tarihli aynı ismi taşıyan bir film için Ralph Rainger ve Leo Robin tarafından bestelenen şarkı (**** ******) onu şöhrete kavuşturan parçalardan biridir.
* 30’lu yılların sonunda bir caz klarnetçisi ve grup lideriyle (***** ****) yaptığı çalışma ona beyaz bir orkestra ile şarkı söyleyen ilk siyah kadın şarkıcı unvanı kazandırdı.
* En severek söylediği şarkının (** ****) müziği Toots Camarata ve sözleri Bob Russell’a aittir.
* 1956 yılında yayınlanan ve ismi kendisinin Herbie Nichols ile birlikte yazdığı bir şarkının ismiyle aynı olan kitapta hayatını anlatmıştır. Kitabın türü öz yaşam öyküsü (************) olarak geçse de, hayalet yazarı William Dufty’dir.
* 1958 yılında yaptığı son büyük kaydında orkestrayı yöneten ve düzenlemeyi yapan yapımcı, orkestra şefi ve aranjör (*** *****) kaydedilen parçaların değerini sonradan anladığını açıklamıştır.
* The Song is You isimli kitabında bir yazar (****** ********) onun 1953 yılında New York’ta verdiği konserini kullanmıştır.
..............
** Kariyerinin başlangıcında, o güne kadar pek tanımadığı ve profesyonel hayatında kullandığı soyadının sahibi olan babasıyla görüşmeye başlamıştır. Babası o sıralarda sonradan Benny Goodman orkestrasının düzenlemelerini yapacak olan bir piyanist, grup lideri ve aranjörün (******** *********) orkestrasında çalmaktadır.
** 1939 yılında Bronx’lu bir öğretmenin (**** ********) Afrika kökenli Amerikalıların linç edilmesiyle ilgili yazdığı bir şiirden yola çıkılarak bestelenen bir şarkıyı seslendirmiştir. Bu şarkının en popüler yorumcusu da kendisi olmuştur.
** Onun kazandığı parayla bir lokanta açan, ama başarılı olamayan annesiyle girdiği bir tartışmada sarf ettiği bir cümleden esinlenerek Arthur Herzog, Jr.’un yardımıyla bir şarkı (*** ***** *** *****) yazmıştır. Bu şarkı onun en popüler ve en fazla yorumlanan parçası olmuştur.
** 1947 yılında uyuşturucu bulundurmaktan mahkemeye çıkarılmış ve cezasını Martha Stewart, Sara Jane Moore, Lynette (Squeaky) Fromme gibi ünlülerin (!) kaldığı bir hapishanede (******** ******* ***********) çekmiştir.
** 1948 yılında Carnegie Hall’da verdiği konserde Cole Porter’ın 1932 yılında ‘Şen Boşanma’ isimli bir müzikal için yazdığı ve Büyük Amerikan Şarkı Kitabı’na giren bir şarkısını da (***** *** ***) yorumlamıştır.
** Kariyerinin başlangıcında, o güne kadar pek tanımadığı ve profesyonel hayatında kullandığı soyadının sahibi olan babasıyla görüşmeye başlamıştır. Babası o sıralarda sonradan Benny Goodman orkestrasının düzenlemelerini yapacak olan bir piyanist, grup lideri ve aranjörün (******** *********) orkestrasında çalmaktadır.
** 1939 yılında Bronx’lu bir öğretmenin (**** ********) Afrika kökenli Amerikalıların linç edilmesiyle ilgili yazdığı bir şiirden yola çıkılarak bestelenen bir şarkıyı seslendirmiştir. Bu şarkının en popüler yorumcusu da kendisi olmuştur.
** Onun kazandığı parayla bir lokanta açan, ama başarılı olamayan annesiyle girdiği bir tartışmada sarf ettiği bir cümleden esinlenerek Arthur Herzog, Jr.’un yardımıyla bir şarkı (*** ***** *** *****) yazmıştır. Bu şarkı onun en popüler ve en fazla yorumlanan parçası olmuştur.
** 1947 yılında uyuşturucu bulundurmaktan mahkemeye çıkarılmış ve cezasını Martha Stewart, Sara Jane Moore, Lynette (Squeaky) Fromme gibi ünlülerin (!) kaldığı bir hapishanede (******** ******* ***********) çekmiştir.
** 1948 yılında Carnegie Hall’da verdiği konserde Cole Porter’ın 1932 yılında ‘Şen Boşanma’ isimli bir müzikal için yazdığı ve Büyük Amerikan Şarkı Kitabı’na giren bir şarkısını da (***** *** ***) yorumlamıştır.
(Billie Holiday) |
Sorduğumuz
hanım Eleanora Fagan, nam-ı diğer Billie Holiday’di. Anlaşılan bu defa soru zor
yerlerden geldi. Hiç cevap yok! :))) Şaka, şaka! Herkeste bir yılbaşı
çılgınlığı var bu ara. “Bilmece bulmacayla mı uğraşaca’z kardeşim? Canımız
burnumuzda!” dediğinizi duyar gibiyim.
Olsun!
Vaktiniz olunca, ilginizi de çekerse cevaplara bir göz atarsınız.
Ben
de arka odaya gidip için için ağlayayım bari. :))))))
*
1944 yılında Ira ve George Gershwin’in bir parçasını (Embraceable You)
kaydetti. Bu kayıt 2005 yılında en az yirmi beş yıllık olup kalite ve/veya
tarihsel anlamı olan kayıtlara verilen Grammy Hall of Fame ödülünü kazandı.
*
Arkadaşı ve müzikal eşi Prez lakaplı müzisyen (Lester Young) ona ‘Gün Hanım’
lakabını taktı.
* 1937
tarihli aynı ismi taşıyan bir film için Ralph Rainger ve Leo Robin tarafından
bestelenen şarkı (Easy Living) onu şöhrete kavuşturan parçalardan biridir.
* 30’lu
yılların sonunda bir caz klarnetçisi ve aynı zamanda grup lideriyle (Artie Shaw)
yaptığı çalışma ona beyaz bir orkestra ile şarkı söyleyen ilk siyah kadın şarkıcı unvanı kazandırdı.
* En
severek söylediği şarkının (No More) müziği Toots Camarata ve sözleri Bob
Russell’a aittir.
* 1956
yılında yayınlanan ve ismi kendisinin Herbie Nichols ile birlikte yazdığı bir şarkının ismiyle aynı olan kitapta hayatını anlatmıştır. Kitabın türü öz yaşam
öyküsü (otobiyografi) olarak geçse de, hayalet yazarı William Dufty’dir.
* 1958
yılında son büyük kaydında orkestrayı yöneten ve düzenlemeyi yapan yapımcı,
orkestra şefi ve aranjör (Ray Ellis) 1997 yılında kaydedilen parçaların değerini sonradan anladığını nakletmiştir.
*
The Song is You isimli kitabında bir yazar (Arthur Phillips) onun 1953 yılında
New York’ta verdiği konserinden bahsetmiştir.
.....................
**
Kariyerinin başlangıcında uzak bir ilişkileri olan ve profesyonel hayatında
kullandığı soyadının sahibi babasıyla görüşmeye başlamıştır. Babası o sıralarda
sonradan Benny Goodman orkestrasının düzenlemelerini yapacak olan bir piyanist,
grup lideri ve aranjörün (Fletcher Henderson) orkestrasında çalmaktadır.
**
1939 yılında Bronx’lu bir öğretmenin (Abel Meeropol) Afrika kökenli
Amerikalıların linç edilmesiyle ilgili yazdığı bir şiirden yola çıkılarak
bestelenen bir şarkıyı seslendirmiştir. Bu şarkının en popüler yorumcusu da
kendisi olmuştur.
**
Onun parasıyla bir lokanta açan, ama başarılı olamayan annesiyle girdiği bir
tartışmada sarf ettiği bir cümleden esinlenerek Arthur Herzog, Jr.’un
yardımıyla bir şarkı (God Bless the Child) yazmıştır. Bu şarkı onun en popüler
ve en fazla yorumlanan parçası olmuştur.
**
1947 yılında uyuşturucu bulundurmaktan mahkemeye çıkarılmış ve cezasını Martha
Stewart, Sara Jane Moore, Lynette (Squeaky) Fromme gibi ünlülerin kaldığı bir
hapishanede (Alderson Federal Hapishanesi) çekmiştir.
**
1948 yılında Carnegie Hall’da verdiği konserde Cole Porter’ın 1932 yılında bir
müzikal için yazdığı ve Büyük Amerikan Şarkı Kitabı’na giren bir şarkısını da
(Night and Day) yorumlamıştır.
Ben eskiden başkalarına hediye seçmeye bayılırdım. Ama artık bu, tam bir
işkenceye dönüştü. Hele de giysi konusu tam bir karın ağrısı. Çevremdeki hatun
cinsi de tıpkı benim gibi (eh, ne de olsa yıllar sadece benim için geçmiyor…
Allahtan!!!) Boticelli’nin Venüs’ünden (aşağısı kurtarmaz!) Picasso’nun Dora
Maar au Chat’sına kadarki yelpazenin sona yakın kısmında durmaya başladı artık.
Biliyorsunuz, Picasso model olarak genellikle sevgililerini seçmiş. Eh, aradan
yıllar geçtikçe cananına ‘Tatlım, aslında iki kolunun arasında ve dirsek
hizandan epey yukarıda durması gereken kısımları diz kapağından kaldır da resmin
bir şeye benzesin!’ ya da ‘Ömrümün bülbülü, şöyle bir zıplar mısın?
Topuklarındaki yağ tabakası olması gereken yere; bedeninin arka ortasına daha
yakın bir pozisyon alırsa tablonun modelinin insan olduğunu anlamaları
kolaylaşır.’ diyecek değil ya. Kibar adam tabii! Sırf bu yüzden Kübizm’i
keşfetmiş. :)) Beyler deseniz, onlara hediye almak evvel ezel ölüm zaten.
Seçtiğim kravatlar dolap bekler, gömlekler eğer çok küçük veya battal boy değilse
muhakkak bir ütü kazasına kurban gider. :)) Ama asıl derdim hediye etmeye değecek bir şey bulamamak. Armağan dediğin kişiye özel olmalı, di’ mi ya?
Mesela müzik sevene nicedir aradığı bir kaydı bulmak, dekorasyondan hoşlanan
için evine cuk oturacak bir ayrıntıyı tamamlamak, giyime kuşama meraklı olana
her mağazada üç aşağı beş yukarı bir benzerini bulamayacağı, ama gene de
yakışacak bir kıyafet seçebilmek… Başarabilirseniz eğer, o hediye açıldığında
abartılmış sevinç gösterisi olmayacağından emin olabilirsiniz. Önce şöyle
dolgun, anlamlı bir sessizlik… Ardından hafiften bir nefes tutma. ‘Bu, tam da
benim istediğim şeye benziyor, ama vardır bir arızası…’ cinsinden heyecanla
havaya kaldırıp sağına soluna bakma. Turnayı gözünden vurduğunuz anlaşıldığı zaman
da gene dolgun, minnettar ve ‘Tüh! Bak, görüyo’ musun? Ben de buna ala ala bi’
kıytırık kemer aldıydım…’ cinsinden ikircikli bir teşekkür. İşte, doğru hediye seçmenin keyfi buradadır. Güüüüüüç bende artııııııııık! Her şey bir güç
meselesidir. :)))
Kaç gündür deli danalar gibi döne döne Yeni Yıl Curcunası için hediye arıyorum değer verdiklerime. Ama hepsi birbirinin aynı şeyler vitrinlerde allanmış, grilenmiş, siyahlanmış ve muhakkak karlanmış, pullanmış, tüylenmiş, kürklenmiş bir şekilde arz-ı endam ediyorlar. (Yeni Yıl pek mutlu, neşeli, kaygısız geçirilmesi gereken bir gün olarak sunulurken, vitrinleri neden matem renkleri basar, bilen varsa bi’ zahmet bana izah etsin lütfen.) Biraz değişik bir şeyler görüp elimi uzatınca da malın sağına, soluna, dibine yapıştırılmış bir etiket ‘Cızzzzz!!!! Dokunnnnnmaaaaaaa!!!’ diyor. Hani öyle deli divane olmuş da değilim o ürüne ha… Kötülerin arasında iyisi diye elime almışım ve etiket yedi ceddime ‘Sizinle kapalı kapılar arkasında görüşelim!’ cinsinden ahlaksız tekliflerde bulunuyor. Ne AVM’si kaldı, ne çarşı pazarı… Bir süre sonra dolap beygiri misali aynı şeylerin etrafında tavaf ediyormuş gibi geliyor insana.
Ha, bir de hediye konusunda kendinizden daha çatlak birilerine rastlarsanız keyifler tavan yapıyor tabii. Elinizden kazak, yelek kapmalar; para ödeme kuyruğunda “Yeni Yıl’da en hızlı kart çeken ben olacağım!” düsturuyla önünüze geçmeler; “Satın almayacaksanız elinizi sürmeyin!” cinsi manavlıklarla canınızı burnunuza getiren tezgâhtarlar; kendi karısına “Gene paçavralara dünyanın parasını döküyo’sun.” diye manalı (!) manasız tıngırdarken hızını alamayıp dönüp sizden onaylama dilenenler (Bozacının şahidi şıracı be hemşerim! Silkin ve kendine gel!); renklerine aldanıp önünde dikildiğiniz bir tezgâhın başında bir yandan omzunuzdan tırmanıp kafanıza basarken, bir yandan “Sarısı beniiiiiiim! Sarısı beniiiiiimmmmm!!!!” diye mavi olana uzananlar… Ama geçen gün bir dükkâna girdim………..
Nikola Tomovic'ten 'Barcelona Katalunya' isimli çalışma Diğer İşleri |
Kaç gündür deli danalar gibi döne döne Yeni Yıl Curcunası için hediye arıyorum değer verdiklerime. Ama hepsi birbirinin aynı şeyler vitrinlerde allanmış, grilenmiş, siyahlanmış ve muhakkak karlanmış, pullanmış, tüylenmiş, kürklenmiş bir şekilde arz-ı endam ediyorlar. (Yeni Yıl pek mutlu, neşeli, kaygısız geçirilmesi gereken bir gün olarak sunulurken, vitrinleri neden matem renkleri basar, bilen varsa bi’ zahmet bana izah etsin lütfen.) Biraz değişik bir şeyler görüp elimi uzatınca da malın sağına, soluna, dibine yapıştırılmış bir etiket ‘Cızzzzz!!!! Dokunnnnnmaaaaaaa!!!’ diyor. Hani öyle deli divane olmuş da değilim o ürüne ha… Kötülerin arasında iyisi diye elime almışım ve etiket yedi ceddime ‘Sizinle kapalı kapılar arkasında görüşelim!’ cinsinden ahlaksız tekliflerde bulunuyor. Ne AVM’si kaldı, ne çarşı pazarı… Bir süre sonra dolap beygiri misali aynı şeylerin etrafında tavaf ediyormuş gibi geliyor insana.
Ha, bir de hediye konusunda kendinizden daha çatlak birilerine rastlarsanız keyifler tavan yapıyor tabii. Elinizden kazak, yelek kapmalar; para ödeme kuyruğunda “Yeni Yıl’da en hızlı kart çeken ben olacağım!” düsturuyla önünüze geçmeler; “Satın almayacaksanız elinizi sürmeyin!” cinsi manavlıklarla canınızı burnunuza getiren tezgâhtarlar; kendi karısına “Gene paçavralara dünyanın parasını döküyo’sun.” diye manalı (!) manasız tıngırdarken hızını alamayıp dönüp sizden onaylama dilenenler (Bozacının şahidi şıracı be hemşerim! Silkin ve kendine gel!); renklerine aldanıp önünde dikildiğiniz bir tezgâhın başında bir yandan omzunuzdan tırmanıp kafanıza basarken, bir yandan “Sarısı beniiiiiiim! Sarısı beniiiiiimmmmm!!!!” diye mavi olana uzananlar… Ama geçen gün bir dükkâna girdim………..
İyi de yerim kalmamış ki. Artık bir dahaki yazıya… :))))
Salvador Dali'den 'Surrealist Angel' Diğer Eserleri |
Ne diyorduk?
Hah! Geçen gün çarşıda
gezerken bir dükkân gördüm. Minicik vitrininde bir sürü biblo. Aslında biblo
çağını seksenlerin sonunda kapatmıştım, ama hediye yokluğunda hiçbir kaynağı
ihmal etmeye gelmez. Hem bu biblolar pek ayrıntılı, pek renkli ve fazlasıyla
gerçekçi. İçeri girdim, her yer tıklım tıkış biblo dolu. Birine bakmaya
doyamadan bir başkası dikkatini çekiyor insanın. Ortalığı kırıp dökmemek için
paltomun eteklerini belime dolayıp çantamı bağrıma kaynakladım, ağzım açık
dolaşıyorum. Şu mutluluk içinde koşuşturan pembe yanaklı kızın göz bebeklerine
ve içindeki ışıltıya varasıya yapmış adamlar. Oysa biblonun boyu taş çatlasa on
santim. İki adım ötede elleri yakasındaki adamının yüzü de özgüven ve başarıyla
pırıl pırıl tasvir edilmiş. Bunca teferruat ve bolluğa karşın minik heykellerin
hiçbir noktasında rakama rastlanmıyor. Kötü haber! Bu kadar iyi çalışılmış,
emek verilmiş şeylerin fiyatları da o kadar ayrıcalıklı ve özenli (!)
olacaktır. Hani antresi acısız olup, ciğerinize dayandığında soluğunuzu kesecek cinsten. :)) Çare yok! Az ileride bibloların sevimliliğine inat en gudubet suratıyla benden başka her yere bakan tezgâhtara sormak gerek. “Ehem! Acaba şu
parçanın fiiiiii….” Korkudan sesim tizleri o kadar zorladı ki, bibloların her
biri ayrı titreşti. Neyse ki bizim nemrut ne demek istediğimi anlamış göründü.
Suratında kıl bile kıpırdamadan bana eliyle ‘Geh, geh!’ yaptı. Böylelerine de illet olurum, ama ah şu hediye alma işi olmasa… Yanına yaklaşınca bana eski eczane
terazilerini andıran bir platformu işaret etti, üzerine çıkacakmışım. Göz
hizama yakın bir yerlerde ekran mı, yoksa yafta mı olduğu belli olmayan bir
bölüm var. “Haaaa, fiyat listesi orada mı?” diye sordum. Adam başını ‘Yok!’
gibilerden salladı. “Sizin ödeme kapasitenizi bi’ ölçelim de!” demez mi? Hoppala!
Hayır, ben yağ, sinir, kemik, kas, kolesterol, lipit ne varsa ayıklayıp
söyleyen diyetisyen terazileri duymuştum da, ödeme kapasitesi ölçenini hiç
duymadım. “Niye ki? Yoksa ağırlığımca biblo mu vereceksiniz?” gibilerinden
kutup bölgesinden espri ithal etmeye başladım. Cevap; “Bibloların fiyatı sizin
ödeme kapasitenize bağlı han’fendi. Hele bir onu ölçelim gene konuşuruz.” Yok,
ben bu amcadan tırstım. “Niiiiiiiiiyyyyse, benim acil bi’ işim çıktı aniden…
ben gidiiiiiim!” diyerek kendimi dükkandan dışarı attım. Bütün kaçıklar beni mi
buluyor, yoksa baş kaçık olarak ben mi insanların dengesini bozuyorum,
bilemedim. Az ileride bir biblo dükkânı
daha var nasıl olsa. O dükkânın da vitrini ıngıl ıkış. Daldım içeri. Girişte
bayram taklarına benzer dallı güllü bir kemer. Altından geçerken bir hoş oldum.
Dükkân da İngilizlerin kült dizisi Doktor Who’daki uzay gemisi Tardis gibi
mübarek. İçi dışından büyük. Gene biblo çok, rakam veya fiyat etiketi yok. Tezgâhtar
da bir öncekine rahmet okutuyor. Neyse ki ortada eczacı tartısı falan
görünmüyor. Bu kez oyalanmadan sordum; “Ben şu parçanın fiyatını öğrenmek
isterdim.” Bir taraftan da yengeç gibi yandan yandan kapıya doğru yaklaşıyorum
ki, fiyat astronomik çıkarsa ifadem fazla değişmeden kendimi dışarı
atabileyim. Hafiften azarlar gibi “Siz
onu kimin için düşünmüştünüz?” diye sormaz mı adam? Tam hareketimin ortasında
kalakaldım. Pozum da Vittorio de Sica’nın Bisiklet Hırsızları’ndaki bızdığın
malum sıkışıklığını bir evin duvarında giderdiği sırada babasına basıldığı
andaki haline benziyor. Bacaklar ayrık, dizler hafif kırık, ayak burunları şaşı
gözler gibi birbirine doğru dönmüş, kollar ilk uçma denemesine başlamadan iki
saniye önce “Tüh be! Nas’sı unuttum? Bende yükseklik korkusu vardı.” diye
donakalmış kuş yavrusu misali hafifçe havalanmış… O kadar şaşırdım ki, “Sana
ne?” diyeceğime “Ehem, şey… bi’ tanıdığa alacaaadım da…” gibilerinden
zırvaladım.
Hadiiii! Gene enim dar
geldi. :)) Devamı yarın…
Neredeydik? Hatırladım! Biblo
dükkânındaki tezgâhtarla köşe kapmaca oynuyorduk. Hani o bütün köşeleri kapmış,
ben ortada sıçan olmuştum. Adam benim ‘tanıdığa’ dudağını büküp;
“Yok, düşündüğünüz kişiye olmaz bu biblo! Şuradaki daha iyi bir seçim olurdu.” dedi. Vallahi haklı. Aklımdaki kişiye cuk oturuyor o biblodaki kompozisyon. Sonra açtı ağzını, yumdu gözünü bizim tezgâhtar;
“Bu amcanızın oğlunun hanımının dış kapıdan kuzenine, şu teyzenizin kayınçosunun eniştesinin küçük oğlunun ilkokul arkadaşına, oradaki mahallenin bakkalının ortanca yeğenine…” gibilerinden tanıdık tanımadık herkese bir biblo seçti.
“Ay! Durun, durun! Ben bi’ fiyat sordum, bin nasihat işittim. Hem ben bunları nasıl öderim canım?”
“Aşk olsun! Sizin ödeme gücünüzün üstüne çıkar mıyım han’fendi? Dükkân girişinde ölçmüştük ödeme kapasitenizi.”
“Neyi ödeyip, ödeyemeyeceğimi benden iyi mi bileceksiniz? Hem siz ödeme kapasitemi nasıl ölçtünüz bakiiiim?”
Tezgâhtar istifini bozmadan girişteki takı işaret etti.
“Yoksa şu havaalanlarına konulan, Allah ne verdiyse gösteren arama tarama cihazlarından mı yerleştirdiniz dükkâna?”
“Ne münasebet han’fendi? Ben izah ediiim derhal. Buradaki biblolar sizin hediye almak istediğiniz insanlar hakkında dilediğiniz şeyleri simgeler. Eee, dilek dediğin de öyle bedavaya satılmaz. Bütün masallarda bastıra bastıra söylerler bu kuralı, bilirsiniz. Dilekleri gerçekleştirebilmek için sizde yeterli kaynak olmalı.”
“Para yani!”
“Hayır! Söz konusu kişiye mutluluk diliyorsanız, sizin geleceğinizde vermeye yetecek kadar bir mutluluk potansiyeli olmalı mesela. Sağlık, huzur, güvenlik v.s. hakeza… Bizde işler böyle yürür.”
“Nasıl yani? Burası ne biçim dükkân? Paramla mal alamayacak mıyım ben? Biblo satmıyo’ musunuz kardeşim siz? Ne bu? Kamera şakası mı? Kamera ner’de? Hiii! Hangi kanalda yayınlanacak? Oh be! Sonunda on beş dakikalık şöhretime kavuşuyorum. Saçım düzgün mü? Makyajım nasıl? Yalnız sağ taraftan çekin bi’ zaa’met! Burnum daha az kanca gibi gözüküyor öyle olunca. Ay, inanamıyorum…” (Kızgınlıktan sevinç isterisine on saniyede çıkabilme kabiliyetim vardır.)
“Kamera şakası değil han’fendi. Bu, bizim yıllar içinde ‘Hediye Zoru Sendromuna’ yakalanan çok özel (!) müşterilerimize sunduğumuz bir hizmet. Şimdi sizden sözlü bir taahhüt almam gerekiyor. Söyledikleriniz kaydedilecek ona göre. Size iki biblo mutluluk, iki biblo sağlık, dört biblo huzur, yedi biblo başarı…”
“Bi’ dak’ka, bi’ dak’ka! Niye sağlık ve mutluluk o kadar az da, başarı o kadar çok?”
“Han’fendi yaş kemale ermiş. Artık sizde ne kadar sağlık ve mutluluk stoku kalmış olabilir ki… Ama başarı bol maşallah. Bugüne kadar o kadar çok çuvallamışsınız ki, bundan daha başarısız olmanız muhtemel gözükmüyor.”
“Haaaa! E, tamam o zaman.”
“Devam ediyorum. Yukarıdakilere ek olarak dokuz biblo leylek havada – anlaşılan evde oturmaya bayılıyorsunuz, yedi göbeğe yetecek kadar seyahat dileme kaynağı var sizde – , beş biblo zekâ – korkmayın, yorum yapmayacağım – ve bir biblo güvenlik – bu ülkede çok bile – hazırladık. Aldım, kabul ettim diyor musunuz?”
“Diyorum. Yalnız şu ilerideki gözlerinden anlayış fışkıran bibloyu merak ettim. Çok özel bir şeye benziyor. Satılık mı?”
“Çok güzel bir seçim, tebrik ederim. O biblodan size on iki tane sarabilirim.”
“Sahi mi? Ne biblosu ki o?”
“Şuur! (Bu, bana şuursuz mu dedi?) Ondan bu kadar çok alabilmeniz aslında hediye aldığınız herkes için büyük şans.”
“Ne gibi bir şans, anlayamadım.”
“Sağlıklı olabilirsiniz, mutlu, başarılı olabilirsiniz. Ama eğer bunun farkında değilseniz sağlığın, mutluluğun, başarının ne kadar anlamı olabilir ki? İnsanlar çoğunlukla iyi şeylere sahip olduklarını onları kaybetmeden anlamıyorlar. Oysa sizin hediyelerinizi alanlar hem sağlıklı olacak, hem de sağlıklı olduklarının ayırdına varacak. Hem mutlu olacak, hem de ‘Evet, mutlu olmak buymuş.’ diyebilecek. Onlara imreniyorum han’fendi.”
“Pek anlamadım, ama madem iyi bi’ şi’ diyo’sunuz… Haa, hediye paketi yapıyo’dunuz di’ mi? Onca şeyi paketlemekle uğraşamam. Zaten taşırken belim kopacak.”
“Siz hiç merak etmeyin! Biblolarınız gitmesi gereken adreslere tarafımızdan gayet şık paketlerle ulaştırılacak. Sizden sadece nakliye ücreti alıyoruz. Yaklaştırın kulağınızı, rakamı söyleyeyim! Fısır fısır fısır fısır fısır fısır fısır fısır.”
“Neeeeeey?!!!!!?????”
Şimdi siz tırnaklarınızı yiyerek o ücreti ödeyip ödemediğimi merak ediyorsunuz, di’ mi? Söylemem, sürpriz. Yılbaşında hediye olarak biblo gelirse bu sorunun cevabını öğrenirsiniz. :))
Herkese sağlıklı, mutlu, başarılı, huzurlu, güvenli ve hepsinin farkına varacak kadar da şuurlu seneler!
Geçtiğimiz haftadan
kesitler…
Julie Dean'in kamerasından Charles Umlauf'un 'Family' isimli çalışması Diğer Heykelleri (Sitesi) |
“Yok, düşündüğünüz kişiye olmaz bu biblo! Şuradaki daha iyi bir seçim olurdu.” dedi. Vallahi haklı. Aklımdaki kişiye cuk oturuyor o biblodaki kompozisyon. Sonra açtı ağzını, yumdu gözünü bizim tezgâhtar;
“Bu amcanızın oğlunun hanımının dış kapıdan kuzenine, şu teyzenizin kayınçosunun eniştesinin küçük oğlunun ilkokul arkadaşına, oradaki mahallenin bakkalının ortanca yeğenine…” gibilerinden tanıdık tanımadık herkese bir biblo seçti.
“Ay! Durun, durun! Ben bi’ fiyat sordum, bin nasihat işittim. Hem ben bunları nasıl öderim canım?”
“Aşk olsun! Sizin ödeme gücünüzün üstüne çıkar mıyım han’fendi? Dükkân girişinde ölçmüştük ödeme kapasitenizi.”
“Neyi ödeyip, ödeyemeyeceğimi benden iyi mi bileceksiniz? Hem siz ödeme kapasitemi nasıl ölçtünüz bakiiiim?”
Tezgâhtar istifini bozmadan girişteki takı işaret etti.
“Yoksa şu havaalanlarına konulan, Allah ne verdiyse gösteren arama tarama cihazlarından mı yerleştirdiniz dükkâna?”
“Ne münasebet han’fendi? Ben izah ediiim derhal. Buradaki biblolar sizin hediye almak istediğiniz insanlar hakkında dilediğiniz şeyleri simgeler. Eee, dilek dediğin de öyle bedavaya satılmaz. Bütün masallarda bastıra bastıra söylerler bu kuralı, bilirsiniz. Dilekleri gerçekleştirebilmek için sizde yeterli kaynak olmalı.”
“Para yani!”
“Hayır! Söz konusu kişiye mutluluk diliyorsanız, sizin geleceğinizde vermeye yetecek kadar bir mutluluk potansiyeli olmalı mesela. Sağlık, huzur, güvenlik v.s. hakeza… Bizde işler böyle yürür.”
“Nasıl yani? Burası ne biçim dükkân? Paramla mal alamayacak mıyım ben? Biblo satmıyo’ musunuz kardeşim siz? Ne bu? Kamera şakası mı? Kamera ner’de? Hiii! Hangi kanalda yayınlanacak? Oh be! Sonunda on beş dakikalık şöhretime kavuşuyorum. Saçım düzgün mü? Makyajım nasıl? Yalnız sağ taraftan çekin bi’ zaa’met! Burnum daha az kanca gibi gözüküyor öyle olunca. Ay, inanamıyorum…” (Kızgınlıktan sevinç isterisine on saniyede çıkabilme kabiliyetim vardır.)
“Kamera şakası değil han’fendi. Bu, bizim yıllar içinde ‘Hediye Zoru Sendromuna’ yakalanan çok özel (!) müşterilerimize sunduğumuz bir hizmet. Şimdi sizden sözlü bir taahhüt almam gerekiyor. Söyledikleriniz kaydedilecek ona göre. Size iki biblo mutluluk, iki biblo sağlık, dört biblo huzur, yedi biblo başarı…”
“Bi’ dak’ka, bi’ dak’ka! Niye sağlık ve mutluluk o kadar az da, başarı o kadar çok?”
“Han’fendi yaş kemale ermiş. Artık sizde ne kadar sağlık ve mutluluk stoku kalmış olabilir ki… Ama başarı bol maşallah. Bugüne kadar o kadar çok çuvallamışsınız ki, bundan daha başarısız olmanız muhtemel gözükmüyor.”
“Haaaa! E, tamam o zaman.”
“Devam ediyorum. Yukarıdakilere ek olarak dokuz biblo leylek havada – anlaşılan evde oturmaya bayılıyorsunuz, yedi göbeğe yetecek kadar seyahat dileme kaynağı var sizde – , beş biblo zekâ – korkmayın, yorum yapmayacağım – ve bir biblo güvenlik – bu ülkede çok bile – hazırladık. Aldım, kabul ettim diyor musunuz?”
“Diyorum. Yalnız şu ilerideki gözlerinden anlayış fışkıran bibloyu merak ettim. Çok özel bir şeye benziyor. Satılık mı?”
“Çok güzel bir seçim, tebrik ederim. O biblodan size on iki tane sarabilirim.”
“Sahi mi? Ne biblosu ki o?”
“Şuur! (Bu, bana şuursuz mu dedi?) Ondan bu kadar çok alabilmeniz aslında hediye aldığınız herkes için büyük şans.”
“Ne gibi bir şans, anlayamadım.”
“Sağlıklı olabilirsiniz, mutlu, başarılı olabilirsiniz. Ama eğer bunun farkında değilseniz sağlığın, mutluluğun, başarının ne kadar anlamı olabilir ki? İnsanlar çoğunlukla iyi şeylere sahip olduklarını onları kaybetmeden anlamıyorlar. Oysa sizin hediyelerinizi alanlar hem sağlıklı olacak, hem de sağlıklı olduklarının ayırdına varacak. Hem mutlu olacak, hem de ‘Evet, mutlu olmak buymuş.’ diyebilecek. Onlara imreniyorum han’fendi.”
“Pek anlamadım, ama madem iyi bi’ şi’ diyo’sunuz… Haa, hediye paketi yapıyo’dunuz di’ mi? Onca şeyi paketlemekle uğraşamam. Zaten taşırken belim kopacak.”
“Siz hiç merak etmeyin! Biblolarınız gitmesi gereken adreslere tarafımızdan gayet şık paketlerle ulaştırılacak. Sizden sadece nakliye ücreti alıyoruz. Yaklaştırın kulağınızı, rakamı söyleyeyim! Fısır fısır fısır fısır fısır fısır fısır fısır.”
“Neeeeeey?!!!!!?????”
Şimdi siz tırnaklarınızı yiyerek o ücreti ödeyip ödemediğimi merak ediyorsunuz, di’ mi? Söylemem, sürpriz. Yılbaşında hediye olarak biblo gelirse bu sorunun cevabını öğrenirsiniz. :))
Herkese sağlıklı, mutlu, başarılı, huzurlu, güvenli ve hepsinin farkına varacak kadar da şuurlu seneler!
Janine Antoni'den 'Moor' isimli enstelasyon Diğer Çalışmaları Seçilmiş İşleri |
- Kalın halat mı bir
santim yanıyo’du, yoksa ince mi?
- Evet.
- Ne eveti? Hangisi
diyorum?
- Evet.
- Ya sen or’da
n’apıyo’sun öyle? Bi’ doğru dürüst cevap vermedin.
- X2 – X / 2
neydi yaaaa?
- Söylerim, ama önce sen
benim soruma cevap ver.
- Soru neydi?
- Fesüpanallaaaaaah!
Dedik ya; bir santim yanan kalın mıydı, yoksa…
Zrrrrrrrrrr
- Alo!
- Ne var ya bunu
çözemeyecek? Hız formülünden çıkıyo’.
- Çıkmıyo’!
- Çıkıyooooooo! Hız
eşittir yol bölü zaman diye koydun mu çıkıyooooo!
- Neeeee çıkıyo’
ya!!!???!!! Kaç çıkardın?
- 6,425
- Devenin de tütüsü!
- N’ütüsü, n’ütüsü?
- Aman bırak! Bu karda
kışta espri yapıyoruz, anlamıyo’sun. Senin sonuç doğru değil, bi’ kere!
- Yerleştir rakamları da
gör bakalım!
- Tam sonuç vermiyo’. Tam
sayı olacak, tam sayı!
- E, söylesene! Şimdi
çıkarır yollarım benim formülden.
- Yolla da görelim!
- Çat!
Taranaaana taranaana
taranaana naaa…
- Efendim.
- Bu soruyu benim karıya
yollayan *biiiiiiiiiiiiiiiiiiiip sen misin?
- Pek
*biiiiiiiiiiiiiiiiiiip olmasam da, kendisine bir soru yollamıştım e-postayla.
- İyi *bip yedin! Tövbe,
tövbeeeee! Evde üç gündür yemek pişmiyo’, senin haberin var mı? Bir saat evvel
zorla mutfağa kapattım. Demin gittiğimde ince bir havucu, ortasını oyduğu kalın
bir havuca kaktırıp duruyo’du. N’apıyo’sun, diye sordum. Ne dese beğenirsin?
İnceyi kalına ekleyince, kalının öbür ucundan ecük keseceeemiş.
- E, siz de yardımcı olun azıcık! Hem daha çabuk biter, yeniden evde yemek yemeye başlarsınız.
- Diyo’sun! Soru nasıldı
bi’ bakiiim. Bir halatımız var… mır mır mır mır… vır vır vır… haaa… saniye… mır
mır mır… ipin uzunluğu nedir? Siz bunun için mi onca zamandır uğraşıyo’sunuz?
75e 150 işte.
- Cık!
- Nası’ cık?
- Kalın, incenin karesi
olacak.
- Haaa! Sen kapa şimdi,kapa! Beni meşgul etme! Ben iki dak’kaya ararım seni.
Çat! (Biraz zor ararsın.)
Çiiiiiiip çip çip çip çipçip çip çip çip!
- Buyur kapıcı efendi!
- Abla alt kattaki sizde
ince halat kaldı mı diye soruyo’. O kendininkileri bitirmiş. Malum ince daha hızlı yanıyo’ ya!
- Tevekkeli apartmanda
kesif bir ip yanığı kokusu var!
- Yok abla! O koku
bodrumdan geliyo’. Bizim çocuklar toplantı odasını laboratuara çevirdiler,
ipleri ucuca ekleyip ekleyip yakıyo’lar. Yönetici anlayacak diye ödüm kopuyo’.
Apartmanın bütün yangın söndürme tüpleri boşaldı valla’. Bi’ bilse, duvara tüp
niyetine beni takar. Gerçi son gördüğümde ‘İnce ip yanıp bittiğinde kalın ipin
boyu…’ falan diye bir şeyler geveliyordu.
- Hmmmmm! İnce ip
yandığında kalın haaa? İnce ip yandığında kalın ipin… Evvvvvvettttttt yaaaaa!
- Dur abla, nereye? Hani ince halat vereceeedin?
- İçeride bi’ yerde olacaktı.
Sen gir bak! Ben çok önemli bir keşfin eşiğindeyim şu an.
- Hele şükür. Bi’
telefon, bi’ kapı! Bitmedi, tükenmedi. Söylesene kalın ip mi bir santim
yanıyo’du, ince ip mi?
- Sus, sus! Kaçacak! İnce
ip yandığında kalın ipin boyu, ince ip yandığında kalın…
- Sen ne dedin bakiiim?
- Ben mi? Hiiiiç! Sen ne
kadarını duydun?
- Bak az önce söylediğini
demezsen hakkımı helal etmem haaaa!
- Olmaaaaaz!
- Ya, sen sonucu buldun
zaten. Daha ne debeleniyo’sun ki?
- O, deneme yanılma
yöntemiyle bulunmuştu, saylanmaz. Formüle etmem lazım.
- Formülü de eksik
oluversin.
- Katiyen olmaz.
Siz tabii bu diyalogların tek kelimesini anlamadınız. O zaman buyurun soruya.
Bir ipimiz var, bir
ucundan başlayarak bir miktar uzunluğu ince, geri kalan uzunluğu ise daha
kalın.
Bu ipi iki ucundan aynı
anda tutuşturuyoruz, ince kısmının yanma hızı 2 cm/sn, kalın kısmının
yanma hızı ise 1 cm/sn, ipin tamamının yanması 75 sn sürüyor. İnce
kısmının uzunluğu en az 1 cm, kalın kısmın uzunluğu ince kısmın
uzunluğunun karesine eşit.
Soru: İpimizin
uzunluğu nedir?
Sabahtan beri yazacak bir
şeyler bulmak için kafa patlatıyorum. Şöyle örnek vereyim. Aklınıza gelen
parlak bir fikri kâğıda dökmek için elinize aldığınız kalemin yazmamak için tam
da o zamanı seçmesi ve evde ilaç için bir başka yazan kalem olmaması, kurşun
kalemlerin uçlarının kırılması, tüm tükenmezlerin tükenmişler cennetine bedava
bilet kazanmış olması gibi mükemmel bir yazıyı (Toplam üç cümleden
oluşuyordu.) çöpe attım. (Çok hafif geldi
nedense…) Gazetede gördüğüm bir haberle ilgili yaptığım yorumlar (en az üç buçuk sayfayı doldururdum da, size acıdım…) daha yazıya dökülmeden beynimin
derinliklerine geri gönderildi. Sonra her yazıya kocaman, özenilmiş harflerle
başlayıp doktor reçetelerini aratmayan bir karınca duasıyla bitirmemi
öyküleştirmek istedim, beceremedim. (Bakın, dobra dobra itiraf ediyorum
yapamadıklarımı!) Velhasıl-ı kelâm yılın ilk yazısı olmaya layık (!) bir yazı
çıkmadı bir türlü.
Vincent Van Gogh'tan La
Méridienne oú La sieste, d'apres Millet Diğer Eserleri |
Belki de hâlâ normal
yaşam döngüme geri dönemediğim içindir. Her yılbaşında aynı şeyler olur.
Hediyelerdi, hazırlıklardı derken hışırım çıkar, her gece birleri ikileri
fincan tabağı kadar gözlerle karşılarken, 31 Aralık akşamı saat sekizde burnumu bin bir çeşit (!) yiyecekle dolu bir tabağın içinden toplarım. O, Amerikan
takımlarındaki otuz santim çapındaki yemek tabakları yılbaşı içindir, gibi bir
batıl itikat sahibi olduğumdan, tüm suratımda tadımlık yılbaşı lezzetleriyle
yeni yıla girmek ayrı bir keyif oluyor. Böylece uyuya uyana on ikiyi bulur, son
on saniyeyi sahte bir yaşam enerjisi patlamasıyla geriye sayar, hediyeleri
gördükten on dakika kadar sonra kepenkleri yine kapatırım. Buraya kadar olan
kısım pek alışılmadık değil. Hanımların kendi kendilerini kıstırmaktan sadistçe
bir zevk aldıkları şu malum cenderenin sonuçları bunlar. En güzel hediyeyi ben
bulacağım (civardaki birbirinin üç aşağı beş yukarı aynısı olan malları değişik
kombinasyonlarla pazarlayan bilumum mağazanın 1 Aralık saat sekizden 31 Aralık
saat on dokuz otuza kadar 135 defa tekrar tekrar turlanması), en mükemmel hazırlıkları
ben yapacağım (ellerinde beyaz pamuklu eldivenlerle her yeri dip bucak teftiş
edip buldukları toz zerrelerini gramına kadar kara kaplılarına not edecek olan
konuklara nispet evin pırıl pırıl, sırf BENİ kıskandırmak için salonlarını
pencerelerden görünecek şekilde göz kırpan yılbaşı lambalarıyla süsleyen
komşulara inat ışıl ışıl yapılması), en orijinal, muhteşem, bol çeşitli ve renkli sofrayı ben kuracağım (eşten dosttan yalvar yakar yıl boyu toplanan
yüzlerce tarifi ucuca ekleyip mutfağın günlerce işgal ve tarumar edilmesini
takiben konuklar gelmeye çeyrek kala kazınıp tertemiz yapılması), en fıkır fıkır, şıkır şıkır ve alt komşuya inat tıkır tıkır ben olacağım tarzı bir
cendereden söz ediyorum. Ama tabii bunun bir faturası oluyor. Yılbaşını ancak
aralarına kürdan yerleştirerek karşılayabildiğim göz kapaklarım sonraki iki gün
kapanmayı reddederek beni TV’deki yuvarlak masa toplantılarının, korku filmlerinin, Nuh Nebi’den kalma dizi tekrarlarının insafına bırakıyor. Hatta bu
yıl olduğu üzere, bazen iyice ileri giderek normalde açtıktan iki saniye sonra
narkoleptik atak geçirmem gereken bir kitaptan yatar pozisyonda dahi yüz elli
sayfa okuyabilmeme sebep oluyor. (Bunun en kötü yan etkisi de gündüz o kitaptan
alıntılar yaparak çevremdekileri uyutmam.) Bu yazı da iki günde toplam dört buçuk saat uyumuş birinin elinden (lafın gelişi, çünkü ellerimi hissetmiyorum)
çıkıyor. Bakalım ne zaman ‘Yılbaşı Geçti’ moduna dönü… döndüş… dönzzzzzzzzzz…
Ne dönü… diyordum?
Hatırladım! Kafamdaki fikri tam kâğıda dökerken kalem bitmez mi? Eeee,
bitmemiş. O zaman yazım karınca duasına
dönmüştür. Ama hayret! O da dönmemiş. Hatta bayağı büyük ve okunaklı harflerle
yazıyorum. Bilmesem en az beş saat uyuyup kendime geldim diyeceğim, ama… :)))
Stres (Bu kelimeden de hiç
hazzetmiyorum, ama yapışıp kaldı. Gerginlik demenin neresi anlaşılmıyor da,
yılan gibi tıslaya tıslaya stres diyoruz bilmem.) yükümüz ne kadar arttı,
fakında mısınız? Şöyle bir çocukluğunuzu düşünün bakalım! Annenizin boy kilo endeksinden endişelenmesini bırakın, bahsettiğini hiç duymuş muydunuz? Peki,
babanızın arabasının modelinden veya takım elbisesinin, kravatının, gömleğinin
markasından ya da iş yaptığı bankaların sayısından kaygılandığını hatırlıyor musunuz? Size dönüp ‘Karbonhidratla şekerli besinleri tüketme, gazlı
içeceklerden uzak dur, paranı koyduğun yerin şifresini zinhar bir yerlere
yazma, her teneffüste beni aramayı unutma!’ falan dedikleri olmuş muydu? Bize söyledikleri şuydu: ‘Yere düşen şey yenmez! Yabancılardan şeker kabul edilmez! (Hatta
ebeveynlerimizin can ciğer kuzu sarması arkadaşları da bizim için yabancı
sayıldığından evlerinde ikram edilen şekerlerden alabilmek için üç defa gürültüyle yutkunup, büyüklerimizin gözlerinin ta içine yalvararak bakmamız beklenirdi.) Sahip olduğun şeylerle övünme! Harçlığını paylaş, ama kimseye de yedirme!’ Kendi aralarında da şöyle konuşmalar geçebilirdi: “Gene aldın yürüdün
hanım!” “Benim kemiklerim kalın ayol. Annem de böyleydi. Bizim bütün aile
kırkından sonra kilo alır.” Ya da “Pantolonun poposu çok parlamış, acaba
yenisini diktirsek mi? Kumaşından artmıştı.” “Boş ver şimdi! Dünyanın parası!
Ben ceketi çıkarmayıveririm olur biter!”
Oysa şimdi hanımlar boy kilo oranını tutturamazlarsa; önce eşinden dostundan suçlamalar, sonra ilan, reklam, mağaza tezgâhtarları yoluyla aşağılamalar ve en sonunda da sağlık personeli tarafından – nasıl oluyorsa her gün biraz daha düşen – o orana sadık kalmaları yolunda uyarılarla karşı karşıyalar. Beyler arabasının, telefonunun, elektronik eşyalarının, giyim kuşamının üzerinden gizli /açık denetimlere tabii tutuluyorlar. Çocuklar oturdukları semtlere, okudukları okullara, gittikleri kurslara, katıldıkları faaliyetlere, girdikleri sınavlara, tatilde gezdikleri yerlere göre sınıflandırılıyorlar. Bütün bunların gündelik yaşamınıza getirdiği yükü bir düşünün!
Sabah kalktınız. Yatak odası takımınız neredendi sahi? Montaj mobilya mı, mağazadan mı? Ay, yoksa siz hâlâ ebeveynlerinizin evlenirken aldığı yatağın üzerinde mi yatıyorsunuz? Banyoya elinizi yüzünüzü yıkamaya girdiniz. O da ne? Lavabonun kenarında gördüğüm alelade bir sabun kalıbı mı yoksa? Ya maazallah yatakta bir Myxococcus xanthus’a maruz kaldıysanız? Muhakkak bakteri öldüren bir sabun bulundurun, benden söylemesi. Hem o diş fırçanızın da değiştirilme zamanı gelmiş. İki haftadır kullanıyordunuz, değil mi? Hemen anlarım. Şu motorlulardan alın siz en iyisi! Diş macununuz neler yapabiliyor? Hmmm, arabanızı park ediyor, gece yatarken ışıkları kapıyor, yemekleri ısıtıyor demek. Demedi demeyin, bunların yeni modeli dişleri de temizliyor. Sahi kahvaltıda ne yiyeceksiniz? Sakın çay, peynir, ekmek demeyin! O, kafanızın içinde taş öğütüyormuşsunuz gibi ses çıkaran gevreklerde A’dan Z’ye tüm vitaminler var. Üstelik elyaf… pardon lif miktarı öyle iyi ayarlanmış ki, nazik noktalarınız işini görürken hiç zorlanmayacaktır. Hadi çocuğunuza hayvani besinlerden vermek zorundasınız diyelim. Bari ışıktan, mikroptan, sizin korkularınızdan, üreticinin maliyeti düşürmek için ilk iş olarak ücretlerini azalttığı veya düpedüz işten çıkardığı işçilerden koruyan kaplarda olanlarını tercih edin. Eviniz cephesine atılan kat kat yalıtım malzemesiyle sizi soğuktan, sıcaktan, yağmurdan, kardan, fırtınadan korurken doğayla, hayvanla, insanla aranızı fersah fersah açan cinsten olsun. Tabii o muhteşem (!) korumanın ömrü ilk uzunca elektrik kesintisine kadar olmak şartıyla. Arabanızı devamlı yenileyin ki, alfabenin tüm harflerini kullanan bilumum sistemleri bünyesinde barındırırken, lastiğini değiştirmek için aramanız gereken bir bijon gevşetici, bir kriko yerleştirici, bir kriko ile kaldırıcı, bir bagaj açıcı, bir stepnenin bagajdaki yerini tespit edici, bir stepneyi çıkarmak için basmak, çekmek, itmek gereken yerleri bilici, bir bu noktaları bulucu, bir o görevleri yerine getirici, bir stepne çıkarıcı, bir stepne yuvarlayıcı, bir patlak lastik sökücü, bir stepne takıcı, bir kriko ile indirici, bir bijon sıkıştırıcı, bir sizin sinirlerinizi yatıştırıcı ve en önemlisi bir de ‘Hıh!’ deyici olsun. Cep telefonunuzu da değiştirin… Öf! Ben sıkıldım, siz daha sıkılmadınız mı?
Şimdi bu yazı da nereden çıktı derseniz… Korteksimde kaynağı belirsiz bir noktadan gelen ve ‘Bugünkü yazıyı hâlâ yazmadın! Bugünkü yazıyı hâlâ yazmadın!’ diyen bir verici sinyalinin üzerimde yarattığı gerginliğin sonucudur. :))
İnsan bir günle başarı
şansını kaçırır mı? Kaçırıyormuş.
Kafamdaki kampanaları susturmak için kendimi bir taraftan hızlı dondurma özelliğini tamamen tıbbi amaçlı kullanmak üzere buzluğa, bir taraftan İstanbul’a has gri, depresif, ıslak ve kirli havayı teneffüs ettiğim pencereye attığım o meşum günde gözüm gazetedeki burç falıma ilişti. İlk cümle: ‘Başarıya çok yakınsınız.’ Tüüüü! Bak, görüyo’ musun? Başarı benim adresi sonunda öğrenmiş, geliyor; bende kılık kıyafet, köpeklere ziyafet. Hadi eşofmanı artık cumhurbaşkanlığı köşkü hariç her yerde giyebiliyoruz, ama kafamdaki kenarı turuncu oyalı mor yemeniden çatkı biraz fazla kaçacak sanki. Belki de başarı o kadar yakın değildir. Üst baş düzeltecek vakit vardır. Okuyalım bakalım, başka neler yazıyor. ‘Kararlı tutum’, ‘Yabancıları içine alan gelişmeler’, ‘Olumlu sonuçlar’, ‘Yeni bir hayat görüşü edinme fırsatı’, ‘Başkalarından destek’… Yani düşünsem, ayarlasam bundan güzel fal olmaz. Olmaz da be kardeşim durdun, durdun bugünü mü buldun? Başarı şansımı kaçırmamak için bir şeyler yazmam lazım herhalde. Ama bırak yazıyı, daha sözcükleri oluşturan harfler aklıma geldiğinde kulaklarımı beyin-omurilik sıvısı basıyor. Her saniye biraz daha genişleyen beynime yer açmak için burnumdan nohut taneleri sokmayı (Yoksa siz kafatası kemiklerini açmakla ilgili o ünlü hikâyeyi bilmiyor musunuz? Hiç bana bakmayın, söylemem. Söyleyemem. Öğğğ! Bilenler bilmeyenlere anlatsın.), şakaklarıma matkapla hava delikleri yapmayı ya da Hannibal Lecter misali sorunun köküne inip (yoksa tepesine çıkıp mı desem) kafamın içini toptan ziyarete açmayı düşünürken olacak şey mi bu? Gene de bu fırsat kaçmaz. Tıpkı orada yazdığı gibi kararlı olmalıyım. Nasıl başlasam yazıya? ‘Karşıdan gelen adam dik dik benim pencereye bakıyordu.’ Aman, pek güzel oldu! Bir nefeste anlamlı, derli toplu bir cümle oluşturmayı başardım. Yalnız adam hakikaten benim pencereye bakıyor. Hatta arkadan gelen, elindeki torbaları güvercinler gibi iki yana salına salına taşıyan kadın da bu tarafa bakıyor. Hiiii! Yoksa falın ‘Yabancıları içine alan gelişmeler’ dediği bu muydu? Kesin öyle! Çünkü adam suratıma baka baka gülüyor. Kadın daha terbiyeli çıktı, güldüğü belli olmasın diye kafasını çeviriyor. Tamam, anladık! İnsan her gün çatkısının altına donmuş bezelye, bamya torbaları sıkıştırmış, evin içinde taktığı güneş gözlüğünden burnuna bandi çay torbaları sarkıtmış birini görmez. Ama bu kadar da alenen gülünmez ki. Bak, bak! Şimdi de taksi durağındakiler başladı. Ha, ben anladıııım! Şimdi de falın ‘Olumlu sonuçlar’ kısmı çıkıyor. Herkesin kasıklarını tuta tuta gülmesinden daha olumlu bir sonuç olabilir mi? Şimdi sıra bir sonraki adıma geldi. Anlaşıldığı üzere, sokakta ‘yeni bir hayat görüşü edinme fırsatı’ taze bitmiş. Kafayı biraz kaldıralım. Hmmm. Karşı komşunun ağzı da iki kulak arasına dişlerden çamaşır asmış. Damdaki kargalar da gülüyorsa, vay halimize… Amanın, kargalara bakayım derken gökyüzünün beyazlığı sorgu projektörü gibi gözlerime saldırdı. Şimdi seken kurşunlar misali kafamın her santimetre karesini ayrı döver bu ışınlar. Buyurun bakalım, sağ gözüm soldaki arkadaşını, arkadaşı da onu görmeye çalışıyor. Ben bir tanesine katlanamazken, her şeyi iki görüyorum. Ama her işte bir hayır var derler. İşte size ‘Yeni bir hayat görüşü’… Çift mift… Görüş mü? Görüş! Şimdi bir de tezgâha, masaya, kanepeye, sandalyeye, duvara yaslana yaslana yatağa ulaşabilirsem falımdaki son kısım da çıkacak. ‘Başkalarından destek’… Ondan sonra gelsin başarı… başaarııı… başaaarıııııı… başaaaarıııııı… başaaaaarııısııı… başaaaaaaarısıııı… başaaaağrısııı… başaaaağrısı… BAŞ AĞRISI!!!!!
Vallahi bu astrologlardan korkulur. Adam şıp diye bilmiş benim başımın ağrıyacağını… :))
Dünkü
sorumuzun cevabı Earl ‘Fatha’ Hines’dı. Fatha lakabını 1930 yılında grubuyla
turnedeyken aşırı içkili bir sunucuya içkiyi sınırlaması gerektiği konusunda
nasihat verince kazanmış. O sırada sadece 27 yaşında olduğundan bu laflara
kızan sunucu onu Fatha (peder) Hines olarak anons edince bu isim üzerine
yapışıp kalmış. Yukarıdaki fotoğraf aşağı yukarı o yıllarda çekilmiş. Bıyığa
rağmen ne kadar genç durduğuna bakılırsa sunucunun misilleme yapmak istemesi
anlaşılabilir herhalde. Aşağıda diğer soruların cevaplarını da bulabilirsiniz:
Size kendi cennetinizi
yaratma fırsatı verilseydi, ne yapardınız? Aman, huriler gılmanlar diye başlamayın
hemen! Cennet insanların porno düşlerinden çok daha farklı bir yer olsa gerek…
Hele ‘Ohoooo! Bu konuyu Hollywood tepe tepe kaç defa filme çekti.’ falan hiç
demeyin. Onların eser miktarda felsefeyle tatlandırılmış bol efektli
filmlerinden de gına geldi. Hem benim öyle film konusu gibi cennet öyküleriyle
işim yok. Kastettiğim şu: 2011 yılında Türkiye’de yaşayan ortalama bir
şehirlisiniz. Cennette bir gün geçireceksiniz. Sizin için böyle bir gün nasıl
olurdu?
Sabah kalktınız, dışarı çıktınız. Neler görürdünüz örneğin. A, biliyorum. Ortalık bisiklet dolu. Bir tane bile araba yok. Herkes birbirinin haklarına saygılı. Bisikletliler sağlıklı yaşam (cennette neyin sağlıklı yaşamı olacaksa artık) yürüyüşüne çıkmış olanların yanında yöresinde huzur içinde pedallıyorlar. Bakın hiç etraftaki otu, çiçeği, ağacı, börtü böceği söylemiyorum. Çünkü hepimiz biliyoruz ki ‘cennet gibi bir vatanımız’ var. Yani o konuda yeni bir düzenlemeye gerek yok. Şey… Belki şu apartmanlardan bir iki katı kırpabiliriz. Amanın! Benim oturduğum daire de güme gitti, görüyo’ musun? Neyse kendime şöyle bahçe içinde ve muhakkak bahçıvanlı (bana hizmet edilmesine meraklı olduğumdan değil, sadece elime bırakılacak bahçenin akıbetinden korktuğumdan), tek katlı, beş kütüphane (bizim evdeki kâğıt fazlası anca sığar) bir salon, mini mini (!) bir ev yapayım. Nerede kalmıştık? Evet, bisikletinizle temiz havada, zevkle yaptığınız yolculuktan sonra işinize ulaştınız. Bisiklete park yeri aramaya hiç gerek yok. Elinizi üzerinden çeker çekmez – hokus pokus – ortadan kayboluyor. Merak etmeyin, akşam eve dönerken şu anda elinizde yoktan var olmuş bilgisayar çantasının yerini o alacak. (İtiraf edin! Benim fikrim Jetgillerdeki katlanır araba fikrinden daha iyi…) Aaa, söylemeyi unuttum. İşe gelirken yol boyunca halet-i ruhiyenize, temponuza ve günün anlam ile ehemmiyetine uygun parçalar vardı kulağınızda. Dikkat! Kulaklığınızda değil, kulağınızda… Sizin kulak iyi bir DJ midir bilemem, ama benim ki üç futbol sahası boyunda olduğundan içinde birkaç DJ kuyrukları birbirine dolanmadan yaşayabiliyor. Birini beğenmeyince öbürünü dinliyorum. Konumuza dönelim. Hiç istemeyerek de olsa ofisten içeri adımınızı atıyorsunuz. (‘Madem istemiyorsun, işe gelmeyi nereden çıkardın cennetin göbeğinde?’ diye soranları duyar gibiyim. Azıcık sabredin!) Randevular, toplantılar, iş telefonları, raporlar, sözleşmeler, hafif dozda ağız dalaşları, hallolmayan bazı konuları sihirli değneğinizle düzeltmeler (o kadarcık cennet torpili de oluversin artık), müdürünüzle gerilim dolu (ama sonu iyi biten) konuşmalar, evden eksikleri ve sorunları bildiren aramalar gibi şeyler olurken pencerelerin dışında fırtınalı, yağmurlu, kirli, berbat bir gün var. Ama işten çıkınca bir bakıyorsunuz, gene pırıl pırıl bir bahar sabahı. Önünüzde hâlâ istediğiniz gibi değerlendirebileceğiniz koskoca bir gün var. (Şimdi anladınız mı araya soktuğum o iş saatlerinin kıymetini?) Canınız da nasıl gezmek istiyor. Bir de nereye gideceğinize karar verebilseniz. Siz o işi Cennet Turizm’e bırakın. Madem bisikletlisiniz, sizi önce düzayak bir yerlerde ağırlayalım. Mesela Büyük Sahra nasıl? Kumullarda bisiklet sürülmez mi? Kim demiş? Burası cennet, biz de Cennet Turizm’iz. Bizde olmaz, olmaz! Kumların üzerinde ancak çöl yılanı kadar iz bırakarak pedallamanın keyfini size yaşatmazsak gözümüz açık gider. (Nereye gider yahu? Zaten cennetteyiz.) Çölde saatlerce ağız kulaklarda gezip dolaşınca susayacaksınız tabii. Sizi derhal yağmur mevsiminde Muson Ormanları’na alalım. Hiç durmadan pedallamaya devam. Sadece kafanızı kaldırıp ağzınızı açacaksınız. Hiç endişe etmeyin o girift doğanın içinde hiçbir yere toslamadan, batıp çıkmadan, sadece yeşilliğin keyfini çıkararak pedal basmanızı sağlamak bizim işimiz. Hatta havaya açtığınız ağzınıza zaman zaman lezzetli meyveler düşerse zevkine varmaktan çekinmeyin! (Elma hariç! Onu yiyince kendinizi dünyada, üstelik de çırılçıplak buluveriyorsunuz. Ondan sonra işin yoksa şehrin göbeğinde incir yaprağı ara.) Sonunda yorulacaksınız elbette. Şöyle diyelim; dinlenmeyi dilediğiniz bir yerde konaklamanız için istediğiniz konforda bir mekân her an hazır ve emrinize amade. Yalnız eğer dünyalı kafasıyla düşünür; “Of, bugünlük bu kadar yeter. Şimdi mükellef bir yemek yer, yatarım. Sabah ola, hayır ola!” derseniz, geçmiş olsun. Bir günlük kişiye özel cennette zaman sizin keyfinize göre işler dediysek de, her şeyin bir sınırı var. Bir kere gece olup uykuya daldınız mı, sabah uyandığınızda kendinizi 2011’de, evdeki yatak odanızda buluyorsunuz. Benden söylemesi…
Hayatımızın kaçta kaçını
kendimiz için yaşıyoruz? En başından düşünelim! Dünyaya kimin için geliyoruz?
Kendimiz için mi? Bunu söylemek biraz zor. Kendimiz dediğimiz şey; bilgisayar
animasyonlarında havai fişek gösterisi kadar renkli ve görkemli temsil edilen,
mikroskop görüntülerinde siyah beyaz ve gösterişsiz gerçekleşen o ünlü vuslat
anından evvel mevcut değil ki… Öyleyse bunu önce ve sonra diye ikiye ayıralım.
Vuslat öncesinde; torun sevmek isteyen nine ve dedelerimizin zoru, bu baskıya
ancak belli bir noktaya kadar direnebilen ana babalarımızın gayreti (!) ve
kadın bedeninde kutulanmış bir hediye paketi açmanın büyüleyici beklentisini
paylaşma gayesi sayesinde dünyaya gelişimizin planlandığını söyleyebiliriz. Ama
vuslattan sonra işin içine doğa ana giriyor. O andan itibaren sağlıklı bir
gelişme göstermek doğaya, yani doğanın minik bir parçacığı olan bize ve
irademize bağlı diyebiliriz. (Tabii sıradan bir aileden geldiğimizi ve
olağandışı veya zararlı bir dış etkiye maruz kalmadığımızı varsayıyorum.)
Bu durumda doğuma kadar anne karnında geçirilen süreç herhalde kendiniz için yaşadığınız en uzun zaman dilimi olarak sayılabilir. Gerçi arada sırada dışarıdan “Hadi yavrum! Bi’ tekme at da baba görsün!” gibilerinden müdahale ediliyorsa da, canınız istediği gibi yayıla yayıla yaşar gidersiniz. Muhtemelen ‘eniniz dar’ gelmese orada kalmayı tercih ederdiniz, ama ne çare… Doğduğunuz andan itibaren ise kendiniz için yaşamak bir hayaldir artık. “Eeee, bu emip emip uyuyo’!” diyen acemi annenize, “Çocuğu sırt üstü yatırmak lazım.” “Cık! Hiç olur mu? Başının arkası düzleşir. Yüz üstü yatırmak lazım.” “Çıldırdınız mı? Kendi kusmuğunda boğulur, Allah saklasın! Midesi boşalsın diye sağına yatırmak gerekir.” “Siz hangi çağda yaşıyorsunuz? İyi bir uyku için insanların soluna yatması şart diyor uzmanlar. Sağ beyinle sol beyin…” diye aralarında tartışan nineler ve hanım cinsinden yakın akrabalarınıza, “Yahu çocuğu çekiştirip durmayın! Yirmi birinci parmağını koparacaksınız.” diye dalgasını geçen dedelerinize, evdeki hayhuydan sıdkı sıyrılmış, muhtaç olduğu ilgiyi TV’deki maçta arayan babanıza inat poponuzu dönüp fosur fosur uyursunuz gerçi. Ama gözlerinizin açık olduğu her an yaşamınız bir başkasına aittir. “Bak, bak! Gördün mü? Bu bakışı aynı ben!” “Asıl demin kafasını çevirirken on üç buçuk derece sağa yatırdı ya, aynı bizim oğlanın bebekliği…” “Burnu da büyük halanın kuzeninin baldızının küçük eniştesine benziyo’.” Bu cümlelerle büyüyen bir bebeğin kendi yaşamının efendisi olacağına ne kadar inancı kalabilir ki? Başınızı tutmaya başlarsınız, emeklemeniz beklenir. Emeklersiniz, “Aaa, bu hâlâ yürümüyor mu? Yan komşununki koşturuyor ayol.” “Kaç aylık o?” “Yedi yaşında!” konuşmalarıyla ensenizde boza pişer. Siz her gelişme gösterdiğinizde kendi yolunuzu açtığınızı zannederken, o yolun aslında sizden önce geçenlerin iz bıraktığı bir patika olduğunu, ileride gözüken ‘nurlu ufukların’ ise sandığınız gibi özgürlüğe değil, büyüklerin hakkınızda kurduğu parlak hayallere ait olduğunu fark edersiniz. Daha “Aaa!” derken, “Anne dedi! Vallahi anne dedi!” diye çığlıklanırlar. Ayaklanırsınız, “Aman benim yavrum kocaman mı olmuş? Okullara mı gidecekmiş?” diye havale geçirirler. Okula gidersiniz, “Ben senin yaşındayken sınıf birincisiydim.” diye böbürlenirler. Yok! Hiç bakmayın! Sınıf birincisi olursunuz, diye başlamayacağım. Ama kendiniz için yaptığınıza inandığınız pek çok şeyi aslında aileniz, akrabalarınız, yakınlarınız, tanıdıklarınız, arkadaşlarınız, idolleriniz, akıl hocalarınız, eşiniz, çocuklarınız için yaptığınızı, yaşamınızın büyük bir kısmını kendinizden başkaları için yaşadığınızı söylemekten de vazgeçmeyeceğim. “Eee, ne olmuş yani? Kötü bir şey mi bu?” diye sual ederseniz, boynumu büküp “Kötü bir şey değil elbet. Ama insan arada sırada kendisi için de bir şeyler yapmak ister, yapmalıdır.” derim en fazla.
Yılbaşı çılgınlığında siz de benim gibi fazla açıldıysanız (ekstre gelene kadar bilmiyormuş gibi yapabiliyordum hiç değilse) bu yazıyı okur teselli bulursunuz diye yazdım. İyi etmiş miyim? :))
Mübine Hanım. Temiz yüzlü,
ufak tefek, hep 40lı yıllardan fırlamış görünüşlü gri tayyörler giyen, 60lı
yılların modası kısa saplı, sade el çantalarından kullanan, buna mukabil 80li
yılların fosforlu renklerde yarasa kollu, dev yakalı, abavari kumaşlardan kısa
mantolarına meraklı zamansız bir kadın. Fare tüyü rengi saçları hep arkada bir
topuz halinde zapt-ı rapta alınmıştır. Topuz gevşek görünse de arasından bir tel bile elektriklenip arkadaşlarına ihanet ederek dikilmez. Neredeyse saydam
denecek kadar açık, ama hiçbir renkle akrabalık tesis etmeyecek kadar nev-i
şahsına münhasır gözleri hep hafif nemlidir. Bu nem; yüksek tavanlı, ama küçük
bir odanın bütün duvarlarını kaplayan raflar dolusu dosyadan havaya salınan ve
dar, kirli bir pencereden adeta silah zoruyla kendine yol açan renksiz ışıkta
egzotik danslar yapan tozların neden olduğu hafif bir alerjinin eseri, yoksa
anlayış ve duygululukla bir ilgisi yok. Yüzü öyle aksi falan da değil hani.
İlle de bir ifade vermek istiyorsanız Van Eyck’in kadınlarına benziyor,
işlevsel ve dingin. Hele bir fikirle karşısına çıktığınızda öyle tatlı bir gülümsemesi vardır ki, bilmeseniz arkadan vuran ışığın başına eklediği beyaz
haresiyle bu yaşı olmayan kadını masallardaki iyi kalpli ninelere bile
benzetebilirsiniz. Ama sizin saatlerce kafa patlatıp, kan ter içerisinde yaza boza ortaya çıkardığınız kâğıtlar eline geçer geçmez bütün o sahte cilalar
üzerinden akıp gidiverir. Raflardaki dosyaların ağlamaklı iç çekişleri
eşliğinde ucundan bir önceki yazınızın kanı damlıyormuş gibi görünen kırmızı mürekkepli eski moda dolma kalemini eline alıp kâğıdın üzerinde gezdirmeye başlayıverir anında. Bu süre boyunca dudaklarındaki Mona Lisa gülümsemesi bir
milim bile değişmez. İşi bitip yazıdan arta kalanları elinize tutuştururken
olayın en korkunç safhası başlar. “Pek güzel bir fikirmiş.” diye söze başladığında
aralanan dudaklarından görünen dişleri bir takım lekelerle kararmıştır.
Sözlerine de hep bu minval üzere, iyimser bir havada başlar. “Hoş bir düşünce
elbette.” ya da “Olağandışı bir buluşmuş doğrusu.” gibi cümlelerle havaya
saldığı nefesi yeni açılmış DVD kabı gibi kokar. Öğrenim gördüğünüz yıllar
boyunca öğretmenliğinizi yapanların en acımasız, en zorlu, en takıntılı
olanlarını bir araya getirip en kötü yönlerinden bir insan oluştursanız dahi
Mübine Hanım’ın tırnağı olamazlar. Ağzını açıp da yazınızda çizdiği her kelimeyi bir de diliyle karalamaya başladığında dişlerinde görünen lekelerin harflere
benzediğini seçer gibi olursunuz. Sanki yazdıklarınızı yalnızca karalamamış,
harf harf dişlemiş gibidir. Üstelik bu korkunç kadını kafanızın içine buyur edip,
yazılarınızı sansürlemesine, eleştirmesine, karalamasına izin veren de sizsinizdir. Kadın hâlâ yazdıklarınızı lime lime etmekle meşgulken siz o günün
yazısını nasıl yetiştireceğinizi düşünürsünüz. Söylevi bittikten sonra gücünüz
ve cesaretiniz kaldıysa oturup bir yazı daha yazar, Mübine Hanım’ın önüne
yemeklerden sonra şekeri yükselip dikkati azaldığı bir zamanda koymaya özen
gösterirsiniz. Allahtan kendisi sağlıklı beslenme takıntısı olan (ki bu huyu da
2000li yılların ürünü) bir hanım da günde altı öğünden (tabii öğüttüğü yazıları
saymazsak)şaşmıyor.
Aaah ah! O olmasa ben size neler, neler yazardım… Ne politik makaleler (bugünlerde öyle kaşınıyor ki kalemim bu konuda), ne magazin dedikoduları (Caz ve bisiklet hakkında tabii, siz ne düşünmüştünüz? Mesela caz ile bisikletin üç aşağı beş yukarı aynı tarihlerde doğduğunu biliyor muydunuz? Yaaa! Şimdi aslında şöyle olmuş… Aman Mübine Hanım bu satırları görürse yanarım…), ne fantastik öyküler (Efendim? Bu yazdığım mı? Hıh! Bu da bi’ şey mi? Mübine olmasa… Ooooohooooo!), ne sanat yazıları (Şimdi; ‘SAN’ sanmak fiilinin emir kipi, ‘AT’ da atmak fiilinin… Yani sandığım her şey hakkında atabilirim.), ne polisiye, korku, gerilim, mizah, bilimkurgu… Ehem… Yani çok şey kaçırıyorsunuz bu Mübine Hanım’ı baş sansürcüm olarak atadığımdan beri. Neyse… Umarım bu yazımda onu anlattığım için biraz merhamet eder…
Yukarıda
gördüğünüz delikanlı üç yıl sonra müzik dersleri almaya başlayacak ve altı yıl
sonra bir profesyonel caz grubunda sahne alacak. Daha sonra 30larda kurduğu
orkestrasına da siyah müzisyenleri dâhil ederek o yıllarda devrimci
sayılabilecek bir hareket başlatacak. Aşağıdaki soruların her birinin cevabının
baş harfi sorduğumuz kişinin isminin harflerini oluşturacaktır. Kim olduğunu
biliyorsanız ya da aşağıdaki soruları cevaplayarak bulduysanız lütfen yorumlar
bölümüne yazmayın ki herkes araştırma yapma şansı bulabilsin. Cevabı bana
özelden iletirseniz ertesi gün sorunun cevabı verilirken adınız açıklanacaktır.
Kolay gelsin!
Dün
sorduğumuz kişi klarnet virtüözü, ‘The King of Swing’ Benny Goodman’dı.
Soruların yanıtları aşağıdadır. Resmi sitesine aşağıdaki adresten ulaşabilir ve
Benny Goodman klasiklerinin dokuz tanesinin temiz birer kopyasını
dinleyebilirsiniz.
http://www.bennygoodman.com/
* 16 yaşındayken ‘Tin Roof Blues’ şarkısının yazarı, davulcu ve grup lideri olan kişinin (Ben Pollack) orkestrasına katıldı.
Gene önümde beyaz kağıt.
Gene elimde kalem tavan seyrediyorum. Hava kapalı, karanlık, depresif… Köşeden
gazete, manşetindeki bütün kötü haberleri gözüme gözüme fırlatıyor. Canım hem
yazmak istiyor, hem istemiyor. Şöyle bağlantısız, düşüncelerim gibi kuyruğunu
koparmış uçurtma misali yazsam iki Meydan Larousse Cildi doldururmuşum gibi
geliyor. :) Hani her şey üzerinize gelir ya bazen… Nedensiz… (Benim ülkemde
‘nedensiz’ kavramı da biraz safdillik, ama hadi neyse…) Bugün öyle bir gün işte!
Kısacası bir predepresyon hali… Bu da literatüre (hem yazın, hem de tıp) benim
armağanım olsun. :)) Predepresyon, depresyon, postdepresyon, sessuzluk, premani, mani, postmani… Hayatımın hikayesi! :)) Aynı zamanda ülkemin de…
Aklını, mantığını, izanını bir odaya kapatmış, karşılaştığı her sorunla sadece
yüreğiyle baş edebileceğine inanan insanlar. Hele bu aralar… herkes birbirine
bağırıyor sanki. Öyle bir kavga gürültü ki, kenara çekilip ‘Burada neler
oluyor? Ne bu hiddet, bu celal?’ diye düşünenler, anlamaya çalışanlar kendi
akıllarından geçeni bile duyamıyorlar. Bütün yaptıkları tenis maçı izler misali bir o tarafa, bir bu tarafa bakmak tepe sersemi gibi… Herkes HAKlı olduğunu
haykırıyor. Bizim tepe sersemlerinin ise meramı başka. HAK ne demek? Benim
hakkım nerede başlar, nerede biter? HUKUK da HAKtan türemiş, ama reddi miras
başvurusunda bulunmuş sanki. Kendi hakkını bile savunamıyor, nerde kaldı
başkasınınki… Üstüne insan denen hayalci mahlûk ADALET diye bir kavram
uydurmuş. Tutmuş HUKUKun kucağına vermiş. “Al, bu senin görme özürlü çocuğun!
Neden özürlü doğmuş dersen; suç daha akla düştüğünde insanın gözüne perde iner
ondandır. Yanlış, haksız şeylere maruz kalacağını ilk anladığında insanın gözü
başka her şeye kapanır ondandır.” demiş.
Aslında daha suç gerçek anlamda işlenmeden dahi adalet orayı terk etmiştir. Ama insan bu! Aklı bilse de, yüreği kabul etmez. O yüzden intikamın adını adalet koyup, pek az bir kısmını da hukuka emanet eder. Ama bu emanet ağırdır. Yakıcıdır, asit gibi… Kemirir. Varlığı da, yokluğu da… Adalet giden kurbanı geri vermez çünkü. Ondan alınan İnsan Hakları Beyannamesi’nin üçüncü maddesindeki hakkını iade etmez. Giden gitmiştir. Ne hakkı kalmıştır, ne hukuku… Ondan kala kala bir tek mirasçılarının içini soğutma zorunluluğu kalmıştır. Hayatta kalan kurbanların çektiği acıları da geri almaz. Hatta tam tersine yaralarına tuz basar ‘İyileştiriyorum.’ der, kabuğunu kopartıp kanatır ‘İrinini akıtıyorum.’ der. Adalet insanın sanal bir şeyi gerçek yapma çabasıdır ümitsizce. Yerini bulduğu söylendiği zamanlarda bile ne kurban ya da yakınları, ne de suçlu öyle düşünür. Kurban ve çevresi çektikleriyle kalır, hayatlarına eksik devam ederler, suçlu kazandığını düşündüğü şeylerin kıvancı veya vicdan savaşıyla… Bunlar adaleti ilgilendirmez. İşte bu yüzden kördür. İşine ne türlüsü gelirse öyle kördür. Okumak isteyen, babasının verdiği kişiye varmak istemeyen, ‘bozuk’ çıkan, gördüğü şiddete dayanamadığı için evine dönen çocuğunu infaz edenlere gözü kördür mesela… ‘Ana baba böyle şey yapmaz. Hele bir yapsın o zaman görür ne yapacağımı.’ der. Eşini döven, ölümle tehdit eden, takip eden, taciz edenlere de aklı kördür. ‘Aile içinde olur böyle şeyler. Karı koca arasına girilmez.’ der. Yaşı küçük diye oğlunun, akrabasının ya da hiç tanımadığı bir çocuğun eline silah tutuşturup onu namus(!) temizlemeye, vatan (!) kurtarmaya, borç tahsil etmeye gönderenlere de yüreği kördür. ‘Anasıdır, atasıdır…’ der. Koruyucu tıp vardır da, nedense koruyucu hukuk yoktur, göstere göstere gelen suçları durdursun…
Uçurtmanın ipini yakalamazsam kendimi elektrik tellerinde bulacağım kesin. Yalnız böyle giderse tellerin pek mecaz olmayacağından kuşkulanıyorum. :)) Bir dahaki mani dönemine kadar şimdilik hoş(!)ça kalın…
Günlük yazı yazmak çıkmaz
sokaktaki sırça köşkün bahçesindeki kuyudan su çekmek gibi bir şeymiş. Şimdi
siz “Tamam, senin zincirleme tamlamaya yeni anlamlar katan bir paragraflık
cümlelerine alıştık da, insaf et artık!” diyor olabilirsiniz. Merak etmeyin! O,
yukarıdaki uzun tanımlamanın her kelimesinin gerekçesini açıklayacağım.
“Kalliope! Kuyu inim inim
inler dışarıda. Yüreciğim dayanmaz vre! Açasın şu muslukları parakalo ya da ben
açayım!”
Bir buçuk aydır Salimiye İmparatorluğu’nun kapıkulesinin dışında bekliyoruz. Önce vezir-i azam Tetkikat Paşa’nın
eteklerine yüz sürmeli, o destur verdikten sonra da padişahımız efendimiz
Sıhhat-ül Selamet Han’ın huzuruna çıkıp gözümüzü gönlümüzü onun âli sıfatına
mazhar kılmalıyız.
İnsan kendisi hastayken (elbette çaresi olan hastalıklardan bahsediyorum) en rahat ruh halini yaşıyor. ‘Hastayım ya, var mı daha ötesi? Kendi kendimi iyileştiremeyeceğime göre, başkaları alsın o sorumluluğu… Oooh, gel keyfim gel!’
Eh, azıcık sıkıntısı olacak elbette. Burun bedendeki her damla sıvıyı çitilenmiş deliklerinden kusmak için fazla mesai yapacak. Beyin tebdil-i mekânda ferahlık arayarak kafatasının her santimetrekaresine ayrı omuz atacak. Bedenden dışarıya beş santimden fazla taşan her uzantı; eklemsiz ise sızım sızım sızlayacak, eklemliyse kas bağlantılarını kemiklerden cırtlı ayakkabı bağcıkları söker gibi ayırıp “Yürüme, tutma, kaldırma gibi işlemlere geçici ve belirsiz bir süre boyunca son verilmiştir. Bu emre uymamanın cezası sürüm sürüm sürünmektir.” diye bir tamim yayınlayacak. Göz kapakları ateşten dışarı uğrayan gözleri örtmek için kaz ayaklarının ve gözaltı torbalarının (yaşlanmak bazen güzel şey!) deri fazlalıklarından istifade edecek. Ciğerler o güne kadar sorunsuzca içeri kabul ettiği havanın her partikülünü birdenbire ince eleyip sık dokumaya başlayacak. “İiiiiğğğğ! Şunda egzos kalıntıları, halı süprüntüleri, deri döküntüleri, kâğıt tozuntuları var. Araya yanlışlıkla karışmış gibi duran oksijen ve azot atomlarını içeri alın! Kalan kısmı şöyle ağdalı, diyaframdan gelen bir öksürükle savın gitsin! Şehir kirliliği, deterjan püskürtüleri, üniversite kantinlerinden bâki pasif sigara içiciliği kalıntıları gibi daha önceden vizesiz girmesine izin verdiğimiz azınlıkları da araya serpiştiriverin. Bu vesileyle onlardan da kurtuluruz.” diye fetva verecek. Mide Oskarlık bir ölü rolü yapıp iki seksen uzanıverecek. Ağızdan giren katı şeyler bu kımıltısız duran asit yatağında takılıp kalacak ve sıvı takviyesiyle sektirilmeye çalışılan ilaçlara dahi zorluk çıkaracak. Katı ve sıvı atık sistemleri bir süre sersemlemiş ve birbirlerinin görev şekillerine özenmiş gibi davrandıktan sonra ‘Amaaaan, koyver gitsin!’ düsturunu benimseyecek. Olsun! İlacımı, üstümü başımı, yememi içmemi başkasının sırtına yıktım ya, o yeter bana! Ama işler tersine dönmeye görsün. Bir yakınınız hastaysa her şey değişiyor. Onun adına yüklendiğiniz sorumluluklar, kaygılarınızın yanında solda sıfır kalıyor. Elinizden gelenler sizi tatmin etmeye yetmiyor. Onu rahatlatmak için yaptıklarınız gözünüze öyle mikroskobik görünüyor ki, bir süre sonra kendinizi suçlu hissetmeye bile başlıyorsunuz. Bir de teşhis konma aşaması var ki, zaten o sürecin sonuna kadar ne kadar elim hastalık varsa kondura kaldıra kendinizi çoktan helak etmiş oluyorsunuz. Hasta yakını gündüzleri beklemek, sabretmek, bir evhamlanıp bir ümitlenerek kendine eziyet etmekle ve geceleri ölü gibi uyumak ya da kâbuslarla uyanmakla uğraşırken, hasta kendi cehaletiyle mutlu mesut (!), doktor kendi hayat gailesine dalmış yaşamlarına devam ediyorlar. Şu tanı konma aşamasında stresten koruma amaçlı narkotik, ipnotik, hibernetik – ya da Allah ne verdiyse, bir başka ‘-ik’ – uyku veya toptan koma gibi bir çözüm sunulabilmeli hasta yakınına artık. Tıp ve teknik bu kadar ilerlemişken bu konuya el atmamak, parmak basmamak, başvurmamak, göz önüne almamak, kulak kabartmamak, burun sokmamak, dil uzatmamak, diş geçirmemek olmaz. Demem o ki; bir an evvel teşhis konulmadığı takdirde en uçuk hastalık senaryolarına kafayı takmamak da mümkün olmuyor.
Velhasıl-ı kelam bir şeyler söyleyin artık doktor! Bir buçuk aydır sefil olduk. Tırnak batmasından ölür müyüm, ölmez miyim? :)))
Uzun zamandır çektiğim
sıkıntıların bir kısmını mizahla ballandırarak anlattığım dünkü yazımdan, son
günlerde ‘Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi…’ durumlarıyla meşgul
olduğumu anlamışsınızdır. Bir doktor yakını, bir tıbbi müessese çalışanı, bir hasta
ve bir hasta yakını olarak – Tıp Mezunu olmak dışında – sistemin ıncığına cıncığına şahit oldum. Bence olayın en sıkıntılı kısmı tanı koyma aşaması… Kan
al, film çek, yine kan al, ultrason, yukarıdan yutturuş, aşağıdan göz uyduruş,
damara müdahale, BT, MR, anjiyo ve saz arkadaşları… Teşhis: Akut hıçkırık!
Hani neredeyse Noah Gordon’un Hekim (The Physician) isimli kitabında anlattığı İbni Sina zamanlarına geri dönülse diyeceğim. Hastanın gözüne, tenine, beden sıvılarının rengine, kokusuna bakılarak teşhis konulduğu yıllara yani… İki günde teşhis konmuş olur. Tedavisi varsa vardır, yoksa yoktur. Hiç olmazsa ‘Aman şuyum mu var, buyum mu var?’ diye fazladan bir evham süreci yaşanmaz. Zaten günümüzde sağlıklı hisseden insanları bile kendinden şüpheye düşürmeye, tedirgin etmeye, hatta düpedüz korkutmaya varan bir bilgilendirme furyası var.
Siz turp gibiyim diyorsunuz, ama ya kulak memenizde fazladan bir kıvrım varsa veya elinizin orta parmağıyla yüzük parmağı aynı boydaysa… Vah vah! Ruhunuza el Fatiha! Bittiniz, mahvoldunuz! Kalp mi verelim, ciğer mi? Şeker mi alırsınız, tansiyon mu, yoksa kanser mi? Amanın! Yoksa patlıcan mı yiyorsunuz? Sakın ha! Şuna neden olur. Gerçi buna da iyi gelir, ama yarar / zarar oranını iyi hesaplamak lazım. Domatesin kabuğunu soyuyor musunuz? Katiyen olmaz! Hele şimdi mevsimi değil, zinhar tüketmeyin! Salçası mı? Çok zararlı! Mevsiminde de hormonluyorlar… Siz en iyisi onu toptan çıkarın diyetinizden.
Sağlığa o kadar takıntılandık ki, yaşamak nasıl bir şeydi unuttuk. Önümüze hamburgerle patates kızartması getirdiklerinde gözlerimizin önünden lömbür lömbür etleri pırtlamış insan görüntüleri, kapılardan sığmayan, sedyelerde morarmış dudaklar, korkudan pörtlemiş gözlerle yatan hastalar geçiyor. Kasap vitrinlerindeki etlere gözümüz ilişince ülkemizi işgale hazırlanan düşman ordularını görmüş gibi dehşetle irkiliyoruz. Yumurtanın sarısıyla beyazına dünyada eşi benzeri görülmemiş bir ayrımcılık politikası güdüyoruz. Hamur işlerini kapımızın eşiğinden içeri sokmamak için kanımızın ve irademizin son damlasına kadar savaşıyoruz. Buna karşın on yıllarımızı inanarak geçirdiğimiz birçok sağlık kaidesi çöp kutusunu boyladı. Süt ülsere iyi gelmiyor. Yumurta kolesterol yapmıyor. Çocukken ‘Protein almak şart.’ diye kafamızın etini yedikleri – ki o da kırmızı etti :)) – beslenme tarzı şimdi sadece çocukların harcı, ana babaları onları seyredip burunlarını çeksin artık…
Hastalıklara, sağlığımızı bozması muhtemel şeylere karşı bilgi, alet edevat ve ilaçla donandıkça iç huzurumuzu kaybediyoruz sanki. İşte o yüzden başka hiçbir konuda onaylamayacağım cehaleti bu konuda baş tacı etmeyi diliyorum zaman zaman. Her gün yaptığım egzersizden sonra “Oh, bugün de kalbimi korudum. Fazla kiloları, kolesterolü, lipidi defettim. Bir de yarın sabah uyanmayı başarırsam gerisi kolay.” diye düşünmek yerine sadece hareket etmiş olmanın zevkini – adrenalini, endorfini karıştırmadan – çıkarmak istiyorum. Zira dışarıda soluyacağım kirli hava, yemekte yediğim egzoz gazına doymuş şehir bostanı ürünü salata, evimi, giysilerimi temiz tutmak için havaya saldığım deterjan, haşerattan korunmak için püskürttüğüm böcek ilacı, başımın ağrısını geçirsin diye aldığım ağrı kesici toplanıp beni kündeye getirecekler zaten. E, o zaman ne olacak? Sistemime serbest radikaller salınacak. Hiiiii! Acilen bir antioksidan dozuna ihtiyacım var. Açılıııııııııın!
Bruno Catalano'nun Les Voyageurs serisinden 'Le Grand Van Gogh' isimli heykeli Diğer Çalışmaları (Sitesi) |
Oysa şimdi hanımlar boy kilo oranını tutturamazlarsa; önce eşinden dostundan suçlamalar, sonra ilan, reklam, mağaza tezgâhtarları yoluyla aşağılamalar ve en sonunda da sağlık personeli tarafından – nasıl oluyorsa her gün biraz daha düşen – o orana sadık kalmaları yolunda uyarılarla karşı karşıyalar. Beyler arabasının, telefonunun, elektronik eşyalarının, giyim kuşamının üzerinden gizli /açık denetimlere tabii tutuluyorlar. Çocuklar oturdukları semtlere, okudukları okullara, gittikleri kurslara, katıldıkları faaliyetlere, girdikleri sınavlara, tatilde gezdikleri yerlere göre sınıflandırılıyorlar. Bütün bunların gündelik yaşamınıza getirdiği yükü bir düşünün!
Sabah kalktınız. Yatak odası takımınız neredendi sahi? Montaj mobilya mı, mağazadan mı? Ay, yoksa siz hâlâ ebeveynlerinizin evlenirken aldığı yatağın üzerinde mi yatıyorsunuz? Banyoya elinizi yüzünüzü yıkamaya girdiniz. O da ne? Lavabonun kenarında gördüğüm alelade bir sabun kalıbı mı yoksa? Ya maazallah yatakta bir Myxococcus xanthus’a maruz kaldıysanız? Muhakkak bakteri öldüren bir sabun bulundurun, benden söylemesi. Hem o diş fırçanızın da değiştirilme zamanı gelmiş. İki haftadır kullanıyordunuz, değil mi? Hemen anlarım. Şu motorlulardan alın siz en iyisi! Diş macununuz neler yapabiliyor? Hmmm, arabanızı park ediyor, gece yatarken ışıkları kapıyor, yemekleri ısıtıyor demek. Demedi demeyin, bunların yeni modeli dişleri de temizliyor. Sahi kahvaltıda ne yiyeceksiniz? Sakın çay, peynir, ekmek demeyin! O, kafanızın içinde taş öğütüyormuşsunuz gibi ses çıkaran gevreklerde A’dan Z’ye tüm vitaminler var. Üstelik elyaf… pardon lif miktarı öyle iyi ayarlanmış ki, nazik noktalarınız işini görürken hiç zorlanmayacaktır. Hadi çocuğunuza hayvani besinlerden vermek zorundasınız diyelim. Bari ışıktan, mikroptan, sizin korkularınızdan, üreticinin maliyeti düşürmek için ilk iş olarak ücretlerini azalttığı veya düpedüz işten çıkardığı işçilerden koruyan kaplarda olanlarını tercih edin. Eviniz cephesine atılan kat kat yalıtım malzemesiyle sizi soğuktan, sıcaktan, yağmurdan, kardan, fırtınadan korurken doğayla, hayvanla, insanla aranızı fersah fersah açan cinsten olsun. Tabii o muhteşem (!) korumanın ömrü ilk uzunca elektrik kesintisine kadar olmak şartıyla. Arabanızı devamlı yenileyin ki, alfabenin tüm harflerini kullanan bilumum sistemleri bünyesinde barındırırken, lastiğini değiştirmek için aramanız gereken bir bijon gevşetici, bir kriko yerleştirici, bir kriko ile kaldırıcı, bir bagaj açıcı, bir stepnenin bagajdaki yerini tespit edici, bir stepneyi çıkarmak için basmak, çekmek, itmek gereken yerleri bilici, bir bu noktaları bulucu, bir o görevleri yerine getirici, bir stepne çıkarıcı, bir stepne yuvarlayıcı, bir patlak lastik sökücü, bir stepne takıcı, bir kriko ile indirici, bir bijon sıkıştırıcı, bir sizin sinirlerinizi yatıştırıcı ve en önemlisi bir de ‘Hıh!’ deyici olsun. Cep telefonunuzu da değiştirin… Öf! Ben sıkıldım, siz daha sıkılmadınız mı?
Şimdi bu yazı da nereden çıktı derseniz… Korteksimde kaynağı belirsiz bir noktadan gelen ve ‘Bugünkü yazıyı hâlâ yazmadın! Bugünkü yazıyı hâlâ yazmadın!’ diyen bir verici sinyalinin üzerimde yarattığı gerginliğin sonucudur. :))
Asuman Doğan'dan 'Ready for Lunch' Diğer Çalışmaları Doğan Art (Asuman ve Atanur Doğan'ın Sitesi) |
Teknik bir arızadan dolayı dün yazımı sizlere
ulaştıramadım. Bugün kendimi bu konuda gerekçeler uydururken yakaladım.
Elektrikler kesildi, çalışamadım desem… Yok, o bahaneyle ilgili haklarımı ilk
ve orta öğrenimim boyunca tepe tepe kullanmıştım. Başka ne olabilir? Hah!
Ö’rtmenim, ben aslında bu konuyu çok çalışmıştım, ama… diye başlasam. Cık! Bu
da olmaz. Okulda işe yaramıyordu, şimdi mi yarayacak? Trafik sıkışıktı,
yetişemedim??? Yok artık!
“Acaba ayağım burkuldu mu desem?”
“Yazıyı ayağınla mı yazıyorsun?”
“Ayağım burkulunca düştüm derim.”
“Eee, düştün de kalkamadın mı?”
“Yok, kalktım. Kalktım da… Bi’ baktım dizim
sıyrılmış.”
“Hay Allah! Bak, görüyo’ musun? Hep dizinden
kopya çektiğin için o günkü yazı da güme gitti desene…”
“Der miyim hiç? (Tüh! Bu da tutmadı.) Tabii
dizime bakmak için bacağımı büktüm. Bükünce kalçam bir acıdı, bir acıdı.”
“Tabii kalçan acıdığı için yazıyı burnunla
yazman gerekti. E, yetenek gani olduğundan mendil yetiştiremedin.”
“Hiç olur mu? Iıııııııı…. Ama sen de bi’
susmuyorsun ki, anlatayım. Şimdi, benim kalça aniden sancıyınca başımı hızla
geriye atmışım. Boynum tutuldu.”
“Kalem sağ elde, kâğıt ise kafanı
çeviremediğin tarafta kalınca bizim yazı sizlere ömür, di’ mi?”
“Yaaa, sorma! N’aparsın, kader işte!”
“Keşke kâğıdı görebileceğin tarafa çekmeyi
akıl edebilseydin.”
“Hıııııı… Ettim tabii, etmez olur muyum? Yazma
isteğim o kadar güçlü, o kadar güçlüydü ki, son anda o çözüm aklıma geldi. Ama
sen kâğıdı çekerken kolunu zorla… Kâğıt ağır tabii. Ben diyeyim 3,5 gram, sen
de 5 gram. Bir sırt ağrısı, bir sırt ağrısı… Sanki Gary Burton omurlarımda vibrafon çalıyor.”
“Vah vaaaaah! Kâğıdı kaldıramayan adam kalemi
nasıl tutsun? Keşke bir ağrı kesici alsaydın.”
“Bitmiş.”
“Eczane iki adım ötede!”
“Kapatmış.”
“Nöbetçi…”
“Yok! Kalmamış.”
“Deme!”
“İnek içmiş!”
“Hadi canım!”
“Dağa kaçmış!”
“Eeee?”
“Yanmış, bitmiş, kül olmuş!”
“Pes!”
Efendim? Gerçekte ne mi oldu? Ben size iki gün
evvel korteksten sinyal alıyorum demiştim ya… Meğer bu, sinyal vereyim derken fazla mesai yapmış. Sinyaller önce baget, sonra kös tokmağı, en sonunda da
atonal beste yarışmasına hazırlanan zangocun battal boy kilise çanlarına
dönüştü. Artık bütün kafa ve yüz kemiklerimin, yumuşak doku, kas ve
sinirlerimin, ağzımda kalan yirmi iki buçuk dişin tek tek hangi notaları
çıkardığını biliyorum. Benim kelle tek başına sekiz oktavlık ses
üretebiliyormuş.
Ağrı kesici mi? Bu konuyu yukarıda
açıklamıştım sanırım. :))
Robert Murase (mimar) ve Larry Kirkland (Heykeltraş) tarafından yapılan Janus heykeli (Fotoğraf Gregg Ness) Murase Associates Larry Kirkland'ın Sitesi Gregg Ness'in diğer fotoğrafları Blog |
Kafamdaki kampanaları susturmak için kendimi bir taraftan hızlı dondurma özelliğini tamamen tıbbi amaçlı kullanmak üzere buzluğa, bir taraftan İstanbul’a has gri, depresif, ıslak ve kirli havayı teneffüs ettiğim pencereye attığım o meşum günde gözüm gazetedeki burç falıma ilişti. İlk cümle: ‘Başarıya çok yakınsınız.’ Tüüüü! Bak, görüyo’ musun? Başarı benim adresi sonunda öğrenmiş, geliyor; bende kılık kıyafet, köpeklere ziyafet. Hadi eşofmanı artık cumhurbaşkanlığı köşkü hariç her yerde giyebiliyoruz, ama kafamdaki kenarı turuncu oyalı mor yemeniden çatkı biraz fazla kaçacak sanki. Belki de başarı o kadar yakın değildir. Üst baş düzeltecek vakit vardır. Okuyalım bakalım, başka neler yazıyor. ‘Kararlı tutum’, ‘Yabancıları içine alan gelişmeler’, ‘Olumlu sonuçlar’, ‘Yeni bir hayat görüşü edinme fırsatı’, ‘Başkalarından destek’… Yani düşünsem, ayarlasam bundan güzel fal olmaz. Olmaz da be kardeşim durdun, durdun bugünü mü buldun? Başarı şansımı kaçırmamak için bir şeyler yazmam lazım herhalde. Ama bırak yazıyı, daha sözcükleri oluşturan harfler aklıma geldiğinde kulaklarımı beyin-omurilik sıvısı basıyor. Her saniye biraz daha genişleyen beynime yer açmak için burnumdan nohut taneleri sokmayı (Yoksa siz kafatası kemiklerini açmakla ilgili o ünlü hikâyeyi bilmiyor musunuz? Hiç bana bakmayın, söylemem. Söyleyemem. Öğğğ! Bilenler bilmeyenlere anlatsın.), şakaklarıma matkapla hava delikleri yapmayı ya da Hannibal Lecter misali sorunun köküne inip (yoksa tepesine çıkıp mı desem) kafamın içini toptan ziyarete açmayı düşünürken olacak şey mi bu? Gene de bu fırsat kaçmaz. Tıpkı orada yazdığı gibi kararlı olmalıyım. Nasıl başlasam yazıya? ‘Karşıdan gelen adam dik dik benim pencereye bakıyordu.’ Aman, pek güzel oldu! Bir nefeste anlamlı, derli toplu bir cümle oluşturmayı başardım. Yalnız adam hakikaten benim pencereye bakıyor. Hatta arkadan gelen, elindeki torbaları güvercinler gibi iki yana salına salına taşıyan kadın da bu tarafa bakıyor. Hiiii! Yoksa falın ‘Yabancıları içine alan gelişmeler’ dediği bu muydu? Kesin öyle! Çünkü adam suratıma baka baka gülüyor. Kadın daha terbiyeli çıktı, güldüğü belli olmasın diye kafasını çeviriyor. Tamam, anladık! İnsan her gün çatkısının altına donmuş bezelye, bamya torbaları sıkıştırmış, evin içinde taktığı güneş gözlüğünden burnuna bandi çay torbaları sarkıtmış birini görmez. Ama bu kadar da alenen gülünmez ki. Bak, bak! Şimdi de taksi durağındakiler başladı. Ha, ben anladıııım! Şimdi de falın ‘Olumlu sonuçlar’ kısmı çıkıyor. Herkesin kasıklarını tuta tuta gülmesinden daha olumlu bir sonuç olabilir mi? Şimdi sıra bir sonraki adıma geldi. Anlaşıldığı üzere, sokakta ‘yeni bir hayat görüşü edinme fırsatı’ taze bitmiş. Kafayı biraz kaldıralım. Hmmm. Karşı komşunun ağzı da iki kulak arasına dişlerden çamaşır asmış. Damdaki kargalar da gülüyorsa, vay halimize… Amanın, kargalara bakayım derken gökyüzünün beyazlığı sorgu projektörü gibi gözlerime saldırdı. Şimdi seken kurşunlar misali kafamın her santimetre karesini ayrı döver bu ışınlar. Buyurun bakalım, sağ gözüm soldaki arkadaşını, arkadaşı da onu görmeye çalışıyor. Ben bir tanesine katlanamazken, her şeyi iki görüyorum. Ama her işte bir hayır var derler. İşte size ‘Yeni bir hayat görüşü’… Çift mift… Görüş mü? Görüş! Şimdi bir de tezgâha, masaya, kanepeye, sandalyeye, duvara yaslana yaslana yatağa ulaşabilirsem falımdaki son kısım da çıkacak. ‘Başkalarından destek’… Ondan sonra gelsin başarı… başaarııı… başaaarıııııı… başaaaarıııııı… başaaaaarııısııı… başaaaaaaarısıııı… başaaaağrısııı… başaaaağrısı… BAŞ AĞRISI!!!!!
Vallahi bu astrologlardan korkulur. Adam şıp diye bilmiş benim başımın ağrıyacağını… :))
(???? ?????) |
Bilmece
bulmaca…
Yukarıda
resmi görülen kişinin adı ve soyadı aşağıdaki soruların cevabında gizlidir. Her
cevabın ilk harfi bu kişinin adının bir harfini oluşturacaktır. Cevap vermek
isteyenler bana özelden ulaşırlarsa, herkes araştırma yapmak için fırsat
bulabilir diye düşündük. Araştırırken eğlenenlerdenseniz, buyurun caz
bilmecesine… Maalesef çoktan seçmeli olan bu sınavın şıkları yolda gelirken
kamyonetin arkasından düşmüş. Siz gene de önce kolay sorulardan başlayın.
Zorlarla vakit kaybetmeyin. CvBSYS (Caz ve Bilmece Severler Yerleştirme Sınavı)
sonuçları bir gün sonra açıklanacaktır. Kolay gelsin!
*
Caz piyanisti ve Misty isimli parçanın bestecisi (****** ******) onun hakkında ‘Bahsedilen şey
büyüklük ise iki isim var. Biri Art Tatum, diğeri ……..’ demiştir.
*
1928 yılında grubuyla birlikte Chicago’da, bazıları tarafından modern Robin
Hood olarak görülen, dönemin en ünlü gangsterlerinden birinin (** ******) kontrolündeki bir kulüpte çalmaya
başladı.
*
Yirmi yıl kadar şöhretinin gölgesinde yaşadıktan sonra 1964 yılında yeniden
keşfedilmiş, ölene dek pek çok sanatçıyla birlikte çalışmıştır. Bunlardan biri
de Rolling Stones dergisinin En Büyük 100 Gitarist Listesinde 8. sırada olan
bir sanatçıdır. (** ******)
*
1928 yılında yakın dostu olan ve dünya çapında ünlenecek bir caz sanatçısıyla
(***** *********) birlikte düet
yaptıkları King Oliver bestesi en önemli caz kayıtlarından sayılmaktadır.
**
Hard Bop stilinin öncülerinden sayılan 1928 doğumlu bir piyanist (****** ******) onun hakkında ‘Son derece kendine has
bir stili vardı. Ondan başka hiç kimse, hiçbir piyanist aynı sesi bulamadı.’
demiştir.
**
Müzik hayatına Pittsburgh’da başlamakla birlikte, 1925 yılında o sırada cazın
başkenti sayılan ‘Rüzgarlı Şehir’in bulunduğu bir Orta Batı Eyaletine (********)
geldi.
**
Grubunun çaldığı kulüp kapatılınca ülke çapında turlara çıkmıştır. Duke
Ellington’un hastalığı sırasında onun grubunda yerini doldurduğu sürede yapılan
kayıtlar aradan otuz yıl geçtikten sonra dahi, 18 Eylül 1851 de yayın hayatına
başlamış, ünlü bir Amerikan gazetesinde (***
**** *****) övülmüştür.
**
Eşlik ettiği solistler arasında 14 Grammy Ödülü ile 1967 yılında aldığı Yaşam
Boyu Başarı Ödülü sahibi olan bir şarkıcı da vardır. (**** **********)
**
Son şovunu, başrollerinde Michael Douglas ve Karl Malden’in oynadığı 70 li
yılların bir TV dizisine adını vermiş olan şehirde yapmıştır. (*** *********)
(Earl 'Fatha' Hines) |
*
Caz piyanisti ve Misty isimli parçanın bestecisi (Erroll Garner) onun hakkında
‘Bahsedilen şey büyüklük ise iki isim var. Biri Art Tatum, diğeri ……..’
demiştir.
*
1928 yılında Chicago’da bazıları tarafından modern Robin Hood olarak görülen
dönemin en ünlü gangsterlerinden birinin (Al Capone) kontrolündeki bir kulüpte çalmaya başladı.
*
Yirmi yıl kadar şöhretinin gölgesinde yaşadıktan sonra 1964 yılında yeniden
keşfedilmiş, ölene dek pek çok sanatçıyla birlikte çalışmıştır. Bunlardan biri
de Rolling Stones dergisinin En Büyük 100 Gitarist Listesinde 8. sırada olan
bir sanatçıdır. (Ry Cooder)
*
1928 yılında yakın dostu olan ve dünya çapında ünlenecek bir caz sanatçısıyla
(Louis Armstrong) birlikte düet yaptıkları bir King Oliver bestesi en önemli
caz kayıtlarından sayılmaktadır.
**
Hard Bop stilinin öncülerinden sayılan 1928 doğumlu bir piyanist (HoraceSilver) onun hakkında ‘Son derece kendine has bir stili vardı. Ondan başka hiç
kimse, hiçbir piyanist aynı sesi bulamadı.’ demiştir.
**
Müzik hayatına Pittsburgh’da başlamakla birlikte, 1925 yılında o sırada cazın başkenti
sayılan ‘Rüzgarlı Şehir’in bulunduğu bir Orta Batı Eyaletine (Illinois) geldi.
**
Grubunun çaldığı kulüp kapatılınca ülke çapında turlara çıkmıştır. Bu sırada
Duke Ellington’un hastalığı sırasında onun grubunda yerini doldurduğu zaman
yapılan kayıtlar aradan otuz yıl geçtikten sonra 18 Eylül 1851 de yayın
hayatına başlayan ünlü bir Amerikan gazetesi (New York Times) tarafından
övülmüştür.
**
Eşlik ettiği solistler arasında 14 Grammy Ödülü ile 1967 yılında aldığı Yaşam
Boyu Başarı Ödülü sahibi olan bir şarkıcı da vardır. (Ella Fitzgerald)
**
Son şovunu, başrollerinde Michael Douglas ve Karl Malden’in oynadığı 70 li yılların bir TV dizisine adını vermiş olan bir şehirde yapmıştır. (San
Francisco)
Carl Skepper (2B2H)'ten Dream Orb isimli fraktal çalışma Diğer Çalışmaları 1 Sitesi |
Ne zamandır şarkılardan
bahsetmiyoruz. Bugün bir ‘dönem şarkısı’ nasıl oluyor onu anlatacağım. Burada
dönem derken kastedilen 60ların, 70lerin şarkıları anlamında bir şey değil, anlatmak
istediğim sizin dönemleriniz. (Hayır, efendim! Picasso’nun Mavi Dönemi gibi
bir şey de değil!) Bazen dramatik olaylar öyle üst üste gelir ki, iddialı bir
yaşam görüşü kazandığınızı düşündüğünüz bile olur. Bir nevi hidayet anı! İşte
böyle durumlarda birazcık şansınız varsa, sizin ‘hido’ flaşı çaktığı anda müzik
dinlemiyorsunuzdur. Hiç olmazsa bol sıvı ve vitamin takviyesiyle, üç gün kafa izni alarak bu soğuk algınlığı benzeri durumu atlatma ihtimaliniz olur. Gerçi
nüksetme tehlikesi de oluyor, ama kendinize bir hafta sonra hâlâ geçmemişse
doktora (burada kastedilen doktor, kafa didikleyici cinsindendir)
görüneceğinize dair söz verirseniz şıp diye geçiyor. Kim ister kendi ayağıyla –
sözüm meclisten dışarı – deli doktoruna gitmeyi? (Psikiyatrist ve / veya
psikologlar bunu duyunca kazan kaldırmasınlar. Yakını, akrabası, karısı, kocası
psikiyatrist olanlar bile alt beyinlerinde hâlâ bu önyargıyla maluller. Ben
dobra dobra yazmışım, çok mu? Hem pratikte bunun dişçi korkusundan ne farkı
var? Biri dişimizi kurcalayıp canımızı acıtacak diye korkuyoruz, diğeri
kafamızı… )
Ama eğer bu aydınlanma anında yanınızda yörenizde bir şeyler çalıyorsa, durum vahim demektir. Sizin on
mumluk ‘hidayet’ beyninizi ışıldatırken, çalan şarkı da yüreğinize tırnaklarını geçiriverir çünkü. Siz de beyninizle yüreğinizin simbiyotik yaşam
zannettikleri, ama aslında dramatik bir tahterevalli sürecinden başka bir şey
olmayan o dönülmez yola girmiş olursunuz. Beyin yukarıda bahsettiğim üzere –
çoğunlukla korku belasına – kendini daha çabuk toparlarsa da, yürek uzun süre
dokuz sekizlik bir ritim tutturur. Aklınız “Göz var, izan var. O sırada öyle
bir çıkarımda bulunmak sana doğru gelmiş olabilir, ama artık sayıyla kendine
gel! Bak, üçten geriye sayıyorum! Parmağımı şaklattığımda uyanacak ve bunların hiç birini hatırlamayacaksın!” derken, gönlünüzde hülyalı bir ses “Hiii! Gene o şarkı çalıyor. Eridim, bittim. Kova, paspas ne varsa kapıp gelin,
toplayabildiğiniz kadarımı kurtarın!” diye goygoylanmaktadır. Yüreğin bu
havalanmalarına fazla dayanamayan beyin dengesini tekrar kaybeder. Şarkıyı her duyuşunda
olayı yeni baştan yaşamaya başlar. (Belediyenin 1179. defa kazdığı caddede
yürürken nasıl da ‘I have often walked down this street before’ çalıyordu.
Hatta görmeyip ayağımı çarptığım kaldırım taşından bile ‘But the pavement
always stayed beneath my feet before’ diye ses geldi sanki. İşte o an… o an! O
kutsal anda ayağımın acısıyla zıplarken, kafamı da yan apartmanın bahçesinden
sarkan leylak ağacı dalına tosladım ya… Güzelim çiçekler dönüp; ‘Are there
lilac trees in the heart of town?’ demez mi? Üstelik bir elim ayağımda, bir
elim kafamda belediye çukurunun dibini boylamış, iki seksen yatarken ‘Can you
hear a lark in
any other part of town?’ eşliğinde kuş sesleri dinleyip, gündüz vakti bir
milyon yıldız saydığımı nasıl unutabilirim?) Oysa o sırada yüreğin kulağı başka
şarkılara kabarmaya başlamıştır bile. İşte böyle; bir beyin çıkar yürek iner, bir yürek çıkar beyin iner. Ta ki belediyenin yol ekibinden biri; “Yav’ abla senin
or’da işin ne? Hele bi’ el ver de, çekip çıkarak. Yukarı gelince bi’ doktora
görün iyisi mi!” diyene kadar. O sırada kuşlar susmuş, yıldızlar yeniden güneşe
mağlup olmuş, yürek öbür şarkıların peşinden uçup gitmiş, elinizde kala kala
“Where you live… trık… where you live… trık… where you live… trık… (Hay ben
senin) where you live(ine)…trık!” diyen bir beyin ile meşhur ‘doktor’ korkunuz
kalmıştır. Çukurdan çıkar çıkmaz “Ne doktoru ayol! Ben turp gibiyim. Günde kaç
defa düşüyorum bu çukurlara ben, senin haberin var mı?” diyerek çağanoz gibi
yan yan oradan uzaklaşırsınız. Tabii döne(n)m şarkınızı defedebilmek için ‘Daaaha düüün annemiziiiiin’ veya ‘Daaaaağ baaaaşını duuuuman aaaaalmııııış…’ gibi
klasik çözümlere mecbur kalmanız çok mümkün.
O yüzden siz, siz olun; üst üste gelen olaylar, ayağınıza ve / veya
başınıza (ki kişisel tecrübelerime göre genellikle birbirini takip ediyor)
alacağınız darbeler size yeni bir hayat görüşü kazandıracakmış gibi olursa iki
elinizle kulağınızı kapatıp ‘Duymuyorum kiiiii!’ diye en az üç defa bağırın.
Dönem şarkılarından ve bunların yol açacakları Stockholm Sendromundan
kurtulmanın yegâne çaresi budur. :))
Jason Poturica'dan Heaven and Hell Diğer Çalışmaları Sitesi (Ana Giriş) Blog 1 Blog 2 Fotoğraflar |
Sabah kalktınız, dışarı çıktınız. Neler görürdünüz örneğin. A, biliyorum. Ortalık bisiklet dolu. Bir tane bile araba yok. Herkes birbirinin haklarına saygılı. Bisikletliler sağlıklı yaşam (cennette neyin sağlıklı yaşamı olacaksa artık) yürüyüşüne çıkmış olanların yanında yöresinde huzur içinde pedallıyorlar. Bakın hiç etraftaki otu, çiçeği, ağacı, börtü böceği söylemiyorum. Çünkü hepimiz biliyoruz ki ‘cennet gibi bir vatanımız’ var. Yani o konuda yeni bir düzenlemeye gerek yok. Şey… Belki şu apartmanlardan bir iki katı kırpabiliriz. Amanın! Benim oturduğum daire de güme gitti, görüyo’ musun? Neyse kendime şöyle bahçe içinde ve muhakkak bahçıvanlı (bana hizmet edilmesine meraklı olduğumdan değil, sadece elime bırakılacak bahçenin akıbetinden korktuğumdan), tek katlı, beş kütüphane (bizim evdeki kâğıt fazlası anca sığar) bir salon, mini mini (!) bir ev yapayım. Nerede kalmıştık? Evet, bisikletinizle temiz havada, zevkle yaptığınız yolculuktan sonra işinize ulaştınız. Bisiklete park yeri aramaya hiç gerek yok. Elinizi üzerinden çeker çekmez – hokus pokus – ortadan kayboluyor. Merak etmeyin, akşam eve dönerken şu anda elinizde yoktan var olmuş bilgisayar çantasının yerini o alacak. (İtiraf edin! Benim fikrim Jetgillerdeki katlanır araba fikrinden daha iyi…) Aaa, söylemeyi unuttum. İşe gelirken yol boyunca halet-i ruhiyenize, temponuza ve günün anlam ile ehemmiyetine uygun parçalar vardı kulağınızda. Dikkat! Kulaklığınızda değil, kulağınızda… Sizin kulak iyi bir DJ midir bilemem, ama benim ki üç futbol sahası boyunda olduğundan içinde birkaç DJ kuyrukları birbirine dolanmadan yaşayabiliyor. Birini beğenmeyince öbürünü dinliyorum. Konumuza dönelim. Hiç istemeyerek de olsa ofisten içeri adımınızı atıyorsunuz. (‘Madem istemiyorsun, işe gelmeyi nereden çıkardın cennetin göbeğinde?’ diye soranları duyar gibiyim. Azıcık sabredin!) Randevular, toplantılar, iş telefonları, raporlar, sözleşmeler, hafif dozda ağız dalaşları, hallolmayan bazı konuları sihirli değneğinizle düzeltmeler (o kadarcık cennet torpili de oluversin artık), müdürünüzle gerilim dolu (ama sonu iyi biten) konuşmalar, evden eksikleri ve sorunları bildiren aramalar gibi şeyler olurken pencerelerin dışında fırtınalı, yağmurlu, kirli, berbat bir gün var. Ama işten çıkınca bir bakıyorsunuz, gene pırıl pırıl bir bahar sabahı. Önünüzde hâlâ istediğiniz gibi değerlendirebileceğiniz koskoca bir gün var. (Şimdi anladınız mı araya soktuğum o iş saatlerinin kıymetini?) Canınız da nasıl gezmek istiyor. Bir de nereye gideceğinize karar verebilseniz. Siz o işi Cennet Turizm’e bırakın. Madem bisikletlisiniz, sizi önce düzayak bir yerlerde ağırlayalım. Mesela Büyük Sahra nasıl? Kumullarda bisiklet sürülmez mi? Kim demiş? Burası cennet, biz de Cennet Turizm’iz. Bizde olmaz, olmaz! Kumların üzerinde ancak çöl yılanı kadar iz bırakarak pedallamanın keyfini size yaşatmazsak gözümüz açık gider. (Nereye gider yahu? Zaten cennetteyiz.) Çölde saatlerce ağız kulaklarda gezip dolaşınca susayacaksınız tabii. Sizi derhal yağmur mevsiminde Muson Ormanları’na alalım. Hiç durmadan pedallamaya devam. Sadece kafanızı kaldırıp ağzınızı açacaksınız. Hiç endişe etmeyin o girift doğanın içinde hiçbir yere toslamadan, batıp çıkmadan, sadece yeşilliğin keyfini çıkararak pedal basmanızı sağlamak bizim işimiz. Hatta havaya açtığınız ağzınıza zaman zaman lezzetli meyveler düşerse zevkine varmaktan çekinmeyin! (Elma hariç! Onu yiyince kendinizi dünyada, üstelik de çırılçıplak buluveriyorsunuz. Ondan sonra işin yoksa şehrin göbeğinde incir yaprağı ara.) Sonunda yorulacaksınız elbette. Şöyle diyelim; dinlenmeyi dilediğiniz bir yerde konaklamanız için istediğiniz konforda bir mekân her an hazır ve emrinize amade. Yalnız eğer dünyalı kafasıyla düşünür; “Of, bugünlük bu kadar yeter. Şimdi mükellef bir yemek yer, yatarım. Sabah ola, hayır ola!” derseniz, geçmiş olsun. Bir günlük kişiye özel cennette zaman sizin keyfinize göre işler dediysek de, her şeyin bir sınırı var. Bir kere gece olup uykuya daldınız mı, sabah uyandığınızda kendinizi 2011’de, evdeki yatak odanızda buluyorsunuz. Benden söylemesi…
***Sevgili Amcam (1927- 5.12.2012) umarım cennetindesindir, seni çok özleyeceğiz. Dave Brubeck'e de bizden selam söyle...
Kelly Hofer'dan 'Family' isimli çalışma Diğer Çalışmaları Sitesi / Blog |
Bu durumda doğuma kadar anne karnında geçirilen süreç herhalde kendiniz için yaşadığınız en uzun zaman dilimi olarak sayılabilir. Gerçi arada sırada dışarıdan “Hadi yavrum! Bi’ tekme at da baba görsün!” gibilerinden müdahale ediliyorsa da, canınız istediği gibi yayıla yayıla yaşar gidersiniz. Muhtemelen ‘eniniz dar’ gelmese orada kalmayı tercih ederdiniz, ama ne çare… Doğduğunuz andan itibaren ise kendiniz için yaşamak bir hayaldir artık. “Eeee, bu emip emip uyuyo’!” diyen acemi annenize, “Çocuğu sırt üstü yatırmak lazım.” “Cık! Hiç olur mu? Başının arkası düzleşir. Yüz üstü yatırmak lazım.” “Çıldırdınız mı? Kendi kusmuğunda boğulur, Allah saklasın! Midesi boşalsın diye sağına yatırmak gerekir.” “Siz hangi çağda yaşıyorsunuz? İyi bir uyku için insanların soluna yatması şart diyor uzmanlar. Sağ beyinle sol beyin…” diye aralarında tartışan nineler ve hanım cinsinden yakın akrabalarınıza, “Yahu çocuğu çekiştirip durmayın! Yirmi birinci parmağını koparacaksınız.” diye dalgasını geçen dedelerinize, evdeki hayhuydan sıdkı sıyrılmış, muhtaç olduğu ilgiyi TV’deki maçta arayan babanıza inat poponuzu dönüp fosur fosur uyursunuz gerçi. Ama gözlerinizin açık olduğu her an yaşamınız bir başkasına aittir. “Bak, bak! Gördün mü? Bu bakışı aynı ben!” “Asıl demin kafasını çevirirken on üç buçuk derece sağa yatırdı ya, aynı bizim oğlanın bebekliği…” “Burnu da büyük halanın kuzeninin baldızının küçük eniştesine benziyo’.” Bu cümlelerle büyüyen bir bebeğin kendi yaşamının efendisi olacağına ne kadar inancı kalabilir ki? Başınızı tutmaya başlarsınız, emeklemeniz beklenir. Emeklersiniz, “Aaa, bu hâlâ yürümüyor mu? Yan komşununki koşturuyor ayol.” “Kaç aylık o?” “Yedi yaşında!” konuşmalarıyla ensenizde boza pişer. Siz her gelişme gösterdiğinizde kendi yolunuzu açtığınızı zannederken, o yolun aslında sizden önce geçenlerin iz bıraktığı bir patika olduğunu, ileride gözüken ‘nurlu ufukların’ ise sandığınız gibi özgürlüğe değil, büyüklerin hakkınızda kurduğu parlak hayallere ait olduğunu fark edersiniz. Daha “Aaa!” derken, “Anne dedi! Vallahi anne dedi!” diye çığlıklanırlar. Ayaklanırsınız, “Aman benim yavrum kocaman mı olmuş? Okullara mı gidecekmiş?” diye havale geçirirler. Okula gidersiniz, “Ben senin yaşındayken sınıf birincisiydim.” diye böbürlenirler. Yok! Hiç bakmayın! Sınıf birincisi olursunuz, diye başlamayacağım. Ama kendiniz için yaptığınıza inandığınız pek çok şeyi aslında aileniz, akrabalarınız, yakınlarınız, tanıdıklarınız, arkadaşlarınız, idolleriniz, akıl hocalarınız, eşiniz, çocuklarınız için yaptığınızı, yaşamınızın büyük bir kısmını kendinizden başkaları için yaşadığınızı söylemekten de vazgeçmeyeceğim. “Eee, ne olmuş yani? Kötü bir şey mi bu?” diye sual ederseniz, boynumu büküp “Kötü bir şey değil elbet. Ama insan arada sırada kendisi için de bir şeyler yapmak ister, yapmalıdır.” derim en fazla.
Yılbaşı çılgınlığında siz de benim gibi fazla açıldıysanız (ekstre gelene kadar bilmiyormuş gibi yapabiliyordum hiç değilse) bu yazıyı okur teselli bulursunuz diye yazdım. İyi etmiş miyim? :))
Pierre Beteille'den 'Gone With the Wind' Diğer Çalışmaları Sitesi |
Aaah ah! O olmasa ben size neler, neler yazardım… Ne politik makaleler (bugünlerde öyle kaşınıyor ki kalemim bu konuda), ne magazin dedikoduları (Caz ve bisiklet hakkında tabii, siz ne düşünmüştünüz? Mesela caz ile bisikletin üç aşağı beş yukarı aynı tarihlerde doğduğunu biliyor muydunuz? Yaaa! Şimdi aslında şöyle olmuş… Aman Mübine Hanım bu satırları görürse yanarım…), ne fantastik öyküler (Efendim? Bu yazdığım mı? Hıh! Bu da bi’ şey mi? Mübine olmasa… Ooooohooooo!), ne sanat yazıları (Şimdi; ‘SAN’ sanmak fiilinin emir kipi, ‘AT’ da atmak fiilinin… Yani sandığım her şey hakkında atabilirim.), ne polisiye, korku, gerilim, mizah, bilimkurgu… Ehem… Yani çok şey kaçırıyorsunuz bu Mübine Hanım’ı baş sansürcüm olarak atadığımdan beri. Neyse… Umarım bu yazımda onu anlattığım için biraz merhamet eder…
YAYINLANABİLİR.
İmza
Mübine Kılıkırkyarar
“Günaydın, ben bilmemne
vergisini yatırmaya gelmiştim.”
“Bilmemne vergisi mi? Hiç duymadım.”
“Nasıl olur? Üç ay önce resmi gazetede yayınlanmış. İki gündür de bütün gazeteler manşet yaptılar. ‘Aman bilmemne vergisini yatırmayı unutmayın! Süresi şu tarihte doluyor. Ödemezseniz evinize haciz gelir, banka hesaplarınız bloke olur, hayatınız kayar.’ diye çarşaf çarşaf yayın yapıyorlar. Dün televizyonlarda bütün ‘haber çıpalarımız’ dillerini damaklarında şaklata şaklata bu konuda duyurular yaptılar.”
“Allah Allah! Bize hiçbir talimat gelmedi. Bi’ dak’ka amirime sorayım.”
“Sorun siz, ben beklerim!”
“Han’fendi, yok öyle bi’ vergi. Bakın amirim bile bilmiyo’. Siz yanlış anladınız herhalde.”
“Hay Allah! Şimdi bizim eve haciz gelmeyecek mi yani?”
“Borcunuz harcınız yoksa niye gelsin?”
“Peki, o zaman! Sağ olun! İyi günler!”
“Hiç böylesini de görmedim. Olmayan vergisini yatırmaya gelmiş şaşkın.”
Wiktor Klette'den 'Going to Town' Diğer Çalışmaları |
“Bilmemne vergisi mi? Hiç duymadım.”
“Nasıl olur? Üç ay önce resmi gazetede yayınlanmış. İki gündür de bütün gazeteler manşet yaptılar. ‘Aman bilmemne vergisini yatırmayı unutmayın! Süresi şu tarihte doluyor. Ödemezseniz evinize haciz gelir, banka hesaplarınız bloke olur, hayatınız kayar.’ diye çarşaf çarşaf yayın yapıyorlar. Dün televizyonlarda bütün ‘haber çıpalarımız’ dillerini damaklarında şaklata şaklata bu konuda duyurular yaptılar.”
“Allah Allah! Bize hiçbir talimat gelmedi. Bi’ dak’ka amirime sorayım.”
“Sorun siz, ben beklerim!”
“Han’fendi, yok öyle bi’ vergi. Bakın amirim bile bilmiyo’. Siz yanlış anladınız herhalde.”
“Hay Allah! Şimdi bizim eve haciz gelmeyecek mi yani?”
“Borcunuz harcınız yoksa niye gelsin?”
“Peki, o zaman! Sağ olun! İyi günler!”
“Hiç böylesini de görmedim. Olmayan vergisini yatırmaya gelmiş şaşkın.”
……………
“Merhaba! Kart borcumu
ödeyecektim.”
“Aliiim kartınızı!...??!!??
Sizin borcunuz yok ki…”
“Nasıl olur? Bu ay dünyanın
harcamasını yaptım. Acaba kart numarasını mı yanlış girdiniz?”
“Ne münasebet! Ben üç
buçuk aylık memurum, hiç böyle bir hata yapar mıyım? Gözümle gördüğüm numarayı
yanlış…. Iııııı….. bi’ dak’ka…. Sistem yanlış almış. Ben doğru girmiştim, ama
bu şaşkaloz sistem… ehem… yani sistemimizi yeniliyoruz da… Sizi beklettiğimiz
için özür dileriz. Bi’ dak’ka kayıtlarınıza ulaşıyorum… ulaşıyoruuuuum….
Ulaştım! I-ıh borcunuz yok han’fendi.”
“Siz yine yanlış girmiş…”
“Rica ederim tecrübeme güvenin han’fendi. Makinenin yaptığı hatanın suçunu da bana atmayın lütfen.
İşte bakın sizin için üçüncü defa giriyorum. Borcunuz yok görünüyor.”
“E, peki! N’apalım?
Teşekkürler. Hoşça kalın.”
“Şehrin bütün şapşalları
da beni bulur.”
“Efendim?”
“Hiç! Şap şap yağmur
yağıyor dışarıda. Siz değerli ve özel müşterilerimizin ıslanmasını hiç
istemeyiz. Hatta bu konuda bir kampanyamız var, bilgi vermemi ister miydiniz?”
“Yok! Sağ olun! Ocakta yemeğim vardı, şimdi hatırladım.”
………..
“Flaş! Flaş! Flaş!
Günlerdir yayınlarımızda uyarmaya çalıştığımız bilmemne vergisiyle ilgili genelgenin vergi dairelerine ulaşmadığı ortaya çıktı. Konuyla ilgili soru
yönelttiğimiz kaynaklar genelge ve talimatların bu akşam itibarıyla gerekli
yerlere ulaştırıldığını, vergi mükelleflerinin borçlarını son gününü beklemeden
yatırmaları ve kuyruklara kalmamaları gerektiğini söylediler. Şimdi reklamlar…”
“ParaParaPara Bankasının
yeni kampanyasında yarın son gün! Sırf siz değerli müşterilerimizin gül hatırı
için borç kesim tarihlerinizi taaaaaaam bir gün ileri aldık. Bu iyiliğimizi
unutmayın! Aşağıdan karınca duası gibi geçen yazıyı okumayı da ihmal etmeyin.”
“Sen görebildin mi?”
“Evet!”
“Hadi ya! Ne yazıyordu?”
“Görebildim dedim,
okuyabildim demedim. O yazıyı ancak Usain Bolt, o da yüz metre rekorunu tekrar
kırmayı denediği sırada okuyabilir.”
“Neyse, ben yarın yine
gideceğim nasıl olsa…”
……….
“Üç saattir kuyrukta tabanlarım şişti. Dün burası bomboştu. Bugün hangi verginin son günü de, insan
yağdı buraya?”
“Han’fendi! İşim başımdan
aşmış zaten. Sohbet edecek halim mi var? Siz ne için gelmiştiniz?”
“Bilmemne vergisi için.
Hani dün de gelmiş…”
“E, bi’ de hangi verginin son günü diye soruyorsunuz.”
“Nas’sı yani?”
“Uzatmayın da ödeyin! Hem son güne kadar bekliyorsunuz, hem de tabanlarım şişti diye tantana
ediyorsunuz.”
………….
“Ay, bugün emekli maaşı
falan mı dağıtıyorsunuz? Nedir bu bankanın hali?”
“Sormayın han’fendi! Son
kampanyamıza katılan bazı çok değerli müşterilerimiz alt yazıyı
okumadıklarından borçlarını geciktirmişler. Onun kavgası var. Size nasıl yardımcı olabilirim?”
“Kart borcumu
ödeyecektim. Gerçi dün borç gözükmüyordu ama…”
“Al bi’ tane daha!”
“Efendim?”
“Han’fendi! Siz de
kampanyamızın kurb… şey yani kampanyamıza katılan çok özel müşterilerimizden
olduğunuz için son ödeme gününüz bugünmüş.”
“Ama nasıl olur? Ben
kampanyaya katılmadım ki…”
“Kampanyamız isteğe bağlı
değildir han’fendi! ‘Ben girmiyorum.’ diyemezsiniz öyle kendi kafanıza… Hem alt
yazıyı okusaydınız böyle olmazdı.”
“Ama okunmuyo’du ki! Hem
ne vardı o yazıda?”
“Ben ne biliiiim? Okuyamadım ki. Ama kampanyamız uyarınca borç kesim tarihinizi taaaaam bir gün
öne aldığımızdan son ödeme tarihini de aynı güne çektik. Böyle muazzam bir iyiliğin bütün faturasını bankanın üstlenmesini bekliyor olamazsınız herhalde…”
(????? ???????) |
* 16
yaşındayken ‘Tin Roof Blues’ şarkısının yazarı, davulcu ve grup lideri olan
kişinin (*** *******) orkestrasına
katıldı.
*
1940 yılında besteci ve caz aranjörü olan, Artie Shaw, Tommy Dorsey, Woody
Herman gibi isimlerle çalışmış olan bir kişinin (***** ******) düzenlediği parçalardan oluşan bir
kayıt yapmıştır.
*
İlk örnek aldığı müzisyenler o sırada Chicago’da çalıyor olmalarına rağmen
cazın beşiği olan bir şehirden (***
*******) gelmektedirler. Bu şehir 2005’de bir kasırganın kurbanı
olmuştu.
*
1983 yılında Ulusal Yayıncılar Birliği’nin her yıl çeşitli sanatçılara verdiği bir
ödülü (******** *********** **
************ **** **
****) kazanmıştır.
*
1936 yılında yaptığı bir kayıtta Walter Donaldson tarafından Smiles isimli
müzikal komedi için bestelenmiş bir parçaya yer vermiştir. (****** *******
** *****)
**
1928 yılında yaşamını 40 yaşında bir uçak kazasıyla noktalamış bir başka grup
lideri müzisyen arkadaşıyla (*****
******) enstrümantal bir parça bestelemiştir.
**
1938 yılında Carnegie Hall’da orkestrasıyla birlikte verdiği konsere alamet-i
farikası sayılan modern parçalarla başlamış, daha sonra caz tarihinden örnekler
çalarak devam etmiştir. Başta çaldığı üç modern şarkıdan biri Count Basie’nin
1937 yılı bestelerinden biridir. (***
******* ****)
**
Yakın dostu ve kayınbiraderi olan kişi tarafından orkestrasına alması için
önerilen petrol zengini Amerikan şehrinden gelen (******** ****) bir gitaristi
çok beğenmiş, altılısına dahil etmiş, ancak müzisyenin ömrü fazla uzun olmamış
ve 25 yaşında tüberkülozdan ölmüştür.
** Dr. Heckle and Mr. Jibe isimli parçanın bestecisi
olan bir başka gitaristle de (****
*********) çalışmıştır.
**
Klasik eserler de yorumlamıştır. Bunlardan biri, 2006 yılında ölen bir İngiliz
besteci (******* ******) tarafından onun
için bestelenmiştir. Bu besteci ayrıca Julian Bream, Julian Lloyd Webber ve
Larry Adler için de besteler yapmıştır.
**
1948 yılında rol aldığı bir filmde (*
**** ** ****) Danny Kaye başroldedir. Kendisi de
utangaç bir profesörü canlandırmıştır.
**
1986 yılında kalp krizinden ölene dek çalmaya devam etmiştir. Öldüğü şehir
Kander ve Ebb bestesi olup, Frank Sinatra’nın alamet-i farikası olan
şarkılardan birinde adı geçen şehirdir. (***
****)
(Benny Goodman) |
http://www.bennygoodman.com/
* 16 yaşındayken ‘Tin Roof Blues’ şarkısının yazarı, davulcu ve grup lideri olan kişinin (Ben Pollack) orkestrasına katıldı.
*
1940 yılında besteci ve caz aranjörü olan, Artie Shaw, Tommy Dorsey, Woody
Herman gibi isimlerle çalışmış olan bir kişinin (Eddie Sauter) düzenlediği
parçalardan oluşan bir kayıt yapmıştır.
*
İlk örnek aldığı müzisyenler o sırada Chicago’da çalıyor olmalarına rağmen
cazın beşiği olan bir şehirden (New
Orleans) gelmektedirler. Bu şehir 2005’de bir kasırganın kurbanı
olmuştu.
*
1983 yılında Ulusal Yayıncılar Birliği’nin her yıl çeşitli sanatçılara verdiği
bir ödülü (National Association of Broadcasting Hall of Fame) kazanmıştır.
*
1936 yılında yaptığı bir kayıtta Walter Donaldson tarafından Smiles isimli
müzikal komedi için bestelenmiş bir parçaya yer vermiştir. (You’re Driving MeCrazy)
**
1928 yılında yaşamını 40 yaşında bir uçak kazasıyla noktalamış bir başka grup
lideri müzisyen arkadaşıyla (Glenn Miller) enstrümantal bir parça – Room 1411 –
bestelemiştir.
**
1938 yılında Carnegie Hall’da orkestrasıyla birlikte verdiği konsere alamet-i
farikası sayılan modern parçalarla başlamış, daha sonra caz tarihinden örnekler
çalarak devam etmiştir. Başta çaldığı üç modern şarkıdan biri Count Basie’nin
1937 yılı bestelerinden biridir. (One O’clock Jump)
**
Yakın dostu ve kayınbiraderi olan kişi tarafından orkestrasına alması için
önerilen petrol zengini Amerikan şehrinden gelen (Oklahoma City) bir gitaristi –
Charlie Christian – çok beğenmiş, altılısına dahil etmiş, ancak müzisyenin ömrü fazla uzun olmamış ve 25 yaşında tüberkülozdan ölmüştür.
** Dr. Heckle and Mr. Jibe isimli parçanın
bestecisi olan bir başka gitaristle de (Dick McDonough) çalışmıştır.
**
Klasik eserler de yorumlamıştır. Bunlardan biri, 2006 yılında ölen bir İngiliz
besteci (Malcolm Arnold) tarafından onun için – Clarinet Concerto No. 2, Op. 115 - bestelenmiştir. Bu besteci ayrıca
Julian Bream, Julian Lloyd Webber ve Larry Adler için de besteler yapmıştır.
**
1948 yılında rol aldığı bir filmde (A Song is Born) Danny Kaye başroldedir.
Kendisi de utangaç bir profesörü canlandırmıştır.
**
1986 yılında kalp krizinden ölene dek çalmaya devam etmiştir. Öldüğü şehir
Kander ve Ebb bestesi olup, Frank Sinatra’nın alamet-i farikası olan
şarkılardan birinde adı geçen şehirdir. (New York)
Izidor Gašperlin'den 'Impression' isimli fotoğraf Diğer Çalışmaları 1 Diğer Çalışmaları 2 Diğer Çalışmaları 3 Blog |
Aslında daha suç gerçek anlamda işlenmeden dahi adalet orayı terk etmiştir. Ama insan bu! Aklı bilse de, yüreği kabul etmez. O yüzden intikamın adını adalet koyup, pek az bir kısmını da hukuka emanet eder. Ama bu emanet ağırdır. Yakıcıdır, asit gibi… Kemirir. Varlığı da, yokluğu da… Adalet giden kurbanı geri vermez çünkü. Ondan alınan İnsan Hakları Beyannamesi’nin üçüncü maddesindeki hakkını iade etmez. Giden gitmiştir. Ne hakkı kalmıştır, ne hukuku… Ondan kala kala bir tek mirasçılarının içini soğutma zorunluluğu kalmıştır. Hayatta kalan kurbanların çektiği acıları da geri almaz. Hatta tam tersine yaralarına tuz basar ‘İyileştiriyorum.’ der, kabuğunu kopartıp kanatır ‘İrinini akıtıyorum.’ der. Adalet insanın sanal bir şeyi gerçek yapma çabasıdır ümitsizce. Yerini bulduğu söylendiği zamanlarda bile ne kurban ya da yakınları, ne de suçlu öyle düşünür. Kurban ve çevresi çektikleriyle kalır, hayatlarına eksik devam ederler, suçlu kazandığını düşündüğü şeylerin kıvancı veya vicdan savaşıyla… Bunlar adaleti ilgilendirmez. İşte bu yüzden kördür. İşine ne türlüsü gelirse öyle kördür. Okumak isteyen, babasının verdiği kişiye varmak istemeyen, ‘bozuk’ çıkan, gördüğü şiddete dayanamadığı için evine dönen çocuğunu infaz edenlere gözü kördür mesela… ‘Ana baba böyle şey yapmaz. Hele bir yapsın o zaman görür ne yapacağımı.’ der. Eşini döven, ölümle tehdit eden, takip eden, taciz edenlere de aklı kördür. ‘Aile içinde olur böyle şeyler. Karı koca arasına girilmez.’ der. Yaşı küçük diye oğlunun, akrabasının ya da hiç tanımadığı bir çocuğun eline silah tutuşturup onu namus(!) temizlemeye, vatan (!) kurtarmaya, borç tahsil etmeye gönderenlere de yüreği kördür. ‘Anasıdır, atasıdır…’ der. Koruyucu tıp vardır da, nedense koruyucu hukuk yoktur, göstere göstere gelen suçları durdursun…
Uçurtmanın ipini yakalamazsam kendimi elektrik tellerinde bulacağım kesin. Yalnız böyle giderse tellerin pek mecaz olmayacağından kuşkulanıyorum. :)) Bir dahaki mani dönemine kadar şimdilik hoş(!)ça kalın…
Uğur Mumcu (ing) |
Bugün o günlerden biri…
Bir anma günü…
Ama bir insanı anmak
yerine onu elimizden alanları anacağız yine. Pek çok şey söylenecek, yazılacak.
En başta faili meçhul kaldığı için ilenecek insanlar. Sonra aynı düşünceleri
paylaştıkları akıldaşları, sesleri aralarından çekilip alındığı için
yüreklerinde birikenleri dillendirecekler. Hayal kırıklıklarını haykıracaklar. Kayıplarının
akıllarına, yüreklerine, ağızlarına doldurduğu sözleri fırlatacaklar
dinleyenlere… Onların duygularını, düşüncelerini paylaşanlar kendi isyanlarını
güçlendirmek için kullanacak bu sözleri. O acı, zehirli sözlerin yöneldiği
kişiler ise kendi nefretlerini bilemek için… Şarkılarda, şiirlerde, romanlarda
bahsedildiği gibi sevgi sevgiyi çoğaltmıyor sadece… Bu konuda nefret, ikiz
kardeşinden daha yetenekli genellikle. Fikirle insanı birbirine eşitleyen ve fikri çürütemediğinde, onu dile getiren, yazıya döken insanı öldürenlerin
nefretlerine, düşündüklerini cesurca haykıranların hoyratça ellerinden
alınmasıyla yürekleri, akılları kararanların nefretlerini katabiliyor bazen. Öyle
ki bir süre sonra iki taraf da nefretlerinin gerçek gerekçesini hatırlamaz
oluyor. İşte o yüzden duygularımızı kaybetmeden aklımızın sesini dinlemek
gerek. İnsan gider, fikir kalır.
Düşüncenin tehdidi onu
seslendirende değil, eyleme dönüşme potansiyelindedir. Sesi susturmak eylemi
bazen geciktirebilir, ama sanıldığı gibi tehlikeyi azaltmaz. Tam tersine
düşünceye güç verir, harcına katılır. Düşünceyi meşrulaştırır, haklılaştırır. Böylece
yok oldu sanılan o fikir akıldan akıla daha çabuk geçer, daha çok beyin toplar
safına.
Ve potansiyelinin gereğini muhakkak yapar.
“Atatürkçülük ne
demektir?
Atatürkçülük, kısaca ulusal bağımsızlık ve ulusal onur demektir. Atatürkçülük, özetle antiemperyalist bir kurtuluş savaşını başlatan ve sürdüren bir eylem ve öğretidir.
- Amacımız, ulusal sınırlarımız içinde toprak bütünlüğümüzü ve ulusal tam bağımsızlığımızı sağlamaktır. Buna engel olmak üzere karşımıza çıkacak kuvvet, kim ve ne olursa olsun hiç duraksamadan çarpışırız ve başarı kazanırız. Bu konuda karar ve inancımız kesindir.
Atatürkçülüğü, "tam bağımsızlık" inancından ayırmanın ve çok yönlü uluslararası ipotekleri "Atatürkçülük" adına savunmanın hiç olanağı yoktur. Kurtuluş Savaşı'nın başlarında Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin bütün programlarına dayanağı, şu iki temeldir: Tam bağımsızlık, kayıtsız koşulsuz ulusal egemenlik!..
…
Atatürkçülük, kısaca ulusal bağımsızlık ve ulusal onur demektir. Atatürkçülük, özetle antiemperyalist bir kurtuluş savaşını başlatan ve sürdüren bir eylem ve öğretidir.
- Amacımız, ulusal sınırlarımız içinde toprak bütünlüğümüzü ve ulusal tam bağımsızlığımızı sağlamaktır. Buna engel olmak üzere karşımıza çıkacak kuvvet, kim ve ne olursa olsun hiç duraksamadan çarpışırız ve başarı kazanırız. Bu konuda karar ve inancımız kesindir.
Atatürkçülüğü, "tam bağımsızlık" inancından ayırmanın ve çok yönlü uluslararası ipotekleri "Atatürkçülük" adına savunmanın hiç olanağı yoktur. Kurtuluş Savaşı'nın başlarında Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin bütün programlarına dayanağı, şu iki temeldir: Tam bağımsızlık, kayıtsız koşulsuz ulusal egemenlik!..
…
Atatürkçülük bağımsızlık
demektir, Atatürkçülük ulusal onur demektir, Atatürkçülük devrimcilik demektir.
”
6 Ocak 1981
Uğur Mumcu
Yazının tamamı için bkz:
Sondan başa gidelim! Su…
Su, benim yazılarımı oluşturduğum malzemedir. Su ne kadar duru, tortusuz,
renksiz, kokusuz olursa benim yazılarımın okunabilir olma niteliği o kadar
artar. (Bakın ‘güzel’ demiyorum. Ne kadar alçak gönüllüyüm yaaaa! :D ) Gelelim
bizim suyun çıktığı kuyuya… Bu kuyu yıllardır haznesinde biriktirdiği, süzdüğü, damıttığı, kirini pasını bağrında arıttığı suyu bana sunmaktadır. Ama garibim
hiç bu kadar istikrarlı bir taleple muhatap olmadı ki onu keşfettiğimden beri.
Arada sırada bir şeyler karalamak için şöyle bir uğrayıp, genellikle bir iki
yudum aldıktan sonra ; “Başka kuyulardan beslenenlerin yazılarına hazırlop konmak varken, neden tatlı canımı zora sokayım…” diyen biri olmuştum hep. Oysa
beş ay kadar önce bizim kuyu birdenbire o tembel ziyaretçiyi her gün başında bulmaya başladı. O da yetmezmiş gibi; bu ziyaretçi ilk birkaç gün yere göğe
sığdıramadığı o güzelim suyu, sonraları “Bu kovadaki suyun sapı var, dök
çimene, çiçeğe! O kovadakinin çöpü var, ver börtü böceğe!” diye har vurup harman savurmaz mı? Kuyu önce biraz alındı, ardından kırıldı, bozuldu, sonra
düpedüz kızdı. Ama neylesin? O, sadece bir kuyu! Suyunu sunmaya devam etti.
Böyle hesapsızca harcanan su ne kadar dayanır ki? Kuyu yıllarca gözü gibi bakıp
imbiğinden geçirdiği ab-ı ilhamının sonuna geldi. Artık yukarı çıkan suyun
kokusu metalik, ağızda bıraktığı tat ise kekremsi ve kumluydu. Tabii ben
kuyunun bu nankörlüğüne (!) rağmen yosunlarından, kumundan, taşından
toprağından, hatta bir ara dedikodusu dünyayı tutup sonra unutulup gitmiş olan
arseniğinden arındırarak (Nasıl arındırdığımı sormayın, söylemem! Patentini
almadan tek kelime çıkmaz ağzımdan.) fedakârca bir gayretle yazılarımda bu suyu
kullanmaya devam ettim. Yani? Yani sineğin yağını çıkarttım, doğruya doğru! Ama
su hafiften kokuşmaya, kıvamlanmaya, bıraktığı tortular el yakmaya başlayınca yapacak
şey kalmadı. Kuyuyu bir süre rahat bırakmaya karar verdim ki, suyunu
biriktirecek ve süzecek vakti kalsın. (Aslında 17 Ocak günü yazdığım yazı bu
balçığa benzeyen ve rengi ile kokusu insana hiç de iyi şeyler hatırlatmayan suyu kullandığımın bir delilidir, ama siz görmezden gelin.) Kuyudan ümidi
kesince, gözüm bahçeye ilişti. Burayı ilk bulduğumda yemyeşil olan toprak şimdi
özellikle kuyunun çevresinden başlayan bir kelleşme sürecine girmiş olsa da
hâlâ mümbitliğini koruyordu. Otlar, çiçekler, ağaçlar ve tam ortalarında sırça
köşk. Meyve ağaçlarından birkaç meyve çaldıysam da pek işime yaramadılar.
Galiba kuyuyu fazla zorlayınca bütün bahçenin dengesini bozmuşum. Meyveler ya
ham, ya tatsız tuzsuz geldiler ağzıma… Tabii o suyu tattıktan sonra insan kolay kolay başka bir şeyi de beğenemiyor, ne yalan söyleyeyim. Bahçeden de iş
çıkmayınca, dikkatimi sırça köşke yoğunlaştırdım. Güya sırçaydı, ama içini görebilene aşk olsun. Öyle bir inşa etmiş ki mimarı, cam üstüne cam … Ortada
şeffaflık diye bir şey kalmamış. Gene güzel, gene bütün ışınları üzerinde
toplayıp dört bir yana saçıyor rengârenk, ama sadece ışıktan bir yankı onlar.
İçeride neler olup bitiyor, sahibi kimdir, hiç dışarı bakmaz mı, kuyusunu
kuruttum adamın, bi’ çıkıp şarlamaz mı? Ne kapı, ne pencere… Zaten pencereye ne
hacet. Sırf cam! Cam da, kırılmaz cam! Bir iki yokladıysam da, Budist
Tapınaklarındaki gonglar gibi hoş ve tok bir çınlama dışında bir etkisini
görmedim. Milim esnemedi. Sonunda kulağımı yaslayıp içeriden ses geliyor mu
diye dinlemeye karar verdim. Bir şeyler duyar gibi oldum, ama hayal miiiii,
gerçek miiii bilemedim…
Timothy Lantz'dan 'The Muses' (Soldan sağa: Melpemone, Erato, Thalia - Kleio, Urania, Polymnia - Kalliope, Euterpe, Terpsikhore) Diğer Çalışmaları 1 Sitesi |
“Ah vre Melpemone! Her şeyi
drama yapmayasın! Bu ülkenin arabesk cenneti olması hep senin yüzündendir be
canimu. Kurulayasın o gözca’zlarını, kıyamam! Ama muslukları da açamam. Dışarıdaki
vampir, varyemezin mirasyedisi gibi sömürdü kuyuyu. Yetmedi, taşa toprağa verdi caaanım suyumuzu. Ohi! Benim sokağa atacak esinim yoktur.”
“Aman vre Kalli! Ne
kıymetli malın vardır! Bari bırakasın, ben besleyeyim kuyuyu! Ben pek seviyorum
bu pedimu, keyfime hoş geliyor. Komik yazıyo’ bu ataktos. Tam benlik! Nasıl gülüyorum, nasıl gülüyorum!”
“Sana da gülmek olsun Thaleia!
Bir zamanlar suyumda yıkanırdı o, benim dediğin çocuk. Saatlerce dans ederdi. Ne
zaman kırkı devirmiştir, o zaman yüz çevirmiştir benden. Evlerden ırak, senin
de başına aynısı gelmesin sonra!”
“Ona yaşlanmak denir Terpsikhore.
Kırkından sonra tarih olursun. O konu benim alanıma girer, kimsenis bilmez tabii.”
“Sen de her şeye sokarsın
o burnunu Kleio. Yaşlanmanın istoriyayla alakası ne? O lirik bi’ şeydir adelfimu.
Bak Neyzen ne der; ‘Hayat, çatlak bardaktaki suya benzer. İçsen de biter,
içmesen de biter!’ Bi’ de Lennon vardır, bilirsiiiiin? O da ‘Hayat sen planlar yaparken başına gelen şeydir.’ demiş. Öğünmek gibi olmasın, bunları ilham eden
de benim.”
“Hooooop, or’da azıcık bekleyesin
Polymnia! Senin topraksılığın, sofuluğun bir yana dursun! Lennon’un hayatında,
Neyzen’in de satırlarının çoğunda benim imzam vardır vre. Aaaah, min el aşk! O,
benden sorulur agapimu.”
“Eratoooooo! Sayıyla
kendine gelesin! Neyzen büyük bir ozandır, bilirim. Ama asıl sanatı benim, yalnız benim eserimdir, endaksi? John Lennon’u hele hiiiiç kimsenis ağzına almasın,
biber sürerim.”
“Ay Euterpe, sizi duyan
da ben olmasam bütün bunları yapabileceksiniz sanır. Ben yıldızları düzenleyip
o insancıkları esin vericilerinizin frekansına ayarlamasam siz ağızca’zınızla
kuş tutsanız faydasız, değil mi be pedimu? Ben John Lennon’u dans ve müzik burcu
teraziden doğurtmasam, ona liderliğin ruhu aslandan yükselen burç ayarlamasam
nice olurdu hâlcağ’zınız? Neyzen’e burçların anarşisti, hınzır ikizleri uygun görmesem,
maceracı koçu yükselenine oturtmasam böyle muzip bir ozan yapabilirdiniz
ondan?”
“Hade, hade! Olmadık şeyleri
yarıştırmayı bırakın adelfesmu. Urania sen su yıldızları ayarlayasın. Yeni bebek
geliyor. Bana kalsa hepsimizden bir parça taşısın isterim bu pedya ya, Kleio
bunun zararını kaç defa gösterdi bize. Şu Galilei’ye iki yüzyıl sonra
ispatlanacak olan savı için neler yaptı bu insanoğlu? Oysa makro evrenden mikro evrene neler neler araştırmıştı adamcağız. Bak, efkârlandım gene! Bu dışarıdakinin
de kulakları cama yapıştı. Ne dedikodu meraklısı oluyor bu insanlar! Ona bir
unutma şerbeti hazırlamışım. Çatıdan süzülüp bir karış açık duran ağzına damlamak
üze…”
Şıp!
Eveet, ner’de kalmıştık?
Çıkmaz sokaktaki sırça köşkün bahçesindeki kuyuda, di’ mi? Neden mi çıkmaz
sokakta? Sapa yerlerdir. Sadece orada evi olanlar ve arabasına park yeri
arayanlar bilir. Ha! Söylemeyi unuttum. Bu çıkmaz sokakta sadece sırça köşk
var, başka ev yok. Köşesine de park yasağı levhası koymuşlar. “Amaaaan, sen de!
İstanbul’da park yasağını kim takar?” diyecek olursanız, bir de Deli Dumrul
bulmuşlar sokağın başına oturtmak için. Ben yayan girmeye niyetlendiğimde bile yokluyor,
çantamdan veya cebimden lastik, direksiyon, vites kolu falan çıkar mı diye…
Adres mi? Haa! Şeyde ya!
Şeyde… Hani şeyi geçince sağa giriyo’sun, or’da bi’ mantıcı var ya. Ondan
sonraki ganyan bayiinden sola dönünce…
Norman Rockwell'den 'The Waiting Room' Diğer Eserleri Sitesi |
İnsan kendisi hastayken (elbette çaresi olan hastalıklardan bahsediyorum) en rahat ruh halini yaşıyor. ‘Hastayım ya, var mı daha ötesi? Kendi kendimi iyileştiremeyeceğime göre, başkaları alsın o sorumluluğu… Oooh, gel keyfim gel!’
Eh, azıcık sıkıntısı olacak elbette. Burun bedendeki her damla sıvıyı çitilenmiş deliklerinden kusmak için fazla mesai yapacak. Beyin tebdil-i mekânda ferahlık arayarak kafatasının her santimetrekaresine ayrı omuz atacak. Bedenden dışarıya beş santimden fazla taşan her uzantı; eklemsiz ise sızım sızım sızlayacak, eklemliyse kas bağlantılarını kemiklerden cırtlı ayakkabı bağcıkları söker gibi ayırıp “Yürüme, tutma, kaldırma gibi işlemlere geçici ve belirsiz bir süre boyunca son verilmiştir. Bu emre uymamanın cezası sürüm sürüm sürünmektir.” diye bir tamim yayınlayacak. Göz kapakları ateşten dışarı uğrayan gözleri örtmek için kaz ayaklarının ve gözaltı torbalarının (yaşlanmak bazen güzel şey!) deri fazlalıklarından istifade edecek. Ciğerler o güne kadar sorunsuzca içeri kabul ettiği havanın her partikülünü birdenbire ince eleyip sık dokumaya başlayacak. “İiiiiğğğğ! Şunda egzos kalıntıları, halı süprüntüleri, deri döküntüleri, kâğıt tozuntuları var. Araya yanlışlıkla karışmış gibi duran oksijen ve azot atomlarını içeri alın! Kalan kısmı şöyle ağdalı, diyaframdan gelen bir öksürükle savın gitsin! Şehir kirliliği, deterjan püskürtüleri, üniversite kantinlerinden bâki pasif sigara içiciliği kalıntıları gibi daha önceden vizesiz girmesine izin verdiğimiz azınlıkları da araya serpiştiriverin. Bu vesileyle onlardan da kurtuluruz.” diye fetva verecek. Mide Oskarlık bir ölü rolü yapıp iki seksen uzanıverecek. Ağızdan giren katı şeyler bu kımıltısız duran asit yatağında takılıp kalacak ve sıvı takviyesiyle sektirilmeye çalışılan ilaçlara dahi zorluk çıkaracak. Katı ve sıvı atık sistemleri bir süre sersemlemiş ve birbirlerinin görev şekillerine özenmiş gibi davrandıktan sonra ‘Amaaaan, koyver gitsin!’ düsturunu benimseyecek. Olsun! İlacımı, üstümü başımı, yememi içmemi başkasının sırtına yıktım ya, o yeter bana! Ama işler tersine dönmeye görsün. Bir yakınınız hastaysa her şey değişiyor. Onun adına yüklendiğiniz sorumluluklar, kaygılarınızın yanında solda sıfır kalıyor. Elinizden gelenler sizi tatmin etmeye yetmiyor. Onu rahatlatmak için yaptıklarınız gözünüze öyle mikroskobik görünüyor ki, bir süre sonra kendinizi suçlu hissetmeye bile başlıyorsunuz. Bir de teşhis konma aşaması var ki, zaten o sürecin sonuna kadar ne kadar elim hastalık varsa kondura kaldıra kendinizi çoktan helak etmiş oluyorsunuz. Hasta yakını gündüzleri beklemek, sabretmek, bir evhamlanıp bir ümitlenerek kendine eziyet etmekle ve geceleri ölü gibi uyumak ya da kâbuslarla uyanmakla uğraşırken, hasta kendi cehaletiyle mutlu mesut (!), doktor kendi hayat gailesine dalmış yaşamlarına devam ediyorlar. Şu tanı konma aşamasında stresten koruma amaçlı narkotik, ipnotik, hibernetik – ya da Allah ne verdiyse, bir başka ‘-ik’ – uyku veya toptan koma gibi bir çözüm sunulabilmeli hasta yakınına artık. Tıp ve teknik bu kadar ilerlemişken bu konuya el atmamak, parmak basmamak, başvurmamak, göz önüne almamak, kulak kabartmamak, burun sokmamak, dil uzatmamak, diş geçirmemek olmaz. Demem o ki; bir an evvel teşhis konulmadığı takdirde en uçuk hastalık senaryolarına kafayı takmamak da mümkün olmuyor.
Velhasıl-ı kelam bir şeyler söyleyin artık doktor! Bir buçuk aydır sefil olduk. Tırnak batmasından ölür müyüm, ölmez miyim? :)))
Patrick Feller'den Houston, Texas'ta bir pazar yeri Diğer Çalışmaları Sitesi |
Hani neredeyse Noah Gordon’un Hekim (The Physician) isimli kitabında anlattığı İbni Sina zamanlarına geri dönülse diyeceğim. Hastanın gözüne, tenine, beden sıvılarının rengine, kokusuna bakılarak teşhis konulduğu yıllara yani… İki günde teşhis konmuş olur. Tedavisi varsa vardır, yoksa yoktur. Hiç olmazsa ‘Aman şuyum mu var, buyum mu var?’ diye fazladan bir evham süreci yaşanmaz. Zaten günümüzde sağlıklı hisseden insanları bile kendinden şüpheye düşürmeye, tedirgin etmeye, hatta düpedüz korkutmaya varan bir bilgilendirme furyası var.
Siz turp gibiyim diyorsunuz, ama ya kulak memenizde fazladan bir kıvrım varsa veya elinizin orta parmağıyla yüzük parmağı aynı boydaysa… Vah vah! Ruhunuza el Fatiha! Bittiniz, mahvoldunuz! Kalp mi verelim, ciğer mi? Şeker mi alırsınız, tansiyon mu, yoksa kanser mi? Amanın! Yoksa patlıcan mı yiyorsunuz? Sakın ha! Şuna neden olur. Gerçi buna da iyi gelir, ama yarar / zarar oranını iyi hesaplamak lazım. Domatesin kabuğunu soyuyor musunuz? Katiyen olmaz! Hele şimdi mevsimi değil, zinhar tüketmeyin! Salçası mı? Çok zararlı! Mevsiminde de hormonluyorlar… Siz en iyisi onu toptan çıkarın diyetinizden.
Sağlığa o kadar takıntılandık ki, yaşamak nasıl bir şeydi unuttuk. Önümüze hamburgerle patates kızartması getirdiklerinde gözlerimizin önünden lömbür lömbür etleri pırtlamış insan görüntüleri, kapılardan sığmayan, sedyelerde morarmış dudaklar, korkudan pörtlemiş gözlerle yatan hastalar geçiyor. Kasap vitrinlerindeki etlere gözümüz ilişince ülkemizi işgale hazırlanan düşman ordularını görmüş gibi dehşetle irkiliyoruz. Yumurtanın sarısıyla beyazına dünyada eşi benzeri görülmemiş bir ayrımcılık politikası güdüyoruz. Hamur işlerini kapımızın eşiğinden içeri sokmamak için kanımızın ve irademizin son damlasına kadar savaşıyoruz. Buna karşın on yıllarımızı inanarak geçirdiğimiz birçok sağlık kaidesi çöp kutusunu boyladı. Süt ülsere iyi gelmiyor. Yumurta kolesterol yapmıyor. Çocukken ‘Protein almak şart.’ diye kafamızın etini yedikleri – ki o da kırmızı etti :)) – beslenme tarzı şimdi sadece çocukların harcı, ana babaları onları seyredip burunlarını çeksin artık…
Hastalıklara, sağlığımızı bozması muhtemel şeylere karşı bilgi, alet edevat ve ilaçla donandıkça iç huzurumuzu kaybediyoruz sanki. İşte o yüzden başka hiçbir konuda onaylamayacağım cehaleti bu konuda baş tacı etmeyi diliyorum zaman zaman. Her gün yaptığım egzersizden sonra “Oh, bugün de kalbimi korudum. Fazla kiloları, kolesterolü, lipidi defettim. Bir de yarın sabah uyanmayı başarırsam gerisi kolay.” diye düşünmek yerine sadece hareket etmiş olmanın zevkini – adrenalini, endorfini karıştırmadan – çıkarmak istiyorum. Zira dışarıda soluyacağım kirli hava, yemekte yediğim egzoz gazına doymuş şehir bostanı ürünü salata, evimi, giysilerimi temiz tutmak için havaya saldığım deterjan, haşerattan korunmak için püskürttüğüm böcek ilacı, başımın ağrısını geçirsin diye aldığım ağrı kesici toplanıp beni kündeye getirecekler zaten. E, o zaman ne olacak? Sistemime serbest radikaller salınacak. Hiiiii! Acilen bir antioksidan dozuna ihtiyacım var. Açılıııııııııın!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder