J&B Yazıları 3

Dragan Jovancevic'ten 'In Good Hands'
Diğer Çalışmaları 1                 Diğer Çalışmaları 2

“Dohtur beğ! Dohtur beğ!”
“Hanım!”
“Estağfur’lah dohtur beğ! Hanım kiiim, biz kim? Şu bizim çocuğun durumu n’olce’k dohtur beğ?”
“Hanım, hanım!”
“Kızma dohtur beğ! Ben sormamış olem. Yalnız yedinci kez kanını alınca a’cık baygınlık geldiydi de… Ben on’çin şe’ttiydim dohtur beğ.”
“Ha-nıııııııım! Hanım!”
“Annadım dohtur beğ. Allah senden razı ossun dohtur beğ!”
“Dohtur beğ! Dohtur beğ!”
“Hanım!”
“Hani, ner’de? Yüreğime indirme dohtur beğ. Yok hanım manım. Bizim hanım içer’de, çocuğun başında zırıl zırıl ağliy. O görmeden kaçıp geldim. Çocuğun durumu iyicene kötülediydi. Fülüm neyin çekindikçe ruhu çekiliyo’ gibi oluyo’ dohtur beğ. Bizim köyün eskileri ‘Resim çekinmeyin, ruhunuz elden gider. Cennete giremezsiniz.’ derlerdi. Acep bizim oğlana da öyle bi’ şi’ler mi oluyo’ dohtur beğ?”
“Hanım. Haaaanııııım!”
“Deme! Arkamda mı? Sen sus şincik dohtur beğ! Ben alıştıra alıştıra söylerim. Gidici bizim oğlan, he mi dohtur beğ?”
“Hanım yahu, hanım!”
“He! Sustum, sustum.”
“Dohtur beğ! Dohtur beğ!”
“Hanım, kardeşim.”
“Ne hanımı dohtur beğ? Sakalımı da mı görmezsin? Tövbe, tövbeee! Bizim yiğen kötülüyo’ dohtur beğ. Mete mi, bete mi bi’ şi’ istemişsin. Yaptılar, çocuğun şakülü iyice kaydı. Şimdi de hemar mı, heman mı demişin. Götürürlerken gözleri toprağa toprağa bakıyo’du oğlanın. Askere göndereceğdik, mezara mı girecek yoğsam dohtur beğ?”
“Hanım be adam! Hanım!”
“Ha heman, ha hanım! Adı n’ossa ossun, bu çocuk yapılanlardan heç fayda görmüyo’ dohtur beğ!”
“Dohtur beğ! Dohtur beğ!”
“Hanım be kadın!”
“Hangi kadın? He, şu hemşire karısı mı? Onun neresi hanım dohtur beğ? Bıyıkları terlemiş, askerliği gelmiş. Demincek bizim oğlanın kolunu bi’ kanırttı, çocuğun gözleri bizim çilli tavuğun çift sarılı yumurtası gibi belerdi valla’. Meğer ön düz kopiy için ilaç vereceğmiş. Aldı çocuğu gitti. N’aptıysa artık, döndüğünde oğlan ‘Yutmaaam! Yutmaaaam!’ diye sayıklıyordu. Bu da kâr etmedi dohtur beğ.”
“Haaaaanım. Doktor hanım!”
“Estağfur’lah dohtur beğ! Biz kiiiiim, dohturluk kim?”
“Dohtur beğ! Dohtur beğ!”
“Ha….maaaaan!”
“Son yaptığın işe yaradı. Bizim oğlanın gözü açıldı. Şincik baston yutmuş kibin oturuyo’ yatakta dohtur beğ. Emme şincik de biz gidelim dedikçe, o gerdan kırıp ‘A’cık daha kalalım babey!’ deyip duriy. Hele gel de bi’ söyle! Bu kolunuz kopiyden günde kaç kez yaptıraca’z dohtur beğ.”
“Ha….yyyydaaaaaaa!!!!!!”



Roman Lipiński'den 'Warmth-Cold'
Diğer Çalışmaları          Sitesi
Bu kadar hastalık, doktor, teşhis muhabbeti yeter! Biraz da başka şeylerden bahsedelim, di’ mi ama? (İyi de neden bahsedelim?) Havalar da bu ara bayağı düzeldi… (Tamam, sen buradan sağa sola sapmadan düz devam et! Elbet bir yerlere çıkarsın.) Zaten bu yıl kış oldu mu, olmadı mı anlayamadık. (Eeee? Şimdi ne di’yce’z?) Gene de ‘Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır.’ atasözüne uygun olarak bekliyoruz. (Eh, fena değil. Araya altı kelimelik bir atasözü de sıkıştırdın. Şunun şurasında yazıyı bitirmeye ne kaldı? Taş çatlasın yirmi beş satır… Ha gayret!) Sahi biz neden bu kadar korkar olduk kardan kıştan? Biz derken, başının üzerinde iyi kötü bir çatısı, giyeceği, yiyeceği, yakacağı olanları kastediyorum. Gazeteler, televizyonlar ‘Kar geliyor, kar!’ duyurusu yapar yapmaz telefonlar işlemeye başlıyor.
“Duydun mu, kara kış geliyormuş?”
“Beyaz olmasın o?”
“Hı???... Haaaa! Bırak şakayı! Hava sıcaklığı sekiz derece birden düşecekmiş.”
“Bi’ yerini sakatlamasa bari…”
“Kim???... Amaaaan! Kafa bulma! Bak, dışarı çıkarken sıkı giyinin! Atkınızı, şapkanızı, eldiveninizi ihmal etmeyin!”
“Olur.”
“Yiyeceğiniz var mı?”
“Efendim?”
“Evde diyorum… Yiyeceğiniz var mı?”
“Ayıptır söylemesi, kuru fasulye pilav yaptıydım. Turşu da var. Buyurun birlikte yiyelim.”
“Yok ya, onun için demedim… Aslında ne iyi olurdu be! Bak, şimdi ağzım sulandı… Ama olmaz! Şimdi sizde mahsur falan kalırız. Neme lazım!”
“Doğru, buraya her kış kurtlar iner zaten.”
“Aman ne komik! Ben ne diyo’dum? Hah! Yemek, yemek…”
“Senin de aklın midende birader.”
“Koş markete, biraz yiyecek depola! Sonra her şey biter, kalırsın ayazda. Ayaz dedim de, kalorifer yanıyo’ mu? Ev sıcak mı? İşe nasıl gideceksin? Arabayı çıkartma! Ama illa çıkacaksan, bari yanına kurutulmuş et, kurabiye, çikolata, su falan al! Ha, bir de küçük bir balta! Ağaç keser, ateş yakar ısınırsın. Cep telefonunu açık tutma! Şarjı biter, yerini tespit edemeyiz maazallah… Sakın uyuma! Donar ölürsün. Etrafta ışık görürsen sığınmaya çalış! Dinliyor musun sen beni?”
“Dinliyorum, dinliyorum. Çığ uyarısını ne zaman yapmışlardı diye düşündüm de, dalmışım…”
“Ne çığı? Çığ da mı düşecekmiş? Sen kapat! Ben herkesi arar haber veririm. Hanııııım, duydun mu çığ düşece… Çat!”
Eh, biraz abarttım, ama bu hale gelmemize de pek bir şey kalmadı hani. Oysa çocukluğumda şimdikileri solda sıfır bırakacak kışlar yaşadık. Üstelik o zaman ne kaloriferli dairelerimiz, ne süper, hiper, mega marketlerimiz, ne sokaklara serpiştirecek kimyasallarımız, ne bir taraftan ‘Hava buz gibi, ama birazdan en bi’ buz gibi olacak! Aaaaz sonra!’ diye korkuturken, diğer taraftan ‘Selim kendisini kuzeniyle beşinci kez el ele yakalayan Neslihan’a ne cevap verecek? Reytinglere tavan yaptıran dizimiz Soğukta Dudağı Uçuklayanlar bir dakika on sekiz saniye sonra!!!!’ diye avutan televizyonlarımız vardı. Hepimiz evin soba yanan odasına doluşur, yorganları kafamıza çeker, evdeki erişteleri, salçaları, turşuları, teneke peynirlerini, kurutulmuş sebzeleri yer, işe ya da okula yürüyerek gider gelir, eğlenmek içinse (Hayır efendim! Televizyon zaten yoktu, radyo falan da dinlemezdik! Dinleyemezdik. Hava hapşırmaya başladığı anda elektrikler kesilmiş olurdu zaten… Pilli radyo? Pil dünyanın parası! Zaten çinko karbon piller üç dak’kada biter. Hem… Tamam, tamam sustum.) duvarda gölge oyunları yapardık.
Tuhaf şey! Hiç korktuğumuzu hatırlamıyorum. 



(* * ****)


Bugünün bilmecesi yukarıdaki hovarda görünüşlü delikanlı… Aşağıdaki soruları cevaplayıp baş harflerini sıralarsanız adını bulabilirsiniz. (Normalde baş harfleriyle tanındığı lakabı burada açık olarak sorulmuştur. Bu ipucu başlı başına yeter zaten.) Kolay gelsin!

* İlk enstrümanını aynı zamanda anne tarafından akrabası olan bir blues gitaristi ve solisti vermişti. Bu bir Stella gitardı. (*****  *****)

* 1949 yılından beri gitarlarına verdiği kadın ismini yaptığı bir hatayı tekrarlamamayı kendine hatırlatmak için seçtiğini söyler. (*******)

* 14 Mayıs 2008 yılında kendisine New York Eyaleti’nin bir şehrinin anahtarı verildi. (*****)

* 1950’den sonra R&B tarzında büyük bir ün kazanmıştı. Kaydettiği şarkılar arasında Memphis Slim tarafından 1949 yılında kaydedilen ve başlarda adı Nobody Loves Me olan sonra değiştirilen bir şarkı da vardı. Bu şarkı iki kez Grammy Hall of Fame Ödülü almıştır. (*****  ***  *  ****  *** *****)

* Geçtiğimiz hafta kaybettiğimiz bir gitaristle birlikte çalmış, Ivory Joe Hunter’ın yazıp 1956’da çıkardığı, daha sonra 1969 yılında Sonny James tarafından yeniden yorumlanan bir parçanın da aralarında olduğu birçok kayıt yapmıştır. (*****  *  ***  ***  ****)
............


** 1998 yılında ilki 80li yıllarda çekilmiş olan bir filmin devamında Louisiana Gator Boys grubunun bir üyesi olarak rol almıştır. (*****  ********  ****)

** 2008 yılında çıkardığı albüm En İyi Geleneksel Blues Müziği dalında Grammy ödülü kazanmıştır. (***  ****  *****)

** 1954 yılında çıkardığı bir single ile aynı adı taşıyan şarkıyı Joe Josea ile birlikte yazmıştır. (***  *****  **  ****)

*** 1995 yılında 1977 yılında verilmeye başlayan Amerikan Kültürü’ne hayat boyu katkıları olanların seçildiği ve adını suikaste uğrayan bir başkandan alan ödüle layık görülmüştür. (*******  ******  ******)

*** 1925 yılında Mississippi eyaletinin Kızılderili kamplarının bulunduğu kesimine kurulmuş bir şehrinde ortakçı bir ailenin çocuğu olarak doğdu. (*********)

*** 2009 yılında Brezilya’da verdiği konserlerde bir gazetecinin bu turnenin veda turnesi olup olmadığını sorması üzerine; “En sevdiğim aktörlerden biri İskoç Sean Connery’dir. Çoğunuz onu 007 James Bond olarak bilirsiniz. Onun bir filmi vardı.” diyerek filmin adıyla durumunu benzeştirmiştir. Bahse konu film Sean Connery’nin Bond’u canlandırdığı son filmdir. (*****  *** *****  *****)

*** 2009 yılında Montreux Caz Festivalinde Joe Sample, Randy Crawford, Stanley Clark ve pek çok başka sanatçıyla çalmıştır. Bunlardan biri de Soul’un Kraliçesi diye bilinen bir R&B solistidir. (******  ******)




(B.B.King)
Dünkü sorumuzun cevabı Blues Boy King, yani B.B. King idi. İç gıcıklayıcı bir isim verdiği :)) gitarından ayrı bir resmini bulmak epey zor oldu. Bir zamanlar incecik bir delikanlıyken :)) sevdalandığı gitarla bir resmini görüyoruz yukarıda...

B--- İlk enstrümanını aynı zamanda anne tarafından akrabası olan bir blues gitaristi ve solisti vermişti. Bu bir Stella gitardı. (Bukka White)

L--- 1949 yılından beri gitarlarına verdiği kadın ismini yaptığı bir hatayı tekrarlamamayı kendine hatırlatmak için seçtiğini söyler. (Lucille)

U--- 14 Mayıs 2008 yılında kendisine New York Eyaleti’nin bir şehrinin anahtarı verildi. (Utica)

E--- 1950’den sonra R&B tarzında büyük bir ün kazanmıştı. Kaydettiği şarkılar arasında Memphis Slim tarafından 1949 yılında kaydedilen ve başlarda adı Nobody Loves Me olan sonra değiştirilen bir şarkı da vardı. Bu şarkı iki kez Grammy Hall of Fame Ödülü almıştır. (Every Day I Have The Blues)

S--- Geçtiğimiz hafta kaybettiğimiz bir gitaristle (Gary Moore) birlikte çalmış, Ivory Joe Hunter’ın yazıp 1956’da çıkardığı, daha sonra 1969 yılında Sonny James tarafından yeniden yorumlanan bir parçanın da aralarında olduğu birçok kayıt yapmıştır. (Since I Met You Baby)

B--- 1998 yılında ilki 80li yıllarda çekilmiş olan bir filmin devamında Louisiana Gator Boys grubunun bir üyesi olarak rol almıştır. (Blues Brothers 2000)

O--- 2008 yılında çıkardığı albüm En İyi Geleneksel Blues Müziği dalında Grammy ödülü kazanmıştır. (One Kind Favor)

Y--- 1954 yılında çıkardığı bir single ile aynı adı taşıyan şarkıyı Joe Josea ile birlikte yazmıştır. (You Upset Me Baby)

K--- 1995 yılında; 1977 yılında verilmeye başlayan, Amerikan Kültürü’ne hayat boyu katkıları olanların seçildiği ve adını suikaste uğrayan bir başkandan alan ödüle layık görülmüştür. (Kennedy Center Honors)

I--- 1925 yılında Mississippi eyaletinin Kızılderili kamplarının bulunduğu kesimine kurulmuş bir şehrinde ortakçı bir ailenin çocuğu olarak doğdu. (Indianola)

N--- 2009 yılında Brezilya’da verdiği konserlerde bir gazetecinin bu turnenin veda turnesi olup olmadığını sorması üzerine; “En sevdiğim aktörlerden biri İskoç Sean Connery’dir. Çoğunuz onu 007 James Bond olarak bilirsiniz. Onun bir filmi vardı.” diyerek filmin adıyla durumunu benzeştirmiştir. Bahse konu film Sean Connery’nin Bond’u canlandırdığı son filmdir. (Never Say Never Again)

G--- 2009 yılında Montreux Caz Festivalinde Joe Sample, Randy Crawford, Stanley Clark ve pek çok başka sanatçıyla çalmıştır. Bunlardan biri de Soul’un Kraliçesi diye bilinen bir R&B solistidir. (Gladys Knight)



aka-palodtusme + Photoshop'tan bir 14 Şubat Güzellemesi :))

Tam bugünün yazısını yüklemek üzereydim ki, gözüm tarihe ilişti. 14 Şubat… Hoppalaaaa! Dün değil miydi 14’ü? Hatta bu konuda bir yorum da yazmıştım ‘Caz severin sevgilisi de anca B.B. King falan olur.’ gibilerinden… Yok ama! Benim bilgisayar tarihleri hiç şaşırmaz. Bi’ tek ilk aldığımda 1 Ocak 2000’i gösteriyordu. Ben de bir hafta boyunca (birileri tarihi ayarlamam gerektiğini söyleyene kadar) 2000 yılında olduğumuzu sanarak yaşamıştım. Güzel bir haftaydı… Tam yedi gün boyunca otuz altı yaşıma geri dönmüştüm, fena mı? :))  Hop! Gene yönümüzü şaşırdık, konumuza dönelim. 14 Şubat Sevgililer Günü… Neden 14 Şubat? Yani daha toparlak hesap bir tarih seçilemez miydi? Sonuçta uydurulmuş bir günden bahsediyoruz.  Eğer ‘Ay ortasında kutlayalım ki, aylıkla geçinenlerin cebinde hâlâ parası, içinde de bu paranın bir kısmıyla hovardalık yapsa bile ayın sonunu getirebileceğine dair inancı kalmış olsun.’ diye düşünülseydi,  15 Şubat olması gerekmez miydi? A, ama durun! Şubat yirmi sekiz çekiyor… Şimdi anlaşıldı 14 Şubat’ın hikmeti! :)
Gerçi Antik Roma’da Şubatın 13ü ile 15i arasına düşen bir kutlama veya ayin varmış. Adı da Juno Februa (Februa ha? Ne tesadüf!) yani İffetli (Saf - Bakire) Juno. Aslında bu kutlamalar baharın gelişinin müjdelendiği, temizlenmenin, bereketin ve doğurganlığın dilendiği, biraz iffetten uzak bir şekilde (!) yapılan ayinlermiş tabii. Çok tanrılı dinlerinin gereğini yerine getiriyormuş halk. Yani dini bir olay. Ama Hıristiyanlığa geçilince eski alışkanlıklar ölecek değil ya… Ezmişler, büzmüşler, yeni dinlerine de uyarlayıp kutlamaya devam etmişler o günü. Roma İmparatorluğu tarih sahnesinden silinse de, bu adetler yerel olarak devam etmiş, ama sonunda yaygınlığını kaybetmiş. Derken bir başka imparatorluğun temelleri atılırken bambaşka bir olay olmuş. Bir Britanya Kralı evliliğinin ilk yılında bir şaire öyle dizeler ilham etmiş ki, hiç yoktan bir isim doğmuş. II. Richard’ın Bohemyalı Anne ile 20 Ocak 1382 tarihli evliliğinin yıldönümü şerefine Geoffrey Chaucer şöyle yazmış: "For this was Saint Valentine's Day, when every bird cometh there to choose his mate." Aziz Valentine Günü ve eşlerini bulan kuşlar… İyi de 20 Ocak ne alaka? Aslında Geoffrey Chaucer halka ve belki de en çok kocaya – malum, özel günleri unutma konusunda üstlerine olmadığı söylenir :)) – gerçek evlilik tarihini şairane bir şekilde hatırlatmaya çalışıyormuş muhtemelen. Çünkü 20 Ocak’ta gerçekleşen düğünün anlaşması sekiz ay önce 2 Mayıs’ta imzalanmış. Temel o tarihte atılmış yani. Ve o tarih Ayin Takvimine göre Aziz Valentine Günü imiş. Sonuçta ‘İngiliz Edebiyatı’nın babası’ sayılan Chaucer sevgiyle ve / veya sevgide bir araya gelmeyi (her ne kadar kraliyet düğünleri daha ziyade mantık, hatta düpedüz çıkar birlikteliklerini öngörse de) Aziz Valentine’in adıyla kutsamış ve birleştirmiş oluyor.
Demek ki elimizde bir tarih (13 Şubat ile 15 Şubat arası), bir de isim (St. Valentine’s Day) var. Altı yüzyıl sonra aklı evvel  (Yüreği sevgi dolu diye ekleyemeyeceğim, zira burada amaçlanan saf – yoksa iffetli mi desem (!) – ticaret.) bir Amerikalı (başka hangi milletten olabilirdi ki :D ) bu tarihle ismi birleştirip 14 Şubat Sevgililer Günü’nü oluşturmuş. Yani biz bugün aslında kutsallıkla ilgisi olmayan, hatta Aziz Valentine’in adresine bile uğramayan bir pagan ayinini günümüz koşullarına uyarlayarak gerçekleştirmiş oluyoruz.
Olsun! Yeter ki sevgi olsun…
SEVGİLİ Okuyucularım……….. ve SEVGİLİ okumayıcılarım :)) – ayrıcalık yapmaya gönlüm elvermedi, bugün sevgi pıtırcığı olma günü malum! – bu çalakalem yazılmış metnin içeriğine hiç aldırmadan hepinizin gönlünüzce bir Sevgililer Günü geçirmenizi, Sevgi Güneşi’nde ısınıp, Sevgi Yağmurları’nda serinlemenizi dilerim. <3 <3 <3 :)))



Sun Jar
Malzemeler: 1 kg meyve; 1,5 kg toz şeker; 3 bardak su; 6 gr limon tuzu;  2 çorba kaşığı limon suyu.
Suyla şekeri karıştırıp kıvamlanıncaya kadar kaynatın. (Şerbetin kıvama geldiğini suya birkaç damla damlattığınızda katılaşıp camlaşmasından anlayabilirsiniz.) Yarım kahve fincanı suda eritilmiş limon tuzu ile bir kaşık limon suyunu, sonra da meyveleri ekleyip orta ateşte kaynamaya bırakın. Şurup kıvama gelince (Bir tabağa sırayla damlattığınız şurubun son damlasının toplu bir şekilde, yayılmadan kalması gerekir.) suda eritilmiş limon tuzunun ve limon suyunun kalanını ilave edin. Bir taşım daha kaynattıktan sonra soğutup kavanozlara alın.
Yok, yok! İyice tozutmuş falan değilim. (Şey… belki biraz.) Geçen gün eski yazılarıma göz gezdirirken zombileşmeyi anlattığımı, ama mutlanma sürecini geçiştirdiğimi fark ettim. Siz o süreçle ilgili ne düşündünüz, bilemem. Ama sandığınız gibi bunama ya da Alzheimer benzeri bir durum değil. Mutlanmayı nasıl anlatırım diye düşünürken aklıma reçel geldi. (Sormayın! Havalar soğuyunca hiç aklımdan çıkmıyor zaten..) Efendim! Şlak! (Eğer çok önemli gibi görünen, ama eften püften bir şey anlatacaksanız konuya dilinizi okkalıca şaklatarak girmeniz iyi olur. Hem reçeli düşününce sulanan ağzınızı kurutmanın en uygun yöntemlerinden de biridir.)
Yukarıdaki tarifte suyu hayat olarak düşünürsek, içine eklenen şeker de bebeklik, çocukluk ve ilk gençliğin en tatlı zamanları demektir. İkisini birbirine katıp karıştırıyor, üstüne bir de kaynatıyoruz ki, ayrılmaz bir bütün olsunlar. Öyle ki; bu şerbeti bir başka suya (hayata) damlatınca katılaşıp, sırçalaşsın. Tıpkı çocuk ve gençlerin etraflarındaki diğer hayatlardan etkilendiği ve onlarda kristalize bir iz bıraktığı gibi. Sonra suda eritilmiş limon tuzu, yani hayatın gerçeklerinin dilüe edilmiş halde sunulduğu eğitim hayatı. Ve limon suyu, eğitim hayatıyla birlikte hayatımıza giren bir takım ekşi yan etkiler. ‘Çocuğum dersine iyi çalış! Şu imtihana gir! İyi not al! O sınavda seçil, bu sınavda yerleş!’ türünden hani. Meyveler… Yetişkinliğin ayak sesleri. Şerbete katılan her bir meyve bir başka sorumluluk, bir başka yükümlülük… Kimi tatlı, kimi tatsız, kimi düpedüz ham, kimi olgun… Gene hepsini birden kaynatıyoruz ki, önceden bütünleşenler yeni gelenleri de aralarına kabul etsinler. Aralarında ısı, tat, koku, katı, sıvı değiş tokuşunu yapsınlar güzelce. Kaynaşsınlar, toplaşsınlar, demlensinler, kıvamlansınlar. Öyle ki ilk damlalarında olmasa bile sonlara doğru kendi ayaklarının üzerinde derli toplu durmayı öğrensinler. Bu da gerçekleşince artık suda çözülmüş limon tuzu ile limon suyunun kalanını da ekleyebiliriz. Yani mesleki eğitim ve deneyim. Bir taşım kaynatılır. Böylece hayat devam ederken yeni bilgiler ve deneyimler de mayaya katılmış olur. Sonra soğutma işlemi başlar ki, bu da uzmanlaşma sürecidir. ‘Bu gayya kuyusuna düştük düşeli pişmiş tavuğun başına gelmeyenler geldi başımıza. Bunca zamandır şekerlendik, kaynadık, limonlandık, kaynadık. İyi de bütün bunların sonucunda ne olduk biz?’ dediğiniz ve bu sorunun cevabını bulduğunuz yıllarıdır ömrünüzün. Çabuk geçmez, ama sizde öyle bir izlenim bırakır. O yüzden kavanozlanma (yani emeklilik) aşaması geldiğinde gözlerinize, kulaklarınıza, aklınıza inanamazsınız. ‘Daha dün kaynıyordum, ne zaman soğudum?’ diye sızıldanırsınız. Tarifimiz burada bitiyor, ama bir reçelin ömrü burada bitmiyor elbette. Efendim? Ha, evet! Bir kısmının ömrü benim midemde bitecek tabii. Ama ya kalanı? Buzdolabında daha da soğuyarak bunca deneyiminin bir işe yarayacağı ümidi ile lezzetini her isteyene tattıran o reçel ne olacak? Eninde sonunda şekerlenecek elbette. İşte mutlanma budur. Daha yaşamınızın başında mayanıza katılan o güzellikleri bu sefer kendi isteğinizle yeniden oluşturma aşaması. Bu, reçel versiyonu... Yarın insan versiyonunu göreceğiz. :)) 



Eugenio Zampighi'den 'Admiring Baby'
Diğer Çalışmaları 1                 Diğer Çalışmaları 2
Sabahın kör bir vaktinde gözünüzün birini hâlâ uykuda olduğunuz yanılsamasına inanabilmek için kapalı tutarak kahvaltıyı hazırlar, sırf bu işler için amitoz çoğalma yoluyla kendinizin bir klonunu yaratmayı hayal ederken mutfağa ıslık çala çala biri girip “Günaydııııııın!” diye cıvıldarsa, bilin ki o kişi mutlanmışlardandır. Tabii yıllık izninin bir haftasını kullanmaya o sabah başlamış eşiniz de olabilir, ama bunu anlamak gayet kolaydır. Sadece o saatte çiçeklendiği için bir iki homurdanmayı deneyin. Eğer gelen eşinizse, tek atımlık barutunu az evvelki kısa cıvıltıda kullandığı için höykürerek cevap verecektir. Ancak mutlanma aşamasındakiler bu tavrınıza yeni cıvıltılar eşliğinde biraz daha yatmanızı, kahvaltıyı kendilerinin hazırlayacağını söyleyerek cevap verir. Hele bir de her sabahki çekiştirmelerin aksine öpüle kokula uyandırılmış çocuğunuz tırlayan kediler gibi mayalana mayalana ortalıkta geziyorsa, bilin ki karşınızdaki kişi mutlanmanın son aşamalarındadır. Bu sürecin birinci kuralı her sabah yataktan yaşam sevinciyle kalkmaktır. Siz şimdi emekliliğinizin ilk sabahında göbek atıp çakkıdı çakkıdı oynayarak uyanacağınızı sanıyor olabilirsiniz. Üzgünüm, ama öyle olmuyor. Genellikle gene kurtlar ulur, baykuşlar öterken uyanıp “Yahu yat zıbar işte! Sen değil miydin ‘Emekli olunca öğlene kadar uyuyacağım.’ diyen?” şeklinde hayıflanmalarla ayağa dikiliveriyorsunuz.
Gelelim ikinci şarta… Aksiliklerin birbirini kovaladığı, bir dert bitmeden diğerinin göbeğinin köşeyi döndüğü günlerden biri… Barut fıçısı kıvamında eve dönmüş, eski Türk Filmleri’ndeki ağır çekim kavuşma sahnelerinde olduğu gibi ilk kıvılcıma hoplaya zıplaya koşarken tepenizden aşağı bir kova su boşalırsa bunun müsebbibi de mutlanmış ferdidir evin. Hayal edemediniz mi? Buyurun görelim…
“Hoş geldiiiiin! Nasıl geçti gü…”
“Önümden çekil, elim kolum dolu. Şu torbaları bırakayım….. Hah! Bak her şey bur’da, limon yok. Of ya! Of… offfff!”
“Bakkaldan isteriiiiiz, sen merak etme!”
“Hay…! Yumurtalar da birbirine geçmiş. Batmış torba, batmış! Şu hale bak! Torbanın içindekileri hiç ellemeden tavaya atsam post modern omlet olur. N’apıca’m ben şimdi?”
“Ben şimdi banyoda onları yıkar paklarım.”
“Banyo da leş gibi yumurta koksun diye mi?”
“Kokulu mumlardan yakarız bi’ şi’cik olmaz.”
“Ay, bu salonun hali ne? Çocuk ödevlerini tatbiki olarak burada mı yaptı? Akşama o kadar insan gelecek. Daha yemek yapaca’m. Öf yani, öffff!”
“Hemen toplarıııııız. On beş dak’kalık işi var.”
“O, şimdi oyuna dalmıştır. Ders mers hak getire tabii… Tevekkeli gözüme görünmüyor.”
“Dersler bitti çoktaaaan.”
“Hiiii! Kablolunun son günüydü. Parası yatacaktı.”
“Hallettiiiiim!”
“Su istiy’cektik.”
“Tamamdır.”
“Tüp bitti bitiyor.”
“İsteriz geliiiir.”
Bir de üçüncü şart var ki, onu sona atmak aslında pek doğru değil. Çünkü en erken başlayan belirtilerden biridir aynı zamanda. Şöyle ki; biraz uzun oturunca göz dinlendirme (!) eylemine ışık hızıyla geçmek ve bütün “Uyuyorsun, kalk yerine yat!” uyarılarına Gandhi’yi hasetinden çatır çatır çatlatacak bir pasif direniş örneğiyle karşı durmak. Bunun yaşlanma belirtisi olduğunu iddia edenler de vardır, ama aldırmayın. Çocuklar nasıl uyuyarak büyüyorsa, büyükler de şekerleme yaparak mutlanır. (Bkz. Bir gün önceki şekerlenmiş reçel örneği…)



Ron Mueck'ten 'Two Women'
Diğer Çalışmaları 1          Diğer Çalışmaları 2              Diğer Çalışmaları 3            Diğer Çalışmaları 4
‘Peki, bu mutlanma herkese oluyor mu?’ diye sorarsanız, olmuyor elbette. Nasıl her reçel şekerlenmiyorsa, her insan da mutlanmıyor. Mesela ben iki kız kardeş tanımıştım bir zamanlar. Sarina ile Bohora Hanımlar. Hayatlarını bölük pörçük de olsa ağızlarından alabilmek için kırk takla atmıştım. Yirminci yüzyılın başlarında doğmuşlardı zira. Hem dünyanın, hem de Türkiye’nin çetin zamanlarında. Kim bilir nelere göğüs germişlerdi. Babaları para kazanmak için Amerika’ya doğru çıktığı yolda can verince, bir evde dört kişi kadın başlarına kalakalmışlardı mesela, ülkenin hali yetmezmiş gibi. Bohora Hanım genç yaşında evin büyüğüne dublörlük yapma sorumluluğundan ve yaşadıkları zorlu hayattan yılmıştı, kocaya kaçtı. Sarina Hanım ise evde kalıp ailesine destek olmaya çalıştı. Geçim koşulları gerektirdiğinde on beş yaşının havailiğiyle uzaktan görüp kel kafasıyla dalga geçtiği, kendisinden yirmi yaş büyük bir adamla evlenmeyi de kabul etti. Bohora Hanım’ın ilk evliliği çok sürmedi. Sonra hayatta rahat etme umuduyla ikinci, sürpriz bir şekilde gerçekleşen çöküşten kaçmak amacıyla üçüncü geldi. Sarina Hanım ise yirmi beş yıl kadar süren tek evliliğinden sonra özgürlüğünü ilan etti. İkisi de gezmeye bayılırlardı, bir de ud çalıp şarkı söylemeye… Ha, kağıt oyunları da hiç dayanamadıkları başka bir şeydi.  Bohora Hanım ölmeden bir iki gün önce elinde tuttuğu iskambil destesini kitap gibi açarak torununa fal bakacak kadar hatmetmişti kartları. Sarina Hanım ise bir gün boyunca acil ve / veya zorunlu ihtiyaçlar (!) dışında hiç kalkmadan iskambil oynayamayacağına dair bahse giren torununa ‘Pes!’ dedirtmişti bir keresinde, karşısına oturtup oyun arkadaşı yaparak. Çocuklarının az şahit olduğu, torunlarının ise tahayyül bile edemediği şeyleri sağ salim atlatmıştı bu iki kardeş.  Belki de o yüzden, ikisi de çetin cevizdi. Bohora Hanım’ın kadifeden yapılmış bir kamçıya benzeyen 7 / 24 kullandığı sivri bir dili vardı. Usul usul, yumuşacık okşadığını zannederken bir anda şaklayıp ardında kıpkızıl bir iz bırakan cinsinden.  Sarina Hanım’ın ise kadife eldiven içinde demirden bir yumruğu ile sessizliğinin, yumuşaklığının ardına ustalıkla gizlediği çelikten iradesi. Vurdu mu yeri göğü inletirdi o yumruk, ama kimseye zarar vermezdi. Hayatı boyunca en fazla üç beş kere kullanmıştı zaten. Aralarında (kardeşlerde genelde olduğu üzere) hafif bir çekememezlik vardı. Birinin ak dediğine öbürü muhakkak bir benek kondururdu, bazen gri, bazen siyah… Bohora Hanım başına gelen iyi şeyleri görmezden gelmeye, azımsamaya çalışırdı, kötüleri ise nereye gideceğine aldırmadan püskürtmeye, kendinden uzaklaştırmaya. Sarina Hanım ise ‘Her şey insan içindir.’ düsturunu benimsemişti. Geçmiş, Sarina Hanım’ın üzerinde sağı solu eskimiş, erimiş çiçekli bir gündelik giysi gibiydi, Bohora Hanım’ın ise gündelik giysilerle işi olmaz, hele de eskimişine dönüp bakmazdı. Bohora Hanım kalabalık içinde hep ‘BEN’ oldu, Sarina Hanım ise kendi içinde hep kalabalık. O yüzden çocukla çocuk, yetişkinle yetişkin kalabilir, hatta arada rolleri değişir; çocuktan daha çocuk, yetişkinden daha yetişkin bile olurdu.  Bohora hanım doksanında, kardeşinden iki yıl sonra göçtü dünyadan, Sarina Hanım yetmişlerinin sonunda. Bohora Hanım mutlanmanın kıyısından bile geçmedi, Sarina Hanım ise ömrünün yarısını mutlanmış olarak yaşadı. İki kardeş… Aynı evin çocukları… Üç aşağı, beş yukarı aynı kaderi paylaştılar. Amerikalıların pek sevdikleri meşhur sözleriyle ifade edersek; Sarina Hanım hayatın ona verdiği limonlardan limonata yaptı, hem içti, hem içirdi, Bohora Hanım ise limonlarla karşılıklı ekşiye ekşiye bir hal oldu. Şimdi bunları okuyorlarsa yukarıdan, Bohora hanım kadife kamçısını şaklatmış; “Hadi gene iyisin, on beş dakikalık şöhretine kavuştun!” demiştir kız kardeşine. Sarina Hanım ise yüzüne çocuksu bir şaşkınlık ifadesi veren gülümsemesiyle aşağıya şöyle bir bakıp ablasına ‘Sürrölans’ çekmiştir.  :))



Andy Rain'den Banksy'nin bir çalışmasını gösteren fotoğraf
Banksy'nin Sitesi
Geçenlerde bir dostum sağdan soldan toplama şeylerle kurulan grupların üyeleri binleri aşarken, büyük özveri, emek ve bilgiyle hazırlanan kültür ve sanat gruplarını takip edenlerin birkaç yüzü bile bulmuyor olmasından yakındı. Bu benim de uzun zamandır dikkatimi çeken ve üzerinde düşündüğüm bir konu. Sadece sanal ortamlarda değil, yaşam alanlarımızda da kültür ve sanatı paylaşmakta başarılı bir portre çizemiyoruz. Bunda, bu tür paylaşımların bir ticaret metaı olarak görülmesinin payı da var elbette. Aslında normal olan da bu, zira sanatla uğraşan, kültürü yaşam biçimi haline getirmiş kişilerin hayatını kazanabilmek için ortaya çıkardıkları yapıtlardan para kazanması şart. Ama kültür ve sanat aynı zamanda tabanı geniş olması gereken, her kesimden insana rahatça ulaştırılabilen bir şey de olmalı… Sanatın sadece parası olan kesimin harcı ve hakkı olduğunu söylemek iki tarafa da (hem paralı, hem de parasızlara) haksızlık yapmak demek. Beğenilen sanat yapıtlarını satın alarak sanatçı olunmayacağı ortadayken, tekniğini, tarihini, insanlığa katkısını bilmeden evrensel eserler vermenin mümkün olmadığını da söyleyemeyiz. (Bkz. Naif ressamlar) İşte kültür ve sanatı herkese sunmak, ayrıntısına giremese de herkesin bundan haberdar olmasını sağlamak bu yüzden gerekli. Ama işin açmazı da burada devreye giriyor. Haberdar ederken belirli ölçüde zevk alması da sağlanmalı insanların. Bu da bir başka uzmanlık, bir başka sanat… Önce bilgi sahibi olmak, sonra bu bilgileri sınıflandırabilmek ve önündeki eserleri bu bilgi ve deneyimle ayıklayabilmek ve en son olarak da sergileyip beğendirebilmek lazım. Böylece büyük emek, zaman, bilgi ve deneyim gerektiren bu işten bir başka, daha kapsamlı bir sanat eseri çıkacak. Yalnız bu sanat eseri, bilmeyenlere başkalarının emeğinden yararlanılmış ve üzerinde hiç çalışılmamış, ter dökülmemiş gibi gözükmesi olası bir yapıt olacaktır. Bu ilk handikabı konunun. Bir diğer sorun ise; kültür ve sanatla sıradan bir ilginin dışında ilişkisi olmayanları da yakalayıp kendine çekmekte zorluk yaşamaktır.  Yani ne kadar çok kişiye ulaşmak istiyorsanız, işin sanatla ilgili kısmını sıradanlaştırmanın yolunu – veya şöyle diyelim; sanatla göze hoş görünen arasındaki nazik dengeyi – bulmak zorunda kalacaksınız. Bu da zaman zaman hiçbir görgü, bilgi ve deneyime sahip olunmadan yapılan işlerin piyasa payını kapması demek… Sadece sinir uçlarıyla zevk alınabilen bir paylaşımın müşterisinin (!) çok olması anlaşılabilir bir şey bu durumda. Çünkü dediğim gibi; aynı paylaşıma bir dirhem bal için bir çeki keçiboynuzu çiğnemeye razı olanlar da katılabiliyor, gördüğü her yapışkan şeyi bal zannedenler de… Sanatla basit (veya karmaşık görünüşlü) eğlencelik veya duygusal eylemleri bir tutmak tehlikeli bir sıradanlaşmanın sebebi de oluyor. Oysa sanat çoklukla romantik bir bakış açısıyla yorumlandığı üzere duygusal bir dışa vurumdan ibaret değildir. Duygu ile akıl, teknik ve deneyimin bıçak sırtında bir dengeye getirilmesinin ürünüdür. O yüzden tüketilmez, hem akıl, hem de yürekle zevkine varılır. Diğer taraftan sanatı sokaktaki insandan uzaklaştıran burnu büyük anlayış da bir o kadar tehlikeli ve zararlı değil mi? Bu eğilimin özellikle ilk ve orta öğrenimde atılan tohumları yüzünden kaç potansiyel sanatçı hayatlarını ulaşamadıkları ciğere mundar diyerek geçirmiştir, hep merak ederim. Resim derslerinde sadece kağıt, boya kalemi, sulu boya bulundurmak ve bir iki kez bir şeyler çiziktirmek, müzik dersinde beş ölçülük çocuk şarkılarını haftada sadece iki kez elinize aldığınız bir enstrümanla seslendirmeye çalışmak dışında size bir şeyler yaptırmaya gayret eden kaç öğretmeniniz oldu? Oysa sanat insanın yaşamın anlamını sorgulamasına bir cevap olarak doğmuştur. İnsanın kendi küçüklüğünü ve azametini aynı bedende birleştirme ihtiyacının sonucudur. Sanat eseri de o yüzden yaratıcısı kadar muazzam ve aynı zamanda sıradan (burada sıradanlık basmakalıplık anlamında değil, herkese hitap edebilme potansiyeli taşıma anlamında kullanılmıştır) bir şeydir. Bu eser ister çoğunluğun hoşuna gitsin, ister gitmesin, ister evrensel bir eser olsun, ister sadece bir garibin duygu ve düşüncelerine tercüman, sırf verilen emek gereği en azından saygı duyulması elzem bir şeydir. Sadece bu özelliğiyle bile ülkemizde barınacak yer bulamadığına son günlerde ‘büyüklerimiz’ (!) sayesinde sıkça şahit oluyorken, kültür ve sanat gruplarındaki bu manzara şaşırtıcıdan çok üzücü, hayal ve gönül kırıcıdır. Ama asla azim kırıcı olmamalıdır diye düşünüyor ve diliyorum.



(******  ******)
Bu hafta bilmecenin tarzını azıcık değiştirelim. Gene soruların cevaplarının ilk harfi doğru cevaba götürecek sizi, ama bu defa yukarıdaki kişinin hayatını kronolojik olarak özetleyeceğim. İsminin harflerini ise adı için A1, A2,… ve soyadı için S1, S2,… şeklinde kodlayacağım. Sorduğumuz kişinin adı soyadı altışar harflidir. Bir de böyle deneyelim bakalım, tebdil-i soruda ferahlık olacak mı? :))

Yukarıda genç ve müdahalesiz (!) halini gördüğünüz kişi birçok defa Grammy’yi kazanmış bir (A1)tir. 1976 yılında yaptığı albüm (S1) ile Billboard 200’ün zirvesine oturunca yıldızı parladı. Müziğe yedi yaşında başladı. On yaşına geldiğinde ilk single’ını (S4) çıkarmıştı bile. Yirmi bir yaşında ilk albümünü yaptı. İkinci kaydını ise B.B. King, Eric Clapton ve Paul Simon ile çalışmış bir bariton saksafoncu (A4) ve (A3) çalan Dr Lonnie Smith’le yaptı. 1960’larda Miles Davis ile çaldı. 1969’da ünlü bir İngiliz topluluğunun çıkardığı albümdeki parçalardan oluşan kendi albümünü yaptı. İçindeki şarkılardan birinin (S5) nakaratı aşağıdaki gibidir:

When you told me you didn't need me anymore / Well you know I nearly broke down and cried
When you told me you didn't need me anymore / Well you know I nearly fell down and died

76 yılında yıldızını parlatan albümdeki ‘Bu Maskeli Balo’ :)) isimli şarkının yazarı; esas adı Reginald Kenneth Dwight olan bir İngiliz şarkıcı (A2), oğlunu trajik bir kazada kaybetmiş bir gitarist (A6), Willie Nelson, Frank Sinatra v.s. gibi isimlerle de çalışmıştır. Kahramanımız daha sonra R&B ve pop tarzına yönelmiş ve adını Rod Temperton’un bir bestesinden alan çok satan bir albüm (A5) daha yapmıştır. Bu albümün yapımcılığını üstlenen Quincy Jones onu, köklerine dönüp Ray Charles, Donny Hathaway ve kadife sesli bir ‘kral’a (S3) olan sevgisinden esinlenmesi için cesaretlendirmiştir. 1985’te Chet Atkins’le birlikte yaptıkları bir çalışmada Atkins tarafından 13 yaşında keşfedilen bir gitarist (S2) de yer almıştır. Çaldığı müzik aleti Japonya’nın Honşu adasında yer alan, nüfus açısından dördüncü büyük şehrinde (S6) üretilmektedir.

Oh! Sonunda bitti! Bundan evvelki bilmecelerin hiçbiri beni bu kadar zorlamamıştı. Bu adam kendi adının harflerini taşıyan o kadar az iş yapmış ki, kulağımı başımın etrafında dokuz tur bağlayarak göstermek zorunda kaldım. Oysa benim kulakların gösterilmeye pek ihtiyacı yoktur. :))) Bu defaki bilmece pek kolay oldu gibi geldi, ama gene de bazı anekdotlar hoşunuza gider umarım. Resim de bir albüm kapağından olduğu için kolay tanınacağını sanıyorum. Gene de yüzündeki en belirgin kısmı öylesine törpületti ki son zamanlarda, annesinin bile onu tanıyacağından şüphem var. :)) Bu da bir başka ipucu olsun.
Hadi bakalım kolay gelsin!



(George Benson)
Bilmecede sorduğumuz kişinin adı George Benson idi. Dünkü metni cevaplarıyla birlikte aşağıda bulabilirsiniz.
Yukarıda genç ve müdahalesiz (!) halini gördüğünüz kişi bir çok defa Grammy’yi kazanmış bir (gitarist)tir. 1976 yılında yaptığı albüm (Breezin’) ile Billboard 200’ün zirvesine oturunca yıldızı parladı. Müziğe yedi yaşında başladı. On yaşına geldiğinde ilk single’ını (She Makes Me Mad) çıkarmıştı bile. Yirmi bir yaşında ilk albümünü yaptı. İkinci kaydını ise B.B. King, Eric Clapton ve Paul Simon ile çalışmış bir bariton saksafoncu (Ronnie Cuber) ve (org) çalan Dr Lonnie Smith’le yaptı. 1960’larda Miles Davis ile çaldı. 1969’da ünlü bir İngiliz topluluğunun çıkardığı albümdeki parçalardan oluşan kendi albümünü yaptı. İçindeki şarkılardan birinin (Oh! Darling) nakaratı aşağıdaki gibidir:
When you told me you didn't need me anymore / Well you know I nearly broke down and cried
When you told me you didn't need me anymore / Well you know I nearly fell down and died

76 yılında yıldızını parlatan albümdeki ‘This Masquerade’ isimli şarkının yazarı Leon Russell; esas adı Reginald Kenneth Dwight olan bir İngiliz şarkıcı (Elton John), oğlunu trajik bir kazada kaybetmiş bir gitarist (Eric Clapton), Willie Nelson, Frank Sinatra v.s. gibi isimlerle de çalışmıştır. Kahramanımız daha sonra R&B ve pop tarzına yönelmiş ve adını Rod Temperton’un bir bestesinden alan çok satan bir albüm (Give Me The Night) daha yapmıştır. Bu albümün yapımcılığını üstlenen Quincy Jones onu, köklerine dönüp Ray Charles, Donny Hathaway ve kadife sesli bir ‘kral’a (Nat King Cole) olan sevgisinden esinlenmesi için cesaretlendirmiştir. 1985’te Chet Atkins’le birlikte yaptıkları bir çalışmada Atkins tarafından 13 yaşında keşfedilen bir gitarist (Earl Klugh) de yer almıştır. Çaldığı müzik aleti (Ibanez marka gitar) Japonya’nın Honşu adasında yer alan, nüfus açısından dördüncü büyük şehrinde (Nagoya) üretilmektedir.


Baş harfleri arada kaynayıp gitmesin diye yukarıya alamadığım bazı anekdotları da şöyle sıralayalım:

Breezin’ platin plak almıştır. Üzerindeki Benson resmini makul bir şekilde büyütebilseydim kullanacaktım. Tahmin ederim o resimden de tanıyamazdınız. :))
Benson Jean ‘Django’ Reinhardt’ın da aralarında olduğu Çingene cazcılara benzer bir destekli vuruş tekniği kullanmaktadır. Çalmaya yedi yaşında ukulele ile başlamış, sekizinde lisansı olmayan bir gece kulübünde Cumartesi Pazar günleri çıkıyormuş. 1965 yılında evlendiği karısı için 1996 yılında That’s Right Albümünde Johnnie Lee isimli parçayı kaydetmiş. Maalesef onun yorumunu bulamadım. Ama aşağıdaki yorum da hiç fena değil. Arka plan biraz plastik kalsa da… :))





Maggie Taylor'dan 'Mood Lifter'
Sitesi
Dün yazı yazamadım. Aslında yazdım da otosansürümün kişileşmiş hali olan Mübine Kılıkırkyarar’dan icazet alamadım. Kendisinin altı aylık sağlık kontrolü zamanı gelmiş. Bütün gün laboratuar tetkikleri için aç dolaştığından yemek niyetine benim karaladıklarımı yedi. Birinci yazımı “Bu konuyu daha önce yazmıştın.” deyip yalamadan yuttu. İyi de ben her gün yeni konuyu nereden bulayım? İkinciyi “Geveleyip durmuşsun. Ne dediğin anlaşılmıyor.” dedi. Zaten topu topu on ila on beş cümleden oluşan bir fikir önerisiydi. Yemekaltı niyetine kullandı. Üçüncüye “Kolaya kaçıyorsun, üç beş replik attırıp senaryo havası vererek balon uçuruyorsun!” diye çemkirdi. Her repliği çekirdek gibi çitledi. “Allah’ın hakkı üçtür. İtiraz edemez artık.” deyip yaradana sığınarak dördüncüyü yazdım. Ama kendisine karşı hislerimi biraz fazla dile getirmişim. Yazı şiştikçe şişti. Daha uzaktan görmesiyle ana sıcak olarak gövdeye indirmesi bir oldu. Beşinciyi yazarken ben daha sayfanın sonunu bulmadan onun baş taraftaki kelimeleri mısır patlağı gibi havaya atıp atıp ağzıyla yakaladığını görünce pes ettim.

Hadi dün Pazartesi Sendromu yaşıyordum. Peki, bugün için ne mazeret bulacağım? Fikirler önde, ben arkada ebelemece oynuyoruz. Üstelik ortada sıçan olarak kalan gene benim. Eh, bugün de Salı Melankolisi olduk derim. Ama yarın için de durum pek parlak gözükmüyor. Şimdiden yarına bir şeyler bulmalı. Çarşamba İç Sıkıntısı… Hızımızı almışken devam edelim. Perşembe Bunalımı. Cuma??? Namaza gittim, gelece’m. Cumartesi? Yarım gün tatil zaten… Pazar? Hiç sormayın Pazartesi Sendromu’nun derdi düştü içime…
Şaka bir yana bu aralar sadece yazı yazmak değil, canım hiçbir şey yapmak istemiyor. Herkesin başına gelen o amaçsızlık dönemlerinden birine girdim herhalde. Efendim? Size hiç öyle bir şey olmaz mı? Hadi ya! Sadece bana mı oluyor yani? Yani siz hiç üç gün önce keyifle yaptığınız şeyden bir anda kilometrelerce uzaklaşmış gibi hissetmediniz mi kendinizi? “Hep aynı, hep aynı! Benim bile canım sıkıldı, beni takip edenlere çoktan hafakanlar basmıştır.” diye düşünmediniz mi? Yaptığınız işte otomatikleştiğinizi, özgünlüğünüzü yitirdiğinizi, o ruhu kaybettiğinizi, kendi kendinizi tekrar ettiğinizi fark etmediniz mi? Yani bütün bunlar bir tek benim başıma mı geliyor?... E, iyiymiş! Bu da bir çeşit özgünlük sayılır. Efendim? Düpedüz antikalık mı? Çok ayıp ama! Öyle pat diye söylenir mi insanın yüzüne?
Bahar yorgunluğu desem, daha havalar soğumadı, kış yapmadı ki, bahar gelsin. Güya bu kış çığ düşecekti. Gerçi düştü düşmesine, ama Avrupa’ya. Türkiye ‘makûs’ kaderi gereği yeni açtığı kış sporları merkezine bile kamyon kamyon kar taşımak zorunda kaldı. Demek ki taşıma suyla değirmen dönmese de, taşıma karla spor merkezi çevriliyormuş. Maddenin üç hali meselesiyle ilgilidir belki de… Sıvı, katı, gaz! Geriye denenmemiş bir gaz kaldı. Oooof of! Böyle giderse taşıma gazla yazı şişirilmez diye yeni bir atasözümüz olacak. Benim acilen kendimi toparlamam ve eski günlerime dönmem lazım. Ama nasıl? Mübine Hanım aç gözlerle yazımı getirmemi bekliyor karşıda. Dudaklarını yalamaya başlamış bile. Dişlerinin arasında dünkü yazılarımın parçalarını hâlâ seçebiliyorum. Birisinin bu kadına diş sağlığıyla ilgili bir seminer vermesi şart! Valla’ istediğim kadar şişireyim, bu yazıyı kabul etmesine imkân yok! Ne yapmalı?... Pekiiiiii, ya yazımı ona kurban etmezsem. Hiç göstermeden, bilgisayara geçirdiğim gibi gruba yükleyiverirsem. Olur mu? Olur! Hatta neden bu işi yalnızca bugünle sınırlayalım, di’ mi ama? Ben en iyisi bu Mübine Kılıkırkyarar’ı işten çıkarayım. Onun yerine elifi görse mertek sanacak birini alırım. Tamamdır! Oldu bu iş!
Mübine Hanıııııım! Bi’ dak’ka bakar mısınız?

Albert Bierstadt'tan 'Storm in the Mountains'
Diğer Çalışmaları 

Evet! Artık Otosansür Başmüdürlüğü’mün başına Mertek Salgitsin’i geçirdim. Ne o? İsmi mi tuhaf geldi? Nüfus kâğıdındaki ismi Elif aslında bu sarışın, çıtı pıtı kızcağızın. Dün iş görüşmesine geldiğinde “Adım Mertek.” diye elini uzatır uzatmaz aradığımın o olduğunu anlamıştım. O, bir aylık deneme süresinde olduğunu sanıyor, ama bence ömür boyu bu mevkii işgal edecek. Tabii sizlere acıyorum biraz, ama kendimi de düşünmek zorundayım. :))
Hazır sansürden, denetlemeden laf açılmışken size gazete haberlerinden bahsedeceğim. Yok, yok! Korkmayın! Politika falan yapacak değilim. Benim sözünü edeceğim şey gazetelerde haber kavramının günümüzde nerelere geldiği… Öncelikle haber neymiş sözlük anlamıyla, bir ona bakalım. TDK sözlüğüne göre 1. Bir olay, bir olgu üzerine edinilen bilgi. 2. İletişim ve yayın organlarıyla verilen bilgi. 3. Bilgi. Yani bir haberin ne şekilde olursa olsun bir bilgi içermesi, muhatabındaki kişi ve / veya kişileri bilgilendirmesi gerekiyor. Peki, gazetelerden bilgilenebiliyor muyuz son zamanlarda? Siz ne dersiniz? Şöyle bir örnek vereyim:
Geçen gün bir İstanbul sakini olarak mecburen (!) hastalık derecesinde müptela olduğum deprem konusuyla ilgili bir “haber” gördüm gazetemde. Başlık: “Marmara Depremi geliyorum demiş!” Haberin içeriği şu: Science Dergisinde yayınlanan bir araştırmaya göre 1999 Depremi’nde kaydedilen ön sarsıntıların karakteri ve bir takım özellikleri sayesinde bir ön uyarı sistemi gerçekleştirme olasılığı doğabilecekmiş. Yazıda öyle bir paragraf var ki, konuyla ilgili, bilgili ve hatta uzman olanların bile içinden çıkabileceğini sanmıyorum. Çünkü ön sarsıntının önce bir sinyal, ardından bir gürültü, daha sonra da bir patlama olduğuna dair anlaşılmaz bir takım gevelemeler var. Üşenmedim, araştırdım. Makaleyi buldum. Tabii özetini sadece. Çünkü dergiye abone olmadan tamamını okuyamıyorsunuz. Zaten haberde de bu özetin Google çevirisinden hallice bir tercümesini kullanmışlar sanki. (Google tercümesine örnek isterseniz; “All children are artists. The problem is how to remain an artist once he grows up.” Picasso’nun lafı olan bu iki cümleyi Google şöyle çeviriyor: “Bütün çocuklar sanatçılar vardır. Sorun ne o kadar büyür kez bir sanatçı kalabilmektir.) Kelimeleri arkalarındaki anlamdan bağımsız bir şekilde bir araya getirip dil bilgisi açısından makul bir hale sokmuşlar. Ama gel gör ki nasıl okursanız okuyun ne dediği anlaşılmıyor. Yani bırakın bilgi vermeyi, cümlenin başıyla sonu birbirini tekzip ediyor. O da yetmezmiş gibi yan tarafta yazının tamamını ve dolayısıyla araştırma sonucunu da yalanlar tarzda bir başka görüşe de yer verildiği için kafalar iyice karışıyor. Ortaya çıkan anlam olsa olsa şöyle olabilir: Bi’ takım bilim insanları işi gücü bırakıp 1999 depreminin kayıtlarını incelemişler. E, işte yukarıda yazan şeyleri bulmuşlar - ki biz hiçbir şey anlamadık, ama çevirmenin dediğini yazdık. Sonra bunu haber veriyormuş gibi düzenledik, başına da şöyle afili ve kışkırtıcı bir manşet uydurduk. Ama merak etmeyin! Gazetecilik sorumluluğumuzu da o kadar kaybetmiş değiliz. Tuttuk, bu yazıyı bir bilene okuttuk. Onun dediklerini de yazdık. Yanda görebilirsiniz. Haber mi? Haber!
Verdiğin haberin ne manaya geldiğini bilmiyorsan, iletmene imkân da yoktur. Çünkü edinmediğin bilgiyi aktaramazsın. O haber istediği kadar bilgi içerikli rolü yapsın, dedikodudan öteye geçemez. Bu tür bir “haber”in hem konu edilen araştırmayı, hem araştırmacılarını, hem yayınlandığı gazeteyi, hem o gazetenin elemanlarını, hem de okuyucuyu ve zekâsını aşağıladığını söylemek pek de yanlış olmaz herhalde.
Hay Allah! Böyle bir yazı yazdıktan sonra Mübine Hanım’ı işten çıkarmanın pek de akıl kârı olmadığını anlar gibi oldum sanki. Acaba onu geri çağırıp Mertek Salgitsin ile birlikte çalışmaya mı zorlasam? Hem belki onlar birbirleriyle uğraşırlarken ben de aradan yazılarımı çıkarmayı başarırım. Ne şiş yanar, ne kebap… :))





Frederick Hart'tan 'Herself'
Diğer Çalışmaları                    Sitesi
“Bu ne?”
“Yazııııı!”
“Peki, bu tepesindeki kırmızı şey ne?”
“Yıldızlı pekiyi verdim. Öğretmen bize verirdi de, nasıl hoşumuza giderdi. Ben de bizimkine verdim ki, sevinsin garip.”
“Bu yazıya mı?”
“Şey… Biraz okunaksız olmuş tabii. Zaten ben de o yüzden okuma zahmetine hiç girmedim. Belki de güzel yazı kursuna falan göndeririz çocuğu.”
“Fesüpanallaaaaah!!! Bize ne yazının güzelliğinden, biz içerik yönünden denetliyoruz.”
“Kusura bakmayın Mübine Hanım, ama neden işten çıkarıldığınızı şimdi anladım. Bir yazı göze hoş görünmüyorsa gerisini salın gitsin canım. Hatta bir dahakine sayfanın soluna kırmızı çizgi çektirip renkli kalemlerle kenar süsü yapmasını isteyeceğim. Yazıyı okuyormuş gibi yaparken onlara bakarım da, gözüm gönlüm şenlenir hiç olmazsa.”
“Ya Sabııııır!!! Elif Hanım, Elif Hanıııım!”
“….”
“Elif Hanım diyorum, huuuuu!”
“…..”
“ELİF HANIM!!!! Size sesleniyorum.”
“Bana mı? İyi de benim ismim Mertek!”
“Masanızın üzerindeki künyede Elif yazıyor ama…”
“Ne münasebet! Siz daha gördüğünüzü okuyamıyorsunuz, ner’de kaldı yazı denetlemek. İşe neden tekrar iade edildiğinizi bir anlasam. Fizik durumundan desem mümkün değil. Kafa zaten gel gitli…”
“Elif Hanım!!!”
“Mertek! Meeeeer teeeeek!!!”
“Ananız babanız da mı Mertek diyor size?”
“Aaaa! Bakın siz söyleyince fark ettim. Onlar da bana yıllardır Elif der. Ama artık alıştım. Ne de olsa yaşlı ve cahil insanlar. İnanmazsınız, kafalarına bir şeyler girsin diye yıllarca uğraşmışlar. Üniversitelere kadar gitmişler de olmamış. Oysa bana daha ilkokul ikide ‘Daha fazla okumana gerek yok!’ dediler. Anlayın aradaki klas farkını yani!”
“AKA Efendi, AKA Efendiiiiii! Sen kimleri işe almışsın böyleeeee????”
“Rica ederim işvereninizle bu tonda konuşmayın Mübine Hanım! Hem burada sizin üstünüz benim. Bir şikâyetiniz varsa önce bana gelirsiniz. Dersiniz ki; .... Pardon, ne demiştiniz? Hatırlayamadım.”
“Ay bana bir şeyler oluyor! Cankurtaran yok muuuuu??? Göz göre göre ‘bezdiri’ yapılıyor bu işyerinde…”
Yeteeeeeeer!!! Bi’ durun! Sabahtan beri kafamın içinde itişip duruyorsunuz. Zaten ne yazayım diye debeleniyorum burada. Bir de siz; dır dır dır, vır vır vır…
“……!!!???!!!...”
Oh be! Sonunda sustular. Şimdiiiii… ner’de kalmıştım? Sahi, ben ne yazıyordum?





Uğur Bektaş'ın Istanbul Style serisinden 'Sunset'
Diğer Çalışmaları             Sitesi                     Blog 
Şehir artık görmeden, duymadan, etkileşmeden yanlarından geçilen veya yüz yüze bakılan, ille de konuşulacaksa öğretilmişin, rutinleşmişin dışına taşılmadan ilişki kurulan insanların sürü (!) halinde yaşadığı bir yer oldu. İster astımız, ister üstümüz, ister hemayarımız olsun, ilişkilerimiz hep belli kurallar üzerinden yürüyor sanki. Birinci kural: (İnsan perspektifinde ilk öncelik…) BEN ne istiyorum? İkinci kural: İsteğiMi nasıl yapar ve / veya yaptırırıM? Üçüncü kural: BANA kim ve ne lazım? Dördüncü kural: Kim ve ne’yi istediğiM şeyi yaptırmak için nasıl kullanırıM? Beşinci kural: BENİMLE  aynı veya benzer şeyleri isteyenleri amacıMa nasıl ortak ederiM? Bu böyle devam edip gidiyor. Karşımız veya yanımızdakilerin adı üçüncü kuraldan sonra, üstelik de gene BEN’e bağlı veya BEN’in uzantısı olarak geçiyor. “Eee, biz bunları zaten biliyoruz. Ne var yani?” diyeceksiniz. Aslında konumuz VAR olanlar değil, YOK olanlar.

Birinci kural: Alışveriş yapmak istiyorum. İkinci kural: Evden çıkar, arabaya atlar, alışveriş merkezindeki büyük markete giderim. Evden çıkıyorum, arabaya atlıyorum, köşeyi dönüyorum. O ne? Yolu kazmışlar.
“Gene niye kazdınız yolu?”
“Şu yeni yapılan sitenin kanalizasyonunu bağlay’ce’z de…”
“Yahu o site en azından üç yıllık. Bunca zamandır ne yapıyorlardı? Evde biriktirip saksıya, bahçeye mi kullanıyorlardı?”
Amaaaan! Boş ver! Dön, arkadan dolaş! O ne? Yolun ortasında bir nakliye kamyonu…
“Kardeşim çeksene kamyonu. Bak, öbür çıkış da kapalı. Olur mu canım böyle?”
“Az bekle! Patladın mı? Birazdan gidece’z zati.”
“Birazdan ne zaman?”
“İki üç saate biter bizim işimiz.”
“O kadar beklenir mi? Kamyonu iki adım ileriye, sağa çekseniz de gelen geçse…”
“Ohoooooğoğo! Her isteyene çekilirsek biz…”
Ya Sabıııııır! Sakin ol! Dön geri! Bırak arabayı, marabayı! İki sokak ilerideki markete gidiver. Göbeğin büyük marketlerle kesilmedi ya! Hoppalaaa! Sokakta geçecek yer yok. İki tane eğreti tahta uzatmışlar boylu boyunca. Kelle koltukta geç geçebilirsen. Karşıdan da beyaz saçlı, tonton bir teyze geliyor.
“Elimi tutun teyzeciğim. Yardım edeyim.”
“Ne teyzesi? Sen dön de önce kendine bak! Terbiyesiz!”
“…???!!!???...”
Olur böyle vakalar. Teyze yatağın solundan kalkmış demek ki bu sabah. Şimdi geçme sırası bende. Aman ha! Kendine fazla güvenip tahtaları ortalama! Çat diye bel verir ortasından. Bu yaştan sonra kalça kırığı hiç çekilmez.
“… sonra bu mal demez mi manyak mısın sen kızım diye diye sürüdü gitti gelme gelme gelmeeee…”
“Evladım, ben geçiyordum.”
“Ya nine, ba’ardık o kadar gelme diye, di’ meeee?  Öküz gibi ne geliyo’sun? Düş’ce’n kalca’n başıma… Abi bunları kim salıyo’ soka’a yaaa?”
Nine!!!! Hıck!!!!! Nine dedi! Bana nine dedi!
Amanın, nereye gelmişim ben? Biraz evvelki köşeden sağa dönecektim. Bir ‘nine’ lafı ne hale soktu? Bu kaldırımları da niye bu kadar dar yaparlar ki? Hah! Bir de telefon kutusu koymuşlar ortasına, tam olmuş.
“Daaaaaaaaat! Hanım, hanım! Düz yolda gidemiyo’n, bari benim başımı belaya sokma! Git de başkasının önüne atla!”
“Kaldırımı şey yapmışlar da… Bi’ de ortasına şeyi şe’edince…”
Vnnnnnnn!
Ay, göz göre göre kalıyorduk arabanın altında. Sahi ben niye çıkmıştım sokağa? Birinci kural??? İkinci kural???
Haydiiii! Bu yazı ne ara buraya geldi? Akıllı uslu başlamıştım, gene sapıtmışım. Neyse artık kısmet yarına… 


Juan Muñoz'dan 'Conversation'

Bir dostumun deyimiyle ‘modern mağaralar’ımızdan çıkıp ‘modern kumbaralar’ımıza girdiğimizde başımıza gelenlerden bir kesit…
“Kart borcumu ödeyecektim.”
“Tabii. Sizi bankamatiğe alalım.”
“Hayır. Ben buradan ödeyeceğim.”
“Maalesef yapamıyoruz efendim.”
“Niçin?”
“Sistem böyle efendim.”
“Nasıl yani? Borcumu bir makineye ödeyebiliyorum, ama insana ödeyemiyorum, öyle mi?”
“Ekrana giremiyorum efendim. Sistem böyle!”
“Havale yapmak istiyordum.”
“Elbette! Yalnız bankamatikten yapacaksınız.”
“Niye?”
“Bankamız politikaları gereği…”
“Bana ne politikadan kardeşim! Ben makineyle nasıl havale yapacağım?”
“Çok basit efendim. Eğer isterseniz güvenlikçi arkadaş yardımcı olur.”
“Kendisi banka memuru mu, güvenlik memuru mu?”
“Eeeee ehem!…”
“Mevduat ile ilgili işleminizi internetten halledin. Hem daha kolay, hızlı ve sorunsuz.”
“Ben buradan yaptırmak istiyorum.”
“Ama buradan yaptırırsanız, yarım puan az faiz alırsınız.”
“Niye? İnternetle işi olmayanlara ceza mı veriyorsunuz?”
“Elbette hayır. Ama bu sizin iyiliğinize olan bir şey…”
“Allah Allah! Benim iyiliğimi benden iyi mi biliyorsunuz? Seksen yaşında gözü iyi görmeyen, kulağı ağır işiten biri olsam da aynı şeyi mi önereceksiniz?”
“İsterseniz yardım edebilirim.”
“Yardım mı? Benim işlemimi yapmak sizin göreviniz değil mi? Neden yardım etmek diye tanımlıyorsunuz anlamadım.”
“Hayır, onu kastetmedim. İnternetten giriş yapma konusunda yardımcı olmak…”
“Ha, yani pek çok dolandırıcılık suçuna açık bir ortamdan giriş yapmama yardımcı olmak göreviniz, ama hesabımı hak ettiğim faizle bankadan açmak göreviniz değil. Havale yapmak ya da borcumu ödemek için beni asli görevi bankacılık olmayan biriyle, bilgim ve uzmanlığım olmadığı halde işlemin bütün sorumluluğunu üzerime yıkacak bir sistem olan bankamatiğe yönlendirmek göreviniz, ama havaleyi veya borç ödememi kendi elinizle bankadan yapmak göreviniz değil. Bu durumda bana birer kolaylık, seçenek olarak sunmanız gereken şeyleri zorunluluk olarak kabul etmemek ve uygulamamak da benim görevim oluyor herhalde. Hesabımı kapatıp, kartımı iptal ettirmek istiyorum.”
“Tabii. Sizi bankamatiğe alalım efendim. Veya belki internetten halletmek istersiniz.”
!!!???!!!



Evan Lude'dan 'Supermarket Sunset'
Diğer Çalışmaları 1                  Diğer Çalışmaları 2                 Diğer Çalışmaları 3                     Sitesi
Özgürlük ve haklarımızı başkalarınınkini yok sayarak elde etme alışkanlığı (hırsı, azmi falan demiyorum ayıp olmasın diye) son zamanlarda had safhaya mı ulaştı, yoksa kışın en gri ve melankolik zamanları olması hasebiyle bana mı öyle geliyor? Elbette hepimizin arzuladığı, ulaşmak istediği şeyler var. Ha, amacımıza ulaşma yolunda hiç kimseyi çiğnemememiz gerekir gibilerinden bir safdillik yapacak değilim. Evin cümle kapısından bahçe kapısına yürürken dahi ezdiğimiz karıncanın (tabii şehirde hâlâ kaldıysa), sümüklü böceğin (yağmurdan sonra bizim bahçeyi istila ediyorlar tam manasıyla), tekmeleyip ters yüz ettiğimiz taşların altındaki yaşamların, yuvalarını dağıttığımız örümceklerin (onlara bir şeycik olmaz, yüz milyonuncu defa gene kurarlar ağlarını), oyunlarını bozduğumuz çocukların (O da bir zamanlardı. Şimdi koyduysan, bul çocukları. Hepsi ya TV, ya bilgisayar ya da test başında…) haddi hesabı yokken, çok daha büyük (!) amaçlar için fark etmeden içinden veya üzerinden geçilecek yaşamları varın siz düşünün! Ama burada anahtar kelimeler FARK ETMEK. Fark etmeden etkilediğimiz hayatlar, insanlar, şeyler bu kadar çokken basit önlemlerle – hiç olmazsa – zarar vermeden yanından geçebileceklerimizi kayırmak neden bu kadar zor?

İki gün önce nerede kalmıştık? A, evet!  Birinci ve ikinci kuralın gereğini yapmış, alışveriş için markete vasıl olmayı başarmıştım. Üçüncü kural neydi? Amacıma ulaşmak için bana kim ve / veya ne lazım? Eh, bugün bir alışveriş arabası lazım. Kapının dışından bir tane kaptığım gibi soluğu marketin içinde alıyorum. Sokak arası market olduğundan pek ufak. Üç kişi aynı anda alışveriş yapmaya karar verdi mi, ortalık mahşer gününe dönüyor. Ben en iyisi alışveriş arabamı trafiğe engel olmayacak bir yere çekeyim de, zaten zor dolaşılan koridorları iyice daraltmayayım. Malları alır, arabaya taşıyıveririm. Taş atıp da kolum mu… ????!!!!???? Eeee, buraya bırakmıştım arabamı. Nereye kayboldu? Aaaa, hanımın (!) biri almış benim arabayı, gidiyor.
“Pardon, o benim arabamdı. Bir yanlışlık oldu galiba.”
“Yooo! Ne yanlışlığı? Orada öyle duruyordu.”
“Bırakılınca genellikle dururlar zaten. Koridorlar kalabalık olduğu için oraya koymuştum. Hani kimseye çarpmayayım, geçişi zorlaştırmayayım…”
“Kardeşim, acelem var. Oyalama beni!”
Aaa, göz göre göre aldı gitti. Amaaan, boş ver! Sen buraya gelesiye ne vartalar atlattın. Çık, bir tane daha al! Ama içine abuk subuk da olsa bir şeyler koy ki, çekip almadan önce ikinci bir defa daha düşünsünler. Gözünü de fazla ayırma kıymetli (!) alışveriş arabasından. Küüüüüttttt!!!
“Hsssssss! N’aptınız han’fendi? Paris’in soyundan mı geliyorsunuz Allah Aşkına?”
“Haaa? N’oldu ki?”
“Daha ne olsun? Paris’in okunun Aşil’e yaptığını, siz arabanızla bana yaptınız. Topuğumun acısı ciğerimi deldi.”
“Hiiii! Yoksa siz Paris Hilton’dan mı bahsediyorsunuz? Vallahi alnından öpece’m bizim kuaför Selami’yi. Bu defa rengi iyi tutturdu. Her gören Paris’e benzemişsin diyor ayol!”
“Yok, han’fendi. Benim meramım başka. Mitolojideki Paris… Ne diyorum ben ya? Han’fendi arabanızı topuğuma tosladınız diyorum. ‘Acı var, acı!’ diyorum.”
“Eh, bir dahakine daha dikkatli yürürsünüz o zaman. Ben size mi bakacağım, tezgâha mı? Tövbe, tövbeeee!”
Ay, bırak gitsin! Gözümden yaş geldi zaten. En iyisi alışverişi kısa kesip, hâlâ tek parçayken eve dönmek.
Bir gün de yazıyı şöyle düzgün, oturaklı bir biçimde bitirmek nasip olsa dişimi kıracağım. 




Tetsuya Ishida'dan (石田 徹也) 'Supermarket'
Diğer Çalışmaları 1            Diğer Çalışmaları 2                   Sitesi
Haftanın başından beri modern insan davranış kalıbındaki (!) kuralları inceliyoruz ya. Bugün de ‘Amacıma ulaşmak için insan ve nesneleri nasıl kullanırım?’ kuralının işleyişini irdeleyeceğiz. Dün alışveriş arabasının nasıl kullanıldığını görmüştük, bari bugün de insanın nasıl kullanıldığını görelim.

“Siz sırada mısınız beyefendi?”
“Otobüs beklemiyoruz her’alde!”
“O zaman hangi kasanın kuyruğunda olduğunuzu da bilsek. Arabanız bu kasada, kendiniz yan kasada, gözünüz de iki ilerideki kasada…”
“Hangisinin sırası önce gelirse ona girece’m kardeşim. Keyfimin kâhyası mısın?”
“Evladım, kızım! Benimki iki parça. Bir müsaade buyursanız da, önce ben geçsem. Yaşıma mahsuben…”
“Elbette beyefendi. Arkadakilerce mahsuru yoksa…”
“Kasiyer kızcağ’zım bu mal broşürünüzde indirimdeydi.”
“Yok amca! O iki hafta evvel indirimdeydi, bitti artık. Şimdi bunda indirim var.”
“Neymiş o?”
“Bak bu da şöyle şöyle güzel…”
“Haaa! Kaç kilo bu?”
“Beş kilo.”
“Üç kiloluğu yok mu?”
“Yok. Ama şuradakinin iki kiloluğu var.”
“Neymiş o?”
“Bu yeşilinden… Güzel bi’ renk.”
“Onu hanım sevmiyor. Evladım ben vazgeç…”
“O zaman bi’ de buradakini deneyin.”
“Neymiş o?”……………… Uzuuun bir süre sonra;
“Yok, ben vazgeçtim. Hiçbirini almayacağım. Sen şu ikinci malımı geçir kasadan da, gideyim ben kasiyer kızım.”
“Haaa! Amcacı’m bundan da bir alana bir bedava veriliyor.”
“Sahi mi? Eee, n’apca’z şimdi?”
“Sen git al bi’ tane daha, ben bekliyorum.”………… Uzuun bir süre  sonra;
“Hönk, hönk, hönk… Orada hiç mal kalmamış. Arkadaşlara sordum, bir oraya yolladılar, bir buraya yolladılar. Koştur koştur, içim dışıma çıktı kasiyer kızım.”
“Bi’ dak’ka, ben depoya telefon edeyim.” ………… Uzun bir süre sonra;
“Malın devamı kalmamış amcacı’m. N’apalım?”
“E, ben bunu alıp gideyim.”
“Aaaa, katiyen olmaz. Kampanya bozulur. Ben sana onun yerine bunu vereyim.”
“Neymiş o?” ……….
...
“Ay, Allah Aşkına bu kasayı açıyorum deyin.”
“Açıyorum, açıyorum.”
“Valla mı? Hemen mi?”
“Hemen, hemen!”
“Oh!” ……… Uzuuuuuuuuuuuuun bir süre sonra;
“… derken bizim şef içeri girmez mi? Ben buna kaş göz işareti falan… Ama anlamadı, hâlâ konuşuyo’. Şef durdu kaldı…”
“Biz de durduk kaldık kasiyer hanım. Beş kişi yarım saattir bekliyoruz. Hani hemen açıyordunuz kasayı?”
“Kardeşim bunların açılması uzun sürüyo’. Ben n’apiiim?”
“İyi de kasaya baktığınız yok. Telefonda dedikodu yapıp duruyorsunuz.”
“Ne münasebet! Ben kasanın açılmasını beklerken personele bilgi aktarımı yaparak hem geri bildirim sayesinde sizlere yardımcı oluyor, hem de performans puanımı arttırıyorum bi’ kere…”
“!!!???!!!”
Yarın beşinci ve son kuralı işleyeceğiz. Kendinizi şimdiden hazırlayın! :))




Davide Restivo'dan bir çalışma
Diğer Çalışmaları             Blog
Haftanın başından beri şehir hayatının iyice bileyip adeta eşkıya kanunu gibi en insancılımıza, en yufka yüreklimize, en masumumuza bile dayattığı davranış kalıplarından bahsettik. Sosyal hayatta, iş yaşamında, evimizin dışında ve bazen içinde de karşılaştığımız en hafif deyimiyle kaba davranışlar artık bir sosyalleşme aracı olarak yerleşti. İnsan faktörü sisteme ihtiyaç ve zaaflarından ayıklanarak iliştirilmeye çalışıldığı için, birbirinin derdinden, tasasından, sıkıntısından, hastalığından haberi olmayan insanlar eskisinden daha kolay gırtlak gırtlağa gelebiliyorlar. Bunu bir yönetim politikası olarak benimseyen iş dünyası, virüsü önce devlet yönetimlerine bulaştırdı, şimdi aynı hastalığı makinelerin yardımıyla evlerimize kadar sokmaya uğraşıyor. Etrafınızdaki pek çok kişiden duyarsınız ‘profesyonelleşme’ lafını. Bu kavramı en çok kullananların genellikle profesyonelleşmekten “Benim işimi bi’ halledemediniz. Oysa bu dünyada bir tek benim size buyurduğum o iş var.” manasında bir şeyler anladıkları, bu söylemlerini – sahip oldukları mevki uyarınca – kafanızı ütülemekle başınızı ezme arasındaki bir yelpazede kullanmalarından fark edilebilir. Yani profesyonelleşmek işini bilerek, öğrenmeye devam ederek, deneyim kazanarak ve uzmanlaşarak yapmak değildir de, örneğin hastalıktan kırılıp dökülürken diğer çalışanları enfekte etmek pahasına işyerine gelip bir iki günde atlatabileceğiniz rahatsızlığınızı iki üç hafta çekmek demektir. Veya diğer tarafından bakarsak iş yükünden kafanızı kaldıramazken herkesin en ufak kaprisini yerine getirme sorumluluğunda olmanız manasına da gelebilir. İnsanlar gelişen teknoloji sayesinde makineler aracılığıyla iş yapmaya ve yaptırmaya o kadar alıştılar ki, o makinelerin arkasındaki kişileri rahatlıkla unutabiliyorlar. Aynı şekilde karşı taraf da talepleri, iş emirlerini, haberleri makinelerden almaya öylesine kendilerini kaptırdı ki, ardındaki insanları bir başka sanal âlem ürünü gibi düşünüyor adeta. İşte bu yüzden gerçekten yüz yüze geldiğimizde böylesine çuvallıyoruz. Beşinci ve son kuralla örneğimize devam edelim. ‘BENİMLE aynı veya benzer şeyleri isteyenleri amacıMa nasıl ortak ederiM?’

“Han’fendi üçüncü kez soruyorum; market kartınız var mı?”
“Ben de üçüncü kez cevap veriyorum ki, var… Sadece şu; büyük çantayı aç, küçük çantayı çıkar, büyük çantayı kapa, küçük çantayı aç, kartlığı çıkar, küçük çantayı kapa, büyük çantayı aç, küçük çantayı içine koy, büyük çantayı kapa, kartlığı aç, kartı ısrarla tırnaklarını geçirdiği o plastik cepten ayırmaya çalış işlemi tahminimden biraz uzun sürüyor.”
“Daha fazla bekleyemem. Arkanızda bir yığın insan var yani…”
“İyi de benden önceki müşteriniz daha mallarını toparlayıp çekilemedi ki kasa cebinden…”
“Orasını bilmem ben. Benim görevim malları kasadan geçirmek. Gerisi müşterinin el çabukluğuna kalmış.”
“Yazık! Kadıncağız poşetleri açması, malları içine yerleştirmesinden uzun sürüyor. Bir yardımcı olsanız bari. Ben de o arada benim utangaç kartı gün yüzüne çıkarırdım.”
“Ohoooooğoğo! Çattık!”
“Çatmayın, çatmayın! Sonunda çıkardım. Buyurun. Ama isterseniz biraz daha bekleyin. Benim malları önceki müşterininkilerin üzerine yığarsanız… Aaaaa! Durun! Atmayın! Hepsi birbirine karışacak.”
“Çene yarıştıracağınıza mallarınıza sahip çıkın han’fendi siz de…”
…,
“Han’fendi, o poşet benimdi!”
“Pardon! İnanın tepe sersemi oldum. Kasiyerin yangından mal kaçırır gibi elime tutuşturduğu fiş, slip, kart üçlüsünü mü abrayayım, yoksa mallarımı mı toplayayım şaşırdım.”
“Ooooooh! Sohbeti koyuladınız bakıyorum. Az önce malını toparlayamayanlardan dem vuruyordunuz. Şimdi siz yayılıyorsunuz. Madem tek başına beceremeyecektiniz, o zaman yanınıza bir yardımcı alıp gelseydiniz.”
“Benden önceki üç müşteriniz gibi mi yani? Şu hale bakın, yedimiz birden hâlâ kafamıza atar gibi geçirdiğiniz malları ayıracağız diye kasanızın sağında solunda debelenip duruyoruz kasiyer hanım!”
“Memnuniyetinizi bize, şikâyetlerinizi müdüriyete anlatırsınız. Şimdi gölge etmeyin yeter!”
“Hadi kardeşim. İşimiz var. Kasiyeri oyalamayın!”
“Beyefendi biraz sabredip söylediklerimi dinleseniz, sizin için de laf anlatmaya çalıştığımı anlardınız.”
“Amaaaan! Bırakın han’fendi! Bunlarla konuşulur mu? Nefesinize değmez.”
“İyi de, konuşarak anlaşamazsak yakında birbirimizin boğazına sarılacağız.”
“Geç bunları bi’ kalem hanım! Daha eve gidip yemek yapacağız. Dedikodun bittiyse, çekil de işimizi görelim.”
…!!!???!!!...
Ödüllü soru: Sizce hangi taraf amacına ulaşmış? :))




Lalla Essaydi'nin Harem Serisinden bir çalışma
Diğer Çalışmaları                        Sitesi
Oğlan o kadar toprakla uğraştıktan sonra dahi hâlâ elinde o kabzayı hissediyordu. Sağ avucundaki bir nokta yüreğiyle aynı tempoda zonkluyordu sanki. Diğer eliyle oraya bastırdı, ovuşturdu, ama biliyordu ki bırakır bırakmaz o seğirmeler geri gelecekti. Sokaklar tenhaydı bereket. Gecenin bu vaktinde gelip geçenler de etraflarına bakmıyordu. Oysa dikkat etseler üstünün başının çamurla katılaştığını görür, belki de neler yaptığını anlarlardı.

Hep en zor olanın tetiği çekmek olacağını düşünmüş, kendini o ana hazırlamaya çalışmıştı. Ama bir saniyede olup bitmişti o iş. Hatta kızı sırtlaması, ilerideki ağaçlığa taşıması, katılıp kalmış topraktaki bir gediğin içine tıkıştırması bile zihninde neredeyse hiç yer etmemişti. Bir tek ateşlerken geri tepen silahın avucuna gömdüğü o kabzanın yeri. Oysa aynı elle o kadar da kürek sallamıştı ufak tefek bedeni saklamak için. Küreğin anısını silmişti de eli, orada bir başka gediğe fırlatıp attığı silahın kabzasını nakşetmişti sanki derisine. Sokak lambalarının ışığına tutup tutup elini, o pürtüklü yüzeyin izini aramıştı yol boyunca. Oysa yapışıp kalmış toprak döküntüsünden başka bir şey yoktu avuçlarında.
Eve döndüğünde herkes uyumuş olacaktı nasılsa. Kimseye sezdirmeden temizlenirdi. Sonra şöyle gönül rahatlığıyla bir güzel uyursa, sabaha hiçbir şeyi kalmazdı. Ne avucundaki iz, ne günlerdir eve çöken o felaket havası, ne babasının bakışlarındaki kıvılcımlar, ne anasının yumruk gibi gözleri, ne üstüne başına sinen o kirli sorumluluğun kokusu… En çok da “Beni öldüreceğini biliyorum.” diyen kız kardeşinin gözleri olmayacak diye rahatladı içi. Dedikodular çıktığında kendisini eşek sudan gelene kadar döven babasına da o gözlerle bakmıştı kız. “Beni döveceğini biliyorum.” Çat! “Doğru mu diye sormak lüzumunu dahi hissetmeden vuracaksın.” Şak! “Kardeşlerini çekip çevirmekten, evin işini görmekten, bir zamanlar oyunlar oynadığı yaşıtlarının okula gidiş gelişlerini seyretmekten ne zaman vakit buldu da, o oğlanla görüştü demeyecek, hiç düşünmeyecek, patlatacaksın artarda.” Küt! “Döverken yüzüme bakmayacağını da biliyorum. Baksan da beni görmeyecek gözlerin. Kahvede ağzını yaya yaya ‘Kim alır şincih o kızı?’ diye, derdine ortak olurmuş gibi laf çarpan Kekeç Veysel’e vuruyor olacaksın sen. Yolda yürürken seni görünce kıkırdayıp fısıldaşan Satılmışların Selami ile Zeynel’i döveceksin. Koştura koştura sana müjdeli (!) haberi veren, kızının sağda solda sürttüğünü yedi düvele yayan Deli Kazım’ın Memiş’e indireceksin o sümsüğü. Hep sana baktıklarını, hep senden, namussuz kızından konuştuklarını düşündüklerini sürüyeceksin yerlerde. Kendi kızlarından örnekle senin yanında anama çemkiren kadınların saçlarını yolacaksın, benimkilere doladığında parmaklarını. Biliyorum, aklına gelen gelmeyen herkesi döveceksin, dövüyorsun bende.” Ve babası günlerce o bakışların hakkını vermiş durmuştu, eli erdiğince.
Kızın gözleri kendilerinin tekleşmiş yansıması gibi üzerlerine tutulan silah namlusuna ilişmemişti bile. Son bir buçuk aydır her gece tartaklanır, dövülür, itilir, kakılır, yerlerde sürüklenir, duvarlara çarpılırken nasıl baktıysa babasına, öyle bakmıştı abisine de… “Beni öldüreceğini biliyorum.” demişti o gözler. “Bakacaksın yüzüme, gözlerime, ama ben yoğum baktığın yerde. Her hafta gittiğin o malum evdeki kadınları görüyorsun ya bende artık, onlara çevirdin sen namluyu. Beni dövmekten başka bir şey yapmayan, aile namusunu temizlemeyi yaşın küçük bahanesiyle sana yıkan babamızı benim bedenimde öldürmek için çekeceksin o tetiği. Ağlaya ağlaya gözleri kapanan, ama ikinizi de durdurmak aklına hayaline bile gelmeyen anamızı kurşunlayacaksın bende. Okula gidip gelen, evdeki bu zamansız matem havasını sezemeyecek kadar bilgisiz, kaygısız, masum ve küçük oldukları için senin omuzlarına yıkılan bu uğursuz sorumluluğu paylaşamayacak kardeşlerimize sıkacaksın mermiyi, bana nişan alıp. Üç gün önce eve girip çıkarken kafasını kaldırmayan, ama şimdi beni görünce suratında, bazen ‘turiz’ kadınlara bakarken senin yüzünde de beliren, o çirkin sırıtışı yakaladığın en yakın (!) arkadaşın Remzi’yi vuracaksın iki kaşımın ortasından. Biliyorum, sırf bütün bunlar bitecek, her şey eskisi gibi olacak zannettiği için kız kardeşini öldürmeye razı olan o garip oğlana, kendine de ateş edeceksin beni vururken.” Ve oğlan o bakışın hakkını vermişti, kabzanın izini eli zannettiği yüreğine çıkartarak.
Evini gördü uzaktan. Pencereleri geceden daha karanlık. İçeride kardeşleri koyun koyuna uyuyordu. Sedire çöktü. İçi pır pır. Sanki hiçbir şey yapmamışçasına diri, uyanık. Arkasında bir hareket oldu. “Yaptın mı?” dedi bir fısıltı. Dönüp bakmadan başını salladı. “İyi!” dedi arkasındaki. “İyi! Yat uyu şincih! Sabaha senin sevdiğin gözlemeden yapaca’m.” Oğlan dönüp daha o sabah silahı eline tutuşturmuş olan anasına baktı. Kadının gözleri açılmıştı sonunda. Göz kapakları şiş değildi artık.




Roberta Baskin Shefrin'den 'Woman'
“Hadi gene iyisiiiiiin!”
“Ne gibi?”
“Bilmezden gelme şimdi. Gözlerin parlıyor. Gördün tabii sabah kahveni elimde. Unutmadığımı anla yani!”
“Neyi?”
“Hadi, hadiiii! Kafa bulma benimle de, şu portakal suyunu sık. Hem şu buzdolabını da bi’ düzene koy artık. Bir jest yapalım dedik, ne peynirin yeri belli, ne zeytinin.”
“Ne jesti bu? Hiiiiiiii! Bu mutfağın hali ne?”
“Nasıl ama? Güzel di’ mi? Bugün kahvaltın benden. Haa, yalnız sofra kaldırmaya karışmam, ona göre.”
“Aman kalkışma zaten. Ben hafta sonu mutfağı kırklarım. Yumurtaları doğrudan ocağa kırmıyoruz biliyorsun. Tava kullanınca omlet daha lezzetli oluyor.”
“Yahu siz, kadınlara yaranılmaz azizim. Sabahtan beri kırk takla atmışım bur’da. Senin ilk baktığın yer ocak.”
“Tamam, tamam! Kahvaltıyı hazırlamışsın, eline sağlık. Teşekkür ederim… de bayram değil, seyran değil. Ne bu eniştenin samimiyeti?”
“Bilmezden gelmeeeee! Neyse ben kaçıyorum. Akşama güzel bi’ şeyler hazırla da bu günü kutlayalım.”
“Ne günü… Aaaa, gitti adam!”
“Ooooo! Buyurun, buyurun! Günaydın abla! Bugün bütün güzellikler size!”
“Sağ olun şoför bey. Günaydın. L…’e gidelim lütfen.”
“Ne taraftan gidelim abla?”
“Neresi müsaitse.”
“Katiyen olmaz. Bugün sizin gününüz. Siz ne derseniz o olacak.”
“O zaman B… tarafından gidelim. Hava güzel, biraz boğaz manzarası seyrederiz.”
“Ya abla amma yaptın sen de! Orası bu saatte çorba gibi olur…”
“İyi ya, bildiğiniz yerden gidelim.”
“Tamam abla! Şimdi ben seni iki dak’kada götürürüm.”
“Bu ‘sizin gününüz’ muhabbeti nedir böyle? Taksi duraklarının da mı kampanyaları oluyor?... Ay! Dikkat!”
İiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiii!
“Bak, nasıl durdu görüyormusun? Adım gibi eminim kadın şofördür bu. Gördün mü? Nasıl biliyorum!!! Şimdi bunun yerinde erkek olsa kafa göz dalmıştım. Dua etsin gene! N’apıyo’sun hanım? Öyle durulur mu?”
“Kırmızı yanmıştı ama… N’apsın kadıncağız?”
“Her kırmızı ışıkta durulur mu? Durul’cak olan vaaaar, durulmay’cak olan var! Yok abla, yok! Vermeyeceksin kadına ehliyet! Güzelim trafiğin içine… ehem şey… öyle bir giriyorlar ki… Zart diye durmak bunlarda, sinyal verip cart diye yana kaymak bunlarda, futbol sahası kadar yerden geçememek bunlarda, geri manevra yok, park edemez. Nasıl ehliyet alıyorlar anlamıyorum ki.”
“Ben sağda ineyim şoför bey. Borcum ne?”
“Bugünün şerefine senden küsurat almayacağım abla. On beş ver, yeter.”
“İyi de taksimetrede 13,35 yazıyor.”
“E, dedik ya küsurat almayaca’z diye…”
“Kutlama işini akşamüstü halledersiniz. Biraz pasta çasta, biraz çerez, iki üç tane de gazlı içecek yeter. Hadi gene iyisiniiiiiz. Bugünü de unutmadık işvereniniz olarak yani. Ama fazla oyalanmayın. Akşam arşiv temizliği var, ona göre.”
“Peki efendim. Pastanın üstüne ne yazdırmak istersiniz?”
“Neeeee yazdıraca’m canım? Herkes biliyo’ zaten ne olduğunu?”
“Hediye verilecek kişi…”
“Yok artık! Bir de hediye mi verece’z böyle günlerde… Yalnız o arşiv pırıl pırıl olacak. Kızlara söylersin.”
“Beyler katılmıyor mu? Bir sürü dosya kutusu var. Onları temizleyip ortadan kaldırmak…”
“Ne anlasın erkek takımı temizlikten yahu? Siz, beş kadın halledersiniz. Hadi ben çıkıyorum. Akşamüstüne kadar dönemezsem şimdiden kutlamış olayım.”
“Beni mi? Niye?”
“Yani sizin şahsında diğerlerini de… Şey günlerini kutluyorum… eeeee…. Şey günü canım… söyleyiver şunu! Hah! Dünya Kadınlar Gününüz kutlu olsun! Hadi gene iyisiniiiiiiiiz!”




David Senechal'dan 'Winter City'
Diğer Çalışmaları 1                     Diğer Çalışmaları 2

(Eee, Dünya Kadınlar Günü de geçti gitti.)
Yaaa! Dün dövülen, öldürülen, insanlık onurları çiğnenen, hakları elinden alınan veya zaten hiç olmayan kadınlar en azından böyle bir günde bütün bu imkânlara (!) kavuştukları için şanslılar. Çünkü böylece gazete sayfalarında her zamankinden daha çok yer bulabilecekler. Üstelik dekoltelerinin miktarı, kocalarından ayrı yaşıyor olmaları, seks işçiliği yapmaları, cahillikleri, zekâ dereceleri sadece o günlük aleyhlerine bir puan sayılmayacak en azından. “Tamam da, o da kaşınmış kardeşim.” demeye getiren yorumlar yapılmayacak haber satırlarının aralarında.
(Anlaşılan iki gündür bu konuda yazıyor olmak hızını hiç kesmemiş. Ne bu hiddet, bu celal? Gören de Avrupa’da, Amerika’da yaşıyorsun da ayağının tozuyla dün indin uçaktan sanacak. Musluğu sonuna kadar açılmış itfaiye hortumu gibi rastgele saçıyorsun yakıcı kelimeleri bakıyorum.)
Kadın olmakla ilgili yıkıcı şeyler yaşayanlar başlarda şaşkınlık ve dehşet, sonrasında ise unutma ve unutturma umuduyla öyle bir susuyorlar ki, onların yerine konuşmak bizlere, nispeten şanslı olan kesime kalıyor da ondandır.
(Geç bunları, geeeeç! Size verilen süre doldu artık. Hem bir gün neyinize yetmiyor? Kadınlar Günü geride kaldı. Yazılanlar, çizilenler, söylenenler, verilen sözler hükümsüzdür artık… Sen şimdi onu bunu bırak da, yazacak bir konu bul kendine! Sabahtan beri gene arpacı kumruları gibi düşünüyorsun.)
Ohoooo! O kadar çok var ki, hangisini yazacağıma karar veremiyorum, inanır mısın?
(Birkaç konu ismi verirsen pek ikna olmasam da, inanmış gibi yapabilirim en azından.)
Ondan kolay ne var? Şeyi yazabilirim mesela… eeeee… Neyse o kısa olur şimdi. Onu geçelim. Peki ya şeye ne dersin? Hani daha önce de yazmıştım. Haydaaa, onu da yazmışız! Bu da olmadı… Tamam, buldum! Hem de günün konusu…
(Neymiş o?)
Kar! Her yerde kar var / Kalbim senin bu gece… Ne güzel şarkıdır! Hele de Adamo’nun kırık Türkçe’sinden dinlemek ne güzeldi.  Bi’ de Anne Marie David vardı Türkçe söyleyen. Hatırlar mısın? Önce ‘Görecek göreceksin kendini’ diye Eurovision birinciliğini kendisine kazandıran ’Tu te reconnaîtras’nın Türkçesini söylemişti, sonra da ‘Neşeli Gençleriz Biz’i… Her üç şarkıyı da daha sonraki yıllarda Nilüfer’in söylemesi nasıl bir tesadüftür sence?
(İstersen bu konularda daha fazla yorum yapma! Yaşın iyice ortaya çıkacak… Eee, ne yazacaksın karla ilgili? Bilmece sorar gibi “Hani beyazdır da, soğuktur… Havadan yere doğru hareket eder, bi’ de ıslak olur.” falan mı diyeceksin?)
Sende sanatçılığın atom altı parçacığı bile yok diyorum da, inanmıyorsun bana. Kar kadar şairane bir güzellik hakkında böylesine düz ve yassı ifadeler nasıl kullanabiliyorsun, hayret! Şuraya bir baksana! Şehrin bütün kirini, günahını, çirkinliğini örtmek ister gibi nasıl da hırçın bir aceleyle yağıyor dışarıda.
(Hadi canım sen de! Mini mini beyazlıklar uçuşuyor şurada burada. Biraz da rüzgâr var. Hepsi bu! Bu sene doğru dürüst kış yapmayınca, senin gözüne ‘kara kara lap lap’ durumu gibi göründü zahir.)
Sana kaç kere söyledim aile jargonlarını böyle ulu orta kullanma diye. N’olmuş bir keresinde ‘lapa lapa kar yağıyor’ diyeceğime ‘kara kara lap…… lap…… lap’ diye saçmaladıysam?
(Oldu olacak bir de meteoroloji raporunu ver! Birkaç satır da o tutar. Bugünkü yazıyı da böylece çıkarırsın aradan. )
Amaaaaan! Yazmıyorum yazı mazı! Bütün hevesimi kaçırdın. Hâlbuki aklımda neleeeeer vardı, neler. :))) 




Frederick Leighton'dan 'Amarilla'
Diğer Eserleri 1              Diğer Eserleri 2

EVDE
“İyi misin sen?”
“Hıııı…”
“Sabahtan beri dalıp dalıp gidiyorsun da…”
“Yok bir şey.”
İŞ YERİNDE
“Aylin Hanım, Aylin Hanım! Bak, duyuyor mu? AYLİN HANIM!!!”
“Ay! Ne bağırıyorsunuz Allah Aşkına? Ödüm patladı!”
“Yarım saattir tepenizde dikilmiş şu dosyayı uzatıyorum. Aklınız ner’de sizin?”
“Pardon! Görmemişim.”
“Üç gündür bir hal var sizde. Bir sorununuz mu var yoksa? Çekinmeyin söyleyin! Benden laf çıkmaz. Sadece yan servisteki Necla’ya biraz çıtlatırım. Ama korkmayın! Onun da ağzı sıkıdır. Bi’ tek yakın arkadaşı Sacide’ye söyler söylerse. Yalnız Sacide a’cık dedikoducudur… Aaaa! Bak, gene dalıp gitmiş! AYLİN HANIIIIIIM!!!!”
“Efendim! Bir şey mi dediniz?”
“Nedir bu dalgınlık, diyorum. Bi’ derdiniz mi var, diyorum.”
“Yoooo! Hiçbir sorunum yok. Gayet iyiyim ben.”
ARKADAŞLA ÖĞLE YEMEĞİNDE
“Nezle misin sen?”
“Yooo!”
“Eee, ne bu halin? Elinde bir mendil… Birkaç gündür de bir hoşsun zaten.”
“Burnum aktı, sildim canım.”
“O mendildeki ne öyle? Koyu renk bir şey var. Senin burnun mu kanadı? Hiiiiii! Hasta mısın? Öleceğini falan mı öğrendin yoksa? Tevekkeli çok melankolik bir halin vardı son zamanlarda… Yapabileceğim bir şey var mı? Amerika’ya mı götürsek seni? Hay Allah!”
“Sen son günlerde fazla dizi seyretmeye başladın anlaşılan. Nereden çıkardın bunları? Yok hastalık mastalık. Burnum da kanamadı. Melankolik hele… hiç değilim. Kendimi çokkkk iyi hissediyorum.”
“Dalgınsın ama… Hem o mendildeki şey ne o zaman?”
“Ya sana ne? Allah Allaaaaah! Benim işim var, gitmem lazım.”
OTOBÜSTE
“Bunları toplu taşıma araçlarına neden bindirirler ki? Olacak şey değil yani!”
“Çok doğru söylüyorsunuz han’fendi. Şimdi şuracıkta kesse bizi, kime şikâyet edeceksin, di’ mi?”
“Bak, hiç umursuyor mu? Eli burnunda hâlâ. Kim bilir, yapıştırıcı mı kokluyor, inceltici mi?”
“Yazık üstü başı da düzgün. Allah bilir ailesi de vardır bunun. Haberleri yok mu acaba?”
“Olmaz olur mu ayol! Baksana, mendile gizlediği neyse burnundan hiç ayırmıyor.”
“Aaaah ah! Sen bilmezsin kardiş! Ne aileler var? Kapının eşiğinde deve olsa üstünden atlar geçerler.”
“Hah! Neyse iniyor. Kurtulduk. Yetkililer uyuyor mu? Şoför beeeeeey!!!!”
Devam edecek…




Kris Phan'dan 'Tomato'
Diğer Çalışmaları       Sitesi
… Dünden devam
EVDE
“Oooooh! Yayılmışız bakıyorum. Bu ne keyif! Ne o? Hasta mısın? Nedir o mendil bakayım?”
“Bir şey değil canıııım. ELLLLLLLLEMEEEEEEE!!!!”
“Aman! Dokunmadık sümüklü mendiline. Aklında ne vardı senin demin? Pek bir hülyalı gülümsüyordun.”
“Çocukluğumu düşünüyordum. Bizim evin arkasında bir bostan vardı. Hatta yer yer meyve ağaçları da vardı arazide. Sokakta oynarken bazen oradan sebze meyve aşırırdık da, onu hatırladım. Boncuk boncuk terleriz, karnımız da acıkır. Ama eve girersek muhakkak verecek bir görev bulurlar, hiçbir şey gelmezse akıllarına ‘Dersine çalış!’ derler diye kapıdan içeri bile bakamayız. O yüzden bostanın duvarının üzerinden sıvışır girerdik bahçeye. Şöyle sulu sulu erikler, kıpkırmızı kirazlar, mis gibi kokan salatalıklar, domatesler… Fırk, fırk, fıııııırrrrrkkkkk!!!! Ne güzel günlerdi…”
“Güzelmiş hakikaten. Ya, bostan falan deyince… Bizim bakkaldan bozma marketi mühürlemişler bugün. Adamı da yaka paça karakola çekmişler. Uyuşturucu satıyormuş dediler, kulaklarıma inanamadım. Gerçi son günlerde dükkânın orada iğne atsan yere düşmüyordu, ama bu kadar da alenen olur mu canım?”
“Neeeeeee?????? Kalk, kalk, kalk! Hemen gitmemiz lazım.”
KARAKOLDA
“Yav’ kom’ser bey! Siz sabahtan beri neler diyo’nuz? Ben kiiiiiiim, uyuşturucu satmak kim? Ben ne anlarım otmuş, malmış? Size anlatıyo’m, anlatıyo’m, inanmıyo’nuz. Ben bir hafta önce şu boyu devrilesice aracının gazına geldim. Kazık mazık dinlemedim, bostan domatesi aldım biraz. Organize miymiş neymiş? Almaz olaydım. Bizim çırak o domatesleri servise başlar başlamaz benim dükkân yolgeçen hanına döndü. Eline bir domates alıp burnuna dayayan soluğu benim bakkal… pardon markette alıyo’. Neymiş? Sattığım domatesler domates domates kokuyormuş. Yav’ domates zaten bu, karpuz kokacak hali yok ya diyorum. Ama dinleyen yok. Karılar çıldırmış. Birbirlerini eziyorlar kapıda. Tabii baştan benim bi’ hoşuma gitti bu. Peynir ekmek gibi sattım o ilk partiyi. Gittim –ayaklarım kırılaydı da gitmez olaydım–, bir miktar daha aldım. Onlar daha da çabuk bitti. Işığı gören geliyo’, gören geliyo’ kom’serim. Ha, bi’ de kazara gelir de o domateslerden bulamazlarsa, dükkânı kırıp döküyo’ bunlar. Ağızlarına geleni saydırıyo’lar. Ne dolandırıcılığım kalıyor, ne zalimliğim. Hele bi’ gün karının teki söylendi, söylendi, yetmedi. Av kokusu almış tazı gibi burnu yukarıda dükkânda dolanmaya başladı. Kenarda duran domates kasalarından birine kafayı daldırdı mı sana? Böyle koklaya koklaya aldı gitti boş kasayı. Kom’serim ayağının türabı olayım. Yok yere yakma bizi!”
“Valla’ hayran kaldım. Daha önce hiç böyle yaratıcı bir hikâye dinlememiştim bir uyuşturucu satıcısından. Bana bak! Sen bu sattığın maldan kullanıyor musun bakayım? İtiraf et! Zaten satıyo’sun, kullanmışsın çok mu?”
“Yav’ kom’serim!...”
“YAV’ DEME BANA! Burası yav’ denecek yer değil! Allah Allaaaaah! Bu ne gürültü yav’? Ne oluyor dışarıda?”
“Amirim karakolu kadınlar bastı. Avaz avaz bağırıp bu herifi istiyorlar. İlenenler, protesto edenler, kapıyı pencereyi indirenler! Hele içlerinde biri var. Kesin bağımlı. Üstelik de yokluk krizinde. Bakın sesi bile geliyor.”
“Süleyman Efendiiiiii, Süleyman Efendiiiii! Ayırttığım domatesleri vermeden bi’ yere gidemezsin. Karakolu da başına yıkarım, hapishaneyi de. Bir haftadır kendimi ne kadar iyi hissettiğimi biliyor musun sen? Öldürsen vazgeçmem artık bu domateslerden. Sen benim çocukluk anılarımı nasıl elimden alırsın? Bunca insanın mutluluğunu ne hakla hiçe sayarsın? SÜLEYMAN EFENDİİİİİİİ! Söyle çabuk, ner’de benim domateslerim?”




Katsushika Hokusai (葛飾 北斎) den 'Kanagawa'nın Büyük Dalgası'

Bugün hiç yazı yazasım yok. Evet, yine! Kötü şeyler yaşandığı zaman medyanın bunu algılama ve algılatma biçimi giderek daha çok batmaya başladı son günlerde. Dünya medyası Japonya’nın uğradığı felakete dişlerini geçirmiş vahşice sağa sola çekiştirmekle meşgulken olayın insani yönüyle bir özdeşleşme yapmak, oradaki insanlarla bir duygudaşlık kurmak daha da güçleşiyor. Zira medya yaşanan sıkıntıları, üzüntüleri, korku ve endişeleri insanlardan öylesine soyutlayarak, öylesine sulandırılmış bir duygu sömürüsüyle gözünüze sokuyor ki, bir süre sonra kendinizi bu faciaya yabancılaşmış buluyorsunuz. Bir taraftan durumun bütün vahametini gözlerinizin önüne sererken, diğer taraftan içtenlik ve iyi niyetle doğan yardım isteğinizi – ihtiyaç sahiplerini atlayarak – kendi amaçları doğrultusunda yönlendirmeye çalışmaları yüzünden insanlığa inancınızı da yüreğinizden söküp alıyorlar. Görüntülerdeki o insanların yüzünde haberin alt metninde ısrarla beynime çakılmaya çalışılan dramın dışına taşan – soğukkanlı, tevekkel, şokta – ifadeleri gördükçe kendimi onların yerine koyuyorum da,  ben ne isterdim acaba? Herhalde öncelikle bir çocuk gibi safça da olsa bütün bunların hiç yaşanmamış olmasını, bana birkaç gün önce büyük görünen günlük dert ve sıkıntılarımla hayatıma devam ediyor olmayı isterdim. Ama bu mümkün değil. Peki, biz bu insanlara bulunduğumuz yerden gerçek bir yardımda bulunabilir miyiz? Ben bunun pek mümkün olabileceğine de inanmıyorum. Para yardımı mı? Ama para onların gerçekten ihtiyaç duydukları şeylere dönüşmediği sürece sadece bir kâğıt veya maden parçası değil mi? O aileye hemen başlarını sokabilecekleri bir ev olmadığı, şu adama sular altında kalan ekmek teknesini çıkarıp vermediği, bu kadını uzaklardaki ailesine hemen ulaştırmadığı sürece sadece kasalarında yığılarak bankaları zengin eden, kampanyalar düzenleyen kuruluşlara sahte itibar kazandıran manasız bir yığın. Doğanın oradaki insanları hiç umursamadan zihinlerinden hoyratça çekip aldığı güvenlik duygusunu, ellerinin arasından kopardığı ailesini, dostlarını, malını mülkünü geri veremez hemen. Yaşamlarını kolaylaştıracağına inanarak diktikleri onca bina, kurdukları tesisler ve alınan dünya kadar önlemlere rağmen meydan okudukları tabiatın onları kıstırdığı tuzaktan çekip çıkaramaz anında. İşin aslı oradaki insanlar kendi yaralarını kendileri sarmak zorunda kalacaklar. Biz ise profesyonel olarak ve / veya bizzat oraya gidip yardım edemeyecek durumda olduğumuz sürece buradan gönderdiğimiz para ve yardım malzemelerinin onların gerçekten ihtiyaçlarını karşıladığı umuduyla kendimizi teselli etmek mecburiyetindeyiz. Oysa bırakın Japonya’yı, 99 depreminde iki adım ötemize ne kadar yardım edebilmiştik bir düşünsenize… İki gün sonra İstanbul’da beklenen Marmara Depremi yaşanacak olsa ne kadar yardım edilebilecek ki? Bir sihirli değnek dokunsa da, tüm binalarımız sapasağlam olsa, ilgililerin, bilgililerin, yetkililerin her şeyi dört dörtlük yaptığı ütopik bir dünyada yaşıyor olsak ne değişecek? Sonuçta doğayla yumurta tokuşturuyoruz. Daha doğrusu O, yumurtasını bizim kafamızı kırmak için kullanıyor. O yüzden Japonya’da yaşanan felaketin mağduru olan insanlara aklım ve yüreğimin onlarla olduğunu ne kadar söylersem söyleyeyim, acılarına merhem olmaktan ne kadar uzakta olduğumu da o ölçüde idrak edebiliyorum. Medyaya ise bundan sadece yüz yıl önce bütün bu olanları ruhumuzun bile duymayacağını hatırlatıyor ve onlardan haberci içgüdülerini daha fazla haber vampirliğine dönüştürmemelerini diliyorum. Yoksa bu aralar on yılların hırsıyla ifrat derecesine vardırılan sigara yasakları misali, gelecekte de haber yasakları konulacak insanlara. Hatta bir de gen haritası çıkarırlarsa hepimiz için hiç şaşırmam. Onun bünyesi ancak elli şiddetinde haber stresi kaldırır, senin ki ise yüz yirmi beş büyüklüğüne rahat rahat dayanır gibilerinden… 




Marumiyan (マルミヤン)'dan 'Mdn 7' isimli çalışma
Diğer Çalışmaları                       Sitesi

Acaba kaç yazı sonra “Ben şu tarihte şöyle bir şeyler yazmıştım.” diyerek o günün dersini kaynata… pardon o günün yazısını es geçip, eskilerin ekmeğinden yemeye başlayabilirim. Hiç öyle bakmayın! “Yine mi tıkandın? Bugün de mi doğru dürüst bir şey okuyamayacağız.” diyeceksiniz, biliyorum. Bir de benim kafaya dinletebilsem bunları. Genellikle bizim içsel sohbetlerimiz – ki sizi de bazen ortak ediyorum bu laf kalabalığına – şöyle gerçekleşiyor:
Saat 7:30… “Kalk, kalk, kalk! Daha bugünün yazısını yazmadın!”
“Ya, bi’ dur ya! Uykum var. Bırak yakamı!”
Saat 7:45… “Tamam! Süre doldu! Hadi bakalıııııııım, yazı vakti!”
“Mmmmmmmffffffffhhhhhhhh!”
“Hadi amaaaaaa! Bak, sonra sıkışıyorsun, saçma sapan şeylere takılıp onları yazmaya kalkıyorsun. Olmuyor.”
“Ya, biraz daha uyiiiiiiim. N’oluuuuuuur?”
Saat 8:15… (Altıncı oktavdan sekizinciye doğru yükselerek…)
“YAAZIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIII!!!!”
“Ha? Ne? Kim? Kalktım, kalktım!”
Saat 9:00… “Yeter o kadar yediğin. Yapacak işlerin var. Hem ne bu böyle? Agop’un kazı gibi yutarsan, şekerin yükselir. Uykun gelir. Gene yatar yazı işi.”
“Ya, bi’ düş yakamdan! Yazmayacağım bugün. Aklıma hiç bi’ şiii gelmiyor.”
“Hiiiiiii! Duymamış olayım.”
“Duy! Duy da, bi’ sus artık! Başka işlerim var. Dışarı çıkacağım, hava çok güzel. Belki biraz kitap bile okuyacak zaman yaratırım kendime. Yazmaktan okumaya fırsat kalmıyor. Özledim. Ayrıca ihtiyacım var.”
Saat 12:45… (Kuş cıvıltısını andıran bir ezgiyle…)
“Canıııııııım!”
“Canın çıksın! Ne var?”
“Bak, ama sabahtan beri hiç ağzımı açtım mı? Gezece’m dedin, gezdin. Okuyaca’m dedin, okudun. Şimdi de öööööyle oturmuş hülyalı hülyalı ufku seyrediyorsun. Yazık zamanına! Kalemi eline alsan da, bir iki satır çiziktirsen.”
“Öööööyle oturup ufka baktığım falan yok. Hele hülyalı hülyalı, hiç! Olsa olsa miyop miyop olabilir. Yahu beni sokakta görenler ‘Şehre yine vampir inmiş.’ diye irkiliyor. Gözlerim kan çanağına döndü. Onları dinlendireyim de, otuz santimden daha uzağı da – en azından bir zamanlar – görebildiklerini hatırlasınlar istiyorum.”
“Ah! Ben sana hiç o gözlerinin ne kadar güzel olduğunu söylemiş miydim? Hele de bitirmiş olduğun yazıya bakarken.”
“Terliyim, yemiyorum artık!”
Saat 16:30… “Bana bak! Yeter artık! Sen iyice aldın tembelliği ele… İnsan utanır, utanır! Tam kırk yedi… ehem şey otuz yedi… ııııııı… yirmi yedi??? Hah! Yirmi yedi yıldır seni bu noktalara getirmek için uğraştım didindim. Sen öyle iki ayda bir çırpıştırıverdiğin yazıları hayraaaaan hayran seyrederken, ben bugünleri planlıyordum hemşe’rim.”
“Hangi günleri? Ne günlerini???!!!???”
“Böyle…….. işte……..bu……… günleri…….. Bak, her gün yazı yazıyorsun, bir sürü poh alıyorsun. Keyfin gıcır. Sahi sen hiç yüklediğin yazıları saydın mı?”
“Yöööö!!!!”
“Dalyayı iki geçmişsin. Yazdıklarını – nihayet senden başka – okuyanlar da var. En başta onlara ayıp! Saygısızlık.”
“Hadi, hadiiiii! Asıl saçma sapan yazıp, matah bir şeymiş gibi önlerine çıkarmak ayıp.”
“Hadi güzelim, hadi tatlım. Alabansın, şalabansın. Aslan, kaplan, leoparsın! Hadi otur da iki satır yazıver. Bak, kötü olursa koymazsın gruba, söz!”
“Of, tamam! Sırf çenen kapansın diye. Bi’ şeye benzemezse hiçbir şekilde yüklemem ona göre…”
“Tabii, tabii! Sen yükleme. Ben o işi halle… şey yani senin dediğinden olsun.”
Yani sizler İstiklâl Caddesi’ne çıkıp “YAZMA, YAZDIKÇA SIRA SANA GELECEK!” diye tehditkâr sloganlar atmadığınız sürece, benim bu kafayı susturmama imkân yok!




Rakuzan Tsuchiya (屋楽山) dan 'Kış: Sonbahardan arta kalan yaprakların arasına tünemiş iki tahtalı güvercin'

Masama oturmuş, önümdeki pencereden pırıl pırıl, bulutsuz ve güneşli bir güne bakıyorum. Sanki geçen hafta 1 Nisan’a hazırlık gibi Mart Şaka’sı yapan o değil. Öyle sıcacık, cıvıl cıvıl bir bahar havası var dışarıda. Kalemim elimde, kâğıdım önümde, yazmaya hazırım. Ama işte Orhan Veli’ye ‘Beni bu güzel havalar mahvetti.’ dizesini yazdıran cinsten bir gün yaşarken, olmayan evkaftaki memuriyetimden istifa edesim var.  Pencere sahanlığında iki kumru göbeklerini yaymış, kanatlarını güneşe karşı açmış Üsküdar’a gidip gitmemeyi tartışıyorlar aralarında. Ben bunları bildim bileli hep aynı şeyi konuşurlar zaten. İstemeye istemeye başımı işime çevirirken masanın pencere tarafından bir gazete manşeti fırlatıveriyor kendini önüme. ‘Nükleer Facia!’ Depremi didikledik, tsunamiyi tifttik, şimdi sıra nükleer santraldeki sızıntıya, çubuklardaki erime düzeyine, ortaya çıkan radyasyonun hangi birimden olduğuna ve insan biyolojisini nasıl etkilediğine geldi… ABD durumu kaygıyla izliyormuş. Duyan da zamanı gelince Amerikan Halkı’nı ülkenin batı kıyısına dizip ellerine birer demirci körüğü tutuşturarak serpintileri geri püskürtecek zanneder. Hiçbir yetkili de çıkıp; “Hadi hepimize geçmiş olsun ey ahali! Olanlar oldu! Artık bundan sonra daha kötüye gitmemesi için uğraşacağız.” demiyor. Ezcümle; tüm dünya bu olaydan payını alacak. Ama az, ama fazla… Offf! Böyle bir havada bu konulara takılmak istemiyorum ki ben. Aaa! Benim kumrular sıcakta işi pişirmiş, gözümün önünde porno film çekiyorlar. Kafamı onlara çevirdiğimi fark eden erkek utandı mı ne? Hemen toparlanıp; “Ben aslında tüylerimi temizliyordum, sen ne sandın?” der gibi kara gözlerini benimkilere dikiyor, sonra eşine “Üsküdar’a gidelim.” diyor. Eşiyse o sırada dağılmış saçının başının derdinde. Ancak üçüncü teklife cevap yetiştirebiliyor. “Gugugugu guguruk! Üsküdar’a gidelim!” Başımı bloknotumun üzerinde kavuşturduğum kollarıma dayıyorum.
“Biliyor musunuz? İzmir’deki kardeşleriniz bu sohbeti biraz çeşitlendirmişler.” diyorum.
“Gugugugu guguruk!”
“Tamam, gidersin Üsküdar’a. Bak, gel sana da öğreteyim İzmir Kumrucasını...”
“Gugugugu guguruk!”
“Yok! Öyle değil.‘Guguuuu guk!’ diyeceksin önce.”
“Gugugugu guguruk!”
“Olmadı. Bak, şöyle! Guguuuguk! Ner’deeeesin? Bur’daaaayım! Ne yeeersin? Darııııcık!...”
“Gugugugu guguruk!”
“Cık! Sen yeteneksiz çıktın. Bir de eşinle deneyelim. Guguuuguk! Ner’deeesin?...”
“Gugugugu guguruk! Üsküdar’a gidelim.”
“Üsküdar’a gitsen de tanıyamazsın artık. Ne meydan kaldı, ne iskele… Off! Ben ne yapıyorum ya? Kuşlarla konuşmaya başladım. Oldu olacak gündem konularını da tartışalım. Hey, Kâtibim ile zevcesi! Ne diyorsunuz bu radyasyon dalgasına bakalım?”
“Gugugugu guguruk! Sana göre hava hoş diyorum, ne diy’cem? Siz, insanlar kendi kıymetli hayatlarınızı kolaylaştıracaksınız, doymak bilmez hırs ve açlığınızı tatmin edeceksiniz diye iyice gemi azıya aldınız. O nükleer santralleri yaparken kuşa, kurda, ağaca, çiçeğe sordunuz mu? Gugugugu guguruk! Oh, müstahaktır size! Arılar ortadan kayboluyor, ödünüz patlıyor. Kuşlar patır patır ölüyor, kurdeşen döküyorsunuz. Balıklar ters dönüp kıyılara vuruyor, saçınızı başınızı yoluyorsunuz. Ama ‘Bu olanlarda benim şu kadarcık bir mesuliyetim var mı?’ diye sormak aklınıza gelmiyor. Gugugugu guguruk! Beter olacaksınız! Konuşmaya gelince ‘o konsepti, bu konsepti’ diye mangalda kül bırakmıyorsunuz, ama dünyanın da bir konsept olduğunu unutmuş görünüyorsunuz. Bu konseptin, bu sistemin, bu işleyişin tek bir tür lehine bu kadar çarpıtılması tehlikelidir diye düşünen yok! Hiç yakınma! Gugugugu guguruk! Oh, müstahaktır size! Gugugugu guguruk! Beter olacaksınız!”
“Ya, bi’ dur! Bir dokunduk, bin ah işittik. Sen… ne… nasıl???!!!???”
Kan ter içerisinde uyanıyorum ki, güneşin altında kollarımın üzerine yaslanınca içim geçmiş. Kumrular hâlâ güneşleniyor. Şu güzelliklerine bak! Ben nasıl bu sevimli hayvancıklara o lafları yakıştırdım rüyamda. Erkek kumru başını çevirince bakışlarımız karşılaşıyor. Gerdanı seyiriyor;
“Gugugugu guguruk! Beter olacaksınız. Gugugugu guguruk! Oh, müstahaktır size!”



Kumi Ito (伊藤久美)'dan 'Spring'
Diğer Çalışmaları              Sitesi


Bugün size bir öykü anlatacağım.
Ali, Beyza, Can, Çetin ve Demir mahallece geldikleri piknikte yemeğin ardından yere serilmiş örtülere yayılan ailelerinin aksine fıldır fıldır ortalarda dolanıyorlardı. Ali durup dururken ortaya bir fikir atıverdi; “Hadi şu ilerideki ağaçlığa gidelim!” Beyza bu fikre burun kıvırdıysa da, sesini çıkarmadı. Çetin; “Ya, şimdi taaaa oraya gidilir mi bu sıcakta?” diyecek oldu. “Hadi amaaa!” dedi Ali. “Bak Robin Hoodculuk oynarız. Sen de şu tombul rahip olursun. Hani durmadan bir şeyler yiyip komiklik yapıyo’ ya…” Bir şeyler yeme fikri Çetin’e hep cazip gelirdi, sesini kıstı. Ama sabahtan beri bilye oynamak için Ali’nin önünden arkasından dolaşan Can; “Ben anlamam.” diye atıldı. “Öyle boşu boşuna oyun oynamam ben. Cicozuna oynarsak gelirim.”Ne zamandır gözü Ali’nin kıymetlisi, Büyük Sarı dedikleri kocaman bilyedeydi Can’ın. Beyza ağzını açıp da bilyesi olmadığından dem vurmaya kalkmadı. Onu gruptan dışlamalarını istemiyordu. Demir’in de sessiz onayıyla beş çocuk ağaçlığa doğru uzaklaştı.
Karıncaları ilk keşfeden Can oldu. İki gün önceki yağmurun incecik bir su akıntısına dönüştürdüğü bir yarığın kıyılarında devinip duruyorlardı. Diğer çocuklar takım oluşturmaya çalışırken Can karıncaların birkaçına cicoz muamelesi yapıp ne kadar uzağa uçtuklarına baktı önce. Ellerini kullanmaktan sıkılınca, ayaklarıyla girişti kıvıl kıvıl kıvranan güruha. Onun olmayan kaleye gösterişli şutlar çekerken kaldırdığı toz toprak diğer çocukların da dikkatini çekti sonunda. Can’ın yaptığına tek itiraz grubun en içine kapanık üyesinden, Demir’den geldi. “Yapma!” dedi oğlan. O sırada diğerleri de karıncaları fark etmiş, bütün dikkatler bu tek vücut gibi hareket eden hayvancıklara dönmüştü.
“N’apıyo’ bunlar ya?” diye sordu Çetin. “Suyu aşmak için yol arıyo’lar her’alde.” dedi Ali. “Ah canııııııım!” dedi Beyza. Oysa ses tonundaki acımaya hiç uymayan tiksinti ile korku karışımı bir ifadeyle karınca sürüsüne bakarken kolunu bacağını kaşımaya başlamıştı bile. O sırada Ali’nin aklına parlak bir fikir daha geldi.
 “Buldum oooolum, buldum! Bu suyun üzerine bir baraj kurarsak onlar da rahat rahat geçer.”
“Onları kendi hallerine bıraksak daha iyi değil mi?” dedi Demir. Çetin ilgisizdi ;“Ne barajı yaaa?” Beyza heveslenmişti tam tersine. Bez bebeklere ev kurmaktan pek farkı olamazdı herhalde. “Nas’sı kur’ca’z ki?” diye sordu. Can ise noktayı koydu; “Ben sevmedim bu fikri. Hani cicozuna oyun oynayacaktık… Ben gidiyorum.” Ali bozulduysa da, aklına yine iyi bir fikir geldi.
“Taaam ya! Du’ bi’ dak’ka! Madem öyle cicozuna yaparız barajı.”
“O nası’ olacak?”
“Şimdi cicozları döküyoruz ortaya…”
“Yok ya! Sen benim bunları nasıl kazandığımı biliyo’ musun? Dökmem ben ortaya mortaya…. Olmaz, git’cem ben.”
“Ya, bi’ dur ya! Hepimiz diyorum ooolum. Ben de koyaca’m. Çetin de, Demir de…”
“Senin Büyük Sarı’yı da koyacak mısın?” diye sordu Can heyecanla…
“Yoooo, o olmaz işte!”
“Niyeymiş? Herkes bütün cicozlarını koyacak dedin, şimdi mızıyo’sun.”
“Ama o cicoz tek başına on cicoz eder oooolum.”
“O zaman onu büyük ödül yaparız biz de. Kim daha çok çalışır, daha çok cicoz toplarsa onun olur Büyük Sarı…”
Çetin ile Ali aynı anda atıldı bu kez; “Yok yaaaa!” Çetin devam etti; “Hem en çok cicozu o alacak, hem de Büyük Sarı onun olacak. Yok öyle yağma!”
“Taaam be! Kazanan on cicozunu üleştirir, Büyük Sarı’yı alır gider.”
“Yirmi…”
“Yok deve!”
“On beş o zaman…”
“Taaam!”
Böylece beş çocuk hummalı bir faaliyete giriştiler. Yarım saat sonra yeterince malzeme toplandığını gören Ali barajın yapımına başlanmasını emretti.
“Hop! Bi’ dak’ka! Önce cicozları paylaşalım.” dedi Can.
“Olur mu? Oyunun sonunda paylaşacağız.”
“Olmaz. Bak, ben dünyanın malzemesini topladım. Bi’ sizlerin topladığına bak, bi’ benimkine ooolum. Sonra mızırsınız siz, ben biliyorum. Şimdi paylaşalım.”
“Ama daha iş bitmedi.”
“O zaman bütün cicozları koymayız ortaya. Bir kısmını koyar paylaştırırız.”
Oğlanlar bağıra çağıra bilyeleri paylaşırken Beyza’nın gözü hâlâ hafifçe kaşınmasına neden olan karıncalardaydı. Paylaşma bittikten sonra barajın yapımına başlandı. Ama bir süre sonra yine bir patırtı koptu.
“Ya, o taşı oraya koymasana… Devrilecek şimdi!”
“Halt etmişsin sen! Çekil! Ben n’aptığımı biliyorum.”
“Öf ya! Yaptığımı bozuyo’sun. Öyle ayı gibi itişmesenize.”
“Hadi be sen de! Ne o öyle? Örgü mü örüyo’sun kızım?”
“Hiç olmazsa sağlam oluyo’. Seninkinin yanından kelebek uçsa yıkılır bi’ kere!”
“Uçmasın o zaman. Alla’ Allaaaaa’!”
“O tarafı güçlendirsene! Yokuşu fazla oranın. Hepsi devrilecek bak.”
“Bi’ şiiicik olmaaaaaz!”
“Ya, nasıl olmaz Can yaaaa? Zaten ‘Sizden çok topladım.’ diye getirdiğin döküntüler yüzünden sağlam bir şey olmuyo’. Çam iğnelerini ince dal diye yutturmaya kalkıyo’sun yaaa!” diye patladı sonunda Ali.
Çetin de; “Yuh yani! Bu kadar da olmaz! Bi’ sürü cicozumuzu üttün bu çerçöple… Ayıp ya, ayıp!” diyerek ona katıldı.
“Sus len! Sen sanki çok malzeme getirdin. Sen önce göbeğini kaldır da…”
“Sen kime len diyo’sun len?”
 “YA Bİ’ DURUN YAAAAAA!”




Kumi Ito (伊藤久美)'dan 'Fluting Boy'
Diğer Çalışmaları              Sitesi

Bu bağırtı sessiz sakin görünen Demir’den yükselince herkes şaşırıp sustu bir anda. Demir daha kısık bir sesle, ama aynı hiddetle lafına devam etti; “İyilik olsun diye baraj yaptığınız karıncaları eziyo’sunuz oooolum…”
Dördünün de gözleri ayaklarının dibine ilişince tanrıların (!) tepişmesinde ezilen arkadaşlarını kurtarmanın derdine düşen karıncaları fark ettiler. O sırada Çetin bir başka şeyi daha işaret etti. “Aaa, bizim baraj işe yaramış arkadaşlar. Artık su bu tarafa geçmiyo’.” İlgisiz bakışlarla ayaklarının dibinde olanları izleyen Can “Ya, ne salak şey bunlar.” dedi. “O kadar uğraştık didindik. Bak, bi’ tanesi karşıya geçmeyi akıl edebiliyor mu?” Gerçekten de karıncalar hâlâ bir zamanlar suyun geçtiği yarığın kenarına gelince duraksıyordu. Ali buna da bir çözüm üretti. Karıncaların oradan geçmek zorunda kalmaları için yollarının iki tarafını yükselteceklerdi. 
“Önce kalan cicozları da paylaşalım.” dedi Can. “Ben sıkıldım.”
Ali bozulmuştu;
“Ama daha karşıya geçiremedik.”
“O zaman bir kısmını daha paylaşalım. Hem ben oyundan çıkmak istiyorum artık.” diye direndi Can.
Demir hemen atıldı; “Benim payımı da aranızda bölüşün. Ben de yoğum artık.”
Ali amacına ulaşamamış olmanın hırsıyla haykırdı; “Büyük Sarı’yı çekiyorum o zaman!”
 “Taaam ya, taaam!” dedi Can. “Sen de hemen üstüne alınıyo’sun. Önce şu cicozları paylaşalım, sonra karıncaları karşıya geçirmenin bir yolunu buluruz. Ama bak, ondan sonra da Büyük Sarı’yı vermezsen bozuşuruz, ona göre!”
Kavga dövüş bilyeleri paylaştıktan sonra karıncaları karşı kıyıya geçmeye ikna etmek için uğraşmaya başladılar.
“Bak, görüyo’ musun? Nas’sı inat ya! Parmağımla dürtüyorum, gene geçmiyo’.”
“Şu büyük taşı versene! Oraya koyalım. O zaman mecbur kalacak diğer tarafa gitmeye.”
“Olmaz! O taş barajın dibini tutuyo’.”
“Yok be! Bi’ şi’ olmaz. Bak sen ver bi’! Bi’ şi’ olursa geri koyarız.”
“Valla’ olmadı. Ner’den bildin ya?”
“Oooolum biz kaçın kurasıyız. Şuradakini de usulca çek şimdi.”
“Azıcık sızdırmaya başladı ama…”
“O kadar olur. Birazdan durur ya, dert etme! Sen şuradaki çam iğnelerinden de ver. Az kaldı. Bak, başladılar karşıya geçmeye, görüyo’ musun?”
“Hak’katen ya. Yalnız bu çam iğnelerini sızıntıları durdurmak için tıkıştırmıştık oraya buraya… Ooolum, bunları alırsan baraj maraj kalmıy’cak haaa. Git şur’dan topla işte birkaç tane!”
“Yok ya! Niye ben topluyo’muşum?”
“İyi ya, ben alırım.”
“Nas’sı istersen… Ama sonra daha çok cicoz isterim dersen saymam haaa. Baştan toplasaydın oooolum o zaman.”
“Senin çerçöp sayılıyo’, benim barajı onarmam sayılmıyo’ yani… Oh ya, ne âlâ memleket! Ban’ne madem. Allah’ın enayisi ben miyim? Cicoz yoksa tamirat da yok.”
“Ya daha fazla malzeme almayın barajdan, şimdi yıkılacak haa.”
“Ne yıkılması be? Bi’ şi’cik olmaz. Bak, sonunda bu karınca alıkları yolu öğrendiler. Nas’sı geçiyo’lar karşıya dizi dizi.”
Tam çocuklar yaptıklarıyla övünmeye başlamışken pikniğin yapıldığı açıklıktan isimlerini seslenen bağırışlar duyulmaya başladı. İşlerine öyle dalmışlardı ki büyüklerin yanından ne kadar uzun süre uzaklaşmış olduklarını unutmuşlardı.
“Babam beni kesecek.” dedi Çetin korkuyla. “Hiiiiiii, annem!” diye içini çekti Beyza. Ali’nin bile rengi solmuş görünüyordu. Demir çoktan yola koyulmuştu. Aralarında en bıçkınları olan Can ise oyuna dalıp Büyük Sarı’yı ütmeyi gene unutmuş olduğu için kendine söverek açıklığa doğru seğirten grubun arkasından koştu.  Sonuncu çocuğun ayak sesi daha kaybolmamıştı ki, yaptıkları derme çatma set yıkıldı ve iki yanı yükseltilen yol dışında gidebilecekleri hiçbir yer kalmayan karıncalar hızla üzerlerine gelen suyun altında kaldılar.
Nasıl buldunuz öykümüzü? Beğendiniz mi? N’oldu? Suratlarınız bi’ tuhaf! Yoksa siz de benim gibi kendinizi karıncalarla özdeşleştirmeye mi başladınız? Hele de dünyanın son karşılaştığı felaketlerden sonra… :))




Michelangelo Buonarroti'nin* 'Yaratılış' isimli eserinden detay
Eserleri 1     Eserleri 2     Eserleri 3       Site

İşaret parmağımın asli görevinden istifa ederek kanı, eti, tırnağı ve kemiğiyle zeytinyağlı pırasayı proteinden zengin hale getirmeye gönüllü yazılması nedeniyle maruz kaldığım Akut Benign Banaam Sendromu sonucunda yazılarıma bir süre ara vermek zorunda kalıyorum. Özrümün kabulünü rica ederim. :)))




Christina-Antoinette Neofotistou (Χριστίνα Αντουανέτα Νεοφώτιστου)'dan 'Salvatore Dali Autosodomised by His Own Inspiration'

Elim (!) bir kaza sonucu ara verdiğim yazmaya yeniden döndüm. Oysa hafta başında aklımda neleeer neler vardı. Mesela bu pazartesi Orman Haftası başlıyordu. Onunla ilgili bir şeyler yazmayı planlamıştım. Hatta yarısını kotarmıştım bile. Parmağımla birlikte o yazı da uçuuuup gitti. Artık kısmetse seneye… (Hiç kaçarınız yok! Ölmez sağ kalırsam, seneye de buradayım. Sizi de beklerim efendim. :D ) Hadi o günü mücbir sebeplerle atladık diye üzerine soğuk su içelim dedik. Rastlantıya bak! Salı da Dünya Su Günü değil miymiş zaten? Aklıma bir sürü sulu (!) fikir geldi. Geldiği gibi de gitti! Ağıtlar da yaksak, gitti gider, ne yapalım? Hadi sulanma fırsatını kaçırdık, aynı gün Dünya Çocuk Şiirleri Günüymüş bir de… Sonradan öğrendim. Acaba yetişkinlerin yazdıkları çocuk şiirlerinin günü mü, yoksa gerçekten çocukların yazdıklarının mı? Veya mesela Orhan Veli Kanık’ın
mektepten kaçıyorsun,
kuş tutuyorsun,
deniz kenarına gidip
fena çocuklarla konuşuyorsun,
duvarlara fena resimler yapıyorsun
bir şey değil,
beni de baştan çıkaracaksın,
sen ne fena çocuksun.
gibisinden bazı şiirlerini yetişkin şiirlerine mi, yoksa en naifinden çocuk şiirlerine mi dahil edebiliriz diye girip, akıllara zarar bir tartışma konusu açabilirdim. Ama ner’deeeee? (Bu arada şaka bir yana; elbette çocukların yazdığı şiirlerin günü Mart’ın 22si.) Hadi bu münasebetsiz olanak da elimizden… pardon banaamızdan kaçıp gitti (Allahtan!!!) dedik, kaderimize razı olduk. Eeee, Çarşamba? Bari çarşambayı sel almasaydı. O gün de Dünya Meteoroloji Günüymüş. Ne harika bir yazı konusu olurdu. Kelimenin her anlamıyla havadan sudan… :)) Geldik perşembeye… Banaam da artık iyileşme kaşıntılarına başladı. Gel gör ki bugün de yazacak konu yok. Ajandam bomboş. Ne yapmalı? Nasıl yapmalı? Tamam, buldum! Bugünü Dünya Tembeller Günü ilan eder, hem yazı yazmaktan kurtulur, hem de vatana, millete ve dünyaya yeni bir gün kazandırmış biri olarak tarihin tozlu sayfalarına altın mürekkeple ismimi yazdırırım.
Şimdiiii, bakalım bu birkaç cümleyi bilgisayara geçirme işi nasıl olacak? Ben on parmağımı klavyeye yetiştirmekte güçlük çeker, on birinciyle on ikinciyi çıkarmak için solucan ve kertenkele güçlerimi (!) sonuna kadar kullanmaya çalışırken bir eksildik pat diye. Gerçi işaret parmağım bütün imkânlarını zorluyor klavyeyle eski aşkını tazelemek için, ama örneğin K’ya basmak isterken beraberinde U, I, L, Ç, Ö, M harflerinin de belirmesine engel olamıyor. Bu durumda benim yazı da bir ileri, altı geri hızında bir mehter takımı temposunda ilerliyor. İşte bu sebeple bu alıştırma mahiyetindeki yazı kısa olacak. Bilgisayara geçirmeye sabah on bir civarında başlarsam, gece dokuz itibarıyla yükleyebileceğimi umuyorum. Aaaah, ah! Kâğıt kalemin gözünü seveyim. Onları dört parmakla da kullanabiliyorum, ama bilgisayara dokuz parmak bile yetmiyor. Ne varsa eski, bildik tekniklerde varmış, gerisi yalanmış kardeşim… :))
Son Not: Bugün de Harry Houdini’nin 137. doğum günüymüş.  Şimdi Google söyledi. :)) Tüh, bu konuyu da kaçırdık.
Eh, Houdini de bir kaçış ustasıydı. Demek ki hakkında yazmış bile sayılabilirim. :)) 




LAPP (Light Art Performance Photography) Joerg Miedza ile Jan (JanLeonardo) Woellert'in bir çalışması

Evet, artık eminim! Sanırım sizlere açıklamanın vakti de geldi.
Arkadaşlar… (Böyle durumlarda makul bir süre duraklamak lazım. Hem merakı arttırır, hem de konunun önemine vurgu yapar. Eğer bahsedeceğiniz şey deli saçmasıysa – ki bunu takdirinize bırakacağım – bu vurgulama büyük önem taşır. Süresi ve kalitesi iyi ayarlanmalıdır. Ne fazla beklemek doğrudur, ne de az… Ha, ne kadar beklememiz gerektiğini sorarsanız, kesin bir süre veremeyeceğim. Kaliteye gelince… ehem… şey… Tamam, derhal konuya dönüyorum.)
Hani her bahar düşen cemreler var ya, işte onlar aslında üç değil, dört tane… Ben bunu çooook önce keşfetmiştim, ama gerekli ve yeterli araştırmaları yapmadan açıklamak istemedim. Eh, araştırma yapmak için harcadığım otuz yılda hiç sektirmeden otuz kez maruz kaldığıma göre demek ki doğru… Önce cemrenin ne olduğunu bir hatırlayalım. İlkbahardan önce birer hafta arayla havaya, suya ve toprağa düştüğüne inanılan ısıtıcı kuvvet, kor ateş… Biraz daha araştırınca hikâyesi daha anlamlı bir hale geliyor aslında.
Eskiler yılı iki bölüme ayırırlarmış. Kasım ve Hızır. Kasım 180, Hızır 186 gün çekermiş. Bu eski kasımın günleri şimdiki kasım ayının sekizinci günü başlarmış. Eski kasımın kırk altıncı gününde başlayan ‘erbain’ kışın en şiddetli olduğu 22 Aralık ile 31 Ocak arasını kapsayan kırk günlük kısmın adıymış. (Zaten erbain de kırk gün demekmiş.) Halk arasında bu döneme zemheri de denirmiş. Hani düşkün zariflerinin beyaz giydiği dönem… :)) Kasımın seksen altısında ise ‘hamsin’ girermiş. Hamsin de anlamı uyarınca (elli gün) 31 Ocak’ta başlayıp elli gün süren bir dönemmiş. Kasımın doksanına halk arasında ‘kantar ağdı’ denirmiş. (Yani kantar yaza doğru kaydı manasında…) Kasımın yüzüncü günü ‘geldik yüze, çıktık düze’, yüz ellinci günü ‘yüz elli, yaz belli’ diye karşılanırmış.
Ama bizi ilgilendiren günler ilki (cemre-i ûlâ behevâ) kasımın yüz beşinde (19 – 20 Şubat) havaya, ikincisi (cemre-i sâniye beâb) kasımın yüz on ikisinde (26 – 27 Şubat) suya ve üçüncüsü (cemre-i sâlise behâk) kasımın yüz on dokuzunda (5 – 6 Mart) toprağa düşen cemreleri işaret edenler. Gelelim benim uzuuuun yıllar süren araştırmamın sonucuna. Kasımın yüz otuzu ile yüz kırkı arasında bir cemre daha düşüyor, o da benim kafama… Tabii darbeyi kafaya alınca bunun değişik tezahürleri oluyor. (Bu kadar Osmanlıca sözcükten sonra benim dil de eskidi gitti doğal olarak.) Eğer benim cemre (ki sıradan gidersek cemre-i râbia beAKA demek icap eder) gece düştüyse, büyük şehirlerde gökyüzüne hâkim olan o saydam elma çürüğü renginin arasında ışıldaması gereken, ama fotonları yolda gelirken düştüğünden :)) gözden kaybolan yıldızları görmeye başlamak kaçınılmaz. Gündüz düştüyse, kuş cıvıltılarıyla durumu kurtarma ihtimali daha güçlü. Darbenin şiddetiyle baş dönüyor, gökyüzü daha mavi tonlarda, ağaçlar daha yeşil görünmeye başlıyor göze. Derken yürekle akıl farklı yönlere çekiştirmeye başlıyor ruhu. Yani ilk vuruşu kafaya alsam da benim cemre oradan yaka yaka (malum, kor ateş ya…) benliğime kadar işliyor ve aklımın ipini çözüveriyor. Eh, benim akıl haddinden fazla şişirilmiş uçan balonlara benzediği, normal zamanda da pek rahat durmadığı için yularından boşanınca başını hepten alıp gidi gidiveriyor.
Ezcümle şunu demek istiyorum: Beni bahar çarptı. Aklım bir karış havada. Yazılarım da bir süre onun peşinden sürüklenip gidecek gibi görünüyor. Veya isterseniz şöyle ifade edeyim:
Kantar ağdı, AKA keçileri saldı! Geldik yüze, bu kafayla inşallah çıkarız düze! Yüz elliye çeyrek var, bu sene yaz AKA’ya biraz dar! Cemre-i ûlâ, cemre-i sâniye, cemre-i sâlise, cemre-i rabia, kavak yelleri esmeye başladı, yelkenler fora! :))




Alessandro Idili Patrizia Chironi'den 'A Window on the Sea Rocce Rosse, Arbatax'

Ajandam kulağıma fısıldadı; bu hafta Kütüphane Haftasıymış. 1964 yılından beri martın son haftasında kutlanıyormuş. Ben öğrenim hayatımdan böyle bir hafta hatırlamıyorum. Ama üçüncü sınıftayken kütüphane koluna seçilmiştim. Yakama kırmızı kurdelemi taktığım andan itibaren etrafta gördüğüm iki harfi yan yana getirmiş her türlü şeyin başında nöbete durduğuma çok kez şahit olan öğretmenim “Madem okumaya bu kadar meraklısın, bari okulun kütüphanesine bakarak ol!” tarzında bir giriş yapmıştı. Bir yıl sonra bir taraftan tırnaklarımı kütüphane kapısından sökmeye uğraşır, diğer taraftan “Valla’ bi’ daa çizgi roman okumiica’m. Hep dergilere bakıca’m. Ansiklopedi okiica’m.” feryatlarıma “Okul kütüphanesi kapanıyo’ çocuum!” şeklinde cevap yetiştirirken bu teklifi yaptığına bin pişman olacağını bilmiyordu tabii. Eee, on yaşında bir çocuğu kütüphanenin başına koyar, ayda yılda bir uğrayan öğrencilerin olduğu koskoca bir odada dört duvar dolusu kitapla yalnız başına bırakırsan olacağı budur. Ama yine de hakkımı yememek lazım; işe önce sözlüklerden başladım ben. İlkokulda kullanmamız için aldıkları o küçük boy, plastik kapaklı, zamanının çocuk filtresi sayılabilecek bir anlayışla sansürlenerek basılmış sözlüklerde bulamadığım ne varsa TDK’nın üç ciltli sözlüğünde aradım. Tabii o yaştaki çocuğun merak edeceği şeyleri tahmin edersiniz. Bütün ayıp!!!! :)) kelimelere baktım. Hayal kırıklığımı tarife sözcükler yetmez! :))Tam teknelerde adlı adınca rahaaaat rahat kullanılırken sıra insanlara geldiğinde yok kaide, yok kalça, yok basen denilen bölge konusunu araştırmaya başlamış, aynı hecenin arka arkaya tekrarlanmasından oluşan :)) sözcüğe sıra gelmişti ki, gözüme başka bir kelime ilişti birden. Porfirit… Çocuk kafama komik geldi bu sözcük. Anlamını öğrenip sınıftakilere caka satabilirim diye düşündüm. Porfiritin manası şuydu; andezit bileşiminde bir çeşit püskürük taş. Hmmmmm… Yanardağları öğrendikti zaten, bu püskürük garanti onlarla ilgili olsa gerek. Ama andezit??? Üçüncü cildi kapat, birinci cildi aç! Andezit; And Dağlarından esinlenerek isimlendirilmiş plajiyoklazlı bir yanardağ kütlesi. Hııııı… Ben ne demiştim? Yanardağ var bu işin içinde. Eh, And Dağlarını da dünya atlasından gözüm ısırıyor. İyi de bu plajiyoklaz n’ola ki? Dağın yamacında plaj mı aramışlar da, yok çıkmış? Birinci cildi kapat, üçüncü cildi aç! Plajiyoklaz; dilinimleri birbirine göre eğik durumda kalsiyum ve sodyum içeren feldspat. Haydaaaa! Hadi dilinim dediğini dilim kabul ettik, gerisindeki onca kelimeyi ne yapalım? Dur, dur! Kalsiyumu gözüm bir yerden ısırıyor benim. Her gün içeceksin diye tutturdukları şu turuncu köpüklü suya da öyle demiyo’lar mıydı? Hani vitamin canııııım. Eh, sodyum da garanti öyle bi’ şeydir, onlara bakmasam da olur. Ama feldspat?... (Şimdi Wikipedia’daki patinajlarımın kökenine inmeye başladık işte. Ey Freud, geldiysen üç kere vur! :D) Feldspat, feldspat… Aha! Potasyumlu, sodyumlu ve kalsiyumlu olmak üzere üçe ayrılan en önemli silikatlı mineral grubu. Ooooof of! Giderek batıyoruz. Pota suyu mudur nedir, o da vitamindir kesin. En sonda geçen mineral de zaten vitaminin kan kardeşi… Ha gayret! Demek ki doğru yoldayım. Vitaminli bir yanardağ taşı bu! :)) İyi de ya silikat? Ciltleri aç, kapa, aç kapa! Kollarım koptu, ama şimdi pes edemem. Neymiş şu… Hah! Silikat; silisik asidin bazlarla birleşerek oluşturduğu tuz. Asidi biliyorum, yakan bi’ şii. Baz??? Amaaaan! Asitle birleştiğine göre o da onun yakini olsa gerek. Ah, şu silisik de olmasa şimdi araştırma bitmiş olacaktı. Ama bu son! Artık buna bakarım, başka da bakmam yani. Eeeee, silisik yok! Hah, silisik asit varmış. Silikatların asitlerle birleşmesiyle elde edilen zayıf bir asit.
Ha!!!???!!!
Tabii o zamanlar “Köşelerin arasına kenar, kenarların arasına köşe denir.” özlü (!) tarifinden henüz haberim yok.
O, oldu! Sözlükleri kapatıp kaldırdığım gibi kendimi önce zamanın çocuk romanı olan Kemalettin Tuğculara, sonra da çizgi romanlara verdim. Gerçi sınıfta çıkıntılık yapan bir oğlana “Porfirit!” diye bağırdım bir keresinde, ama çocuk bön bön bakınca fazla üstelemedim. Cahil işte!!!  Kendi kendini yakarak oluşturan bi’ şi’li vitaminden yapılma yanardağın kütlesinden dilim dilim kesilmiş plajsız püskürüğü bile bilmiyo’. :))) 




Jonathan Green'den 'Daughters of the South'
Diğer Çalışmaları 1            Diğer Çalışmaları 2           Jonathan Green Studios         Ek

Sözlüklerle hoş bir başlangıç yapmadığımdan bahsetmiştim. Gene de dargınlığımız uzun sürmedi. Eğer benim gibi meraklı turşucu sülalesindenseniz, araştırma kaynaklarıyla uzun süre küs kalamıyorsunuz. İlişkimiz bir dargın bir barışık sürdü, ta ki beyaz kuşe kâğıda renkli baskılı ara sayfalarıyla aklımızı başımızdan alan Meydan Larousse ciltleri fasikül fasikül evimize girmeye başlayana kadar. Onlar geldikten sonra hapşırsak bile sebebini bu, tanesi bir buçuk kilo çeken on iki ciltlik ansiklopediye sorar olduk. Hatta bir ara sıralamasını bile ezberlemiş, çocuk tekerlemesi gibi söyler olmuştum.  A-Ayr, Ayr-Cis, Cisi-Düra, Dürb-Gari, Gark-Hol, Hom-Kard, Kare-Limo, Limp-Moti, Moto-Peda, Pede-Sara, Sarb-Teçh, Teda-Zith… :)) Derken hayatıma Türkçe ve Dilbilgisi dersleri girdi. Girmesiyle başıma bela olması da bir oldu. Hadi Türkçeyi zor bela kotarıyordum da, o dilbilgisine çok kötü içerlemiştim. Dağda, kırda, bayırda şakır şakır konuştuğum, yazdığım dilin bir takım kuralları olduğu gerçeğiyle yüzleşmek tuhaf gelmişti. Bir anda yapım ekleri, çekim ekleri, tamlama çeşitleri, özne, fiil, tümleç, sıfat, edat, zarf, o kelime ayrı yazılır, bu kelime bileşiktir, imla kuralları v.s. kafamı çorbaya çevirmiş, bildiklerimden de kuşkuya düşürmüştü beni. Hâlâ bazı kelimelerin edat mı, zarf mı olduğunu anlayamam. Pardon, ‘ilgeç mi, belirteç mi’ demem gerekiyordu orada, değil mi? Bir de böyle bir sorunumuz vardı çünkü. Bir yıl Türkçe öğretmenimizle sesli ve sessiz harfleri öğrenirdik, ertesi yıl gelen öğretmen daha ilk dersten ünlerdi; “Seslilere sesli dediğinizi duymiiim, seslilere artık ünlü denecek.” Haydaaaa!!! Bu eş anlamlı kelimeler çok çektirdi bizim nesle. Bilmem hatırlar mısınız, bir zamanlar tutturmuşlardı inkılâp ile devrim aynı şey değildir diye. O zamana kadar dillerinde tüy bitesiye belletmeye çalıştıkları Atatürk Devrimleri gerisin geri Atatürk İnkılâpları olmuştu. Yenilerde baktım da TDK sonunda devrim kelimesine iki anlam yükleyerek çözmeye çalışmış meseleyi. Hem inkılâp, hem de ihtilal anlamına geliyor şimdi. Seç, beğen, al! :))
Bir de terbiye belasına habire eş anlamlısı türetilen sözcükler var ki, onların durumu daha vahim. Örneğin lavabo… “Şimdi terbiyeyle lavabonun ne alakası var?” diyeceksiniz, derhal açıklayalım. Bu kelime şimdilerde helâ, hadi biraz terbiyeli olalım (!) tuvalet yerine kullanılır oldu. “Ben aslında oraya gayet doğal bir ihtiyacımı gidermeye değil, sadece elimi yüzümü yıkamaya gidiyorum.” izlenimi yaratma amacıyla başladık bu işe. Ama üzgünüm, artık tuvalet anlamı TDK sözlüğüne girmiş. Kibarlık uğruna yakında başka bir kelime aramamız gerekecek yani. :)) Bakın ne aşamalardan geçmiş bu münasebetsiz (!) kelime: Kenef, helâ, hacet yeri, ayakyolu, kademhane, apteshane, memişhane, tuvalet, yüznumara, vece (aslında bu bir kelime değil, ama dile girdi bir kere…) Gelin görün ki; ben hâlâ bir elini karnına, diğerini kaidesine (!) atmış, kafasındaki bütün derileri dudak, burun, iki kaş arası ekseninde buluşturmuş (Şimdi düşündüm de; bu hareketin aynısını kafanın arkasını merkez alacak biçimde yapacak bir kas yapımız olsa ne güzel olurdu. Yüz gerdirme ameliyatlarına hiç gerek kalmazdı. Karnınızı içeri çeker gibi yüzünüzü gerdiriverirdiniz. Hatta hanımlar sırf kafa kaslarını güçlendirmek için bir jimnastik bile icat ederlerdi eminim. Adı da hazır; kranyofasya… Off, gene uçtuk. Konumuza dönelim.) bir taraftan inlerken, diğer taraftan kıvranıp duran birinin “Bi’ lavaboya gidip gelece’m.” dediğini duyunca irkiliyorum. Bizim bildiğimiz lavabo; üzerinde su muslukları bulunan, porselen, emaye, sac vb.nden yapılmış, el, yüz, bulaşık yıkamaya yarar, çukur yer veya eşya anlamına geliyordu ya… Gözümün önüne gelen manzara hiç hoş olmuyor tabii. :))
Bu sadece bize has bir durum da değil üstelik. Şu Amerikalıların Afrika’dan kaçırıp getirerek köle olarak alıp sattığı ve çalıştırdığı insanlara verdiği isimleri bir düşünün; köle, zenci, evlat, arabiko (nigger), siyah, esmer (colored), Afrika kökenli Amerikalı… (Daha pek çok var da, bunlar resmi olanlar…) Masum kelimeleri alıp kirlendikçe (aslında kelime değil, anlamı kirletiliyor, hem de o kelimeyi öneren insanoğlunun kendi eliyle) değiştirmek, fakat kafaları değiştirmemek tüm insanlığın ortak hastalığı yani…
Neyse biz konumuza dönelim. Sahi konumuz neydi?
Hoppalaaaa! Biz ne zaman ve nasıl sözlüklerden buralara geldik? E, ama siz de hiç uyarmıyorsunuz. :))
Petr Kratochvil'in Matej Krén'in  'Idiom'unun fotoğrafı (Book Tunnel)
Petr Kratochvil'in Diğer Çalışmaları                   Matej Krén'in Sitesi                         Book Tunnel (Idiom)
Son günlerdeki yazılarımı okuyanlar “Vay be! Okumaya ve araştırmaya bu kadar meraklı olduğuna göre, kim bilir ne çok inceleme-araştırma kitabı, yazısı, yayını okumuştur. Pırıl pırıl aydınlanmış, etrafına ışık saçıyordur.” :)) diye düşünüyor olabilirler. Yalnız o önermenin ‘X okumaya meraklıdır. X araştırmaya meraklıdır.’ kısmı doğru olmakla birlikte, ‘Öyleyse X okuyarak araştırmaya meraklıdır.’ kısmında mini mini birkaç :) pürüz var. Mantık bilimi insan soyunu anlayıp açıklamakta her zaman başarılı olamıyor maalesef. İnceleme-araştırma yayınlarını okuma konusunda müteaddit defalar yaptığım girişimler hep hüsranla sonuçlandı. Hem de beni bu tip şeyleri okumaya yönlendiren sebebin ta kendisi yüzünden… Anlamadınız tabii. :)) Şöyle açıklayayım; eğer bana bir inceleme araştırma kitabı verir ve sonuna kadar soluksuz okumamı isterseniz, içindeki bütün alıntı dipnotlarını karalamanız, arkadaki kaynakça listelerini yırtıp çıkarmanız gerekiyor. Güzel güzel okurken o referans rakamlarını görmüyor muyum, gözüm dönüyor. Bırak! Bakma! Geç git, değil mi? Hayır! Muhakkak o referans numarasının gösterdiği alıntı maddesini okumalıyım. E, hadi onu da gördün, dön, okumaya devam et! I-ıh! Mümkün değil. Diyelim ki madde şöyle bir şey olsun: Abuziddin Ziyaefendioğullarından’ın Mahşerde Ekose Tutulmalar isimli eseri 3. Baskı  Böl. 3, Sf.137. Önce kim ki bu Abuziddin Ziyaefendioğullarından, diye başlanır. Ansiklopediler taranır. Son zamanlarda bilgisayar çıktı, mertlik bozuldu. Abuziddin Efendi bir de google’lanır. 150000 sonuçtan en az beş yüz tanesine tıklanır. Aynı kaynaktan kopyalanmış hiç değişmeyen metin üç yüz elli yedi kere tekrar tekrar okunur. (Ya aralara bir cümle, bir kelime ekledilerse… Ya o kelime her şeyi açıklıyorsa…) Yazarın araştırması biter, kitabınki başlar. Bilumum internet satış sitelerinde (tabii satışa sunulan bir kopyası varsa) konu ve fiyat araştırması yapılır. Kitap hakkında azami bilgi edinildikten sonra ne kadar yayınevi, kitapevi varsa hepsi dolaşılır ve zari zari kitap aranır. Kazara bulunursa tozlu depodan kitabı kan ter içinde getiren satıcıya iki elinin tırnaklarını kemirtecek kadar uzun bir süre sağı solu yoklanır. Alıntıda bahsedilen baskısı değilse burun kıvrılarak kitapçının kalbine indirilir. Doğru baskıyı getirmek için depoda debelenmekten hışırı çıkan satıcımızın ‘Hadi ama artık!’ şeklindeki oflayıp poflamalarına aldırmadan kitapta alıntılanan bölüm aranıp bulunur. Kitapçı ayak tırnaklarına başlamışken kitabın o kısmı ‘Şöyle bir bakıyorum.’ havası verilerek okunur. Eğer orada da referans numaraları varsa, bakmamaya çalışılır. Amaaaa eğer o bölüm kitapta başka bir bölüme gönderme yapıyorsa, oraya bakmak asla ihmal edilmez. Bütün gerekenler yapıldıktan sonra artık kitap raflarını ucundan dişlemeye başlamış olan satıcıya “Siz bu kitaptan çok satıyo’ musunuz?” benzeri manasız sorular sorulur. Keman teli gibi gerilen sinirlerinde gezinmek için arşe niyetine “Ben aslında bi’ arkadaşa bakıyo’dum. Ama şimdi onda varsa, ben bi’ daa almiim. Kendisine soriim de önce.” cümleleri kullanılarak adamın dikkati dağıtılır ve kapıya doğru yengeç modeli bir yürüyüşe başlanır. Satıcının arkadan sıraladığı; “Yeni çıkan modellerimize baksaydınız. Bunun büyük ve küçük bedenleri de vardı. Burası hazır giyim mağazası ya… Rengini beğenmediniz her’alde.” şeklindeki çemkirmelere aldırmadan dükkân terk edilir. Eve dönülür. Meşhuuuur inceleme-araştırma kitabında okunulan kısım çoktaaaan unutulduğundan yeni baştan başlanır. Ama neyse ki malum referans noktası artık gönül rahatlığıyla geçilebilir. Memnun mesut okumaya devam edilir. Ta ki üç satır aşağıda ikinci bir kaynak numarası görene kadar.
Eh, bu tempoyla benim bir araştırma kitabını okumam üç yıl sürdüğü ve bu arada kitabın içerdiği bilgiler zaman aşımına uğradığı için konuyla ilgili takıntılı özrümü kabul etmek ve kendimi yukarıda yazdığım bütün zevklerden :)) mahrum etmek zorunda kalıyorum. 




Francisco Xavier Esteves'in mühendisliğini yaptığı 'Livraria Lello & Irmão'

Kütüphaneler hep gözüme ibadethane gibi görünmüştür. Malum, içeride yüksek sesle konuşulmaz. Herkesin başı önde, yüzlerinde huşu (aslında ‘Ne diyo’ bur’da yaaa?’ ifadesi) tefekküre dalmış ulemaya benzerler… Genelde eski, yüksek tavanlı taş binalarda konuşlandıklarından duvarların rutubetli ekşi kokularına eskimiş kâğıdın ve cilt tutkallarının genizde tatlı bir bir his bırakan vanilyamsı kokusu karışır, hatta bir tütsü gibi üstünüze başınıza siner. Bir de, her ne ararsanız arayın (kaynak kitap, araştırma yayını, gazete dergi v.b., edebiyat, sessizlik, huzur, halden anlayan bir kütüphaneci) mevcudu hep bitmiştir. Sıradan bir kitap sorarsınız; ya kapıdan içeri hiç uğramamıştır ya da sekiz ay önce birine verilmiş, bir daha kendisinden haber alınamamıştır. Kütüphanecinin yüzünde isyana benzer bir ifade ararsınız, sizinkini yankılasın da hiç olmazsa aynı acıda (!) birleşin diye. Ama o, gözlerindeki yorgun ve tevekkel anlatımla haklı görmek şöyle dursun, sizi suçlu çıkarır adeta. Hatta bazı memurlar bir ileri aşamaya geçip düpedüz umursamazlığa vurur işi. Kitap yoktur. Peki, muadili olabilecek bir şey? O nereden bilsindir. Katalogdan bakmak mümkün mü? Hayır, memurun bulunduğu kısma geçmek zinhar yasaktır. İdare yasaklamıştır, onun suçu yoktur. Birkaç yazar ismi verecek olursunuz, ille de kitap ismi ister. Hadi, bir yazar olsa neyse… Kitaplarını döksün önünüze. Ama bir sürü isim sayınca mümkün değil. Kütüphanede in cin 4-4-2 taktiğine çalışsa da, onun ocakta yemeği vardır. Genel bir konu başlığı verirsiniz, ya duymazdan gelir ya da bir anda kara cahil kesilir. Ha, olayı inada bindirir kendi işinizi kendiniz görmek için rafların arasında gezinmeye kalkarsanız, on beş dakikaya ensenizdedir. Kitaplara bakarken gürültü yapmışsınızdır, ayakkabılarınız gıcırdamaktadır, hatta hareket halinde olmanız kütüphanedeki mağmum havayı şahrem şahrem (kültür başka şey azizim) parçalamaktadır. “Tabii onlara da hak vermek lazım. Kim bilir kaç çeşit insanla karşılaşıyorlardır.” diyerek her kütüphaneciyi aynı kefeye koymadığımı belirteyim. O yüzden ben kütüphaneleri hep bana rastlayan işgüzar memurları ve eksik diş sistemiyle kataloglanan mevcutlarıyla (Aaa, bir de o vardır. Üniversite kütüphanelerinde genellikle çok kaliteli tahtadan yapılmış, eskilikten cilası kararmış, mini mini çekmeceli katalog dolapları vardır. A çekmecesini açarsınız; birinci kart Ayrton, ikinci kart Adam Smith’dir. Sonra sırasıyla Madam Curie, Cahit Arf ve Nietzsche gelebilir. :D ) kitap satın alınamayan, sadece alınabilecek kitapların araştırması yapılabilecek bir kitapçı olarak kabul etmişimdir. Epeydir kütüphaneye gitmiyorum. Herhalde değişmiştir bu koşullar.
Ama benim kütüphane konusundaki favorim çeşitliliğini ancak bugün idrak edebildiğim evimdeki kütüphanedir. Dört tane portakal kasası tahtasından çatılıp, berbat bir kahverengiye boyanmış o kitaplık yedi / yirmi dört açıktı bir kere… Üstüne üstlük yaş tahdidi falan da yoktu. On iki yaşımdayken Genç Kızlar’ı iki yıl önce okuduğumu ağzımdan kaçırdığım öğretmenim kalpten gide yazınca salmıştım manzarayı. (Allahtan o zamanlar veliler zırt pırt okula çağrılmıyordu. :D ) On üç yaşında ‘hiç konuşması olmayan roman’ diye :)) Sartre’a bulaşıp bayılana limon, ayılana gazoz metoduyla güç bela bitirdikten sonra kendimi nasıl da büyümüş hissetmiştim anlatamam. Tek kelime anlamamıştım, ama olsun. :))
Gene de en sevdiklerim kurgu kitaplardı. Bizim kuşak o sıralarda basılan çocuk kitaplarından Pal Sokağı Çocukları, Son Mohikan, Orman Çocuğu ile başlayıp Heidi, Mary Poppins, 80 Günde Devr-i Âlem gibi dönemin çocuk klasikleriyle devam etmişti. Oflaya poflaya Ömer Seyfettin de okuyorduk, ama Doğan Kardeş Dergisinde hikâyelerinin çizgisine bir göz atmak daha çok işimize geliyordu. :)) Sonra çocuk avantürleri girdi ufaktan devreye… Küçük Fantoma’lar, Minik Afacanlar v.s.  Ama eminim ki hiç kimse Oscar Wilde’ın Narlı Bahçe adıyla toplanan kısa hikâyelerini Gülten Suveren’in çevirisinden okuduktan sonra gecenin bir yarısında elinde tahta saplı, koca ekmek bıçağı (aslında yeşil yılan derisinden yapılma bir kabzası olmalıydı, ama o kadar kusur kadı kızında da olur), arkasını pencereden ışığı vuran mehtaba dönmüş, ayaklarının dibindeki gölgesini kesmeye çalışırken ev ahalisine yakalanacak kadar avantür düşkünü olmamıştır.



aka-palodtusme + Photoshop'tan bir 1 Nisan Balığı

Önünde bir yıldıza çıktık. Gecelerdir kalbimde şu gece çirkin nisan konuşması okuyayım, güzün gidişine ağıt yakan son bir gece dolu gitmesin demeyerek ayak çöktürdüm, elbette kime dert… Asgari kötüsü biricik farksız canlılardan susmak. “Düşman ona nisan saçmalığı bağışlama!” demeyerek dışarıda eksi dört dursam, başkalarını evlerde tutsam mutlaka nisan zararı olmaz mı?
Ne o? Anlamadınız mı? Bir Nisan şakası yapıp yazımı tersine çevireyim, ayrıca ‘bir’ yerine ‘nisan’, ‘nisan’ yerine de ‘bir’ kullanayım dedim. Aslı şöyle olacaktı:
Sonunda nisan ayına girdik. Günlerdir aklımda o gün güzel bir yazı yazayım, baharın gelişini müjdeleyen ilk nisan günü boş kalmasın diye kafa patlattım, ama ne çare… En iyisi tamamen farklı şeylerden bahsetmek. “Yar bana bir konu medet!” diye evi dört dönsem, kendimi sokaklara atsam acaba bir faydası olur mu?
Olayın ruhuna uygun bir şey yapabilmek o kadar zorlaştı ki, bari zorlamışken iyice uçalım dedim. İyi demiş miyim? Tamam, tamam! Yüzlerinizden anlaşılıyor ne kadar eğlendiğiniz. Gülmekten karnınıza ağrılar girdiği için mi yüzleriniz yeşile çalıyor yoksa? Hani bilmesem deniz tuttu diyeceğim. Efendim? Yazı mı tuttu? Teessüf ederim! :))
İyi de her şaka eğlendirecek diye bir kaide yok ki. Hatta bazen ağlanacak şeylere bile kıvrana kıvrana güldüğü oluyor insanın. Örneğin meclisin yarısı kadın olsun diye şarkılar bestelenen bir ülkede gayet makul (!) sebeplerle yüksek öğrenim sınavında haremlik selamlık uygulanabiliyor. Hani bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu kabilinden… Konuyu değiştirelim. Bugün 1 Nisan. Eğlenceli şeylerden bahsedecektik unuttunuz mu? Cık cık cık! Bir haftadır çocukluğumun kitapları, kütüphaneleri diye kafanızı ütüleyip durdum da bu sabah birden aklıma geldi. Biz çocukluğumuzu böyle hoş hatırlarken, aynı dönemi yaşayan büyüklerimiz nasıl hatırlıyorlardı(r) acaba? Basit bir örnekle açıklayayım söylemek istediğimi. Mesela her sabah sobanın yakılması benim açımdan tam bir görsel şölendi. Törensel bir yanı vardı öncelikle. İlkin gazete kâğıtları kıvrılıp en alta yerleştirilir. Üzerine varsa çıralar çatılır. Sonra gazete kâğıtları tutuşturulur ve çıraların alev alması beklenirdi ki odunlar yerleştirilsin. Odun dediysek, önce ince dallar atılacak. Yoksa boğulur, söner ateş. Tabii geceden kalan külleri temizlemek lazım. Çoğu sobanın dışarıda bir kolu vardı külü aşağıya dökebilmek için. Büyükler onu öyle bir hırsla çekiştirirlerdi ki, biz çocuklara bu işi büyük bir zevkle yapıyorlarmış gibi gelirdi. (En azından bana öyle gelirdi. :D ) Hele de o küllere dokunmak… O, un benzeri uçucu yumuşaklığa sahip küllerle oynamak… Yüz, göz, kılık, kıyafet, köpeklere ziyafet… :)) Soba tüterse ayrı bir şenlik başlardı. Havalandırmasının (hani şu meşhur reklamdaki gibi) kapalı unutulduğu anlaşılana kadar evde göz gözü görmez hale gelirdi. Bir de çamaşır falan varsa ortalıkta, bir anda çil yavrusu gibi dağılıverirdi ev halkı. En ağır olanımız bile keklik gibi sekerdi  “Aman küller, isler eşyalara konmasın!” diye. Pencereler açılır, ısıtılmak istenen odaya demir kokulu, buz gibi, burun sızlatan bir kış havası dolardı. Sonra her şeye en başından başlanırdı. İşte bütün bunlar benim için bir fener alayı kadar eğlenceliydi o yıllarda. Oysa büyükler o sırada içlerinden ve / veya dışlarından söyleniyor, çırpınıyor, endişeleniyor, bıkıyor, kızıyor, haykırıyor olurlardı. Şimdiki çocuklar da bugünleri bizim çocukluğumuzu hatırladığımız gibi güzel ve hoş zamanlar olarak hatırlayacaklar muhtemelen. Biz ise endişeleniyor, kızıyor, bıkıyor, çırpınıyor, söyleniyor, haykırıyoruz. Yani bunca senedir değişen bir şey olmamış. :))
Öff! Güya bu yazı neşeli olacaktı. E, idare edin artık. Ne de olsa bugün 1 Nisan… 




Aya Kato (加藤-綾)'dan 'Rapunzel'
Diğer Çalışmaları                                                                  Sitesi             Tori Amos'tan Katolu 'Sleeps With Butterflies' klibi

Size de olur mu bilmem… Hani artık saçınızı kestirmenin zamanı gelmiştir. Kafanızdaki o yaramaz telleri ne kadar tarasanız, fırçalasanız, şekil vermeye çalışsanız da onlar kendi bildiğini okumakta, fazla radyasyona maruz kalmış cehennem zebanisi misali her taraftan bir boynuz üretip başınızın çeşitli noktalarında seyre sunmaktadır. Eh, berbere kirli saçla gidilmez diye banyo yapıp saçınızı şöyle bir kurutarak kırkılmanın :)) yolunu tutarsınız. O, her kusuru bire bin katarak gösteren kuafördeki aynaların önüne oturduğunuzda ise gözlerinize inanamazsınız. Haftalardır şekle şemaile girmeyen saçlarınız başınızda gayet derli toplu, akıllı uslu arz-ı endam etmekte, günlerdir feri kaçmış gözler gibi donuklaşan, uçları kılı kırk yarmanın destanını yazmış gibi görünen her bir telinden sıhhat ve pırıltılar fışkırmaktadır. Tepenize dikilip “Nasıl bir kesim istersiniz?” diye sual eden kırkıcınıza yutkunarak bakarsınız, “Azıcık bekle de bari şu muhteşem manzaranın keyfini bir müddet daha çıkarayım.” gibilerinden. Ama adam (ya da kadın) çoktan parmaklarını o gümrah (!) yığına sokup mıncıklamaya başlamıştır.
İşte hayat da bazen böyle bir seyir izliyor. Yaptıklarınızdan, çevrenizden, olduğunuz kişiden en çok sıkıldığınız anda sağını solunu düşünmeden radikal kararlar almaya başlarsınız ya… Tam da o sırada ayak bileğinize zincirli bir gülle gibi ardınızdan sürüklediğinizi sandığınız hayatınız bir cilve yapıp aklınızı çelmeye çalışır. İşinizden memnun mu değilsiniz? Yeni imkânlar mı araştırıyorsunuz? Her şeye sıfırdan başlamayı göze alarak size daha ilginç gelen bir alana geçmeye mi karar verdiniz? İlk adımı attığınız gün ya patron çağırıp ‘Sana zam yaptım’ veya ‘Seni terfi ettiriyorum.’ der, ya birlikte çalıştığınız, ama o güne kadar size rakip olduğunu zannettiğiniz kişiler söz birliği etmiş gibi sizi ballandıra ballandıra üçüncü kişilere övmeye başlar ya da ev sahibiniz gelip kirayı arttırdığını veya Almanya’dan oğlunun geleceğini haber verir. Evet, biliyorum. Bu son söylediğim formata uymuyor, ama dedik ya; kuaför ellerini muhakkak o güzelim saçlara sokacaktır. :)) Sonuçta yaptığınız iş değiştirme planından 180 derece çark etmenizi bu da sağlamazsa ne sağlar?
Bugüne kadarki yazılarımda ben bunu o kadar çok yaşadım ki… Tam “Artık yazılar tavsamaya başladı galiba. İnsanları bıktırmadan bıraksam mı?” diye düşünmeye başladığımda okuyucularımdan veya o ana kadar okumayıcım :)) olup o gün ilk kez okuyucum olanlardan biri çıkıp pohlarıma zam yaptı. Tam “Bu yazı iyice zırva olmuş. Artık şişirme şeyler yazmaya başladım galiba.” diye şüphelere düştüğümde bir başkası o beğenmediğim yazıyı göklere çıkarttı. Tam “Hep aynı şeylerden bahsediyorum ya. Dönüp dönüp birbirine benzeyen şeyleri okumaya kim daha fazla tahammül edebilir?” dediğim anda Facebook fotoğraf ve yazı yükleme özgürlüğümü bir işkenceye dönüştürdü. Haftalardır bir tek fotoğraf ve altına sadece bir A4 kâğıdı dolduracak kadar satır yükleyebilmek için her gün en az iki saatimi bilgisayarla göbek bağım varmış gibi geçirmeye başladım. Yani kuaför o canım saçları tarumar etti bir kere, kestirmekten başka çare yok. O yüzden bu son yazıyı yükleyip Face’in aklı başına gelene kadar ara vereceğim. (Eminim Facebook’un, geliştiricilerinin ve çalışanlarının dizleri tir tir titremiş, dişleri takır takır birbirine vurmuş, kafalarındaki bütün saçları – bu saç konusuna da taktık :) – dikilmiş, sayıyla kendilerine gelmişlerdir bu müthiş tehditten sonra. :D )
Artık bu defaki yükleme kaç saat sürer bilemem, ama lamı cimi yok, katlanacağım son bir kez. Umarım Facebook’taki bu iyileştirme (!) çalışmaları çabuk biter. Bu arada sizler de benden biraz tatile çıkmış olur, normal yaşantınıza geri dönme fırsatını bulursunuz. :))) Bu benden kurtulmak için son şansınız zaten. :D
Tekrar buluşmak dileğiyle şimdilik hoşça kalın.



Robert Buelteman'nın Kirlian Yöntemi ile çekilmiş 'Bull Thistle' isimli fotoğrafı
Çalışmalarından bazı örnekler                       Sitesi

“N’apıyo’sun sen öyle?”
“Hiiiiiç!”
“Nassı’ hiç? Kafası kesik tavuklar gibi döneniyorsun sabahtan beri…”
“Iııııyyyyy! Bu laf da oldum olası içimi kaldırır. Deme öyle!”
“Hıııı, doğru ya! Tavuklar kafaları kesilmeden, öööle kendiliğinden but, göğüs, kanat haline geliyordu. Unutmuşum. Zaten etler de ambalajlı olarak ağaçlarda yetişiyor. Bonfile, pirzola, kıyma falan raflarda hiçten var oluyorlar, di’ mi?”
“Hoppalaaa! Bir dokun, bin ah işit!”
“Ama Metin Akpınar’ın kurbanın nasıl kesildiğini ballandıra ballandıra anlattığı sahneye katıla katıla gülersin.”
“Akpınar mesleğinin piriyse, ben n’apayım? Dayanamıyorum, gülüyorum tabii. Hem seçici algı diye bi’ şey var di’ mi?”
“Aman, iyi! Sen şimdi bırak seçici algıyı, sı…”
“Hişşşşt! Sakın! Katı atık boşaltım fiilinin o şeklini konuşmalarımıza almıyoruz artık. Bunu nasıl kâğıda dökerim ben?”
“Sen bunu yazıyo…”
“Detttt! Duymiiim!”
“Neyi duymayacaksın? Ya…”
“A – a – a – a – a! Diline biber sürerim.”
“Ya…”
“Dur diyorum! Devam edeyim deme! Bak, çok kötü olacak yoksa!”
“Sen ne diyo’sun allasen?”
“Hah! Bu şekilde sor, ciğerimi ye!”
“Öğğğ! Az önce ne demiştin kafası kesik tavuklarla ilgili?”
“Amaaaan! Ağız alışkanlığı işte! Demek istiyorum ki; böyle soruya canım kurban!”
“Ha, yani bu daha iyi oldu şimdi, di’ mi?”
“Öffff! Sen anladın benim ne demek istediğimi.”
“Valla’ aslına bakarsan, anladıysam Arap olayım. Oh be! Sonunda şiddet içermeyen bir deyim bulabildik. Gerçi buna da ırk ayrımcılığı yönünden karşı çıkanlar olabilir. Hadi dönüştürüverelim! Anladıysam, karbonlaşayım. Allahtan elementler daha dile gelmedi.”
“Ne geveliyo’sun sen or’da?”
“Diyorum ki; sabahtan beri evde dört dönüyorsun. İşin aslı, bir haftadır huzursuzsun. Kendini nereye atacağını şaşırdın sanki. Evi günde üç vakit kırklıyorsun, her gün markete gidip haftalık alışverişe kalkışıyorsun (dolaplarda yer kalmadı bilesin). Bir türlü fırsat bulup okuyamadığından şikâyet ettiğin bütün kitapları dört günde hatmettin. Bu sabah sehpalarla birlikte benim tozumu alırken hapşırdığımda ise tam ‘Çok ya…”
“Sakın!”
“İşte ben de bunu diyorum. Hapşıranlara söylenen o dileğin ortasında aniden susup odana kapandın. N’oluyo’ ya…”
“Söylemeeeee!”
“Neyi?”
“Y harfiyle başlayıp A ile devam eden, sonra da Z’nin peşine bir I takan o korkunç kelimeyi! Aklımdan bile geçmemeli!”
“Tövbe, tövbeeee! Niye ki? Aklına gelse n’olacak ya…”
 “Sus! Bir hatırlarsam, elim kaleme gidiverecek. Onunla kalsa yine iyi… Kalem derhal kâğıda haber verecek. İkisi bir araya geldi mi, benim o – tüm lanetler üzerine olsun – dört harfliden başka çarem kalmayacak.”
 “E, sen aylardır ismi lazım değil, o dört harfliyle uğraşmıyor muydun?”
“Uğraşıyordum. Hatta bağımlısı olduğumu bile ima etmiştim bir keresinde. Ama o Face yok mu, o Face…”
“Neys???”
“Facebook canıııım! Sosyal paylaşım – sevsinler!!! – sitesi…”
“Ha????”
“O ismi lazım değilleri paylaşaca’m diye kaç haftadır bilgisayarıma avaz avaz bağırıyorum, sen biliyo’ musun?”
“Pek değil. O konuya en fazla vakıf olan benim kulak tıkaçları aslında…”
“Bütün gün düşün, tasarla, kâğıtla kalemi buluştur, karala bi’ şi’ler. Tut, bilgisayara geçir. Tam ‘Oh be! Çoğu gitti, azı kaldı.’ derken ‘Yükleme esnasında bir hata oluştu. Daha sonra tekrar deneyin.’ mesajı…”
“Mesaj???”
“Veya ‘Yükledim, ama enim dar. Bu ara gösteremem, bi’ dahaki sefere inşallah.’ tavrı…”
“Ne tav...”
“Ben de onu diyorum işte! ‘Ne? Kim? Nasıl? Hangi fotoğraf? Fotoğraf altındaki metin mi? O da ne? Benim ilkokulda Metin diye bir arkadaşım vardı, yoksa onu mu söylüyo’sun?’ üslubu…”
“???!!!???”
“Hiç biri değil de... ‘Yok öyle bir fotoğraf kardeşim burada!’ gibi; ‘Yüklüyoruuum, yüklüyoruuuuum, yüklüyoruuuuuuum… Yükleyemedim!’ gibi; ‘Sayfayı kaybettim, ama hepsi senin suçun. Ben sana yükleme sırasında sakın kımıldama demedim mi? Tam konsantre olmuştum, sen tuttun burnunu kaşıdın. Hiiiiiç inkâr etme, gördüm!’ gibi mesajlar karşısında pes ettikten yarım saat sonra aynı fotoğraf, aynı metin, aynı yorumdan üç tane olduğunu keşfetmek var ya… Bir insanın sinirleri daha ne kadarına dayanabilir ki?”
“Valla’ seninkileri bilmem, ama benim sinirler laçka! Huuuuuu! Ne diyo’n hemşeriiiiiim?”
“Yazı yazmayı unutmam lazım, diyorum. Yazınca arkasından otomatik olarak paylaşma arzusu doğuyor, diyorum. Paylaşım sitesinin bu aralar paylaşmaktan sıdkı sıyrıldı, diyorum. O sıdkını sıyırınca, ben de balatayı sıyırdım, diyorum.”
“Haaaaa!!! Öyle desene! Peki, sen şimdi bunları da yazacak mısın?”
“Yazdım bile!”
“Hepsini mi?”
“Hepsini!”
“Eeeee?”
“Yemekler dolapta, ısıtır yersin. Ben yarın sabaha kadar erişime kapalı olacağım. Baktın ağzımdan köpükler geliyor, bilgisayarı fişten çek! Yapamazsan da çok üzülüp ağlama, helvam bol şekerli olsun! Hadi hakkını helal et!”




Jill Greenberg'ün 'Shock' isimli çalışması
Sitesi

Yazılarımı paylaşma konusunda yaşadığım aksilikler daha önce hiçbir şeyin yapamadığını yaptı, yazmaya sırt çevirmeme yol açtı. Face’i bu sebeple dava etsem tazminat olarak kaç poh kazanırım acaba? Teknik açıdan her gün en az dört pohum vardı, grubun yöneticileri sağ olsun. :)) Beş gün oradan, dört gün şuradan desek… Dokuz kere dört etti mi… ııııııııı… kaçtı ya dokuz çarpı dört? Ayıp bana! İlkokulda kerrat cetvelini ilk ezberleyenlerden biriydim oysa. Bir tek yedi kere sekizle, sekiz kere yediyi birbirine karıştırırdım. :))  Ama sonra öğrendim ki zaten ikisi aynı şeymiş. Yedi kere sekiz kırk iki! Sekiz kere yedi yine kırk iki! N’oldu? Bi’ hoş bakıyorsunuz. Kırk iki değil mi? Elli dörttür o zaman. Aman ya, tamam! İtiraf ediyorum; kerrat (İlkokul öğretmenim bu kelimeyi pek severdi, kerataya geçmesi kolay oluyormuş. ‘Bir kerrat cetvelini bile belleyemedin kerata!’ en sevdiği laftı.) cetvelini unuttum. William Lipscomb (bu ay 91 yaşında ölen Nobel ödüllü kimyager – sağ olasın Do You Recognize Me -) bile ilk on elementi sayamadı diye lisede kimyadan kırık not almış. Einstein’ın durumu zaten malum.  E, bu beni nereye yerleştiriyor dersiniz? (Şu zeytinyağının özgül ağırlığını çokkkk seviyorum.) Biz buraya nereden geldikti? Hah, poh hesabından! Face’den maddi olarak en az otuz altı, manevi olarak bir milyon poh alacaklıyım. İşin içine maneviyat girince, iste isteyebildiğin kadar, malum. :))

Şaka bir yana, eskiden yazı tutkusu, isteği, iradesi – artık ne derseniz deyin – vardı, konular arkadan yetişiyordu. Şimdi konular önümde fener alayı yapıyorlar, hatta arada havai fişek bile atıyorlar, ama elim kaleme gitmiyor. Çünkü Face’deki o sinir harbini kaldırmıyor artık ruhum. Son günlerde en sevdiğimiz (!) sitemizde yapılan yorumların bile artık kendi hayatları var adeta. Üstelik pek hovarda yaşıyorlar.

“Alooooo! Yarım saat önce senin bağlantına bi’ yorum yazmıştım, ama bulamıyorum. Sen gördün mü?”

“Gördüm, gördüm. E-postayla geldi. Ben de hemen cevap vereyim diye sayfayı açtım, yok. Eh, anca gelir, yolda bi’ yerlere takılmıştır, geçen gün bi’ elbise beğenmişti onu denemeye gitmiştir, sinemaya girmiştir, yeni açılan devasa AVM’de kaybolmuştur, barda kafayı çekiyordur, yolda trafik tıkanmıştır falan diye düşünerek biraz daha bekledim. Ne gelen var, ne giden. E-postadaki bağlantıya tıkladım, boş sayfa açıldı. Bi’ da’a… I-ıh! Haydi bakalım, son kez… Bu defa da bağlantı var, altındaki tüm yorumlar sırra kadem basmış.”

“Belki de üyelerimiz yüz yüze görüşmeyi ihmal etmesinler, onu da yapamıyorlarsa telefonda konuşsunlar diye düşünmüştür Face. Son günlerde arkadaşlık ilişkilerinin sosyal paylaşım sitelerine paylaştırıldığını söyleyip ağlaşıyorlar ya her yerde, sonunda böyle bir çözüm buldular zahir.”

“Zaten kendi isteğimizle tıpış tıpış girdiğimiz, yapmakta oldukları veya yapacakları geliştirme (!) çalışmalarının bizi etkilemesine daha baştan paşa paşa izin verdiğimiz (O uzuuuuuun İngilizce ‘Koşullar’ metnini okuyan kaç kişi vardır ki? Ayrıca okusa n’olacak?) bir sitede eski çamların bardak olmasına niye bu kadar ağıtlar yakıyorsak…”

“Ay, dur, dur! Geldi benim yorum.”

“Deme! Tamam! Ben kapatıyorum şimdi. Hemen senin yorumuna bi’ yorum yazaca’m. Sen bir iki saat beklersin. Baktın hâlâ göremiyorsun, bi’ telefon aç! Ay, bak ne iyi oldu! Bu vesileyle konuşmuş, çok önemli saptamalarda bulunmuş olduk. Sahi çoluk çocuk nasıllar?”

“Sayın abonemiz, görüşmeniz bitince telefonunuzu kapatmayı unutmayınız. Sayın abone…”

“Aaaa! Suratıma kapatmış ayol.”

Ezcümle; Face, ben sana küstüm. Boz! :))




Vitali S. Aleksius'tan 'Choronoscape Thunderstorm'
Diğer Çalışmaları                                     Sitesi


Bir zamanlar Hoş Memo adında bir karikatür bandı yayımlanırdı. Al Capp’ın Li’l Abner isimli çizgi dizisinden ithal edilmiş, dâhiyane bir Türkçeleştirmeyle bizde görücüye çıkmış ve pek tutulmuştu. Orada bizim ‘talihsiz hacı’nın Amerikan sürümü olan Felaket Ahmet (orijinalindeki adı Joe Btfsplk :D ) diye bir karakter vardı. Tepesinde devamlı yağmur bulutuyla gezer, ne kadar uğursuzluk varsa başına toplardı. Nereden çıktı şimdi bu geçmişe özlem, diyeceksiniz. Açıklayayım. Efendim, kendini Acemi Anneler Ödülü’ne birinci sıradan aday göstermek isteyen validem beni doğurur doğurmaz zapt-ı rapta almak idealiyle altı saatte bir beslemeye başlamış. (Hani Nasrettin Hoca’nın eşeğini alıştırdığı gibi…) İlk kontrolümde doktor benim fırında fazla kalmış sufle misali (aslında buraya cuk oturacak bir deyim var; yoksullar ve burun akıntılarıyla ilgili, ama şimdi çok amiyane kaçacak :D )beşiğe yapışıp eeeele yattığımı görünce acilen kutu mama yazmış reçeteye. O yıllarda (M.Ö. 1500 civarı :D ) şimdiki gibi yeşil elmalısı, çileklisi, gül kokulu olup da içinden çikolata parçaları çıkanı falan yok bu nesnelerin. Mamanın ma’sı bile karaborsa… Bizimkiler hısım, akraba, eş, dost çil yavrusu gibi şehre dağılıp benim mamayı Kaf Dağı’nın ardında bulmuşlar. Ben kundak bezinden bozma kefenimi yırtana kadar da bu mama arama tarama ekibi yedi yirmi dört çalışmış. Ne zaman doktor ‘Tamam, artık normal beslenmeye geçebilirsiniz.’ demiş, o gün bizimkilere her arayışlarında kan ağlatan o mamalar mahalle bakkallarına düşmüş. Hayata ilk adımı böyle atınca gerisi de benzer şekilde geliyor tabii. Çocukken pencereden bütün arkadaşlarımın dışarıda bağır çağır oynadıklarını görüp yalvar yakar sokağa fırladıktan iki dakika sonra diğer çocukların anneleri teker teker pencereye uğrar, acilen lavaboya (!) yetişmesi gereken müezzin misali kelimeleri ucuca ekleyerek yavrularını içeri çağırırlardı. Elimde bir mermer parçası (Bulması hiç de kolay değildi onları haa. Herkesin kendine özel bir taşı vardı, kanımızın son damlasına kadar savunurduk kıymetlimisssi. :D ) sekseğin daha ilk sekinde kalakalırdım. Yemeklerini bitirip sokağa çıksınlar diye beklemekten sıkılıp eve girdikten beş dakika sonra ise sokağa yine çocuk yağardı. Okulun ilk günü alınacak kitaplar yazdırılır ya. Dünyanın en disiplinli, en iyi, en çalışkan, en en öğrencisi olarak büyüklerimin ensesinde boza pişirir, hemen o kitapçı senin, bu kırtasiye benim alışverişe çıkarırdım. Listedekileri kan ter içerisinde iki haftada topladıktan sonra ilk imtihan tarihi belli olduğu için mecburen alışverişe çıkan arkadaşlarım ise bizim depoların dibini kazıtarak zar zor bulduğumuz bütün kitapların yepyeni, gıcır gıcır baskılarını bir saatlik mesaiyle çantalarına yerleştiriverirlerdi. Duruuuuun, daha bitmedi! :)) Herkesin kapışa kapışa üçer beşer aldığı giysilerin bulunduğu mağazalarda benim bedenim hep yok satar. Bulup buluşturup eğri verev kör şaşı demeden sırtıma taktıklarım ise ertesi gün döküm döküm sokak tezgâhlarına düşer. Pazarda sebzesini meyvesini beğendiğim bir satıcı keşfettiğimin devrisi haftası üç semtin bütün hanımları sözleşmiş gibi o tezgâha çöreklenir. Çekirge sürüsü misali vızırdana vızırdana alışveriş yapar. İki saat sonra beni üstü başı örselenmiş bir halde, elimde boş bir file; bir taraftan elindeki deste deste parayı sayarken, bir taraftan “Ablaaaaa! Vallahi siftahın hayırlı geldi. Sen gelecek hafta da bi’ uğrasana!” diye ağzını yaya yaya konuşan tezgâhtarın önünde bırakır giderler. Markette paketlenmiş peynirlerden birini mi beğendim, ya fabrikası kapanır ya da kalitesini düşürür. Mecburen bir başka peynire yöneldiğimin ayına kalmaz; ‘Fabrikamız en son teknolojiyle yenilendi. Ürünlerimiz artık eskisinden de sağlıklı.’ sloganlarıyla açılış yapar, kalitesine ISO yüz milyon beş yüz yetmiş beş bin dokuz yüz otuz sekiz :)) belgesi ekler, borsada halka açılır. (Yani batırmak istediğiniz şirket falan varsa itinayla hakkından gelinir. Abat etmek istedikleriniz, eğer önce iflas etmeye itiraz etmiyorlarsa, kılı kırk yararak kalkındırılır. :D ) Gece gezmesine gidip, “Aman şu trafik biraz hafiflesin!” diye sabahın üçüne kadar ayağa diktiğim insanlar beni geçirmek için sokağa çıktıklarında araba altında kalmaktan zor kurtulur. Ben salimen evime vasıl olup, kapısına anahtarımı uydurduğum anda inin cinin topları bile komşu gulyabaninin balkonuna kaçtığından olsa gerek ortalık süt liman olur, şehir ve trafik huzura kavuşur.
Yıllarca (şaka değil; on ila on beş yıl boyunca) ısrarla “Hayır efendiiiim! Ben internet minternet anlamam. İstemeeeem, almaaaam, kat’a evimin kapısından sokmaaaam.” diye direndim. Sonunda teknolojinin fendi beni yendi. İnatlaşmayı en çok seven o malum hayvancık gibi istedik de, aldık da. Hatta evimizin kapısından alâyıvalâ ile içeri davet ettik. Eh, madem bir kez almış bulunduk, bari nimetinden yararlanalım, dedik. Öve öve bitiremedikleri video paylaşım sitesine girdik. “Aaaa, iyiymiş. Kah kah kah, kih kih kih! Pek komik! Neyse, artık yarın devam ederiz.” dedik. Ertesi gün bir yazı; ‘Bu siteye erişim… nedeniyle… emriyle yasaklanmıştır.’ Hoppalaaaa! Ama biz alışığız böyle şeylere. “Aman canııııım. Burası cehennemde kaynar sudan çıkmaya çalışanları geri itmek için tepesine zebani dikmeye gerek görülmeyen tek kazanın sakinlerinin memleketi. :)) Bugün yasaklarlar, yarın salarlar. Bunca yıl bekledik, iki üç gün daha bekleriz.” dedik. İki üç gün sonra ne ses, ne nefes… “N’olcek ya? İki üç ay sonra hallolur.” diye düşündük. İki üç ay sonra tıssssss… Bu arada makinesine ayar çeken herkes şıkır şıkır seyrediyor videoları, ballandıra ballandıra da anlatıyorlar. “Ayol sen de değiştiriver şu üç harfli ayarlarını, otur seyret!” diyorlar, ama ben kanunlara saygılı bir vatandaşım. Bekle, bekleee, bekleeeeee! Yok! Sonunda artık pes edip bir ayar da ben çektim. Ertesi gün gazetede bir manşet; ‘ Müjde! İki buçuk yıldan beri kapalı olan site sonunda açılıyor.’
Şimdi ana fikre geliyorum, sıkı durun! Bir aydır Facebook’ta yaşanan ve benim de sonunda yazılarımı yüklemekten vazgeçmeme sebep olan onca fenomene ne sebep oldu zannediyordunuz? :)) 



Sesillie Michelle Girelli D'Oyley'den 'Sonomo Spring Valley'


Offff!!! Bu hava iyice bastı beni. Bahar geldi dediydik hani, nereye kayboldu? Kış habire üstünü başını yoklayıp; “Aaa, bak! Ceketin cebindeki ahmakıslatanların altında kalmış da görmemişim… Alın size biraz dolu!” veya  “Tüüüü! Görüyo’ musun?Geçen seneden biraz yağmur arttırmıştım, şöyle iki sellik falan. Pantolonun cebi sökülünce yağıp gitmiş. Hay Allah! Çok ıslanmadınız inşallah.”, hatta “Mendil cebimdeki tipileri gören oldu muuuu? Hah! Buradaymışlar. Hazır sizler nisanda kış yaşamaya alışmışken a’cık da onlardan serpiştiriversem ortaya karışık…Bozulmazsınız di’ mi?” diye diye Allah ne verdiyse salıyor üzerimize. Hadi karı, doluyu, yağmuru anladık da, şu basık ve gri hava yetti canımıza artık. Sabah kalkıp bir ‘Günaydın’ bile diyemiyoruz. Hani gün? Nerede aydınlık? Şafak sökmeyi unutmuş, tam tersine gurup vaktine çifte dikiş atarak bir geceyi öbürüne eklemeye ahdetmiş sanki. Hiç uyanmayalım daha iyi. Bulutların biraz yükselip de sahte bir gün doğumuna izin vermesi saat üçü buluyor. Kuşlar bile o saatte cıvıldamaya başlıyor, insanlar kıvrılıp büzüştükleri köşelerden esneye gerine o saatte çıkıyor, saksı bitkileri yapraklarını, çiçeklerini sonunda pencereden girmeye başlayan ışığa o saatte çeviriyor. Dışarıdaki bitkileri sual edecek olursanız; hayatımda çiçek açtığına açacağına hiç bu kadar pişman olmuş, şaşkın şaşkın baharı bekleyen ağaç görmemiştim.  Yanlarından geçerken hışırdaştık… pardon fısıldaştıklarını duyar gibi oluyorsunuz.

“Sen ne zaman çiçeğe durdun abi?”

“Valla üç güneş-ay oldu galiba…”

“Yok ya! Ben gördüm bunun ilk çiçeğini abi. Neresinden baksan iki kere yedi güneş-ay olmuştur.”

“Daha neler! Ben çiçek açtığımdan beri güneş üç kere gözüktü bi’ kere. Sen de gövdemi biraz kalın görünce beni Alzheimağaçlı falan zannettin zahir. Daha bunamadık elhamdültoprak.”

“Güneş üç kere çıktı, ama gündüz tam iki kere yedi defa oldu dal budaklım.”

“Şu etrafımızda hayran hayran dolaşıp ‘Ay, ne güzel çiçek açmış. Yazık ama! Aldanmış garip.’ diyen o çokbilmiş takımı, Kökten Hareketliler iki tane yediye on dört diyorlar. Öğren, öğren! Tohumun hiç eğitmedi mi seni? Zaten ne diye muhatap alıyorsam dünkü filizi…”

“Siz onu bunu bırakın da havalar böyle devam ederse, n’apca’z onu hışırdayın bakalım. Ben çiçeklerden sonra yaprağa durayım dedim, ama yağmur toprağımdan ittirse de güneş ucundan çekmeyince – dalım affetsin – pırtlamıyor o cenabet yeşillikler. Kaldım mı böyle odun gibi çırçıplak… N’etsek?”

Hadi ağaçlar birkaç yıldır alıştı bu garip mevsimlere, ya parklarda, bahçelerde şehri güzelleştirsin diye tomar tomar para dökülen çiçekler? Onlar da ayrı bir alem…

“Sen taçı başı nas’sı boyle doğğru dusgün tutuyoğ? Fığtına, yağmuğ… Ben biğ tüğlü duzelemedii… Döğt… nas’sı diyoğ siz petal… taç yapğak döndü teğs… Ben yapıyoğ zoğ zağ uç tağnesi duz … Son vağ biğ tağne. O, sen biliyoğ Spaniel kopekleğ, işte onlağın kulaklağ gibi duştü. Sabahlağdan beğri yığtıyoğ ben… Duzeltmek yok.”

“Ay, ben senin kırık Türkçe’ne tozlaşırım. YIRTINIYORUM DİYECEKSİN, YIRTINIYORUM DİYECEKSİN!”

“Ben yabancı… Geliyoğ Hollanda… Sağığ değil ben…”

“Haa, doğru ya! PARDON, PARDON! Ay, gene bağırdım di’ mi? Kusura bakma kardiş! Aslında biz de dokuz soğan geriden sizin oralıyız, ama artık İstanbullu olduk. UNUTTUK SİZİN DİLLERİ DİYORUM. Taçını başını düzgün tutmak istiyorsan kendini ya bir duvarın ya da bir heykelin yamacına diktireceksin. Hiç olmazsa rüzgârını keser. Bana da üç cücük geriden bir kuzenim çıtlatmıştı, solucanı bol olsun.”
“A, ama yaziiik! Sen niğçin dedi oyle? Bol solican…”
“Sizde değişik söyleniyor tabii. YANİ DİYORUM Kİ, BENİM KUZENİN CÜCÜĞÜ ALATAVDA YATSIN! ANLADI SEEEEN?”
Yok, yok! Bu böyle olmayacak. Hepten kafayı yedim. Gaipten sesler duymakla kalmayıp, bir de yazıya dökerek millete rezil rüsva oluyorum. En iyisi vurup kafayı uyumak.
Hadi, herkese iyi kış uykuları! Bahar gerçekten gelene kadar bana sakın dokunmayın! :))



Tobias Roetsch'den 'Explorator'
Diğer Çalışmaları 1        Diğer Çalışmaları 2        Sitesi

Günlerdir bu konuyu nasıl toparlarım diye kafa patlatıyorum. Gerçeklerden uzaklaşmadan, ama işin ruhuna da ihanet etmeden (Bu durumda ne akılcıları, ne de romantikleri memnun edebileceğim herhalde… :D ) makul bir çerçeveye yerleştirmesi çok güç bir konu doğrusu. Son zamanlarda gündeme (Bu gündem hadisesi de ayrı bir tartışma konusu aslında. Artık ilgi gören veya moda deyimiyle söylersek rating alan mevzularla gündem birbirine karıştırılmaya başlandı zira.) giderek daha da sıklaşarak gelmeye başlayan sanatçı ve sanat eseri saldırılarından bahsediyorum. Olayları ısrarla içine sokulmak istenen siyasi ve ideolojik tabakalarından sıyırırsak belki daha duru bir görüşe sahip olabiliriz diye düşünüyorum. Bir sanat eseri – ister beğenin, ister beğenmeyin, ister takdir edin, ister etmeyin – neden ortadan kaldırılır? Dediğim gibi sağına soluna iliştirilen her türlü yaftadan bağımsız olarak düşündüğünüzde bu sorunun cevabı çok basit. Çünkü bir eşya olarak görülmektedir. Nasıl kanepenin yanındaki haminneniz zamanından kalma hantal ve karanlık sehpayı kaldırıp kapıya koyabiliyorsanız veya kırıp, parçalayıp – artık pek kalmadı ya – sobanızda yakıt olarak kullanabiliyorsanız, bir sanat eserini de öyle harcayabilirsiniz… Yoksa harcayamaz mısınız? Peki, bu kararı kim verir? Bizi bizden iyi düşünen büyüklerimiz (!) mi? Yoksa o eserde bakmaya, hissetmeye, ruhuna saklamaya, koruyup kollamaya değer bir şeyler gören basit, sıradan insanlar mı? İş azınlık çoğunluk meselesi haline getirilirse sanki ikinci grup galip gelecekmiş gibi görünüyor değil mi? Mamafih hiç belli olmaz. Parklara, bahçelere konan heykellerin hurda demir niyetine satılmak üzere çalındığı bir ülkenin sakinleriyiz. Neyse konuyu fazla dallandırıp budaklandırmayalım, sonunda zararlı çıkacağız yoksa. :)) Peki, bir de diğer tarafından bakalım. (‘Şeytanın avukatlığını yapalım.’ diyeceğim, ama görünüşe göre ülkemde benden önce o işe talip pek çok hukukçu var. :D ) Hiç beğenmediğimiz bir yapıtı sırf sanat eseri kabul ediliyor diye gözümüzün önünde tutmaya mecbur muyuz? Bence bu sorunun cevabı ‘Hayır!’. Durun canıııım! Hemen celallenmeyin! Eseri gözümüzün önünde tutmak zorunda değiliz demek ‘Buyurun, gelin! Kırın, dökün, parçalayın, yıkın!’ demek değil ki… Ortalıktan kaldırırsınız, gözünüz görmez, olur biter. Pek çok müzenin, hatta sanatçı atölyelerinin depoları böyle eserlerle dolu değil mi zaten? Beğenilmemiş (sanatçının kendisi de işini beğenmemiş olabilir), ilgi görmemiş olması eserin maddi değerini etkileyebilir, ama ona verilen emeği ortadan kaldırmadığı gibi, sanatsal katkısını ve anlamını da yok edecek değil ya. Eee, ya hiçbir yere kıpırdatılamayacak kadar büyükse bu yapıt? O zaman ne olacak? Eh, kusura bakmayın! Bu durumda olduğu yerde kalacak. Kalacak ki, size beğenmeyi, takdir etmeyi beceremediğiniz eserleri bir daha satın almamanız veya yapımına para dökmemeniz gerektiğini hatırlatsın. :)
Hiç endişelenmeyin, bu yazıyı protesto etmek amacıyla yazmış falan değilim. :)) Başta da dediğim gibi tozu dumana katan ve ratinglere tavan yaptıran medyatik bakış açısının dışından bakmaktı bütün derdim. Hem zaten protesto özellikle de son zamanlarda bizim memlekette anlamını iyiden iyiye yitirmeye başladı. İnsanlar akıllarını kullanmak yerine körü körüne inandıkları şeylere sarılarak bilgi edinmeye zahmet etmeden o kadar çok şeyi protesto eder oldu ki tüm dünyada, bu ekonomik bir sektör haline geldi veya gelmek üzere. ‘Şunu mu protesto ediyorsunuz? T-shirtünden alın, rozetini takın, belinize çevirme çemberinden, ayak bileğinize halhalından verelim, evinizde 138 parça porseleni olsun.’ gibi… Bence artık benim okumaktan hiç bıkmadığım Eric FrankRussell’ın ‘…Ve Sonra Hiç Kalmadı’ (… And Then There Were None*) isimli uzun bilim kurgu öyküsünde olduğu gibi bir tavır koymanın zamanı geldi. ‘Olmaz!’ın özgürlüğüne sığınmalıyız belki de. Bundan da anlamayacak olurlarsa, öyküde adı geçen Gand Gezegeni’nin (Bu ismin nereden geldiği de kitabı bulup buluşturup okuyacak veya zaten okumuş olanlarla aramızda sır olarak kalsın. :D ) sakinlerinin Anti-Gandlara sıklıkla verdikleri cevabı kullanmalıyız; ‘Skib!’ (Orijinalinde ‘Myob’tur haa... Sakın aklınıza terbiyesiz şeyler getirmeyin! :))) Dört basit ve edepli kelimenin baş harflerinden üretilmiştir.)
Sonuç;
Sanat eseri yıkmak mı?... ‘Olmaz!’
Sanatçıya saldırmak mı?... ‘Olmaz!’
‘Sen karışma! Bu işlere aklın ermez!’ mi? SKİB!!!

*Aynı isimde bir Agatha Christie kitabı (Türkçesi: On Küçük Zenci) ve ondan esinlenen birkaç film var. Karışmasın…
Önemli Not: Öyküdeki gezegenin sırrını ortaya çıkaran da bisikletini hiç yanından ayırmayan Onuncu Mühendis Harrison… Bilmem yani! :D

*... And Then There Were None




Tamara Kvesitadze'den (თამარ კვესიტაძე) 'Man and Woman'

“Daha çok sürer mi?”

“Hıııı…”

“Hayır, zabıtalara yakalanacağız yoksa…”

“Hı hı!”

“Gerçi arkeologlar belki zabıtaları yumuşatabilir.”

“Hmmm…”

“Tamam, kaçak kazı alanı olduğu ayan beyan ortada, ama sanırım katmanlar arasında iki höyük, bir firavun mezarı geçtik. Arkeologların ağzının suyu akacaktır.”

“Höyk!”

“Yok, höyük diyeceksin.”

“Ha?... Haaa! Yok ya! Ben öf anlamında söylemiştim.”

“Çok sıkıldın, terledin herhalde. İstersen camı aç!”
“Ay! Canım burnumda zaten, camı eksik kalsın!”
“Silecekleri çalıştırınca serinlemek istedin sandım da ben.”
“Haaa! Elim çarptı canım.”
“Peki, bir daha ne zaman çarpacak? Yağmursuz havada çalıştırınca çok ses yapıyorlar, malum.”
“Sen ne demeye çalışıyo’sun ya?”
“Diyorum ki; artık şu iki arabanın arasına park etsek karıcı’m. Bunun için on beş dakika boyunca aynı çizgide bir ileri, bir geri giderek asfaltı kazıyıp antik uygarlıklara geçit açmanın âlemi yok. Direksiyonu birazcık kırman yeterli.”
……..
“Mikroskop nerede?”
“Ne mikroskobu?”
“Şu, lam lamel arasına yerleştirmek için mikronluk kesit aldığın yeşil salatayı incelemek için kullanacağın mikroskop.”
“Yok artık! Buna da ince diyorsan… Her yaprağı üçe bölüyorum, daha n’apiim?”
“Di’ mi? Yemeğe çiftlikten büyükbaşları davet ettik ya, meradan sonra yabancılık çekmesin hayvancıklar.”
“Sen şimdi onu bırak da, zeytinyağı nerede?”
“Ezmeyi geç, püreden sola dön, tezgâhtaki kızıllıkları takip et! Üzerinde en çok yeşillik olan şişe, zeytinyağı.”
“Ne ezmesi, ne püresi, ne diyo’sun sen?”
“Doğradım diye salçaya çevirdiğin domateslerin yanında cacık katığı yaptığın salatalıklar var ya, işte onların solundan devam et, havuç rendelerken batırdığın tezgâhtan ilerle! Salatalık kabuklarıyla güzellik maskesi yaptığın cam şişede bulursun zeytinyağını.”
“Hem yardım ediyoruz, hem bi’ ton laf işitiyoruz… Sirke ner’de?”
“Yüzünü sıvazla kocacı’m! Orada üç salataya yetecek kadar vardır. Mutfakta yardım isteyince, suratın hayrına dağıtıyor ne de olsa…”
…….
“Elektrik parasını yatırdın mı?”
“Vallahi yatırdılar, billahi yatırdılar! Olmaz böyle şey!”
“Aman! Tamam! Bir şey sormaya da gelmiyor. Haftaya da apartman aidatı ödenecek, ayarlamak lazım. Yoksa kapıcı surat yapıyor. Sanki evin sahibi o. Şeytan diyor, vur kapıyı…”
“Vur, vur, vuuuuur! Tüh senin…”
“Aaa, ayıp oluyo’ ama… Bu argo lafları eve taşıma diye kaç kere söyledim. Çocukların ağzına dolanacak sonra…”
“Aman beeee! Dolanır, dolanır, sonra geriye pas…”
“E, benden de sana pes! Bu kadar geniş olunur yani… Çocuklarla ilgilenmiyorsun. Zaten her şeyi üzerime yıktın. İş ayrı, ev ayrı. Yetmezmiş gibi temizlikçi kadını da bugün şutlamak…”
“Şuuuuuuuuttttt! Goooooooooollllllllll!!!! Heyt be!”
“…………!!!!........... N’apıyo’sun sen?”
“E, maç seyrediyorum. Sen n’apıyo’sun?”
…….
“Bugün üç kişiye daha yol verdiler.”
“Ay yazıııııık! N’olca’k şimdi?”
“Valla’ bilmiyorum. Herkes diken üstünde. Kimse önünü göremiyor tabii.”
“E, her’alde! Şu hale bak! Nası ‘ görsün?”
“Şirketin yarısı bu sinir harbinden hasta oldu. Kiminin başı ağrır, kiminin midesi bulanır. İş yaptırabilirsen yaptır. Benim sekretere de bir gıcık arız oldu. Çekilir gibi değil. İki de bir boğazını temizliyor.”
“Hem de göz göre göre… Resmen temizliyor yani…”
“E, n’apsın kız? Gıcık bu! ‘Maaşımı düşürsünler razıyım, yeter ki işten çıkarmasınlar.’ diye ağlanıp duruyor.”
“Hıck! Ağlanmaz mı?”
“Sana n’oldu şimdi? Amma duygusal oldun ha! Niye ağlıyo’sun durup dururken elin kızına?”
“Ay, nasıl ağlamayayım? Kızcağızın babasını işten çıkardılar. Annesinin başına saksı düştü, göremiyor. Bu arada erkek kardeşi eniştesinin gıcık yeğeninin ortanca görümcesini temizledi. Ailenin başına gelmeyen kalmadı ayol.”
“….????!!!!????.....Benim sekreterin mi?”
“Yok, sen karıştırdın. Sekreter olan, sevgilisinin kankasının beşinci göbekten kuzini olan kız.”
“Ha? Nassı’ yani?”
“Aaaa, ama dizinin ortasında sana özet geçemeyece’m. Başından seyretseydin ya…”
Eğer Claude Lelouch’un Un Homme et Une Femme’inin sonu kavuşmayla bitseydi, 20 yıl sonrası için benim bu senaryomu kullanacaktı. N’apalım kısmet değilmiş.  :)))





Jen Bliss'ten 'The Giggles Club'
Diğer Çalışmaları

23 Nisan gösterilerinde çocukların yüzlerine baktım. O şaşkın heyecan, coşkulu beklenti,  gururlu sevinç ve beğenilme, sevilme, takdir edilme ihtiyacının çiçek dürbünlerindeki gibi çeşitli kombinasyonlar oluşturarak gülümsemelerine yansımasını izlerken kendi bayramlarımı hatırladım. Beni en çok ne cezbederdi; ne heyecanlandırıp, içimin titremesine, karın boşluğuma kelebekler dolmasına neden olurdu diye düşündüm. O zamanlar muazzam şeyler olacağını düşünürdüm elbette, ama en basitinden günlük rutinin değişmesiydi esas beklentim. Aslında bu türden hislere sadece çocuklar kapılmaz tabii. Onların sabırsız neşesi önünde sonunda ana babalara da sirayet eder. Eh, ne de olsa kendi çocukluklarını torunlarınınkine bağlayacak bu sıkıştırılmış yaşam nüveleri ilklerinden birini yaşayacaklardır. Sonunda çocukların heyecan, coşku ve sevinci büyüklere, büyüklerin beklenti, sevgi ve ‘Bu muhteşem şey benden mi çıktı?’ huşuları çocuklara bulaşa bulaşa etkileşimli bir ‘Heyooo! Bugün çokkkkk güzel şeyler olacak.’ havası yaratılır. Hani West Side Story’nin unutulmaz şarkılarından biri olan ‘Something’s Coming’de ‘Bir şey geliyor / güzel bir şey / bir sabredebilirsem eğer // Bir şey geliyor /ne, bilmem ama /kesin muhteşem bir şey!’ mısralarını Stephen Sondheim’a ilham etmiş olan cinsten bir hava… Ama – evet, hep bir ama vardır! :)) -  böyle günlerin bir de laneti vardır. Sanki atmosfere yayılan bu kıvançlı beklenti titreşimleri gidip gidip kötü şans tanrısının tabanlarını gıdıklar. Eğer o gün hava bozmadıysa, trafik tıkanmadı, otobüs arızalanmadıysa, elektrikler kesilmediyse, gösteri şarkısı evde unutulmadıysa muhakkak kişisel bir felaket gelir bulur insanı. Büyükler kostümlerin sökülüp yırtılması gibi, görünmez kazalar (!) sonucu ortaya çıkan kırmızı burun ve mor gözler gibi, son dakika karın ağrıları, ateşlenmeleri veya sinir krizleri gibi, gösterinin sudan sebeplerle son sıralara kaydırılması gibi şeylere yıllar içinde alışmış, hatta düpedüz bu aksilikleri bekler olmuşlardır gerçi. Oysa bir çocuk için bunlardan çok daha azı bile birer kıyamettir. Saçının buklesinin ikide bir burnunun üzerine düşmesi küçük bir kızın indinde üç kere evlenip boşanmış, üstelik sonuncu kocaya nafaka bağlamak zorunda kalmış olmak kadar :)) korkunç bir şeydir. Erkek çocuklar daha rahattır. Birincisi; onların bu türden konulara ilgisi daha azdır. İkincisi; büyükler açısından kafasına yarım kafa daha ekleyecek bir kurdele ve eteğine üç buçuk metre kumaş harcayarak bir farbala takmak, bacağına olur olmaz yerde kaşındıran dantelli çoraplardan geçirmek, suratını değme artizleri :)) kıskandıracak kadar boyamak suretiyle bir kız çocuğunu yirmi beş otuz kiloluk bir hediye paketine çevirmek mümkünken, erkek çocuğuna bir ucu muhakkak belinden kurtulup sarkmış fırfırlı bir gömlek ile eğer dikine durmuyorsa, hiç olmazsa yılık bir pozisyon tutturan papyondan fazlasını takıp takıştırmak güçtür. Ama gene de gösterinin ortasında ‘Zaten bir defa giyecek, fazla ince eleyip sık dokumaya gerek yok!’ denilerek ucuzundan alınmış pantolonun arkadan çıtlaması o çocuk için beşinci işinden kovulup karısı tarafından terk edildikten sonra bir sokak köpeği tarafından kovalanmak gibi bir şeydir. İşte gazetelerde, televizyonda o üşümüş ve hayal kırıklığıyla suratı daha da buruşmuş minikleri seyrederken bunlar geldi aklıma. Bir de arafta kalan ana babaların durumu var tabii. Çocuğu çekip götürsen olmaz. Haftalardır hazırlandığı bir şeyden mahrum bırakılmaya ilk itiraz ondan gelecektir çünkü. Üstüne kendi sırtından çıkardığın kazağı falan geçirsen yine olmaz. Ya işgüzar öğretmenlerden biri ya da komik duruma düşeceğini zanneden miniğin kendisi karşı koyacaktır zira. Öyle dona titreye bıraksan hiç olmaz. Hiçbir bayram günü çocuğun on beş gün ateşler içinde yatmasına yetecek kadar önemli olamaz.

Velhasıl ana baba olmak zor zanaat… Ama çocuk olmak da hiç aşağı kalmaz. Bütün olumsuzluklara rağmen gülerek hatırlayacakları bir 23 Nisan geçirmiş tüm çocukların ve ana babaların Çocuk Bayramları kutlu olsun.



Pär Söderman'dan 'School's Out'
Diğer Çalışmaları                  Sitesi                     Blog 

Artık 23 Nisan Çocuk Bayramı’ndan 19 Mayıs Gençlik Bayramı’na doğru ilerlemeye başladık. Böyle düşününce şu aralar hayatlarında böyle bir ilerleme içerisine girenler geldi aklıma. Bir zamanlar onlardan birine yazdığım yazıyı paylaşmak istedim.
Kıdemli bir ergenden kıdemsize tavsiyeler
Beyninin hormonla imtihanı başlamış veya başlamak üzere bulunuyor. Gazan mübarek olsun! Bu yolda sana rehberlik etmek boynumun borcudur.
Büyüklerin artık sana bol bol sorumluluk yükleyecek, ama bunları yerine getirirken zamanı kullanma şekline hep itiraz edecektir, bilesin. Örneğin odanı yatma saatinden beş dakika evvel toplama teşebbüsünü asla anlamayacaklarını varsayabilirsin. Oysa bunun eğlenme ve dinlenme kapasiteni optimal kullanma prensibi üzerine inşa edildiğini ikimiz de biliyoruz. Üstelik zamanında yatmanda ısrarcı olmaları senin kabahatin değil ya.
Sosyalleşmen için okulda ne kadar sıkıcı faaliyet, kurs, ders varsa katılman konusunda teşvik edecekler, ama işin birinci şartı olan arkadaşlarla buluşma, telefon veya bilgisayarda saatlerce konuşma, bir araya gelip avaz avaz PS, Wii oynama etkinliklerine şiddetle karşı koyacaklardır, sesini çıkarma! Onlar da apartman aralarında futbol, yakar top, evcilik, hırsız – polis oynarken ana babalarının, komşu teyze ve amcaların hışmına uğramış bir nesildir. Anlayışlı ol!
“Benim yavrum kolejlere gidecek. Üç buçuk dilin tamamını sular seller gibi öğrenecek. Kendi dili buçukuncu dil olacak, ama yok zararı… Sonra üniversitelere gidecek, mastırlar yapacak, doktor, yargıç, CEO veya ne olduğuna zerrece kafamın basmadığı, akla ziyan bir meslek sahibi olacak.” vaazlarına fazla kulak asma! Onlar da okuldan mezun olduğunda ayaklarının altına kırmızı halılar serilmeyeceğini biliyorlar, ama seni motive etmek için önce kendilerine gaz vermeleri gerek. 
Bazı şeyleri onlardan iyi bilmen olasılığına alışmaları için onlara şöyle yirmi beş, otuz yıl vakit tanı! Hâlâ kabul etmiyorlarsa, eve birkaç huzurevi broşürü götürürsün, bak nasıl mum oluyorlar.
Asla, ama asla yeni alınmış bir elektronik aleti eve gelir gelmez inhisarına alma! İlk fırsatta o nesnenin yakınına on metreden fazla yaklaşman yasaklanır. Bu ebeveyn milleti kendisinin düğmesine basmaya korktuğu şeylere evlatlarının havada kırk takla attırmasına evvel ezel gıcıktır, bilesin.
Dersini yapsan da, yapmasan da; sınava çalışsan da, çalışmasan da; odanı toplasan da, toplamasan da; yemeğini yesen de, yemesen de büyüklerin omurilik soğanından refleksle fırlayan soru ve nasihatlerin çoğunun bunlarla ilgili olacağını bil!
 Yüzünü ayda yılda bir gören akrabayı taallukatın sen sekizinci (yoksa yedinci miydi?...  :D )sınıfta okurken; “Dördüncü sınıf nasıl gidiyor bakalım?” diye sormasını soğukkanlı bir biçimde karşılamayı öğren! Gözlerini devirip ana babanla bakış değiş tokuşu yapma, ayıp! En fazla “İyi gidiyor. Gerçi üçe geçince dersler çok zorlaşacakmış. Bereket okumayı sökmeme fazla bir şey kalmadı.” diyebilirsin. Soruyu soran o sırada seni dinlermiş gibi yaparak sağ tarafındaki aile dedikodusuna kulak kabarttığından gözlerini aça aça “Aman, pek güzel!” diye cevap verecektir, öfleme! Hele hele ana babana “Ben bi’ da’a oraya gitmem. Beni hâlâ çocuk sanıyo’ onlar.” tarzında takaza yapmaya kalkma! Bu sanı onların kafalarında da hâlâ eski tazeliğini koruduğundan kendini hafta sekiz, gün dokuz orada bulabilir, “Aman da bunun elleri ayakları gül goncası gibiydi. Hanimiş benim evladım?” tarzı sohbetlerin ana konusu olabilirsin.
Özel günlerde alınan giysilerin yüz yıl önceki bayramlıklara benzemesine, kitapların aynısının kütüphanende iki yıldır raf bekliyor olmasına, oyuncakların üzerinde ‘Üç yaşından küçük çocuklarla zinhar baş başa bırakmayın!’ ibaresi bulunmasına alış! Sen de onlara altmışıncı doğum günlerinde bir emzik alırsın, ödeşirsiniz.
Bugünlerde kanatlarını yeni denediğin konularda karar alırken beynine fazla güvenmesen iyi edersin. Hormon saldırısı altındaki beyinler tuhaf bir biçimde etraftaki cam kırıklarını mücevher gibi göstermeye eğilimlidir. Kalp çarpıntısı sandığın şeyler aslında bungee jumping yapmadan önce midende hissettiğin kelebeklere çok benzer. Kelebeğin ömrü taş çatlasa birkaç gündür. Kendine zarar vermektense biraz bekleyip birkaç mecazi kelebek katletmek evladır.
Arkadaşların pek çok şeyi senden ve hısım akrabandan çooook daha iyi biliyor olabilir, ama aileni senden iyi tanıyamazlar. Arkadaşının “Bi’ şii’cik olmaz!” yorumunda bulunduğu bir konuda ailenin seni kırk katıra bağlayıp, kırk satırla kıtır kıtır doğrayacağına eminsen, haklı olan sensindir. Yapacağın şeyin sonucunu bir defa daha tart!
Sana bakıp burnunu çekerek; “Bunlar en güzel yaşların. Ah, keşke ben de şimdi senin yaşında olsaydım.” diyen büyüklerine inanma! “Bu gece rüyanda sınava giresin, saçın dağınıkken müdür muavinine toslayasın, ödevini yapmadan okula gitmiş olasın, burnunun ortasında et beni gibi bir sivilceyle sevgilinin doğum gününe katılmak zorunda kalasın, e mi?” diye beddua et! Ertesi gün kendine gelmiş olur.
Haaa, bunca derdin, tasanın arasında ergenliğin keyfini çıkarmayı da unutma!
Nasıl mı? Ben ne biliiim? Aradan geçmiş otuz beş yıl… Unuttum gitti! :)))



David C. Pearson'dan 'High Speed Photo Baloon Test'
Diğer Çalışmaları

Eveeet… Bir 140lık bloknotun hakkından daha gelip yenisine başlamış olmanın gururunu yaşıyorum. Tabii 140 sayfanın tümü sıkışık düzen yazılmış satırları içeriyor falan değil. En azından yirmi sayfası Allah ne verdiyse karalayıp sonra da “Saçmalama! Bu da yazılmaz artık.” diyerek üzerini çizdiğim bölümlerden oluşuyor. Eh, uzuuuun uzun içimi döküp (50 ila 60 satır kadar) sonunda sadece üç cümlesini (Cümle derken; benimkilerin ne kadar uzun olabileceğini yazılarımı takip edenler yakinen bilir. Biraz sessiz sinema dönemi komedilerindeki merdivenli sahnelere benzerler. Hani adamın teki merdivenin bir ucunu tutmuş olarak kameranın önünden geçer, kadrajdan çıkar, bir süre geçip giden merdiveni izlemeye devam ederiz, sonunda diğer uç görünür ve az önce merdivenin başını taşıyan adamla şimdi son basamakları yüklenmiş olan adam aynı kişidir. :D ) yazıma aldığım da olmuştur. Yani yüz kırk sayfanın dörtte biri pratikte boş bile sayılabilir. :)) Ama kalan dörtte üçü bir satır boşluğuna üç satır sığdırmaya çalışılan bölümleri, sağına soluna yapıştırılan veya zımbalanan not kağıtları, peçeteler, gazete parçaları ve – favorim !!! –mutfak bloknotundan sayfalar sayesinde iyice şişirildiğinden o bloknotun hakkıyla kullanıldığını düşünüyorum.
Şimdi gıcır gıcır, henüz saçı başı birbirine girmemiş bloknotuma başlarken bir hattat titizliğiyle yazıyorum. Nasılsa sayfanın sonuna gelince kendini son anda reçele batmaktan kurtarmış şanslı bir sineğin coşkulu ‘Heyt be! Hâlâ yaşıyorum.’ dansının masa örtüsünde bıraktığı izlere benzeyecek el yazım. Eh, bunca kâğıt kirlettikten :) sonra kaçınılmaz bir zanaat hastalığına tutuldum ve yazı konusunda kendime güvenim arttı. Bilirsiniz; bu işler önce dehşetle huşu arasında bir duyguyla başlar. Yeteneğinizi (Aslında bu yanlış bir kullanım. İnsanın yeteneği olduğuna kendisi karar veremez ki… O ancak yapmaktan hoşlandığı bir şeylere yönelir doğal olarak. Ama o söz konusu şeylerde her zaman yetenekli olacaksınız diye bir kaide yoktur. :D ) veya şöyle diyelim; iddianızı ortaya koyarken bir taraftan üç buçuk atar, diğer taraftan hafiften bir vecd haline kaptırırsınız kendinizi. Yaptığınız – artık her neyse – size pek hoş gelmekte, hatta kargaya yavrusu kuzgun falan değil, düpedüz kuğu görünmektedir. İyi de o kuğuyu herkes fark edecek mi bakalım? Ya millet göre göre bir Çirkin Ördek Yavrusu görürse? “Amaaan, o da mı dert? Nasılsa o yavrucak da sonunda kuğuya dönüşüyor.” diye düşünmeyin. Bazıları ejderhaya evrimleşip ilk av olarak da ana kargayı hap ediyorlar. :)) Yok karga, yok ejderha ikirciklenmelerini aşacak kadar ileriye gitme fırsatı bulursanız şanslısınız, o zaman biraz rahatlıyorsunuz. “Oh be! Benimki iribaş çıktı, ama olsun! Hiç yoktan iyidir.” demeye, hatta çaktırmadan şişinmeye başlıyorsunuz. (Eee iribaşların şanındandır. :D) Sizin henüz iddianızı kanıtlamaya çalıştığınız konuda çoktan ulusal ve uluslar arası seviyede ‘kuğular yaratmış’ isimlerin yapıtlarına göz gezdirirken biraz oblik (Eski kabadayıların yan durarak hafif öne eğilip sırtlarını kamburlaştırırken kollarını kabartacak şekilde aldıkları meşhur pozisyonun kısa yazılışı… :D ) durabilir, eğer kendinize hâkim olmazsanız ağzınızın içinden “Müşerref oldum. Benim de bir iribaşım var.” diye mırıldanabilirsiniz. :)) Hepimiz insanız sonuçta, di’ mi ama? Yalnız bu şişinme kısmı genellikle önceden uyarmadan bastırdığı için ani sarhoşluğa yol açıyor. Bütün gün ayaklarınız yere basmadan ve kafanız kendinizle ağzına kadar dolu bir halde dolaştıktan sonra çoğu sarhoşun başına geldiği üzere sızdığınızda rüya niyetine elinde bir çuvaldızla (malum, fazla balonlaşan nesneleri – buna egolar da dâhil – patlatmak için ideal bir araç) peşinizden koşturanları görerek kan ter içinde uyandığınız da olabiliyor. İşte ben şimdi o aşamadayım. :)) Bütün korkum bu kâbusun gerçeğe dönüşmesi. O sebeple elinizde nereden geldiğini bilmediğiniz bir çuvaldız görecek olursanız lütfen beni önceden uyarın. Yalnız ilk elli uyarıda tepki vermeyebilirim (sarhoşluk hali işte), ama dalya yaptığınızda muhakkak bir şeyler değişecektir. :))) 




Darrell Godliman'dan 'The Forum'
Diğer Fotoğrafları             Sitesi              Binanın Yapım Ekibi            Mimarlık Firmasının Diğer İşleri

Hani nedensiz ateş püskürdüğünüz günler vardır. Güne, gideceğiniz noktaya çevresinde yüz on yedi tur attırarak götüren trafiğe ilenerek başlarsınız. Burada bir parantez açarak özellikle İstanbul’da güzergâhları planlayanların (tabii böyle bir kadro varsa, hatta ortada böyle bir şeyin planlanması gerektiğini tahayyül edebilecek biri bulunuyorsa) evimize, işyerimize veya uğramak zorunda olduğumuz herhangi bir yere gitmek için neden Minotor’un Labirentinde turistik geziye çıkmış gibi dolaştığımızı açıklamalarını çok isterdim. Eskiden adresimi “Ana caddeden filan sokağa dön! İlerle! Sağdan dördüncü sokakta falan numaralı apartman.” diye tarif ederdim. Şimdilerde ise şu hale geldi: “E5 den bilmem ne sapağında çık! Ana caddedeki ilk dört göbeği ikişer, beşinciyi yedi kez tavaf et! Eğer sekizincide dönüşü kaçırmazsan, üzerine de kamyon, otobüs falan çıkmadıysa, soldaki ara sokağa gir! Girer girmez direksiyonu sağdan ilk boş park yerine kırıp kırk beş dakika kadar hafriyat kamyonlarının geçmesine izin ver! (Orada büyüüüük bir site yapılıyor da…) Çıkınca yüz metre kadar ilerle! ‘Bu sokak ….. emriyle 1218. kez kazılmaktadır. Çevreye verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dileriz. Mahalleye gıda takviyesi için geldiyseniz bire, sıvı ikmal işindeyseniz ikiye, akrabayı taallukattansanız üçe kadar sayıp geri vitese takarak geldiğiniz yere dönünüz.’ tabelasının yanından sıyrılıp geç! Yoldaki çukurların arasında slalom, uzatılan kalasların izin verdiği yerlerde iki tekerlek üzerine kalkma gibi atraksiyonlar yaptıktan sonra dokuzuncu çukurdan sola kıvrıl! O yöne giden bütün yollar kazılmış veya iptal olan sokaklardan kaçan arabaların ranza usulü park etmesiyle arap saçına dönmüş olduğundan, tek yönlü yola tersten gir! Karşıdan gelen arabadakiyle ağız dalaşına başla! Karşılıklı olarak ‘İki keçi dar bir yolda karşılaşmışlar.’ hikâyesinin değişik versiyonlarını oynadıktan sonra yeniden yola revan ol! On metre gidemeden acı bir frenle durarak bakkala malzeme getiren kamyonun on beş dakika mal boşaltmasını bekle! Baktın, yerinden kımıldamaya niyeti yok, solundan yan aynaları çizdirme pahasına sıyrıl! Adamın ‘İki saat sabredemedin…’ cinsinden çemkirmelerine aldırmadan devam et! İlk kavşakta sağa kıvrılıyormuş gibi yaparak dönülmez tabelasının burnunun dibinden U dönüşü yap! İki sokak gerideki beyaz apartmanın önünde durup üç kez kısa, iki kez uzun klakson çal! Beş haftadır o evdeki bir yakınlarında mahsur kalan dayımgilleri terkine al! İlk sokağa sapıp bir sağa, iki sola, üç ileri, beş geri giderek selametle bizim eve vasıl ol!” Kapa parantez. (Hani yüz on sekiz cümle evvel açmıştık ya bir parantez, onu kapadık. Aaaa, ama siz de hiç dikkat etmiyorsunuz okuduğunuz şeye canııım. :D ) Eeee, ben ne diyecektim? Hah! İşte, sen gel yüzüme hapşır!... Dur ya’!... Ben başka bi’ şi’ anlatıyordum… da neydi? Amaaaan, boş ver! Demek yalanmış… Bi’ de böyle bir laf vardır di’ mi? Söyleyeceği lafı veya vereceği haberi unutanlara bir taraftan “Aman canıııım, ne önemi var? Unuttuysan, önemsiz bir şeydir o garanti.” der, diğer taraftan “Ay, acaba neydi? Yoksa Hollywood’tan film teklifi mi geldiydi? Belki de lotoda altı tutturduğumu müjdeliyorlardı, kim bilir? Bu da tam unutacak zamanı buldu.” diye kurdeşen dökeriz. Tabii bazı istisnalar her zaman mevcuttur;

“Ben sana çok mühim bi’ şi’ söyli’cektim, ama unuttum.”

“Canın sağ olsun! Madem unuttun, yalanmış.”

“Ama çok önemliydi… Neydi yav’?”

“Boş veeeeer! Unut! Hatırlama! Yalandır o, kesin yalandır.”

“Telefonda haberi veren ağlamaklıydı yahu, sen ne diyorsun? ‘Çok acil, muhakkak haberdar edin.’ dediydi. Hay Allah! Dilimin ucunda…”

“Amaaaan uzatma be kardeşim! Unuttuysan yalandır dedik ya.”
“Dur, dur, hatırladım! Sizin yazlıkta yangın çıkmış. Ev tam kül olmak üzereyken neyse ki itfaiye yetişmiş. Yalnız diğer evlere sıçramasın diye suyu basınca arka bahçedeki küçük kulübeyi yıkmışlar. Komşular bu hoyratlığa itiraz etmek için hep beraber davranınca yan taraftaki bostanınız tarumar olmuş. O sırada sizin çitin köşesindeki yaşlı ağaç bunca baskıya dayanamayıp evden arta kalanların üzerine yığılmış. Ayakta kalan birkaç kolon da bu şekilde yerle yeksan olmuş. Haa, bu arada komşuların görevlilere ve araçlarına verdikleri zararın senden tahsil edileceğini, itfaiyenin yangını söndürmek için kullandığı suyun parasının senden alınacağını, çıkan arbede ve ağacın iki seksen uzanması sırasında yaralanan kişilerin hastane masraflarının sana yıkılacağını, hasar gören çit ve bahçe duvarlarının bedelinin senden isteneceğini hassaten belirtti telefon eden şahıs.”
“Sana para veriiim, unut bunları! Al sana yüz, yok beş yüz! Nüfus kâğıdımı da bırakırım istersen. Yeter ki bana unuttuğunu söyle! Unuttun di’ mi? Yalan di’ mi hepsi? Unuttuysan hepsi yalandır. Unuttum de! Yalan de! Unut, yoksa mahvederim, ezerim, toz ederim. ”
“Aaa, adam tozuttu. Yok, yok! İyilik de yaranmaz bunlara! Gayret ettik, hatırladık, suçlu çıktık…”
Yazının başında anlatmaya niyet ettiğim diğer yalanda… şey pardon konuda bir başka sefer buluşmak üzere şen ve esen kalınız. :)))




Hrovoje Polan ve Srdjan Zivulovic'in fotoğraflarından Franc Grom'un 'Yumurta Sanatı'
H. Polan'ın diğer çalışmaları               S. Zivulovic'in diğer çalışmaları                  Franc Grom'un diğer çalışmaları 1               Franc Grom'un diğer çalışmaları 2

Dün de dediğim gibi; bazı günler nedensiz yere parlarsınız ya… Elinizde torbalarla yürürken omuz atıp geçenlere, sokak aralarında Formula 1 yarışlarına seçme yapılıyormuş gibi araba kullananlara, işyerinde yaptıklarınıza kusur bulamadığı için çemkirme sebebi olarak asabi tabiatını bahane eden dâhilere, dakikalarca kuyrukta bekledikten sonra tam sıra size gelmişken şu veya bu sebeple kalkıp giden ve bir türlü geri gelmeyen kasiyere, maaşınızı ödemek için yedi göbek soy ağacınızı çıkartıp kâğıda döktükten sonra resmi, gayri resmi ne kadar makam, mevki varsa hepsinden imzalı, mühürlü belge getirmenizi isteyen bankaya hiç yoktan, öylesine, sebepsizce :)) içinizden, dışınızdan şarlayıp durursunuz hani… Sahi parayı kabul ederken hiç sual etmeyen bankalar neden para çekmek istediğinizde – o da çekmenize izin verirse tabii – burnunuzun üzerinde amuda kalkmışken bir ayağınızda tabak, diğerinde çember çevirmenizi, bu arada bir elinizle sırtınızın ortasını kaşıyıp diğer elinizle bin defa ‘Bir daha asla para çekmeyeceğim.’ diye yazmanızı isterler? Neyse, biz konumuza dönelim… İşte nedensiz (!) sinirlendiğiniz bu günlerde bakkaldan iki yumurta almak bile işkence olabilir.

“Hangisinden istersin abla?”

“Şöyle irice olanlarından verirsen iyi olur.”

“Yok! Onu demiyorum. Hangi marka?”

“Ne markası? İki tane yumurtanın markası mı olur ya?”

“A markası var, B markası var. C ile D de bulunduruyorum ben, ama tavsiye etmem.”
“E, ver A markasından iki tane madem.”
“Yok, abla! Nası’ veri’im iki tane yumurta? Bunlar on ikilik paket.”
“N’apça’m ben on iki yumurtayı yahu?”
“Omlet yaparsııın, poğaçanın üzerine sürersiiin, çılbır yaparsııın, sabah kalkınca içersiiin, saçlarına yedirirsiiin… Aslında bu aralar başka kullanım alanları da açıldı, ama senin yaşın tutmuyo’.”
“Ooolum doktor ensemde boza pişiriyor kolesterol diye. Ne omleti, ne çılbırı? Hem de saçıma… Öğğğ! Yaşım hele, senin hiç üstüne vazife değil!”
“Ya sen ne bakıyo’sun o doktorlara. Hem yumurtada kolesterolün olmadığı bilimsel olarak kanıtlanmış bi’ kere… Hiç olmazsa sarısını ayıklar, beyazını yersin.”
“Sarısını n’apaca’m? Kutulayıp satacak mıyım?”
“Ha, bak! İyi dedin! Bi’ de öylesi var.”
“Bak, zaten sinirliyim! Ver şu düzineliği, gideyim!”
“Hangisinden?”
“A’dan dedik ya!”
“İyi de hangi cinsinden?”
“Nası’ yani? Ne cinsi yahu? Ben görmeyeli horozlar da mı yumurtlamaya başladı?”
“Eh, böyle beslenmeye devam ederlerse, o da olur. Bak, geçen gün gazetede bi’ haber okudum! Tavuğun teki ibiğinin yüz ölçümünü genişletip dayı dayı dolaşmaya başlamış. Kümesteki horozlardan birkaç şan dersi aldıktan sonra bayağı iyi ötmeye başladı, diyor sahibi. Eee, böylesi olduysa, tersi niye olmasın?”
“Başıma ağrılar girdi. Şuradan iki yumurta ver, yoksa çok kötü şeyler olacak!”
“Ben sana B markasının altılı paketini vereyim en iyisi.”
“Hah! Ver! Ver!”
“Simol mu, medyum mu, larc mı olsun? Haa, çarpı larc ile çarpı çarpı larcı da var istersen. Gerçi çarpı çarpı larc olanları Afrika dolaylarından kafasını kuma gömen bir cins yumurtluyormuş, simollara da serçe yumurtası diye çamur atıyorlar, ama zevk senin. Ne istersen var bizde, derde devadan gayri! Keh keh keh! Aaa, dur, dur! Unuttuuum! Organik yemle besleneninkinden mi istersin? Bak, taze annelerin favorisi o! Yoksa organik yemle beslenmediği halde nasıl oluyorsa gayet organik yumurtlayanınkinden mi arzu edersin? Onu da sağlıklı yaşayaca’m diye azmeden, ama yarı yolda ‘Yok artık! Altın mı alıyoruz? Sen şu hesaplı organikten tart bakayım iki tane!’ diye tornistan edenler pek seviyor.  Tabii bir de organik, inorganik bakmadan önüne ne gelirse götüren tavuğun yumurtası var. Onun müşterisi bol zaten. İbadullah gidiyor. Haa, şu aralar hayatının son demlerinde olup ‘Yumurtlamazsam, kesecekler!’ diye panikleyen tavuklarınkiler yok satıyor. Çünkü hayvanda yumurtanın kabuğunu oluşturacak kadar kalsiyum kalmadığından çarptığının canını fazla acıtmıyor, sadece elbise temizleme parası ödüyorsun. Sen şimdi gocunma, ama gençler bayılıyor.”
“….!!!???!!!...”
Gel de ‘Moscow on the Hudson’ filminde alışveriş etmeye gittiği marketin kahve reyonundaki marka ve çeşit zenginliğini görünce sinir krizi geçiren Robin Williams’ı hatırlama…
Aaa, ama iki gündür nedensiz yere sinirli olma sorunsalının sosyolojik, psikolojik, sosyo-psikolojik izdüşümlerinin sosyo-patolojik olgularla karşılaştırmalı incelenmesi konusunda saptamalarda bulunacağım, araya hep bir parazit giriyor. :)))

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder