![]() |
Dragan Jovancevic'ten 'In Good Hands' Diğer Çalışmaları 1 Diğer Çalışmaları 2 |
“Dohtur beğ! Dohtur beğ!”
“Hanım!”
“Estağfur’lah dohtur beğ!
Hanım kiiim, biz kim? Şu bizim çocuğun durumu n’olce’k dohtur beğ?”
“Hanım, hanım!”
“Kızma dohtur beğ! Ben
sormamış olem. Yalnız yedinci kez kanını alınca a’cık baygınlık geldiydi de…
Ben on’çin şe’ttiydim dohtur beğ.”
“Ha-nıııııııım! Hanım!”
“Annadım dohtur beğ.
Allah senden razı ossun dohtur beğ!”
…
“Dohtur beğ! Dohtur beğ!”
“Hanım!”
“Hani, ner’de? Yüreğime
indirme dohtur beğ. Yok hanım manım. Bizim hanım içer’de, çocuğun başında zırıl zırıl ağliy. O görmeden kaçıp geldim. Çocuğun durumu iyicene kötülediydi. Fülüm
neyin çekindikçe ruhu çekiliyo’ gibi oluyo’ dohtur beğ. Bizim köyün eskileri
‘Resim çekinmeyin, ruhunuz elden gider. Cennete giremezsiniz.’ derlerdi. Acep
bizim oğlana da öyle bi’ şi’ler mi oluyo’ dohtur beğ?”
“Hanım. Haaaanııııım!”
“Deme! Arkamda mı? Sen
sus şincik dohtur beğ! Ben alıştıra alıştıra söylerim. Gidici bizim oğlan, he
mi dohtur beğ?”
“Hanım yahu, hanım!”
“He! Sustum, sustum.”
…
“Dohtur beğ! Dohtur beğ!”
“Hanım, kardeşim.”
“Ne hanımı dohtur beğ?
Sakalımı da mı görmezsin? Tövbe, tövbeee! Bizim yiğen kötülüyo’ dohtur beğ.
Mete mi, bete mi bi’ şi’ istemişsin. Yaptılar, çocuğun şakülü iyice kaydı.
Şimdi de hemar mı, heman mı demişin. Götürürlerken gözleri toprağa toprağa
bakıyo’du oğlanın. Askere göndereceğdik, mezara mı girecek yoğsam dohtur beğ?”
“Hanım be adam! Hanım!”
“Ha heman, ha hanım! Adı
n’ossa ossun, bu çocuk yapılanlardan heç fayda görmüyo’ dohtur beğ!”
…
“Dohtur beğ! Dohtur beğ!”
“Hanım be kadın!”
“Hangi kadın? He, şu
hemşire karısı mı? Onun neresi hanım dohtur beğ? Bıyıkları terlemiş, askerliği
gelmiş. Demincek bizim oğlanın kolunu bi’ kanırttı, çocuğun gözleri bizim çilli tavuğun çift sarılı yumurtası gibi belerdi valla’. Meğer ön düz kopiy için ilaç
vereceğmiş. Aldı çocuğu gitti. N’aptıysa artık, döndüğünde oğlan ‘Yutmaaam!
Yutmaaaam!’ diye sayıklıyordu. Bu da kâr etmedi dohtur beğ.”
“Haaaaanım. Doktor
hanım!”
“Estağfur’lah dohtur beğ!
Biz kiiiiim, dohturluk kim?”
…
“Dohtur beğ! Dohtur beğ!”
“Ha….maaaaan!”
“Son yaptığın işe yaradı.
Bizim oğlanın gözü açıldı. Şincik baston yutmuş kibin oturuyo’ yatakta dohtur
beğ. Emme şincik de biz gidelim dedikçe, o gerdan kırıp ‘A’cık daha kalalım
babey!’ deyip duriy. Hele gel de bi’ söyle! Bu kolunuz kopiyden günde kaç kez
yaptıraca’z dohtur beğ.”
“Ha….yyyydaaaaaaa!!!!!!”
![]() |
Roman Lipiński'den 'Warmth-Cold' Diğer Çalışmaları Sitesi |
Bu kadar hastalık, doktor,
teşhis muhabbeti yeter! Biraz da başka şeylerden bahsedelim, di’ mi ama? (İyi
de neden bahsedelim?) Havalar da bu ara bayağı düzeldi… (Tamam, sen buradan
sağa sola sapmadan düz devam et! Elbet bir yerlere çıkarsın.) Zaten bu yıl kış
oldu mu, olmadı mı anlayamadık. (Eeee? Şimdi ne di’yce’z?) Gene de ‘Mart
kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır.’ atasözüne uygun olarak bekliyoruz.
(Eh, fena değil. Araya altı kelimelik bir atasözü de sıkıştırdın. Şunun
şurasında yazıyı bitirmeye ne kaldı? Taş çatlasın yirmi beş satır… Ha gayret!)
Sahi biz neden bu kadar korkar olduk kardan kıştan? Biz derken, başının üzerinde iyi kötü bir çatısı, giyeceği, yiyeceği, yakacağı olanları
kastediyorum. Gazeteler, televizyonlar ‘Kar geliyor, kar!’ duyurusu yapar
yapmaz telefonlar işlemeye başlıyor.
“Duydun mu, kara kış
geliyormuş?”
“Beyaz olmasın o?”
“Hı???... Haaaa! Bırak
şakayı! Hava sıcaklığı sekiz derece birden düşecekmiş.”
“Bi’ yerini sakatlamasa
bari…”
“Kim???... Amaaaan! Kafa
bulma! Bak, dışarı çıkarken sıkı giyinin! Atkınızı, şapkanızı, eldiveninizi
ihmal etmeyin!”
“Olur.”
“Yiyeceğiniz var mı?”
“Efendim?”
“Evde diyorum…
Yiyeceğiniz var mı?”
“Ayıptır söylemesi, kuru
fasulye pilav yaptıydım. Turşu da var. Buyurun birlikte yiyelim.”
“Yok ya, onun için demedim…
Aslında ne iyi olurdu be! Bak, şimdi ağzım sulandı… Ama olmaz! Şimdi sizde mahsur falan kalırız. Neme lazım!”
“Doğru, buraya her kış
kurtlar iner zaten.”
“Aman ne komik! Ben ne
diyo’dum? Hah! Yemek, yemek…”
“Senin de aklın midende birader.”
“Koş markete, biraz
yiyecek depola! Sonra her şey biter, kalırsın ayazda. Ayaz dedim de, kalorifer
yanıyo’ mu? Ev sıcak mı? İşe nasıl gideceksin? Arabayı çıkartma! Ama illa
çıkacaksan, bari yanına kurutulmuş et, kurabiye, çikolata, su falan al! Ha, bir
de küçük bir balta! Ağaç keser, ateş yakar ısınırsın. Cep telefonunu açık
tutma! Şarjı biter, yerini tespit edemeyiz maazallah… Sakın uyuma! Donar
ölürsün. Etrafta ışık görürsen sığınmaya çalış! Dinliyor musun sen beni?”
“Dinliyorum, dinliyorum.
Çığ uyarısını ne zaman yapmışlardı diye düşündüm de, dalmışım…”
“Ne çığı? Çığ da mı
düşecekmiş? Sen kapat! Ben herkesi arar haber veririm. Hanııııım, duydun mu çığ
düşece… Çat!”
Eh, biraz abarttım, ama
bu hale gelmemize de pek bir şey kalmadı hani. Oysa çocukluğumda şimdikileri solda sıfır bırakacak kışlar yaşadık. Üstelik o zaman ne kaloriferli
dairelerimiz, ne süper, hiper, mega marketlerimiz, ne sokaklara serpiştirecek
kimyasallarımız, ne bir taraftan ‘Hava buz gibi, ama birazdan en bi’ buz gibi
olacak! Aaaaz sonra!’ diye korkuturken, diğer taraftan ‘Selim kendisini
kuzeniyle beşinci kez el ele yakalayan Neslihan’a ne cevap verecek? Reytinglere
tavan yaptıran dizimiz Soğukta Dudağı Uçuklayanlar bir dakika on sekiz saniye
sonra!!!!’ diye avutan televizyonlarımız vardı. Hepimiz evin soba yanan odasına
doluşur, yorganları kafamıza çeker, evdeki erişteleri, salçaları, turşuları, teneke peynirlerini, kurutulmuş sebzeleri yer, işe ya da okula yürüyerek gider gelir, eğlenmek içinse (Hayır efendim! Televizyon zaten yoktu, radyo falan da
dinlemezdik! Dinleyemezdik. Hava hapşırmaya başladığı anda elektrikler kesilmiş
olurdu zaten… Pilli radyo? Pil dünyanın parası! Zaten çinko karbon piller üç
dak’kada biter. Hem… Tamam, tamam sustum.) duvarda gölge oyunları yapardık.
Tuhaf şey! Hiç korktuğumuzu hatırlamıyorum.
![]() |
(* * ****) |
Bugünün
bilmecesi yukarıdaki hovarda görünüşlü delikanlı… Aşağıdaki soruları cevaplayıp
baş harflerini sıralarsanız adını bulabilirsiniz. (Normalde baş harfleriyle
tanındığı lakabı burada açık olarak sorulmuştur. Bu ipucu başlı başına yeter
zaten.) Kolay gelsin!
*
İlk enstrümanını aynı zamanda anne tarafından akrabası olan bir blues gitaristi
ve solisti vermişti. Bu bir Stella gitardı. (***** *****)
*
1949 yılından beri gitarlarına verdiği kadın ismini yaptığı bir hatayı
tekrarlamamayı kendine hatırlatmak için seçtiğini söyler. (*******)
*
14 Mayıs 2008 yılında kendisine New York Eyaleti’nin bir şehrinin anahtarı
verildi. (*****)
*
1950’den sonra R&B tarzında büyük bir ün kazanmıştı. Kaydettiği şarkılar
arasında Memphis Slim tarafından 1949 yılında kaydedilen ve başlarda adı Nobody
Loves Me olan sonra değiştirilen bir şarkı da vardı. Bu şarkı iki kez Grammy
Hall of Fame Ödülü almıştır. (*****
*** * **** ***
*****)
*
Geçtiğimiz hafta kaybettiğimiz bir gitaristle birlikte çalmış, Ivory Joe
Hunter’ın yazıp 1956’da çıkardığı, daha sonra 1969 yılında Sonny James
tarafından yeniden yorumlanan bir parçanın da aralarında olduğu birçok kayıt
yapmıştır. (***** * ***
*** ****)
............
**
1998 yılında ilki 80li yıllarda çekilmiş olan bir filmin devamında Louisiana
Gator Boys grubunun bir üyesi olarak rol almıştır. (***** ********
****)
**
2008 yılında çıkardığı albüm En İyi Geleneksel Blues Müziği dalında Grammy
ödülü kazanmıştır. (*** **** *****)
**
1954 yılında çıkardığı bir single ile aynı adı taşıyan şarkıyı Joe Josea ile
birlikte yazmıştır. (*** ***** **
****)
***
1995 yılında 1977 yılında verilmeye başlayan Amerikan Kültürü’ne hayat boyu
katkıları olanların seçildiği ve adını suikaste uğrayan bir başkandan alan
ödüle layık görülmüştür. (******* ****** ******)
*** 1925
yılında Mississippi eyaletinin Kızılderili kamplarının bulunduğu kesimine
kurulmuş bir şehrinde ortakçı bir ailenin çocuğu olarak doğdu. (*********)
***
2009 yılında Brezilya’da verdiği konserlerde bir gazetecinin bu turnenin veda
turnesi olup olmadığını sorması üzerine; “En sevdiğim aktörlerden biri İskoç
Sean Connery’dir. Çoğunuz onu 007 James Bond olarak bilirsiniz. Onun bir filmi
vardı.” diyerek filmin adıyla durumunu benzeştirmiştir. Bahse konu film Sean
Connery’nin Bond’u canlandırdığı son filmdir. (***** *** *****
*****)
***
2009 yılında Montreux Caz Festivalinde Joe Sample, Randy Crawford, Stanley
Clark ve pek çok başka sanatçıyla çalmıştır. Bunlardan biri de Soul’un
Kraliçesi diye bilinen bir R&B solistidir. (****** ******)
![]() |
(B.B.King) |
Dünkü
sorumuzun cevabı Blues Boy King, yani B.B. King idi. İç gıcıklayıcı bir isim
verdiği :)) gitarından ayrı bir resmini bulmak epey zor oldu. Bir zamanlar
incecik bir delikanlıyken :)) sevdalandığı gitarla bir resmini görüyoruz
yukarıda...
B---
İlk enstrümanını aynı zamanda anne tarafından akrabası olan bir blues gitaristi
ve solisti vermişti. Bu bir Stella gitardı. (Bukka White)
L---
1949 yılından beri gitarlarına verdiği kadın ismini yaptığı bir hatayı
tekrarlamamayı kendine hatırlatmak için seçtiğini söyler. (Lucille)
U---
14 Mayıs 2008 yılında kendisine New York Eyaleti’nin bir şehrinin anahtarı
verildi. (Utica)
E---
1950’den sonra R&B tarzında büyük bir ün kazanmıştı. Kaydettiği şarkılar
arasında Memphis Slim tarafından 1949 yılında kaydedilen ve başlarda adı Nobody Loves Me olan sonra değiştirilen bir şarkı da vardı. Bu şarkı iki kez Grammy
Hall of Fame Ödülü almıştır. (Every Day I Have The Blues)
S---
Geçtiğimiz hafta kaybettiğimiz bir gitaristle (Gary Moore) birlikte çalmış,
Ivory Joe Hunter’ın yazıp 1956’da çıkardığı, daha sonra 1969 yılında Sonny James tarafından yeniden yorumlanan bir parçanın da aralarında olduğu birçok
kayıt yapmıştır. (Since I Met You Baby)
B---
1998 yılında ilki 80li yıllarda çekilmiş olan bir filmin devamında Louisiana Gator Boys grubunun bir üyesi olarak rol almıştır. (Blues Brothers 2000)
O---
2008 yılında çıkardığı albüm En İyi Geleneksel Blues Müziği dalında Grammy ödülü kazanmıştır. (One Kind Favor)
Y---
1954 yılında çıkardığı bir single ile aynı adı taşıyan şarkıyı Joe Josea ile
birlikte yazmıştır. (You Upset Me Baby)
K---
1995 yılında; 1977 yılında verilmeye başlayan, Amerikan Kültürü’ne hayat boyu
katkıları olanların seçildiği ve adını suikaste uğrayan bir başkandan alan
ödüle layık görülmüştür. (Kennedy Center Honors)
I---
1925 yılında Mississippi eyaletinin Kızılderili kamplarının bulunduğu kesimine kurulmuş bir şehrinde ortakçı bir ailenin çocuğu olarak doğdu. (Indianola)
N---
2009 yılında Brezilya’da verdiği konserlerde bir gazetecinin bu turnenin veda
turnesi olup olmadığını sorması üzerine; “En sevdiğim aktörlerden biri İskoç
Sean Connery’dir. Çoğunuz onu 007 James Bond olarak bilirsiniz. Onun bir filmi
vardı.” diyerek filmin adıyla durumunu benzeştirmiştir. Bahse konu film Sean
Connery’nin Bond’u canlandırdığı son filmdir. (Never Say Never Again)
G---
2009 yılında Montreux Caz Festivalinde Joe Sample, Randy Crawford, Stanley
Clark ve pek çok başka sanatçıyla çalmıştır. Bunlardan biri de Soul’un
Kraliçesi diye bilinen bir R&B solistidir. (Gladys Knight)
![]() |
aka-palodtusme + Photoshop'tan bir 14 Şubat Güzellemesi :)) |
Tam bugünün yazısını
yüklemek üzereydim ki, gözüm tarihe ilişti. 14 Şubat… Hoppalaaaa! Dün değil
miydi 14’ü? Hatta bu konuda bir yorum da yazmıştım ‘Caz severin sevgilisi de anca B.B. King falan olur.’ gibilerinden… Yok ama! Benim bilgisayar tarihleri
hiç şaşırmaz. Bi’ tek ilk aldığımda 1 Ocak 2000’i gösteriyordu. Ben de bir
hafta boyunca (birileri tarihi ayarlamam gerektiğini söyleyene kadar) 2000
yılında olduğumuzu sanarak yaşamıştım. Güzel bir haftaydı… Tam yedi gün boyunca
otuz altı yaşıma geri dönmüştüm, fena mı? :)) Hop! Gene yönümüzü şaşırdık, konumuza dönelim.
14 Şubat Sevgililer Günü… Neden 14 Şubat? Yani daha toparlak hesap bir tarih
seçilemez miydi? Sonuçta uydurulmuş bir günden bahsediyoruz. Eğer ‘Ay ortasında kutlayalım ki, aylıkla
geçinenlerin cebinde hâlâ parası, içinde de bu paranın bir kısmıyla hovardalık
yapsa bile ayın sonunu getirebileceğine dair inancı kalmış olsun.’ diye
düşünülseydi, 15 Şubat olması gerekmez
miydi? A, ama durun! Şubat yirmi sekiz çekiyor… Şimdi anlaşıldı 14 Şubat’ın hikmeti!
:)
Gerçi Antik Roma’da Şubatın
13ü ile 15i arasına düşen bir kutlama veya ayin varmış. Adı da Juno Februa
(Februa ha? Ne tesadüf!) yani İffetli (Saf - Bakire) Juno. Aslında bu
kutlamalar baharın gelişinin müjdelendiği, temizlenmenin, bereketin ve doğurganlığın
dilendiği, biraz iffetten uzak bir şekilde (!) yapılan ayinlermiş tabii. Çok
tanrılı dinlerinin gereğini yerine getiriyormuş halk. Yani dini bir olay. Ama
Hıristiyanlığa geçilince eski alışkanlıklar ölecek değil ya… Ezmişler,
büzmüşler, yeni dinlerine de uyarlayıp kutlamaya devam etmişler o günü. Roma İmparatorluğu tarih sahnesinden silinse de, bu adetler yerel olarak devam
etmiş, ama sonunda yaygınlığını kaybetmiş. Derken bir başka imparatorluğun
temelleri atılırken bambaşka bir olay olmuş. Bir Britanya Kralı evliliğinin ilk
yılında bir şaire öyle dizeler ilham etmiş ki, hiç yoktan bir isim doğmuş. II.
Richard’ın Bohemyalı Anne ile 20 Ocak 1382 tarihli evliliğinin yıldönümü
şerefine Geoffrey Chaucer şöyle yazmış: "For this was Saint Valentine's
Day, when every bird cometh there to choose his mate." Aziz Valentine Günü
ve eşlerini bulan kuşlar… İyi de 20 Ocak ne alaka? Aslında Geoffrey Chaucer
halka ve belki de en çok kocaya – malum, özel günleri unutma konusunda
üstlerine olmadığı söylenir :)) – gerçek evlilik tarihini şairane bir şekilde hatırlatmaya çalışıyormuş muhtemelen. Çünkü 20 Ocak’ta gerçekleşen düğünün
anlaşması sekiz ay önce 2 Mayıs’ta imzalanmış. Temel o tarihte atılmış yani. Ve
o tarih Ayin Takvimine göre Aziz Valentine Günü imiş. Sonuçta ‘İngiliz
Edebiyatı’nın babası’ sayılan Chaucer sevgiyle ve / veya sevgide bir araya gelmeyi (her ne kadar kraliyet düğünleri daha ziyade mantık, hatta düpedüz
çıkar birlikteliklerini öngörse de) Aziz Valentine’in adıyla kutsamış ve
birleştirmiş oluyor.
Demek ki elimizde bir
tarih (13 Şubat ile 15 Şubat arası), bir de isim (St. Valentine’s Day) var.
Altı yüzyıl sonra aklı evvel (Yüreği sevgi dolu diye ekleyemeyeceğim, zira burada amaçlanan saf – yoksa iffetli mi desem
(!) – ticaret.) bir Amerikalı (başka hangi milletten olabilirdi ki :D ) bu
tarihle ismi birleştirip 14 Şubat Sevgililer Günü’nü oluşturmuş. Yani biz bugün
aslında kutsallıkla ilgisi olmayan, hatta Aziz Valentine’in adresine bile
uğramayan bir pagan ayinini günümüz koşullarına uyarlayarak gerçekleştirmiş
oluyoruz.
Olsun! Yeter ki sevgi
olsun…
SEVGİLİ Okuyucularım………..
ve SEVGİLİ okumayıcılarım :)) – ayrıcalık yapmaya gönlüm elvermedi, bugün sevgi pıtırcığı olma günü malum! – bu çalakalem yazılmış metnin içeriğine hiç
aldırmadan hepinizin gönlünüzce bir Sevgililer Günü geçirmenizi, Sevgi
Güneşi’nde ısınıp, Sevgi Yağmurları’nda serinlemenizi dilerim. <3 <3
<3 :)))
![]() |
Sun Jar |
Malzemeler: 1 kg meyve;
1,5 kg toz şeker; 3 bardak su; 6 gr limon tuzu;
2 çorba kaşığı limon suyu.
Suyla şekeri karıştırıp kıvamlanıncaya kadar kaynatın. (Şerbetin kıvama geldiğini suya birkaç damla damlattığınızda
katılaşıp camlaşmasından anlayabilirsiniz.) Yarım kahve fincanı suda eritilmiş
limon tuzu ile bir kaşık limon suyunu, sonra da meyveleri ekleyip orta ateşte
kaynamaya bırakın. Şurup kıvama gelince (Bir tabağa sırayla damlattığınız
şurubun son damlasının toplu bir şekilde, yayılmadan kalması gerekir.) suda
eritilmiş limon tuzunun ve limon suyunun kalanını ilave edin. Bir taşım daha kaynattıktan sonra soğutup kavanozlara alın.
Yok, yok! İyice tozutmuş
falan değilim. (Şey… belki biraz.) Geçen gün eski yazılarıma göz gezdirirken
zombileşmeyi anlattığımı, ama mutlanma sürecini geçiştirdiğimi fark ettim. Siz
o süreçle ilgili ne düşündünüz, bilemem. Ama sandığınız gibi bunama ya da
Alzheimer benzeri bir durum değil. Mutlanmayı nasıl anlatırım diye düşünürken
aklıma reçel geldi. (Sormayın! Havalar soğuyunca hiç aklımdan çıkmıyor zaten..)
Efendim! Şlak! (Eğer çok önemli gibi görünen, ama eften püften bir şey
anlatacaksanız konuya dilinizi okkalıca şaklatarak girmeniz iyi olur. Hem
reçeli düşününce sulanan ağzınızı kurutmanın en uygun yöntemlerinden de
biridir.)
Yukarıdaki tarifte suyu
hayat olarak düşünürsek, içine eklenen şeker de bebeklik, çocukluk ve ilk
gençliğin en tatlı zamanları demektir. İkisini birbirine katıp karıştırıyor,
üstüne bir de kaynatıyoruz ki, ayrılmaz bir bütün olsunlar. Öyle ki; bu şerbeti
bir başka suya (hayata) damlatınca katılaşıp, sırçalaşsın. Tıpkı çocuk ve
gençlerin etraflarındaki diğer hayatlardan etkilendiği ve onlarda kristalize bir iz bıraktığı gibi. Sonra suda eritilmiş limon tuzu, yani hayatın
gerçeklerinin dilüe edilmiş halde sunulduğu eğitim hayatı. Ve limon suyu,
eğitim hayatıyla birlikte hayatımıza giren bir takım ekşi yan etkiler. ‘Çocuğum dersine iyi çalış! Şu imtihana gir! İyi not al! O sınavda seçil, bu sınavda yerleş!’ türünden hani. Meyveler… Yetişkinliğin ayak sesleri. Şerbete katılan
her bir meyve bir başka sorumluluk, bir başka yükümlülük… Kimi tatlı, kimi
tatsız, kimi düpedüz ham, kimi olgun… Gene hepsini birden kaynatıyoruz ki,
önceden bütünleşenler yeni gelenleri de aralarına kabul etsinler. Aralarında
ısı, tat, koku, katı, sıvı değiş tokuşunu yapsınlar güzelce. Kaynaşsınlar,
toplaşsınlar, demlensinler, kıvamlansınlar. Öyle ki ilk damlalarında olmasa
bile sonlara doğru kendi ayaklarının üzerinde derli toplu durmayı öğrensinler.
Bu da gerçekleşince artık suda çözülmüş limon tuzu ile limon suyunun kalanını
da ekleyebiliriz. Yani mesleki eğitim ve deneyim. Bir taşım kaynatılır. Böylece
hayat devam ederken yeni bilgiler ve deneyimler de mayaya katılmış olur. Sonra
soğutma işlemi başlar ki, bu da uzmanlaşma sürecidir. ‘Bu gayya kuyusuna düştük
düşeli pişmiş tavuğun başına gelmeyenler geldi başımıza. Bunca zamandır
şekerlendik, kaynadık, limonlandık, kaynadık. İyi de bütün bunların sonucunda
ne olduk biz?’ dediğiniz ve bu sorunun cevabını bulduğunuz yıllarıdır
ömrünüzün. Çabuk geçmez, ama sizde öyle bir izlenim bırakır. O yüzden
kavanozlanma (yani emeklilik) aşaması geldiğinde gözlerinize, kulaklarınıza,
aklınıza inanamazsınız. ‘Daha dün kaynıyordum, ne zaman soğudum?’ diye
sızıldanırsınız. Tarifimiz burada bitiyor, ama bir reçelin ömrü burada bitmiyor
elbette. Efendim? Ha, evet! Bir kısmının ömrü benim midemde bitecek tabii. Ama
ya kalanı? Buzdolabında daha da soğuyarak bunca deneyiminin bir işe yarayacağı
ümidi ile lezzetini her isteyene tattıran o reçel ne olacak? Eninde sonunda
şekerlenecek elbette. İşte mutlanma budur. Daha yaşamınızın başında mayanıza
katılan o güzellikleri bu sefer kendi isteğinizle yeniden oluşturma aşaması. Bu, reçel versiyonu... Yarın insan versiyonunu göreceğiz. :))
![]() |
Eugenio Zampighi'den 'Admiring Baby' Diğer Çalışmaları 1 Diğer Çalışmaları 2 |
Sabahın kör bir vaktinde
gözünüzün birini hâlâ uykuda olduğunuz yanılsamasına inanabilmek için kapalı
tutarak kahvaltıyı hazırlar, sırf bu işler için amitoz çoğalma yoluyla
kendinizin bir klonunu yaratmayı hayal ederken mutfağa ıslık çala çala biri
girip “Günaydııııııın!” diye cıvıldarsa, bilin ki o kişi mutlanmışlardandır.
Tabii yıllık izninin bir haftasını kullanmaya o sabah başlamış eşiniz de olabilir, ama bunu anlamak gayet kolaydır. Sadece o saatte çiçeklendiği için
bir iki homurdanmayı deneyin. Eğer gelen eşinizse, tek atımlık barutunu az
evvelki kısa cıvıltıda kullandığı için höykürerek cevap verecektir. Ancak
mutlanma aşamasındakiler bu tavrınıza yeni cıvıltılar eşliğinde biraz daha
yatmanızı, kahvaltıyı kendilerinin hazırlayacağını söyleyerek cevap verir. Hele
bir de her sabahki çekiştirmelerin aksine öpüle kokula uyandırılmış çocuğunuz
tırlayan kediler gibi mayalana mayalana ortalıkta geziyorsa, bilin ki
karşınızdaki kişi mutlanmanın son aşamalarındadır. Bu sürecin birinci kuralı
her sabah yataktan yaşam sevinciyle kalkmaktır. Siz şimdi emekliliğinizin ilk
sabahında göbek atıp çakkıdı çakkıdı oynayarak uyanacağınızı sanıyor
olabilirsiniz. Üzgünüm, ama öyle olmuyor. Genellikle gene kurtlar ulur, baykuşlar öterken uyanıp “Yahu yat zıbar işte! Sen değil miydin ‘Emekli olunca
öğlene kadar uyuyacağım.’ diyen?” şeklinde hayıflanmalarla ayağa
dikiliveriyorsunuz.
Gelelim ikinci şarta…
Aksiliklerin birbirini kovaladığı, bir dert bitmeden diğerinin göbeğinin köşeyi
döndüğü günlerden biri… Barut fıçısı kıvamında eve dönmüş, eski Türk
Filmleri’ndeki ağır çekim kavuşma sahnelerinde olduğu gibi ilk kıvılcıma hoplaya zıplaya koşarken tepenizden aşağı bir kova su boşalırsa bunun müsebbibi
de mutlanmış ferdidir evin. Hayal edemediniz mi? Buyurun görelim…
“Hoş geldiiiiin! Nasıl
geçti gü…”
“Önümden çekil, elim
kolum dolu. Şu torbaları bırakayım….. Hah! Bak her şey bur’da, limon yok. Of
ya! Of… offfff!”
“Bakkaldan isteriiiiiz,
sen merak etme!”
“Hay…! Yumurtalar da birbirine geçmiş. Batmış torba, batmış! Şu hale bak! Torbanın içindekileri hiç
ellemeden tavaya atsam post modern omlet olur. N’apıca’m ben şimdi?”
“Ben şimdi banyoda onları yıkar paklarım.”
“Banyo da leş gibi yumurta
koksun diye mi?”
“Kokulu mumlardan yakarız
bi’ şi’cik olmaz.”
“Ay, bu salonun hali ne?
Çocuk ödevlerini tatbiki olarak burada mı yaptı? Akşama o kadar insan gelecek. Daha yemek yapaca’m. Öf yani, öffff!”
“Hemen toplarıııııız. On
beş dak’kalık işi var.”
“O, şimdi oyuna dalmıştır.
Ders mers hak getire tabii… Tevekkeli gözüme görünmüyor.”
“Dersler bitti çoktaaaan.”
“Hiiii! Kablolunun son günüydü. Parası yatacaktı.”
“Hallettiiiiim!”
“Su istiy’cektik.”
“Tamamdır.”
“Tüp bitti bitiyor.”
“İsteriz geliiiir.”
Bir de üçüncü şart var
ki, onu sona atmak aslında pek doğru değil. Çünkü en erken başlayan belirtilerden biridir aynı zamanda. Şöyle ki; biraz uzun oturunca göz
dinlendirme (!) eylemine ışık hızıyla geçmek ve bütün “Uyuyorsun, kalk yerine yat!” uyarılarına Gandhi’yi hasetinden çatır çatır çatlatacak bir pasif direniş
örneğiyle karşı durmak. Bunun yaşlanma belirtisi olduğunu iddia edenler de vardır, ama aldırmayın. Çocuklar nasıl uyuyarak büyüyorsa, büyükler de
şekerleme yaparak mutlanır. (Bkz. Bir gün önceki şekerlenmiş reçel örneği…)
![]() |
Ron Mueck'ten 'Two Women' Diğer Çalışmaları 1 Diğer Çalışmaları 2 Diğer Çalışmaları 3 Diğer Çalışmaları 4 |
‘Peki, bu mutlanma herkese
oluyor mu?’ diye sorarsanız, olmuyor elbette. Nasıl her reçel şekerlenmiyorsa,
her insan da mutlanmıyor. Mesela ben iki kız kardeş tanımıştım bir zamanlar.
Sarina ile Bohora Hanımlar. Hayatlarını bölük pörçük de olsa ağızlarından
alabilmek için kırk takla atmıştım. Yirminci yüzyılın başlarında doğmuşlardı
zira. Hem dünyanın, hem de Türkiye’nin çetin zamanlarında. Kim bilir nelere
göğüs germişlerdi. Babaları para kazanmak için Amerika’ya doğru çıktığı yolda
can verince, bir evde dört kişi kadın başlarına kalakalmışlardı mesela, ülkenin
hali yetmezmiş gibi. Bohora Hanım genç yaşında evin büyüğüne dublörlük yapma
sorumluluğundan ve yaşadıkları zorlu hayattan yılmıştı, kocaya kaçtı. Sarina
Hanım ise evde kalıp ailesine destek olmaya çalıştı. Geçim koşulları
gerektirdiğinde on beş yaşının havailiğiyle uzaktan görüp kel kafasıyla dalga
geçtiği, kendisinden yirmi yaş büyük bir adamla evlenmeyi de kabul etti. Bohora
Hanım’ın ilk evliliği çok sürmedi. Sonra hayatta rahat etme umuduyla ikinci,
sürpriz bir şekilde gerçekleşen çöküşten kaçmak amacıyla üçüncü geldi. Sarina
Hanım ise yirmi beş yıl kadar süren tek evliliğinden sonra özgürlüğünü ilan
etti. İkisi de gezmeye bayılırlardı, bir de ud çalıp şarkı söylemeye… Ha, kağıt
oyunları da hiç dayanamadıkları başka bir şeydi. Bohora Hanım ölmeden bir iki gün önce elinde
tuttuğu iskambil destesini kitap gibi açarak torununa fal bakacak kadar
hatmetmişti kartları. Sarina Hanım ise bir gün boyunca acil ve / veya zorunlu
ihtiyaçlar (!) dışında hiç kalkmadan iskambil oynayamayacağına dair bahse giren
torununa ‘Pes!’ dedirtmişti bir keresinde, karşısına oturtup oyun arkadaşı
yaparak. Çocuklarının az şahit olduğu, torunlarının ise tahayyül bile edemediği
şeyleri sağ salim atlatmıştı bu iki kardeş. Belki de o yüzden, ikisi de çetin cevizdi.
Bohora Hanım’ın kadifeden yapılmış bir kamçıya benzeyen 7 / 24 kullandığı sivri bir dili vardı. Usul usul, yumuşacık okşadığını zannederken bir anda şaklayıp
ardında kıpkızıl bir iz bırakan cinsinden. Sarina Hanım’ın ise kadife eldiven içinde
demirden bir yumruğu ile sessizliğinin, yumuşaklığının ardına ustalıkla
gizlediği çelikten iradesi. Vurdu mu yeri göğü inletirdi o yumruk, ama kimseye zarar vermezdi. Hayatı boyunca en fazla üç beş kere kullanmıştı zaten.
Aralarında (kardeşlerde genelde olduğu üzere) hafif bir çekememezlik vardı.
Birinin ak dediğine öbürü muhakkak bir benek kondururdu, bazen gri, bazen
siyah… Bohora Hanım başına gelen iyi şeyleri görmezden gelmeye, azımsamaya çalışırdı, kötüleri ise nereye gideceğine aldırmadan püskürtmeye, kendinden
uzaklaştırmaya. Sarina Hanım ise ‘Her şey insan içindir.’ düsturunu
benimsemişti. Geçmiş, Sarina Hanım’ın üzerinde sağı solu eskimiş, erimiş çiçekli bir gündelik giysi gibiydi, Bohora Hanım’ın ise gündelik giysilerle işi
olmaz, hele de eskimişine dönüp bakmazdı. Bohora Hanım kalabalık içinde hep ‘BEN’ oldu, Sarina Hanım ise kendi içinde hep kalabalık. O yüzden çocukla çocuk, yetişkinle yetişkin kalabilir, hatta arada rolleri değişir; çocuktan
daha çocuk, yetişkinden daha yetişkin bile olurdu. Bohora hanım doksanında, kardeşinden iki yıl
sonra göçtü dünyadan, Sarina Hanım yetmişlerinin sonunda. Bohora Hanım
mutlanmanın kıyısından bile geçmedi, Sarina Hanım ise ömrünün yarısını
mutlanmış olarak yaşadı. İki kardeş… Aynı evin çocukları… Üç aşağı, beş yukarı
aynı kaderi paylaştılar. Amerikalıların pek sevdikleri meşhur sözleriyle ifade
edersek; Sarina Hanım hayatın ona verdiği limonlardan limonata yaptı, hem içti,
hem içirdi, Bohora Hanım ise limonlarla karşılıklı ekşiye ekşiye bir hal oldu.
Şimdi bunları okuyorlarsa yukarıdan, Bohora hanım kadife kamçısını şaklatmış;
“Hadi gene iyisin, on beş dakikalık şöhretine kavuştun!” demiştir kız
kardeşine. Sarina Hanım ise yüzüne çocuksu bir şaşkınlık ifadesi veren
gülümsemesiyle aşağıya şöyle bir bakıp ablasına ‘Sürrölans’ çekmiştir. :))
![]() |
Andy Rain'den Banksy'nin bir çalışmasını gösteren fotoğraf Banksy'nin Sitesi |
Geçenlerde bir dostum
sağdan soldan toplama şeylerle kurulan grupların üyeleri binleri aşarken, büyük özveri, emek ve bilgiyle hazırlanan kültür ve sanat gruplarını takip edenlerin
birkaç yüzü bile bulmuyor olmasından yakındı. Bu benim de uzun zamandır
dikkatimi çeken ve üzerinde düşündüğüm bir konu. Sadece sanal ortamlarda değil,
yaşam alanlarımızda da kültür ve sanatı paylaşmakta başarılı bir portre
çizemiyoruz. Bunda, bu tür paylaşımların bir ticaret metaı olarak görülmesinin
payı da var elbette. Aslında normal olan da bu, zira sanatla uğraşan, kültürü
yaşam biçimi haline getirmiş kişilerin hayatını kazanabilmek için ortaya
çıkardıkları yapıtlardan para kazanması şart. Ama kültür ve sanat aynı zamanda
tabanı geniş olması gereken, her kesimden insana rahatça ulaştırılabilen bir
şey de olmalı… Sanatın sadece parası olan kesimin harcı ve hakkı olduğunu
söylemek iki tarafa da (hem paralı, hem de parasızlara) haksızlık yapmak demek.
Beğenilen sanat yapıtlarını satın alarak sanatçı olunmayacağı ortadayken,
tekniğini, tarihini, insanlığa katkısını bilmeden evrensel eserler vermenin
mümkün olmadığını da söyleyemeyiz. (Bkz. Naif ressamlar) İşte kültür ve sanatı
herkese sunmak, ayrıntısına giremese de herkesin bundan haberdar olmasını
sağlamak bu yüzden gerekli. Ama işin açmazı da burada devreye giriyor. Haberdar
ederken belirli ölçüde zevk alması da sağlanmalı insanların. Bu da bir başka
uzmanlık, bir başka sanat… Önce bilgi sahibi olmak, sonra bu bilgileri
sınıflandırabilmek ve önündeki eserleri bu bilgi ve deneyimle ayıklayabilmek ve
en son olarak da sergileyip beğendirebilmek lazım. Böylece büyük emek, zaman, bilgi ve deneyim gerektiren bu işten bir başka, daha kapsamlı bir sanat eseri çıkacak. Yalnız bu sanat eseri, bilmeyenlere başkalarının emeğinden yararlanılmış
ve üzerinde hiç çalışılmamış, ter dökülmemiş gibi gözükmesi olası bir yapıt
olacaktır. Bu ilk handikabı konunun. Bir diğer sorun ise; kültür ve sanatla
sıradan bir ilginin dışında ilişkisi olmayanları da yakalayıp kendine çekmekte
zorluk yaşamaktır. Yani ne kadar çok
kişiye ulaşmak istiyorsanız, işin sanatla ilgili kısmını sıradanlaştırmanın
yolunu – veya şöyle diyelim; sanatla göze hoş görünen arasındaki nazik dengeyi
– bulmak zorunda kalacaksınız. Bu da zaman zaman hiçbir görgü, bilgi ve
deneyime sahip olunmadan yapılan işlerin piyasa payını kapması demek… Sadece
sinir uçlarıyla zevk alınabilen bir paylaşımın müşterisinin (!) çok olması
anlaşılabilir bir şey bu durumda. Çünkü dediğim gibi; aynı paylaşıma bir dirhem bal için bir çeki keçiboynuzu çiğnemeye razı olanlar da katılabiliyor, gördüğü
her yapışkan şeyi bal zannedenler de… Sanatla basit (veya karmaşık görünüşlü)
eğlencelik veya duygusal eylemleri bir tutmak tehlikeli bir sıradanlaşmanın
sebebi de oluyor. Oysa sanat çoklukla romantik bir bakış açısıyla yorumlandığı
üzere duygusal bir dışa vurumdan ibaret değildir. Duygu ile akıl, teknik ve
deneyimin bıçak sırtında bir dengeye getirilmesinin ürünüdür. O yüzden
tüketilmez, hem akıl, hem de yürekle zevkine varılır. Diğer taraftan sanatı
sokaktaki insandan uzaklaştıran burnu büyük anlayış da bir o kadar tehlikeli ve
zararlı değil mi? Bu eğilimin özellikle ilk ve orta öğrenimde atılan tohumları
yüzünden kaç potansiyel sanatçı hayatlarını ulaşamadıkları ciğere mundar
diyerek geçirmiştir, hep merak ederim. Resim derslerinde sadece kağıt, boya
kalemi, sulu boya bulundurmak ve bir iki kez bir şeyler çiziktirmek, müzik
dersinde beş ölçülük çocuk şarkılarını haftada sadece iki kez elinize aldığınız
bir enstrümanla seslendirmeye çalışmak dışında size bir şeyler yaptırmaya
gayret eden kaç öğretmeniniz oldu? Oysa sanat insanın yaşamın anlamını sorgulamasına bir cevap olarak doğmuştur. İnsanın kendi küçüklüğünü ve
azametini aynı bedende birleştirme ihtiyacının sonucudur. Sanat eseri de o
yüzden yaratıcısı kadar muazzam ve aynı zamanda sıradan (burada sıradanlık
basmakalıplık anlamında değil, herkese hitap edebilme potansiyeli taşıma
anlamında kullanılmıştır) bir şeydir. Bu eser ister çoğunluğun hoşuna gitsin,
ister gitmesin, ister evrensel bir eser olsun, ister sadece bir garibin duygu
ve düşüncelerine tercüman, sırf verilen emek gereği en azından saygı duyulması
elzem bir şeydir. Sadece bu özelliğiyle bile ülkemizde barınacak yer
bulamadığına son günlerde ‘büyüklerimiz’ (!) sayesinde sıkça şahit oluyorken,
kültür ve sanat gruplarındaki bu manzara şaşırtıcıdan çok üzücü, hayal ve gönül
kırıcıdır. Ama asla azim kırıcı olmamalıdır diye düşünüyor ve diliyorum.
![]() |
(****** ******) |
Bu
hafta bilmecenin tarzını azıcık değiştirelim. Gene soruların cevaplarının ilk
harfi doğru cevaba götürecek sizi, ama bu defa yukarıdaki kişinin hayatını
kronolojik olarak özetleyeceğim. İsminin harflerini ise adı için A1, A2,… ve
soyadı için S1, S2,… şeklinde kodlayacağım. Sorduğumuz kişinin adı soyadı
altışar harflidir. Bir de böyle deneyelim bakalım, tebdil-i soruda ferahlık
olacak mı? :))
Yukarıda
genç ve müdahalesiz (!) halini gördüğünüz kişi birçok defa Grammy’yi kazanmış
bir (A1)tir. 1976 yılında yaptığı albüm (S1) ile Billboard 200’ün zirvesine
oturunca yıldızı parladı. Müziğe yedi yaşında başladı. On yaşına geldiğinde ilk
single’ını (S4) çıkarmıştı bile. Yirmi bir yaşında ilk albümünü yaptı. İkinci
kaydını ise B.B. King, Eric Clapton ve Paul Simon ile çalışmış bir bariton
saksafoncu (A4) ve (A3) çalan Dr Lonnie Smith’le yaptı. 1960’larda Miles Davis
ile çaldı. 1969’da ünlü bir İngiliz topluluğunun çıkardığı albümdeki
parçalardan oluşan kendi albümünü yaptı. İçindeki şarkılardan birinin (S5)
nakaratı aşağıdaki gibidir:
When
you told me you didn't need me anymore / Well you know I nearly broke down and
cried
When you told me you didn't need me anymore / Well you know I nearly fell down and died
When you told me you didn't need me anymore / Well you know I nearly fell down and died
76
yılında yıldızını parlatan albümdeki ‘Bu Maskeli Balo’ :)) isimli şarkının
yazarı; esas adı Reginald Kenneth Dwight olan bir İngiliz şarkıcı (A2), oğlunu
trajik bir kazada kaybetmiş bir gitarist (A6), Willie Nelson, Frank Sinatra
v.s. gibi isimlerle de çalışmıştır. Kahramanımız daha sonra R&B ve pop
tarzına yönelmiş ve adını Rod Temperton’un bir bestesinden alan çok satan bir
albüm (A5) daha yapmıştır. Bu albümün yapımcılığını üstlenen Quincy Jones onu,
köklerine dönüp Ray Charles, Donny Hathaway ve kadife sesli bir ‘kral’a (S3) olan
sevgisinden esinlenmesi için cesaretlendirmiştir. 1985’te Chet Atkins’le
birlikte yaptıkları bir çalışmada Atkins tarafından 13 yaşında keşfedilen bir
gitarist (S2) de yer almıştır. Çaldığı müzik aleti Japonya’nın Honşu adasında
yer alan, nüfus açısından dördüncü büyük şehrinde (S6) üretilmektedir.
Oh!
Sonunda bitti! Bundan evvelki bilmecelerin hiçbiri beni bu kadar zorlamamıştı.
Bu adam kendi adının harflerini taşıyan o kadar az iş yapmış ki, kulağımı
başımın etrafında dokuz tur bağlayarak göstermek zorunda kaldım. Oysa benim
kulakların gösterilmeye pek ihtiyacı yoktur. :))) Bu defaki bilmece pek kolay
oldu gibi geldi, ama gene de bazı anekdotlar hoşunuza gider umarım. Resim de
bir albüm kapağından olduğu için kolay tanınacağını sanıyorum. Gene de
yüzündeki en belirgin kısmı öylesine törpületti ki son zamanlarda, annesinin
bile onu tanıyacağından şüphem var. :)) Bu da bir başka ipucu olsun.
Hadi
bakalım kolay gelsin!
![]() |
(George Benson) |
Bilmecede
sorduğumuz kişinin adı George Benson idi. Dünkü metni cevaplarıyla birlikte aşağıda
bulabilirsiniz.
Yukarıda
genç ve müdahalesiz (!) halini gördüğünüz kişi bir çok defa Grammy’yi kazanmış
bir (gitarist)tir. 1976 yılında yaptığı albüm (Breezin’) ile Billboard 200’ün
zirvesine oturunca yıldızı parladı. Müziğe yedi yaşında başladı. On yaşına
geldiğinde ilk single’ını (She Makes Me Mad) çıkarmıştı bile. Yirmi bir yaşında
ilk albümünü yaptı. İkinci kaydını ise B.B. King, Eric Clapton ve Paul Simon
ile çalışmış bir bariton saksafoncu (Ronnie Cuber) ve (org) çalan Dr Lonnie
Smith’le yaptı. 1960’larda Miles Davis ile çaldı. 1969’da ünlü bir İngiliz topluluğunun çıkardığı albümdeki parçalardan oluşan kendi albümünü yaptı.
İçindeki şarkılardan birinin (Oh! Darling) nakaratı aşağıdaki gibidir:
When
you told me you didn't need me anymore / Well you know I nearly broke down and
cried
When you told me you didn't need me anymore / Well you know I nearly fell down
and died
76 yılında yıldızını parlatan albümdeki ‘This Masquerade’ isimli şarkının yazarı Leon Russell; esas adı Reginald Kenneth Dwight olan bir İngiliz şarkıcı (Elton John), oğlunu trajik bir kazada kaybetmiş bir gitarist (Eric Clapton), Willie Nelson, Frank Sinatra v.s. gibi isimlerle de çalışmıştır. Kahramanımız daha sonra R&B ve pop tarzına yönelmiş ve adını Rod Temperton’un bir bestesinden alan çok satan bir albüm (Give Me The Night) daha yapmıştır. Bu albümün yapımcılığını üstlenen Quincy Jones onu, köklerine dönüp Ray Charles, Donny Hathaway ve kadife sesli bir ‘kral’a (Nat King Cole) olan sevgisinden esinlenmesi için cesaretlendirmiştir. 1985’te Chet Atkins’le birlikte yaptıkları bir çalışmada Atkins tarafından 13 yaşında keşfedilen bir gitarist (Earl Klugh) de yer almıştır. Çaldığı müzik aleti (Ibanez marka gitar) Japonya’nın Honşu adasında yer alan, nüfus açısından dördüncü büyük şehrinde (Nagoya) üretilmektedir.
Baş
harfleri arada kaynayıp gitmesin diye yukarıya alamadığım bazı anekdotları da
şöyle sıralayalım:
Breezin’
platin plak almıştır. Üzerindeki Benson resmini makul bir şekilde büyütebilseydim
kullanacaktım. Tahmin ederim o resimden de tanıyamazdınız. :))
Benson
Jean ‘Django’ Reinhardt’ın da aralarında olduğu Çingene cazcılara benzer bir
destekli vuruş tekniği kullanmaktadır. Çalmaya yedi yaşında ukulele ile
başlamış, sekizinde lisansı olmayan bir gece kulübünde Cumartesi Pazar günleri
çıkıyormuş. 1965 yılında evlendiği karısı için 1996 yılında That’s Right
Albümünde Johnnie Lee isimli parçayı kaydetmiş. Maalesef onun yorumunu
bulamadım. Ama aşağıdaki yorum da hiç fena değil. Arka plan biraz plastik kalsa
da… :))
![]() |
Maggie Taylor'dan 'Mood Lifter' Sitesi |
Dün yazı yazamadım.
Aslında yazdım da otosansürümün kişileşmiş hali olan Mübine Kılıkırkyarar’dan
icazet alamadım. Kendisinin altı aylık sağlık kontrolü zamanı gelmiş. Bütün gün
laboratuar tetkikleri için aç dolaştığından yemek niyetine benim
karaladıklarımı yedi. Birinci yazımı “Bu konuyu daha önce yazmıştın.” deyip
yalamadan yuttu. İyi de ben her gün yeni konuyu nereden bulayım? İkinciyi
“Geveleyip durmuşsun. Ne dediğin anlaşılmıyor.” dedi. Zaten topu topu on ila on
beş cümleden oluşan bir fikir önerisiydi. Yemekaltı niyetine kullandı. Üçüncüye
“Kolaya kaçıyorsun, üç beş replik attırıp senaryo havası vererek balon
uçuruyorsun!” diye çemkirdi. Her repliği çekirdek gibi çitledi. “Allah’ın hakkı
üçtür. İtiraz edemez artık.” deyip yaradana sığınarak dördüncüyü yazdım. Ama
kendisine karşı hislerimi biraz fazla dile getirmişim. Yazı şiştikçe şişti.
Daha uzaktan görmesiyle ana sıcak olarak gövdeye indirmesi bir oldu. Beşinciyi
yazarken ben daha sayfanın sonunu bulmadan onun baş taraftaki kelimeleri mısır
patlağı gibi havaya atıp atıp ağzıyla yakaladığını görünce pes ettim.
Hadi dün Pazartesi
Sendromu yaşıyordum. Peki, bugün için ne mazeret bulacağım? Fikirler önde, ben
arkada ebelemece oynuyoruz. Üstelik ortada sıçan olarak kalan gene benim. Eh,
bugün de Salı Melankolisi olduk derim. Ama yarın için de durum pek parlak
gözükmüyor. Şimdiden yarına bir şeyler bulmalı. Çarşamba İç Sıkıntısı… Hızımızı
almışken devam edelim. Perşembe Bunalımı. Cuma??? Namaza gittim, gelece’m.
Cumartesi? Yarım gün tatil zaten… Pazar? Hiç sormayın Pazartesi Sendromu’nun
derdi düştü içime…
Şaka bir yana bu aralar
sadece yazı yazmak değil, canım hiçbir şey yapmak istemiyor. Herkesin başına
gelen o amaçsızlık dönemlerinden birine girdim herhalde. Efendim? Size hiç öyle
bir şey olmaz mı? Hadi ya! Sadece bana mı oluyor yani? Yani siz hiç üç gün önce
keyifle yaptığınız şeyden bir anda kilometrelerce uzaklaşmış gibi hissetmediniz
mi kendinizi? “Hep aynı, hep aynı! Benim bile canım sıkıldı, beni takip
edenlere çoktan hafakanlar basmıştır.” diye düşünmediniz mi? Yaptığınız işte
otomatikleştiğinizi, özgünlüğünüzü yitirdiğinizi, o ruhu kaybettiğinizi, kendi
kendinizi tekrar ettiğinizi fark etmediniz mi? Yani bütün bunlar bir tek benim
başıma mı geliyor?... E, iyiymiş! Bu da bir çeşit özgünlük sayılır. Efendim?
Düpedüz antikalık mı? Çok ayıp ama! Öyle pat diye söylenir mi insanın yüzüne?
Bahar yorgunluğu desem,
daha havalar soğumadı, kış yapmadı ki, bahar gelsin. Güya bu kış çığ düşecekti.
Gerçi düştü düşmesine, ama Avrupa’ya. Türkiye ‘makûs’ kaderi gereği yeni açtığı
kış sporları merkezine bile kamyon kamyon kar taşımak zorunda kaldı. Demek ki
taşıma suyla değirmen dönmese de, taşıma karla spor merkezi çevriliyormuş.
Maddenin üç hali meselesiyle ilgilidir belki de… Sıvı, katı, gaz! Geriye
denenmemiş bir gaz kaldı. Oooof of! Böyle giderse taşıma gazla yazı şişirilmez
diye yeni bir atasözümüz olacak. Benim acilen kendimi toparlamam ve eski
günlerime dönmem lazım. Ama nasıl? Mübine Hanım aç gözlerle yazımı getirmemi
bekliyor karşıda. Dudaklarını yalamaya başlamış bile. Dişlerinin arasında dünkü
yazılarımın parçalarını hâlâ seçebiliyorum. Birisinin bu kadına diş sağlığıyla
ilgili bir seminer vermesi şart! Valla’ istediğim kadar şişireyim, bu yazıyı
kabul etmesine imkân yok! Ne yapmalı?... Pekiiiiii, ya yazımı ona kurban
etmezsem. Hiç göstermeden, bilgisayara geçirdiğim gibi gruba yükleyiverirsem.
Olur mu? Olur! Hatta neden bu işi yalnızca bugünle sınırlayalım, di’ mi ama?
Ben en iyisi bu Mübine Kılıkırkyarar’ı işten çıkarayım. Onun yerine elifi görse
mertek sanacak birini alırım. Tamamdır! Oldu bu iş!
Mübine Hanıııııım! Bi’
dak’ka bakar mısınız?
![]() |
Albert Bierstadt'tan 'Storm in the Mountains' Diğer Çalışmaları |
Evet! Artık Otosansür Başmüdürlüğü’mün başına Mertek Salgitsin’i geçirdim. Ne o? İsmi mi tuhaf geldi?
Nüfus kâğıdındaki ismi Elif aslında bu sarışın, çıtı pıtı kızcağızın. Dün iş
görüşmesine geldiğinde “Adım Mertek.” diye elini uzatır uzatmaz aradığımın o
olduğunu anlamıştım. O, bir aylık deneme süresinde olduğunu sanıyor, ama bence
ömür boyu bu mevkii işgal edecek. Tabii sizlere acıyorum biraz, ama kendimi de düşünmek zorundayım. :))
Hazır sansürden,
denetlemeden laf açılmışken size gazete haberlerinden bahsedeceğim. Yok, yok!
Korkmayın! Politika falan yapacak değilim. Benim sözünü edeceğim şey
gazetelerde haber kavramının günümüzde nerelere geldiği… Öncelikle haber neymiş
sözlük anlamıyla, bir ona bakalım. TDK sözlüğüne göre 1. Bir olay, bir olgu üzerine
edinilen bilgi. 2. İletişim ve yayın organlarıyla verilen bilgi. 3. Bilgi. Yani
bir haberin ne şekilde olursa olsun bir bilgi içermesi, muhatabındaki kişi ve /
veya kişileri bilgilendirmesi gerekiyor. Peki, gazetelerden bilgilenebiliyor muyuz son zamanlarda? Siz ne dersiniz? Şöyle bir örnek vereyim:
Geçen gün bir İstanbul
sakini olarak mecburen (!) hastalık derecesinde müptela olduğum deprem konusuyla ilgili bir “haber” gördüm gazetemde. Başlık: “Marmara Depremi
geliyorum demiş!” Haberin içeriği şu: Science Dergisinde yayınlanan bir
araştırmaya göre 1999 Depremi’nde kaydedilen ön sarsıntıların karakteri ve bir
takım özellikleri sayesinde bir ön uyarı sistemi gerçekleştirme olasılığı
doğabilecekmiş. Yazıda öyle bir paragraf var ki, konuyla ilgili, bilgili ve
hatta uzman olanların bile içinden çıkabileceğini sanmıyorum. Çünkü ön sarsıntının önce bir sinyal, ardından bir gürültü, daha sonra da bir patlama
olduğuna dair anlaşılmaz bir takım gevelemeler var. Üşenmedim, araştırdım.
Makaleyi buldum. Tabii özetini sadece. Çünkü dergiye abone olmadan tamamını
okuyamıyorsunuz. Zaten haberde de bu özetin Google çevirisinden hallice bir
tercümesini kullanmışlar sanki. (Google tercümesine örnek isterseniz; “All
children are artists. The problem is how to remain an artist once he grows up.”
Picasso’nun lafı olan bu iki cümleyi Google şöyle çeviriyor: “Bütün çocuklar sanatçılar vardır. Sorun ne o kadar büyür kez bir sanatçı kalabilmektir.)
Kelimeleri arkalarındaki anlamdan bağımsız bir şekilde bir araya getirip
dil bilgisi açısından makul bir hale sokmuşlar. Ama gel gör ki nasıl okursanız
okuyun ne dediği anlaşılmıyor. Yani bırakın bilgi vermeyi, cümlenin başıyla sonu birbirini tekzip ediyor. O da yetmezmiş gibi yan tarafta yazının tamamını
ve dolayısıyla araştırma sonucunu da yalanlar tarzda bir başka görüşe de yer
verildiği için kafalar iyice karışıyor. Ortaya çıkan anlam olsa olsa şöyle
olabilir: Bi’ takım bilim insanları işi gücü bırakıp 1999 depreminin
kayıtlarını incelemişler. E, işte yukarıda yazan şeyleri bulmuşlar - ki biz
hiçbir şey anlamadık, ama çevirmenin dediğini yazdık. Sonra bunu haber
veriyormuş gibi düzenledik, başına da şöyle afili ve kışkırtıcı bir manşet
uydurduk. Ama merak etmeyin! Gazetecilik sorumluluğumuzu da o kadar kaybetmiş değiliz. Tuttuk, bu yazıyı bir bilene okuttuk. Onun dediklerini de yazdık.
Yanda görebilirsiniz. Haber mi? Haber!
Verdiğin haberin ne manaya geldiğini bilmiyorsan, iletmene imkân da yoktur. Çünkü edinmediğin
bilgiyi aktaramazsın. O haber istediği kadar bilgi içerikli rolü yapsın,
dedikodudan öteye geçemez. Bu tür bir “haber”in hem konu edilen araştırmayı,
hem araştırmacılarını, hem yayınlandığı gazeteyi, hem o gazetenin elemanlarını,
hem de okuyucuyu ve zekâsını aşağıladığını söylemek pek de yanlış olmaz
herhalde.
Hay Allah! Böyle bir yazı
yazdıktan sonra Mübine Hanım’ı işten çıkarmanın pek de akıl kârı olmadığını
anlar gibi oldum sanki. Acaba onu geri çağırıp Mertek Salgitsin ile birlikte
çalışmaya mı zorlasam? Hem belki onlar birbirleriyle uğraşırlarken ben de
aradan yazılarımı çıkarmayı başarırım. Ne şiş yanar, ne kebap… :))
![]() |
Frederick Hart'tan 'Herself' Diğer Çalışmaları Sitesi |
“Bu ne?”
“Yazııııı!”“Peki, bu tepesindeki kırmızı şey ne?”
“Yıldızlı pekiyi verdim. Öğretmen bize verirdi de, nasıl hoşumuza giderdi. Ben de bizimkine verdim ki, sevinsin garip.”
“Bu yazıya mı?”
“Şey… Biraz okunaksız olmuş tabii. Zaten ben de o yüzden okuma zahmetine hiç girmedim. Belki de güzel yazı kursuna falan göndeririz çocuğu.”
“Fesüpanallaaaaah!!! Bize ne yazının güzelliğinden, biz içerik yönünden denetliyoruz.”
“Kusura bakmayın Mübine Hanım, ama neden işten çıkarıldığınızı şimdi anladım. Bir yazı göze hoş görünmüyorsa gerisini salın gitsin canım. Hatta bir dahakine sayfanın soluna kırmızı çizgi çektirip renkli kalemlerle kenar süsü yapmasını isteyeceğim. Yazıyı okuyormuş gibi yaparken onlara bakarım da, gözüm gönlüm şenlenir hiç olmazsa.”
“Ya Sabııııır!!! Elif Hanım, Elif Hanıııım!”
“….”
“Elif Hanım diyorum, huuuuu!”
“…..”
“ELİF HANIM!!!! Size sesleniyorum.”
“Bana mı? İyi de benim ismim Mertek!”
“Masanızın üzerindeki künyede Elif yazıyor ama…”
“Ne münasebet! Siz daha gördüğünüzü okuyamıyorsunuz, ner’de kaldı yazı denetlemek. İşe neden tekrar iade edildiğinizi bir anlasam. Fizik durumundan desem mümkün değil. Kafa zaten gel gitli…”
“Elif Hanım!!!”
“Mertek! Meeeeer teeeeek!!!”
“Ananız babanız da mı Mertek diyor size?”
“Aaaa! Bakın siz söyleyince fark ettim. Onlar da bana yıllardır Elif der. Ama artık alıştım. Ne de olsa yaşlı ve cahil insanlar. İnanmazsınız, kafalarına bir şeyler girsin diye yıllarca uğraşmışlar. Üniversitelere kadar gitmişler de olmamış. Oysa bana daha ilkokul ikide ‘Daha fazla okumana gerek yok!’ dediler. Anlayın aradaki klas farkını yani!”
“AKA Efendi, AKA Efendiiiiii! Sen kimleri işe almışsın böyleeeee????”
“Rica ederim işvereninizle bu tonda konuşmayın Mübine Hanım! Hem burada sizin üstünüz benim. Bir şikâyetiniz varsa önce bana gelirsiniz. Dersiniz ki; .... Pardon, ne demiştiniz? Hatırlayamadım.”
“Ay bana bir şeyler oluyor! Cankurtaran yok muuuuu??? Göz göre göre ‘bezdiri’ yapılıyor bu işyerinde…”
Yeteeeeeeer!!! Bi’ durun! Sabahtan beri kafamın içinde itişip duruyorsunuz. Zaten ne yazayım diye debeleniyorum burada. Bir de siz; dır dır dır, vır vır vır…
“……!!!???!!!...”
Oh be! Sonunda sustular. Şimdiiiii… ner’de kalmıştım? Sahi, ben ne yazıyordum?
![]() |
Uğur Bektaş'ın Istanbul Style serisinden 'Sunset' Diğer Çalışmaları Sitesi Blog |
Birinci kural: Alışveriş
yapmak istiyorum. İkinci kural: Evden çıkar, arabaya atlar, alışveriş
merkezindeki büyük markete giderim. Evden çıkıyorum, arabaya atlıyorum, köşeyi
dönüyorum. O ne? Yolu kazmışlar.
“Gene niye kazdınız yolu?”
“Şu yeni yapılan sitenin
kanalizasyonunu bağlay’ce’z de…”
“Yahu o site en azından
üç yıllık. Bunca zamandır ne yapıyorlardı? Evde biriktirip saksıya, bahçeye mi
kullanıyorlardı?”
Amaaaan! Boş ver! Dön,
arkadan dolaş! O ne? Yolun ortasında bir nakliye kamyonu…
“Kardeşim çeksene
kamyonu. Bak, öbür çıkış da kapalı. Olur mu canım böyle?”
“Az bekle! Patladın mı?
Birazdan gidece’z zati.”
“Birazdan ne zaman?”
“İki üç saate biter bizim
işimiz.”
“O kadar beklenir mi?
Kamyonu iki adım ileriye, sağa çekseniz de gelen geçse…”
“Ohoooooğoğo! Her
isteyene çekilirsek biz…”
Ya Sabıııııır! Sakin ol!
Dön geri! Bırak arabayı, marabayı! İki sokak ilerideki markete gidiver. Göbeğin
büyük marketlerle kesilmedi ya! Hoppalaaa! Sokakta geçecek yer yok. İki tane
eğreti tahta uzatmışlar boylu boyunca. Kelle koltukta geç geçebilirsen.
Karşıdan da beyaz saçlı, tonton bir teyze geliyor.
“Elimi tutun teyzeciğim.
Yardım edeyim.”
“Ne teyzesi? Sen dön de önce kendine bak! Terbiyesiz!”
“…???!!!???...”
Olur böyle vakalar. Teyze yatağın solundan kalkmış demek ki bu sabah. Şimdi geçme sırası bende. Aman ha!
Kendine fazla güvenip tahtaları ortalama! Çat diye bel verir ortasından. Bu
yaştan sonra kalça kırığı hiç çekilmez.
“… sonra bu mal demez mi
manyak mısın sen kızım diye diye sürüdü gitti gelme gelme gelmeeee…”
“Evladım, ben
geçiyordum.”
“Ya nine, ba’ardık o kadar
gelme diye, di’ meeee? Öküz gibi ne
geliyo’sun? Düş’ce’n kalca’n başıma… Abi bunları kim salıyo’ soka’a yaaa?”
Nine!!!! Hıck!!!!! Nine
dedi! Bana nine dedi!
Amanın, nereye gelmişim ben? Biraz evvelki köşeden sağa dönecektim. Bir ‘nine’ lafı ne hale soktu? Bu
kaldırımları da niye bu kadar dar yaparlar ki? Hah! Bir de telefon kutusu
koymuşlar ortasına, tam olmuş.
“Daaaaaaaaat! Hanım, hanım! Düz yolda gidemiyo’n, bari benim başımı belaya sokma! Git de başkasının
önüne atla!”
“Kaldırımı şey yapmışlar da… Bi’ de ortasına şeyi şe’edince…”
Vnnnnnnn!
Ay, göz göre göre
kalıyorduk arabanın altında. Sahi ben niye çıkmıştım sokağa? Birinci kural???
İkinci kural???
Haydiiii! Bu yazı ne ara
buraya geldi? Akıllı uslu başlamıştım, gene sapıtmışım. Neyse artık kısmet
yarına…
![]() |
Juan Muñoz'dan 'Conversation'
|
Bir dostumun deyimiyle ‘modern
mağaralar’ımızdan çıkıp ‘modern kumbaralar’ımıza girdiğimizde başımıza gelenlerden bir kesit…
“Kart borcumu ödeyecektim.”
“Tabii. Sizi bankamatiğe
alalım.”
“Hayır. Ben buradan
ödeyeceğim.”
“Maalesef yapamıyoruz efendim.”
“Niçin?”
“Sistem böyle efendim.”
“Nasıl yani? Borcumu bir makineye ödeyebiliyorum, ama insana ödeyemiyorum, öyle mi?”
“Ekrana giremiyorum
efendim. Sistem böyle!”
…
“Havale yapmak
istiyordum.”
“Elbette! Yalnız bankamatikten
yapacaksınız.”
“Niye?”
“Bankamız politikaları
gereği…”
“Bana ne politikadan kardeşim! Ben makineyle nasıl havale yapacağım?”
“Çok basit efendim. Eğer
isterseniz güvenlikçi arkadaş yardımcı olur.”
“Kendisi banka memuru mu,
güvenlik memuru mu?”
“Eeeee ehem!…”
…
“Mevduat ile ilgili
işleminizi internetten halledin. Hem daha kolay, hızlı ve sorunsuz.”
“Ben buradan yaptırmak istiyorum.”
“Ama buradan
yaptırırsanız, yarım puan az faiz alırsınız.”
“Niye? İnternetle işi olmayanlara
ceza mı veriyorsunuz?”
“Elbette hayır. Ama bu
sizin iyiliğinize olan bir şey…”
“Allah Allah! Benim iyiliğimi benden iyi mi biliyorsunuz? Seksen yaşında gözü iyi görmeyen, kulağı
ağır işiten biri olsam da aynı şeyi mi önereceksiniz?”
“İsterseniz yardım
edebilirim.”
“Yardım mı? Benim işlemimi
yapmak sizin göreviniz değil mi? Neden yardım etmek diye tanımlıyorsunuz
anlamadım.”
“Hayır, onu kastetmedim.
İnternetten giriş yapma konusunda yardımcı olmak…”
“Ha, yani pek çok
dolandırıcılık suçuna açık bir ortamdan giriş yapmama yardımcı olmak göreviniz,
ama hesabımı hak ettiğim faizle bankadan açmak göreviniz değil. Havale yapmak
ya da borcumu ödemek için beni asli görevi bankacılık olmayan biriyle, bilgim
ve uzmanlığım olmadığı halde işlemin bütün sorumluluğunu üzerime yıkacak bir
sistem olan bankamatiğe yönlendirmek göreviniz, ama havaleyi veya borç ödememi
kendi elinizle bankadan yapmak göreviniz değil. Bu durumda bana birer kolaylık,
seçenek olarak sunmanız gereken şeyleri zorunluluk olarak kabul etmemek ve uygulamamak da benim görevim oluyor herhalde. Hesabımı kapatıp, kartımı iptal
ettirmek istiyorum.”
“Tabii. Sizi bankamatiğe alalım efendim. Veya belki internetten halletmek istersiniz.”
!!!???!!!
Özgürlük ve haklarımızı
başkalarınınkini yok sayarak elde etme alışkanlığı (hırsı, azmi falan demiyorum
ayıp olmasın diye) son zamanlarda had safhaya mı ulaştı, yoksa kışın en gri ve
melankolik zamanları olması hasebiyle bana mı öyle geliyor? Elbette hepimizin
arzuladığı, ulaşmak istediği şeyler var. Ha, amacımıza ulaşma yolunda hiç
kimseyi çiğnemememiz gerekir gibilerinden bir safdillik yapacak değilim. Evin cümle kapısından bahçe kapısına yürürken dahi ezdiğimiz karıncanın (tabii
şehirde hâlâ kaldıysa), sümüklü böceğin (yağmurdan sonra bizim bahçeyi istila
ediyorlar tam manasıyla), tekmeleyip ters yüz ettiğimiz taşların altındaki
yaşamların, yuvalarını dağıttığımız örümceklerin (onlara bir şeycik olmaz, yüz
milyonuncu defa gene kurarlar ağlarını), oyunlarını bozduğumuz çocukların (O da
bir zamanlardı. Şimdi koyduysan, bul çocukları. Hepsi ya TV, ya bilgisayar ya
da test başında…) haddi hesabı yokken, çok daha büyük (!) amaçlar için fark
etmeden içinden veya üzerinden geçilecek yaşamları varın siz düşünün! Ama burada
anahtar kelimeler FARK ETMEK. Fark etmeden etkilediğimiz hayatlar, insanlar, şeyler bu kadar çokken basit önlemlerle – hiç olmazsa – zarar vermeden yanından
geçebileceklerimizi kayırmak neden bu kadar zor?
![]() |
Evan Lude'dan 'Supermarket Sunset' Diğer Çalışmaları 1 Diğer Çalışmaları 2 Diğer Çalışmaları 3 Sitesi |
İki gün önce nerede
kalmıştık? A, evet! Birinci ve ikinci
kuralın gereğini yapmış, alışveriş için markete vasıl olmayı başarmıştım.
Üçüncü kural neydi? Amacıma ulaşmak için bana kim ve / veya ne lazım? Eh, bugün bir alışveriş arabası lazım. Kapının dışından bir tane kaptığım gibi soluğu
marketin içinde alıyorum. Sokak arası market olduğundan pek ufak. Üç kişi aynı
anda alışveriş yapmaya karar verdi mi, ortalık mahşer gününe dönüyor. Ben en
iyisi alışveriş arabamı trafiğe engel olmayacak bir yere çekeyim de, zaten zor
dolaşılan koridorları iyice daraltmayayım. Malları alır, arabaya taşıyıveririm.
Taş atıp da kolum mu… ????!!!!???? Eeee, buraya bırakmıştım arabamı. Nereye
kayboldu? Aaaa, hanımın (!) biri almış benim arabayı, gidiyor.
“Pardon, o benim
arabamdı. Bir yanlışlık oldu galiba.”
“Yooo! Ne yanlışlığı?
Orada öyle duruyordu.”
“Bırakılınca genellikle dururlar zaten. Koridorlar kalabalık olduğu için oraya koymuştum. Hani kimseye
çarpmayayım, geçişi zorlaştırmayayım…”
“Kardeşim, acelem var. Oyalama beni!”
Aaa, göz göre göre aldı
gitti. Amaaan, boş ver! Sen buraya gelesiye ne vartalar atlattın. Çık, bir tane
daha al! Ama içine abuk subuk da olsa bir şeyler koy ki, çekip almadan önce
ikinci bir defa daha düşünsünler. Gözünü de fazla ayırma kıymetli (!) alışveriş
arabasından. Küüüüüttttt!!!
“Hsssssss! N’aptınız
han’fendi? Paris’in soyundan mı geliyorsunuz Allah Aşkına?”
“Haaa? N’oldu ki?”
“Daha ne olsun? Paris’in
okunun Aşil’e yaptığını, siz arabanızla bana yaptınız. Topuğumun acısı ciğerimi deldi.”
“Hiiii! Yoksa siz Paris
Hilton’dan mı bahsediyorsunuz? Vallahi alnından öpece’m bizim kuaför Selami’yi.
Bu defa rengi iyi tutturdu. Her gören Paris’e benzemişsin diyor ayol!”
“Yok, han’fendi. Benim
meramım başka. Mitolojideki Paris… Ne diyorum ben ya? Han’fendi arabanızı topuğuma
tosladınız diyorum. ‘Acı var, acı!’ diyorum.”
“Eh, bir dahakine daha dikkatli yürürsünüz o zaman. Ben size mi bakacağım, tezgâha mı? Tövbe, tövbeeee!”
Ay, bırak gitsin!
Gözümden yaş geldi zaten. En iyisi alışverişi kısa kesip, hâlâ tek parçayken
eve dönmek.
Bir gün de yazıyı şöyle
düzgün, oturaklı bir biçimde bitirmek nasip olsa dişimi kıracağım.
Haftanın başından beri
modern insan davranış kalıbındaki (!) kuralları inceliyoruz ya. Bugün de
‘Amacıma ulaşmak için insan ve nesneleri nasıl kullanırım?’ kuralının
işleyişini irdeleyeceğiz. Dün alışveriş arabasının nasıl kullanıldığını
görmüştük, bari bugün de insanın nasıl kullanıldığını görelim.
![]() |
Tetsuya Ishida'dan (石田 徹也) 'Supermarket' Diğer Çalışmaları 1 Diğer Çalışmaları 2 Sitesi |
“Siz sırada mısınız beyefendi?”
“Otobüs beklemiyoruz
her’alde!”
“O zaman hangi kasanın
kuyruğunda olduğunuzu da bilsek. Arabanız bu kasada, kendiniz yan kasada, gözünüz de iki ilerideki kasada…”
“Hangisinin sırası önce gelirse ona girece’m kardeşim. Keyfimin kâhyası mısın?”
…
“Evladım, kızım! Benimki
iki parça. Bir müsaade buyursanız da, önce ben geçsem. Yaşıma mahsuben…”
“Elbette beyefendi.
Arkadakilerce mahsuru yoksa…”
“Kasiyer kızcağ’zım bu mal broşürünüzde
indirimdeydi.”
“Yok amca! O iki hafta evvel indirimdeydi, bitti artık. Şimdi bunda indirim var.”
“Neymiş o?”
“Bak bu da şöyle şöyle
güzel…”
“Haaa! Kaç kilo bu?”
“Beş kilo.”
“Üç kiloluğu yok mu?”
“Yok. Ama şuradakinin iki
kiloluğu var.”
“Neymiş o?”
“Bu yeşilinden… Güzel bi’
renk.”
“Onu hanım sevmiyor.
Evladım ben vazgeç…”
“O zaman bi’ de
buradakini deneyin.”
“Neymiş o?”……………… Uzuuun bir süre sonra;
“Yok, ben vazgeçtim. Hiçbirini
almayacağım. Sen şu ikinci malımı geçir kasadan da, gideyim ben kasiyer kızım.”
“Haaa! Amcacı’m bundan da
bir alana bir bedava veriliyor.”
“Sahi mi? Eee, n’apca’z
şimdi?”
“Sen git al bi’ tane daha,
ben bekliyorum.”………… Uzuun bir süre sonra;
“Hönk, hönk, hönk… Orada
hiç mal kalmamış. Arkadaşlara sordum, bir oraya yolladılar, bir buraya
yolladılar. Koştur koştur, içim dışıma çıktı kasiyer kızım.”
“Bi’ dak’ka, ben depoya telefon edeyim.” ………… Uzun bir süre sonra;
“Malın devamı kalmamış
amcacı’m. N’apalım?”
“E, ben bunu alıp
gideyim.”
“Aaaa, katiyen olmaz.
Kampanya bozulur. Ben sana onun yerine bunu vereyim.”
“Neymiş o?” ……….
...
“Ay, Allah Aşkına bu
kasayı açıyorum deyin.”
“Açıyorum, açıyorum.”
“Valla mı? Hemen mi?”
“Hemen, hemen!”
“Oh!” ………
Uzuuuuuuuuuuuuun bir süre sonra;
“… derken bizim şef içeri
girmez mi? Ben buna kaş göz işareti falan… Ama anlamadı, hâlâ konuşuyo’. Şef
durdu kaldı…”
“Biz de durduk kaldık
kasiyer hanım. Beş kişi yarım saattir bekliyoruz. Hani hemen açıyordunuz kasayı?”
“Kardeşim bunların
açılması uzun sürüyo’. Ben n’apiiim?”
“İyi de kasaya baktığınız
yok. Telefonda dedikodu yapıp duruyorsunuz.”
“Ne münasebet! Ben
kasanın açılmasını beklerken personele bilgi aktarımı yaparak hem geri bildirim sayesinde sizlere yardımcı oluyor, hem de performans puanımı arttırıyorum bi’
kere…”
“!!!???!!!”
Yarın beşinci ve son kuralı
işleyeceğiz. Kendinizi şimdiden hazırlayın! :))
Haftanın başından beri
şehir hayatının iyice bileyip adeta eşkıya kanunu gibi en insancılımıza, en
yufka yüreklimize, en masumumuza bile dayattığı davranış kalıplarından
bahsettik. Sosyal hayatta, iş yaşamında, evimizin dışında ve bazen içinde de
karşılaştığımız en hafif deyimiyle kaba davranışlar artık bir sosyalleşme aracı
olarak yerleşti. İnsan faktörü sisteme ihtiyaç ve zaaflarından ayıklanarak iliştirilmeye
çalışıldığı için, birbirinin derdinden, tasasından, sıkıntısından,
hastalığından haberi olmayan insanlar eskisinden daha kolay gırtlak gırtlağa
gelebiliyorlar. Bunu bir yönetim politikası olarak benimseyen iş dünyası,
virüsü önce devlet yönetimlerine bulaştırdı, şimdi aynı hastalığı makinelerin
yardımıyla evlerimize kadar sokmaya uğraşıyor. Etrafınızdaki pek çok kişiden
duyarsınız ‘profesyonelleşme’ lafını. Bu kavramı en çok kullananların
genellikle profesyonelleşmekten “Benim işimi bi’ halledemediniz. Oysa bu
dünyada bir tek benim size buyurduğum o iş var.” manasında bir şeyler
anladıkları, bu söylemlerini – sahip oldukları mevki uyarınca – kafanızı
ütülemekle başınızı ezme arasındaki bir yelpazede kullanmalarından fark
edilebilir. Yani profesyonelleşmek işini bilerek, öğrenmeye devam ederek, deneyim kazanarak ve uzmanlaşarak yapmak değildir de, örneğin hastalıktan
kırılıp dökülürken diğer çalışanları enfekte etmek pahasına işyerine gelip bir
iki günde atlatabileceğiniz rahatsızlığınızı iki üç hafta çekmek demektir. Veya
diğer tarafından bakarsak iş yükünden kafanızı kaldıramazken herkesin en ufak
kaprisini yerine getirme sorumluluğunda olmanız manasına da gelebilir. İnsanlar
gelişen teknoloji sayesinde makineler aracılığıyla iş yapmaya ve yaptırmaya o
kadar alıştılar ki, o makinelerin arkasındaki kişileri rahatlıkla
unutabiliyorlar. Aynı şekilde karşı taraf da talepleri, iş emirlerini,
haberleri makinelerden almaya öylesine kendilerini kaptırdı ki, ardındaki
insanları bir başka sanal âlem ürünü gibi düşünüyor adeta. İşte bu yüzden gerçekten
yüz yüze geldiğimizde böylesine çuvallıyoruz. Beşinci ve son kuralla örneğimize
devam edelim. ‘BENİMLE aynı veya benzer şeyleri isteyenleri amacıMa nasıl ortak
ederiM?’
![]() |
Davide Restivo'dan bir çalışma Diğer Çalışmaları Blog |
“Han’fendi üçüncü kez soruyorum; market kartınız var mı?”
“Ben de üçüncü kez cevap
veriyorum ki, var… Sadece şu; büyük çantayı aç, küçük çantayı çıkar, büyük
çantayı kapa, küçük çantayı aç, kartlığı çıkar, küçük çantayı kapa, büyük
çantayı aç, küçük çantayı içine koy, büyük çantayı kapa, kartlığı aç, kartı
ısrarla tırnaklarını geçirdiği o plastik cepten ayırmaya çalış işlemi
tahminimden biraz uzun sürüyor.”
“Daha fazla bekleyemem.
Arkanızda bir yığın insan var yani…”
“İyi de benden önceki
müşteriniz daha mallarını toparlayıp çekilemedi ki kasa cebinden…”
“Orasını bilmem ben.
Benim görevim malları kasadan geçirmek. Gerisi müşterinin el çabukluğuna
kalmış.”
“Yazık! Kadıncağız
poşetleri açması, malları içine yerleştirmesinden uzun sürüyor. Bir yardımcı
olsanız bari. Ben de o arada benim utangaç kartı gün yüzüne çıkarırdım.”
“Ohoooooğoğo! Çattık!”
“Çatmayın, çatmayın!
Sonunda çıkardım. Buyurun. Ama isterseniz biraz daha bekleyin. Benim malları
önceki müşterininkilerin üzerine yığarsanız… Aaaaa! Durun! Atmayın! Hepsi
birbirine karışacak.”
“Çene yarıştıracağınıza
mallarınıza sahip çıkın han’fendi siz de…”
…,
“Han’fendi, o poşet
benimdi!”
“Pardon! İnanın tepe
sersemi oldum. Kasiyerin yangından mal kaçırır gibi elime tutuşturduğu fiş,
slip, kart üçlüsünü mü abrayayım, yoksa mallarımı mı toplayayım şaşırdım.”
“Ooooooh! Sohbeti
koyuladınız bakıyorum. Az önce malını toparlayamayanlardan dem vuruyordunuz.
Şimdi siz yayılıyorsunuz. Madem tek başına beceremeyecektiniz, o zaman yanınıza
bir yardımcı alıp gelseydiniz.”
“Benden önceki üç
müşteriniz gibi mi yani? Şu hale bakın, yedimiz birden hâlâ kafamıza atar gibi
geçirdiğiniz malları ayıracağız diye kasanızın sağında solunda debelenip
duruyoruz kasiyer hanım!”
“Memnuniyetinizi bize,
şikâyetlerinizi müdüriyete anlatırsınız. Şimdi gölge etmeyin yeter!”
“Hadi kardeşim. İşimiz
var. Kasiyeri oyalamayın!”
“Beyefendi biraz sabredip
söylediklerimi dinleseniz, sizin için de laf anlatmaya çalıştığımı anlardınız.”
“Amaaaan! Bırakın han’fendi!
Bunlarla konuşulur mu? Nefesinize değmez.”
“İyi de, konuşarak
anlaşamazsak yakında birbirimizin boğazına sarılacağız.”
“Geç bunları bi’ kalem
hanım! Daha eve gidip yemek yapacağız. Dedikodun bittiyse, çekil de işimizi
görelim.”
…!!!???!!!...
Ödüllü soru: Sizce hangi taraf amacına ulaşmış? :))
Oğlan o kadar toprakla uğraştıktan
sonra dahi hâlâ elinde o kabzayı hissediyordu. Sağ avucundaki bir nokta
yüreğiyle aynı tempoda zonkluyordu sanki. Diğer eliyle oraya bastırdı,
ovuşturdu, ama biliyordu ki bırakır bırakmaz o seğirmeler geri gelecekti.
Sokaklar tenhaydı bereket. Gecenin bu vaktinde gelip geçenler de etraflarına
bakmıyordu. Oysa dikkat etseler üstünün başının çamurla katılaştığını görür,
belki de neler yaptığını anlarlardı.
![]() |
Lalla Essaydi'nin Harem Serisinden bir çalışma Diğer Çalışmaları Sitesi |
Hep en zor olanın tetiği
çekmek olacağını düşünmüş, kendini o ana hazırlamaya çalışmıştı. Ama bir saniyede olup bitmişti o iş. Hatta kızı sırtlaması, ilerideki ağaçlığa taşıması, katılıp
kalmış topraktaki bir gediğin içine tıkıştırması bile zihninde neredeyse hiç
yer etmemişti. Bir tek ateşlerken geri tepen silahın avucuna gömdüğü o kabzanın
yeri. Oysa aynı elle o kadar da kürek sallamıştı ufak tefek bedeni saklamak
için. Küreğin anısını silmişti de eli, orada bir başka gediğe fırlatıp attığı
silahın kabzasını nakşetmişti sanki derisine. Sokak lambalarının ışığına tutup
tutup elini, o pürtüklü yüzeyin izini aramıştı yol boyunca. Oysa yapışıp kalmış
toprak döküntüsünden başka bir şey yoktu avuçlarında.
Eve döndüğünde herkes
uyumuş olacaktı nasılsa. Kimseye sezdirmeden temizlenirdi. Sonra şöyle gönül
rahatlığıyla bir güzel uyursa, sabaha hiçbir şeyi kalmazdı. Ne avucundaki iz,
ne günlerdir eve çöken o felaket havası, ne babasının bakışlarındaki
kıvılcımlar, ne anasının yumruk gibi gözleri, ne üstüne başına sinen o kirli
sorumluluğun kokusu… En çok da “Beni öldüreceğini biliyorum.” diyen kız
kardeşinin gözleri olmayacak diye rahatladı içi. Dedikodular çıktığında
kendisini eşek sudan gelene kadar döven babasına da o gözlerle bakmıştı kız.
“Beni döveceğini biliyorum.” Çat! “Doğru mu diye sormak lüzumunu dahi hissetmeden vuracaksın.” Şak! “Kardeşlerini çekip çevirmekten, evin işini
görmekten, bir zamanlar oyunlar oynadığı yaşıtlarının okula gidiş gelişlerini
seyretmekten ne zaman vakit buldu da, o oğlanla görüştü demeyecek, hiç
düşünmeyecek, patlatacaksın artarda.” Küt! “Döverken yüzüme bakmayacağını da
biliyorum. Baksan da beni görmeyecek gözlerin. Kahvede ağzını yaya yaya ‘Kim
alır şincih o kızı?’ diye, derdine ortak olurmuş gibi laf çarpan Kekeç Veysel’e
vuruyor olacaksın sen. Yolda yürürken seni görünce kıkırdayıp fısıldaşan
Satılmışların Selami ile Zeynel’i döveceksin. Koştura koştura sana müjdeli (!)
haberi veren, kızının sağda solda sürttüğünü yedi düvele yayan Deli Kazım’ın
Memiş’e indireceksin o sümsüğü. Hep sana baktıklarını, hep senden, namussuz
kızından konuştuklarını düşündüklerini sürüyeceksin yerlerde. Kendi kızlarından
örnekle senin yanında anama çemkiren kadınların saçlarını yolacaksın,
benimkilere doladığında parmaklarını. Biliyorum, aklına gelen gelmeyen herkesi döveceksin, dövüyorsun bende.” Ve babası günlerce o bakışların hakkını vermiş
durmuştu, eli erdiğince.
Kızın gözleri
kendilerinin tekleşmiş yansıması gibi üzerlerine tutulan silah namlusuna ilişmemişti
bile. Son bir buçuk aydır her gece tartaklanır, dövülür, itilir, kakılır,
yerlerde sürüklenir, duvarlara çarpılırken nasıl baktıysa babasına, öyle
bakmıştı abisine de… “Beni öldüreceğini biliyorum.” demişti o gözler.
“Bakacaksın yüzüme, gözlerime, ama ben yoğum baktığın yerde. Her hafta gittiğin
o malum evdeki kadınları görüyorsun ya bende artık, onlara çevirdin sen
namluyu. Beni dövmekten başka bir şey yapmayan, aile namusunu temizlemeyi yaşın
küçük bahanesiyle sana yıkan babamızı benim bedenimde öldürmek için çekeceksin
o tetiği. Ağlaya ağlaya gözleri kapanan, ama ikinizi de durdurmak aklına
hayaline bile gelmeyen anamızı kurşunlayacaksın bende. Okula gidip gelen,
evdeki bu zamansız matem havasını sezemeyecek kadar bilgisiz, kaygısız, masum
ve küçük oldukları için senin omuzlarına yıkılan bu uğursuz sorumluluğu
paylaşamayacak kardeşlerimize sıkacaksın mermiyi, bana nişan alıp. Üç gün önce eve
girip çıkarken kafasını kaldırmayan, ama şimdi beni görünce suratında, bazen
‘turiz’ kadınlara bakarken senin yüzünde de beliren, o çirkin sırıtışı yakaladığın
en yakın (!) arkadaşın Remzi’yi vuracaksın iki kaşımın ortasından. Biliyorum,
sırf bütün bunlar bitecek, her şey eskisi gibi olacak zannettiği için kız
kardeşini öldürmeye razı olan o garip oğlana, kendine de ateş edeceksin beni
vururken.” Ve oğlan o bakışın hakkını vermişti, kabzanın izini eli zannettiği yüreğine çıkartarak.
Evini gördü uzaktan. Pencereleri
geceden daha karanlık. İçeride kardeşleri koyun koyuna uyuyordu. Sedire çöktü.
İçi pır pır. Sanki hiçbir şey yapmamışçasına diri, uyanık. Arkasında bir
hareket oldu. “Yaptın mı?” dedi bir fısıltı. Dönüp bakmadan başını salladı.
“İyi!” dedi arkasındaki. “İyi! Yat uyu şincih! Sabaha senin sevdiğin gözlemeden
yapaca’m.” Oğlan dönüp daha o sabah silahı eline tutuşturmuş olan anasına
baktı. Kadının gözleri açılmıştı sonunda. Göz kapakları şiş değildi artık.
“Hadi gene iyisiiiiiin!”
“Ne gibi?”
![]() |
Roberta Baskin Shefrin'den 'Woman' |
“Ne gibi?”
“Bilmezden gelme şimdi.
Gözlerin parlıyor. Gördün tabii sabah kahveni elimde. Unutmadığımı anla yani!”
“Neyi?”
“Hadi, hadiiii! Kafa
bulma benimle de, şu portakal suyunu sık. Hem şu buzdolabını da bi’ düzene koy
artık. Bir jest yapalım dedik, ne peynirin yeri belli, ne zeytinin.”
“Ne jesti bu? Hiiiiiiii!
Bu mutfağın hali ne?”
“Nasıl ama? Güzel di’ mi?
Bugün kahvaltın benden. Haa, yalnız sofra kaldırmaya karışmam, ona göre.”
“Aman kalkışma zaten. Ben
hafta sonu mutfağı kırklarım. Yumurtaları doğrudan ocağa kırmıyoruz biliyorsun.
Tava kullanınca omlet daha lezzetli oluyor.”
“Yahu siz, kadınlara
yaranılmaz azizim. Sabahtan beri kırk takla atmışım bur’da. Senin ilk baktığın
yer ocak.”
“Tamam, tamam! Kahvaltıyı hazırlamışsın, eline sağlık. Teşekkür ederim… de bayram değil, seyran değil. Ne
bu eniştenin samimiyeti?”
“Bilmezden gelmeeeee!
Neyse ben kaçıyorum. Akşama güzel bi’ şeyler hazırla da bu günü kutlayalım.”
“Ne günü… Aaaa, gitti
adam!”
…
“Ooooo! Buyurun, buyurun!
Günaydın abla! Bugün bütün güzellikler size!”
“Sağ olun şoför bey.
Günaydın. L…’e gidelim lütfen.”
“Ne taraftan gidelim
abla?”
“Neresi müsaitse.”
“Katiyen olmaz. Bugün
sizin gününüz. Siz ne derseniz o olacak.”
“O zaman B… tarafından
gidelim. Hava güzel, biraz boğaz manzarası seyrederiz.”
“Ya abla amma yaptın sen
de! Orası bu saatte çorba gibi olur…”
“İyi ya, bildiğiniz
yerden gidelim.”
“Tamam abla! Şimdi ben
seni iki dak’kada götürürüm.”
“Bu ‘sizin gününüz’
muhabbeti nedir böyle? Taksi duraklarının da mı kampanyaları oluyor?... Ay!
Dikkat!”
İiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiii!
“Bak, nasıl durdu görüyormusun? Adım gibi eminim kadın şofördür bu. Gördün mü? Nasıl biliyorum!!! Şimdi
bunun yerinde erkek olsa kafa göz dalmıştım. Dua etsin gene! N’apıyo’sun hanım?
Öyle durulur mu?”
“Kırmızı yanmıştı ama…
N’apsın kadıncağız?”
“Her kırmızı ışıkta
durulur mu? Durul’cak olan vaaaar, durulmay’cak olan var! Yok abla, yok!
Vermeyeceksin kadına ehliyet! Güzelim trafiğin içine… ehem şey… öyle bir
giriyorlar ki… Zart diye durmak bunlarda, sinyal verip cart diye yana kaymak
bunlarda, futbol sahası kadar yerden geçememek bunlarda, geri manevra yok, park
edemez. Nasıl ehliyet alıyorlar anlamıyorum ki.”
“Ben sağda ineyim şoför
bey. Borcum ne?”
“Bugünün şerefine senden
küsurat almayacağım abla. On beş ver, yeter.”
“İyi de taksimetrede 13,35
yazıyor.”
“E, dedik ya küsurat almayaca’z diye…”
…
“Kutlama işini akşamüstü
halledersiniz. Biraz pasta çasta, biraz çerez, iki üç tane de gazlı içecek
yeter. Hadi gene iyisiniiiiiz. Bugünü de unutmadık işvereniniz olarak yani. Ama
fazla oyalanmayın. Akşam arşiv temizliği var, ona göre.”
“Peki efendim. Pastanın
üstüne ne yazdırmak istersiniz?”
“Neeeee yazdıraca’m
canım? Herkes biliyo’ zaten ne olduğunu?”
“Hediye verilecek kişi…”
“Yok artık! Bir de hediye
mi verece’z böyle günlerde… Yalnız o arşiv pırıl pırıl olacak. Kızlara söylersin.”
“Beyler katılmıyor mu?
Bir sürü dosya kutusu var. Onları temizleyip ortadan kaldırmak…”
“Ne anlasın erkek takımı
temizlikten yahu? Siz, beş kadın halledersiniz. Hadi ben çıkıyorum. Akşamüstüne
kadar dönemezsem şimdiden kutlamış olayım.”
“Beni mi? Niye?”
“Yani sizin şahsında
diğerlerini de… Şey günlerini kutluyorum… eeeee…. Şey günü canım… söyleyiver
şunu! Hah! Dünya Kadınlar Gününüz kutlu olsun! Hadi gene iyisiniiiiiiiiz!”
![]() |
David Senechal'dan 'Winter City' Diğer Çalışmaları 1 Diğer Çalışmaları 2 |
(Eee, Dünya Kadınlar Günü
de geçti gitti.)
Yaaa! Dün dövülen,
öldürülen, insanlık onurları çiğnenen, hakları elinden alınan veya zaten hiç
olmayan kadınlar en azından böyle bir günde bütün bu imkânlara (!) kavuştukları
için şanslılar. Çünkü böylece gazete sayfalarında her zamankinden daha çok yer
bulabilecekler. Üstelik dekoltelerinin miktarı, kocalarından ayrı yaşıyor
olmaları, seks işçiliği yapmaları, cahillikleri, zekâ dereceleri sadece o
günlük aleyhlerine bir puan sayılmayacak en azından. “Tamam da, o da kaşınmış
kardeşim.” demeye getiren yorumlar yapılmayacak haber satırlarının aralarında.
(Anlaşılan iki gündür bu
konuda yazıyor olmak hızını hiç kesmemiş. Ne bu hiddet, bu celal? Gören de
Avrupa’da, Amerika’da yaşıyorsun da ayağının tozuyla dün indin uçaktan sanacak.
Musluğu sonuna kadar açılmış itfaiye hortumu gibi rastgele saçıyorsun yakıcı
kelimeleri bakıyorum.)
Kadın olmakla ilgili yıkıcı şeyler yaşayanlar başlarda şaşkınlık ve dehşet, sonrasında ise unutma ve
unutturma umuduyla öyle bir susuyorlar ki, onların yerine konuşmak bizlere,
nispeten şanslı olan kesime kalıyor da ondandır.
(Geç bunları, geeeeç!
Size verilen süre doldu artık. Hem bir gün neyinize yetmiyor? Kadınlar Günü
geride kaldı. Yazılanlar, çizilenler, söylenenler, verilen sözler hükümsüzdür
artık… Sen şimdi onu bunu bırak da, yazacak bir konu bul kendine! Sabahtan beri
gene arpacı kumruları gibi düşünüyorsun.)
Ohoooo! O kadar çok var
ki, hangisini yazacağıma karar veremiyorum, inanır mısın?
(Birkaç konu ismi
verirsen pek ikna olmasam da, inanmış gibi yapabilirim en azından.)
Ondan kolay ne var? Şeyi yazabilirim mesela… eeeee… Neyse o kısa olur şimdi. Onu geçelim. Peki ya şeye
ne dersin? Hani daha önce de yazmıştım. Haydaaa, onu da yazmışız! Bu da olmadı…
Tamam, buldum! Hem de günün konusu…
(Neymiş o?)
Kar! Her yerde kar var /
Kalbim senin bu gece… Ne güzel şarkıdır! Hele de Adamo’nun kırık Türkçe’sinden
dinlemek ne güzeldi. Bi’ de Anne Marie
David vardı Türkçe söyleyen. Hatırlar mısın? Önce ‘Görecek göreceksin kendini’
diye Eurovision birinciliğini kendisine kazandıran ’Tu te reconnaîtras’nın
Türkçesini söylemişti, sonra da ‘Neşeli Gençleriz Biz’i… Her üç şarkıyı da daha
sonraki yıllarda Nilüfer’in söylemesi nasıl bir tesadüftür sence?
(İstersen bu konularda
daha fazla yorum yapma! Yaşın iyice ortaya çıkacak… Eee, ne yazacaksın karla
ilgili? Bilmece sorar gibi “Hani beyazdır da, soğuktur… Havadan yere doğru
hareket eder, bi’ de ıslak olur.” falan mı diyeceksin?)
Sende sanatçılığın atom altı parçacığı bile yok diyorum da, inanmıyorsun bana. Kar kadar şairane bir güzellik hakkında böylesine düz ve yassı ifadeler nasıl kullanabiliyorsun,
hayret! Şuraya bir baksana! Şehrin bütün kirini, günahını, çirkinliğini örtmek
ister gibi nasıl da hırçın bir aceleyle yağıyor dışarıda.
(Hadi canım sen de! Mini
mini beyazlıklar uçuşuyor şurada burada. Biraz da rüzgâr var. Hepsi bu! Bu sene
doğru dürüst kış yapmayınca, senin gözüne ‘kara kara lap lap’ durumu gibi
göründü zahir.)
Sana kaç kere söyledim
aile jargonlarını böyle ulu orta kullanma diye. N’olmuş bir keresinde ‘lapa
lapa kar yağıyor’ diyeceğime ‘kara kara lap…… lap…… lap’ diye saçmaladıysam?
(Oldu olacak bir de
meteoroloji raporunu ver! Birkaç satır da o tutar. Bugünkü yazıyı da böylece
çıkarırsın aradan. )
Amaaaaan! Yazmıyorum yazı
mazı! Bütün hevesimi kaçırdın. Hâlbuki aklımda neleeeeer vardı, neler. :)))
![]() |
Frederick Leighton'dan 'Amarilla' Diğer Eserleri 1 Diğer Eserleri 2 |
EVDE
“İyi misin sen?”
“Hıııı…”
“Sabahtan beri dalıp
dalıp gidiyorsun da…”
“Yok bir şey.”
İŞ YERİNDE
“Aylin Hanım, Aylin
Hanım! Bak, duyuyor mu? AYLİN HANIM!!!”
“Ay! Ne bağırıyorsunuz
Allah Aşkına? Ödüm patladı!”
“Yarım saattir tepenizde
dikilmiş şu dosyayı uzatıyorum. Aklınız ner’de sizin?”
“Pardon! Görmemişim.”
“Üç gündür bir hal var
sizde. Bir sorununuz mu var yoksa? Çekinmeyin söyleyin! Benden laf çıkmaz.
Sadece yan servisteki Necla’ya biraz çıtlatırım. Ama korkmayın! Onun da ağzı
sıkıdır. Bi’ tek yakın arkadaşı Sacide’ye söyler söylerse. Yalnız Sacide a’cık
dedikoducudur… Aaaa! Bak, gene dalıp gitmiş! AYLİN HANIIIIIIM!!!!”
“Efendim! Bir şey mi
dediniz?”
“Nedir bu dalgınlık,
diyorum. Bi’ derdiniz mi var, diyorum.”
“Yoooo! Hiçbir sorunum yok. Gayet iyiyim ben.”
ARKADAŞLA ÖĞLE YEMEĞİNDE
“Nezle misin sen?”
“Yooo!”
“Eee, ne bu halin? Elinde
bir mendil… Birkaç gündür de bir hoşsun zaten.”
“Burnum aktı, sildim canım.”
“O mendildeki ne öyle?
Koyu renk bir şey var. Senin burnun mu kanadı? Hiiiiii! Hasta mısın? Öleceğini
falan mı öğrendin yoksa? Tevekkeli çok melankolik bir halin vardı son
zamanlarda… Yapabileceğim bir şey var mı? Amerika’ya mı götürsek seni? Hay Allah!”
“Sen son günlerde fazla
dizi seyretmeye başladın anlaşılan. Nereden çıkardın bunları? Yok hastalık
mastalık. Burnum da kanamadı. Melankolik hele… hiç değilim. Kendimi çokkkk iyi
hissediyorum.”
“Dalgınsın ama… Hem o
mendildeki şey ne o zaman?”
“Ya sana ne? Allah
Allaaaaah! Benim işim var, gitmem lazım.”
OTOBÜSTE
“Bunları toplu taşıma araçlarına neden bindirirler ki? Olacak şey değil yani!”
“Çok doğru söylüyorsunuz
han’fendi. Şimdi şuracıkta kesse bizi, kime şikâyet edeceksin, di’ mi?”
“Bak, hiç umursuyor mu?
Eli burnunda hâlâ. Kim bilir, yapıştırıcı mı kokluyor, inceltici mi?”
“Yazık üstü başı da
düzgün. Allah bilir ailesi de vardır bunun. Haberleri yok mu acaba?”
“Olmaz olur mu ayol!
Baksana, mendile gizlediği neyse burnundan hiç ayırmıyor.”
“Aaaah ah! Sen bilmezsin
kardiş! Ne aileler var? Kapının eşiğinde deve olsa üstünden atlar geçerler.”
“Hah! Neyse iniyor. Kurtulduk. Yetkililer uyuyor mu? Şoför beeeeeey!!!!”
Devam edecek…
… Dünden devam
![]() |
Kris Phan'dan 'Tomato' Diğer Çalışmaları Sitesi |
EVDE
“Oooooh! Yayılmışız
bakıyorum. Bu ne keyif! Ne o? Hasta mısın? Nedir o mendil bakayım?”
“Bir şey değil canıııım.
ELLLLLLLLEMEEEEEEE!!!!”
“Aman! Dokunmadık sümüklü
mendiline. Aklında ne vardı senin demin? Pek bir hülyalı gülümsüyordun.”
“Çocukluğumu düşünüyordum.
Bizim evin arkasında bir bostan vardı. Hatta yer yer meyve ağaçları da vardı
arazide. Sokakta oynarken bazen oradan sebze meyve aşırırdık da, onu
hatırladım. Boncuk boncuk terleriz, karnımız da acıkır. Ama eve girersek muhakkak
verecek bir görev bulurlar, hiçbir şey gelmezse akıllarına ‘Dersine çalış!’
derler diye kapıdan içeri bile bakamayız. O yüzden bostanın duvarının üzerinden
sıvışır girerdik bahçeye. Şöyle sulu sulu erikler, kıpkırmızı kirazlar, mis gibi kokan salatalıklar, domatesler… Fırk, fırk, fıııııırrrrrkkkkk!!!! Ne güzel
günlerdi…”
“Güzelmiş hakikaten. Ya,
bostan falan deyince… Bizim bakkaldan bozma marketi mühürlemişler bugün. Adamı
da yaka paça karakola çekmişler. Uyuşturucu satıyormuş dediler, kulaklarıma
inanamadım. Gerçi son günlerde dükkânın orada iğne atsan yere düşmüyordu, ama
bu kadar da alenen olur mu canım?”
“Neeeeeee?????? Kalk, kalk, kalk! Hemen gitmemiz lazım.”
KARAKOLDA
“Yav’ kom’ser bey! Siz sabahtan
beri neler diyo’nuz? Ben kiiiiiiim, uyuşturucu satmak kim? Ben ne anlarım otmuş,
malmış? Size anlatıyo’m, anlatıyo’m, inanmıyo’nuz. Ben bir hafta önce şu boyu devrilesice aracının gazına geldim. Kazık mazık dinlemedim, bostan domatesi aldım biraz. Organize miymiş neymiş? Almaz olaydım. Bizim çırak o domatesleri
servise başlar başlamaz benim dükkân yolgeçen hanına döndü. Eline bir domates
alıp burnuna dayayan soluğu benim bakkal… pardon markette alıyo’. Neymiş?
Sattığım domatesler domates domates kokuyormuş. Yav’ domates zaten bu, karpuz
kokacak hali yok ya diyorum. Ama dinleyen yok. Karılar çıldırmış. Birbirlerini
eziyorlar kapıda. Tabii baştan benim bi’ hoşuma gitti bu. Peynir ekmek gibi sattım o ilk partiyi. Gittim –ayaklarım kırılaydı da gitmez olaydım–, bir
miktar daha aldım. Onlar daha da çabuk bitti. Işığı gören geliyo’, gören geliyo’ kom’serim. Ha, bi’ de kazara gelir de o domateslerden bulamazlarsa, dükkânı
kırıp döküyo’ bunlar. Ağızlarına geleni saydırıyo’lar. Ne dolandırıcılığım
kalıyor, ne zalimliğim. Hele bi’ gün karının teki söylendi, söylendi, yetmedi.
Av kokusu almış tazı gibi burnu yukarıda dükkânda dolanmaya başladı. Kenarda
duran domates kasalarından birine kafayı daldırdı mı sana? Böyle koklaya
koklaya aldı gitti boş kasayı. Kom’serim ayağının türabı olayım. Yok yere yakma bizi!”
“Valla’ hayran kaldım.
Daha önce hiç böyle yaratıcı bir hikâye dinlememiştim bir uyuşturucu
satıcısından. Bana bak! Sen bu sattığın maldan kullanıyor musun bakayım? İtiraf
et! Zaten satıyo’sun, kullanmışsın çok mu?”
“Yav’ kom’serim!...”
“YAV’ DEME BANA! Burası yav’ denecek yer değil! Allah Allaaaaah! Bu ne gürültü yav’? Ne oluyor
dışarıda?”
“Amirim karakolu kadınlar bastı. Avaz avaz bağırıp bu herifi istiyorlar. İlenenler, protesto edenler,
kapıyı pencereyi indirenler! Hele içlerinde biri var. Kesin bağımlı. Üstelik de
yokluk krizinde. Bakın sesi bile geliyor.”
“Süleyman Efendiiiiii,
Süleyman Efendiiiii! Ayırttığım domatesleri vermeden bi’ yere gidemezsin.
Karakolu da başına yıkarım, hapishaneyi de. Bir haftadır kendimi ne kadar iyi hissettiğimi biliyor musun sen? Öldürsen vazgeçmem artık bu domateslerden. Sen
benim çocukluk anılarımı nasıl elimden alırsın? Bunca insanın mutluluğunu ne
hakla hiçe sayarsın? SÜLEYMAN EFENDİİİİİİİ! Söyle çabuk, ner’de benim domateslerim?”
![]() |
Katsushika Hokusai (葛飾 北斎) den 'Kanagawa'nın Büyük Dalgası'
|
Bugün hiç yazı yazasım
yok. Evet, yine! Kötü şeyler yaşandığı zaman medyanın bunu algılama ve
algılatma biçimi giderek daha çok batmaya başladı son günlerde. Dünya medyası
Japonya’nın uğradığı felakete dişlerini geçirmiş vahşice sağa sola
çekiştirmekle meşgulken olayın insani yönüyle bir özdeşleşme yapmak, oradaki
insanlarla bir duygudaşlık kurmak daha da güçleşiyor. Zira medya yaşanan
sıkıntıları, üzüntüleri, korku ve endişeleri insanlardan öylesine soyutlayarak,
öylesine sulandırılmış bir duygu sömürüsüyle gözünüze sokuyor ki, bir süre
sonra kendinizi bu faciaya yabancılaşmış buluyorsunuz. Bir taraftan durumun
bütün vahametini gözlerinizin önüne sererken, diğer taraftan içtenlik ve iyi niyetle doğan yardım isteğinizi – ihtiyaç sahiplerini atlayarak – kendi
amaçları doğrultusunda yönlendirmeye çalışmaları yüzünden insanlığa inancınızı
da yüreğinizden söküp alıyorlar. Görüntülerdeki o insanların yüzünde haberin
alt metninde ısrarla beynime çakılmaya çalışılan dramın dışına taşan –
soğukkanlı, tevekkel, şokta – ifadeleri gördükçe kendimi onların yerine
koyuyorum da, ben ne isterdim acaba?
Herhalde öncelikle bir çocuk gibi safça da olsa bütün bunların hiç yaşanmamış
olmasını, bana birkaç gün önce büyük görünen günlük dert ve sıkıntılarımla
hayatıma devam ediyor olmayı isterdim. Ama bu mümkün değil. Peki, biz bu
insanlara bulunduğumuz yerden gerçek bir yardımda bulunabilir miyiz? Ben bunun
pek mümkün olabileceğine de inanmıyorum. Para yardımı mı? Ama para onların
gerçekten ihtiyaç duydukları şeylere dönüşmediği sürece sadece bir kâğıt veya
maden parçası değil mi? O aileye hemen başlarını sokabilecekleri bir ev
olmadığı, şu adama sular altında kalan ekmek teknesini çıkarıp vermediği, bu
kadını uzaklardaki ailesine hemen ulaştırmadığı sürece sadece kasalarında yığılarak bankaları zengin eden, kampanyalar düzenleyen kuruluşlara sahte itibar kazandıran manasız bir yığın. Doğanın oradaki insanları hiç umursamadan
zihinlerinden hoyratça çekip aldığı güvenlik duygusunu, ellerinin arasından kopardığı ailesini, dostlarını, malını mülkünü geri veremez hemen. Yaşamlarını
kolaylaştıracağına inanarak diktikleri onca bina, kurdukları tesisler ve alınan
dünya kadar önlemlere rağmen meydan okudukları tabiatın onları kıstırdığı tuzaktan çekip çıkaramaz anında. İşin aslı oradaki insanlar kendi yaralarını kendileri
sarmak zorunda kalacaklar. Biz ise profesyonel olarak ve / veya bizzat oraya
gidip yardım edemeyecek durumda olduğumuz sürece buradan gönderdiğimiz para ve
yardım malzemelerinin onların gerçekten ihtiyaçlarını karşıladığı umuduyla
kendimizi teselli etmek mecburiyetindeyiz. Oysa bırakın Japonya’yı, 99 depreminde iki adım ötemize ne kadar yardım edebilmiştik bir düşünsenize… İki
gün sonra İstanbul’da beklenen Marmara Depremi yaşanacak olsa ne kadar yardım
edilebilecek ki? Bir sihirli değnek dokunsa da, tüm binalarımız sapasağlam
olsa, ilgililerin, bilgililerin, yetkililerin her şeyi dört dörtlük yaptığı
ütopik bir dünyada yaşıyor olsak ne değişecek? Sonuçta doğayla yumurta
tokuşturuyoruz. Daha doğrusu O, yumurtasını bizim kafamızı kırmak için kullanıyor.
O yüzden Japonya’da yaşanan felaketin mağduru olan insanlara aklım ve yüreğimin
onlarla olduğunu ne kadar söylersem söyleyeyim, acılarına merhem olmaktan ne
kadar uzakta olduğumu da o ölçüde idrak edebiliyorum. Medyaya ise bundan sadece yüz yıl önce bütün bu olanları ruhumuzun bile duymayacağını hatırlatıyor ve onlardan
haberci içgüdülerini daha fazla haber vampirliğine dönüştürmemelerini
diliyorum. Yoksa bu aralar on yılların hırsıyla ifrat derecesine vardırılan
sigara yasakları misali, gelecekte de haber yasakları konulacak insanlara.
Hatta bir de gen haritası çıkarırlarsa hepimiz için hiç şaşırmam. Onun bünyesi ancak
elli şiddetinde haber stresi kaldırır, senin ki ise yüz yirmi beş büyüklüğüne
rahat rahat dayanır gibilerinden…
![]() |
Marumiyan (マルミヤン)'dan 'Mdn 7' isimli çalışma Diğer Çalışmaları Sitesi |
Acaba kaç yazı sonra “Ben
şu tarihte şöyle bir şeyler yazmıştım.” diyerek o günün dersini kaynata… pardon
o günün yazısını es geçip, eskilerin ekmeğinden yemeye başlayabilirim. Hiç öyle
bakmayın! “Yine mi tıkandın? Bugün de mi doğru dürüst bir şey okuyamayacağız.”
diyeceksiniz, biliyorum. Bir de benim kafaya dinletebilsem bunları. Genellikle
bizim içsel sohbetlerimiz – ki sizi de bazen ortak ediyorum bu laf kalabalığına
– şöyle gerçekleşiyor:
Saat 7:30… “Kalk, kalk,
kalk! Daha bugünün yazısını yazmadın!”
“Ya, bi’ dur ya! Uykum var.
Bırak yakamı!”
Saat 7:45… “Tamam! Süre
doldu! Hadi bakalıııııııım, yazı vakti!”
“Mmmmmmmffffffffhhhhhhhh!”
“Hadi amaaaaaa! Bak,
sonra sıkışıyorsun, saçma sapan şeylere takılıp onları yazmaya kalkıyorsun.
Olmuyor.”
“Ya, biraz daha
uyiiiiiiim. N’oluuuuuuur?”
Saat 8:15… (Altıncı
oktavdan sekizinciye doğru yükselerek…)
“YAAZIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIII!!!!”
“Ha? Ne? Kim? Kalktım,
kalktım!”
Saat 9:00… “Yeter o kadar
yediğin. Yapacak işlerin var. Hem ne bu böyle? Agop’un kazı gibi yutarsan, şekerin yükselir. Uykun gelir. Gene yatar yazı işi.”
“Ya, bi’ düş yakamdan!
Yazmayacağım bugün. Aklıma hiç bi’ şiii gelmiyor.”
“Hiiiiiii! Duymamış
olayım.”
“Duy! Duy da, bi’ sus
artık! Başka işlerim var. Dışarı çıkacağım, hava çok güzel. Belki biraz kitap bile okuyacak zaman yaratırım kendime. Yazmaktan okumaya fırsat kalmıyor.
Özledim. Ayrıca ihtiyacım var.”
Saat 12:45… (Kuş
cıvıltısını andıran bir ezgiyle…)
“Canıııııııım!”
“Canın çıksın! Ne var?”
“Bak, ama sabahtan beri hiç ağzımı açtım mı? Gezece’m dedin, gezdin. Okuyaca’m dedin, okudun. Şimdi de
öööööyle oturmuş hülyalı hülyalı ufku seyrediyorsun. Yazık zamanına! Kalemi
eline alsan da, bir iki satır çiziktirsen.”
“Öööööyle oturup ufka
baktığım falan yok. Hele hülyalı hülyalı, hiç! Olsa olsa miyop miyop olabilir.
Yahu beni sokakta görenler ‘Şehre yine vampir inmiş.’ diye irkiliyor. Gözlerim
kan çanağına döndü. Onları dinlendireyim de, otuz santimden daha uzağı da – en
azından bir zamanlar – görebildiklerini hatırlasınlar istiyorum.”
“Ah! Ben sana hiç o gözlerinin ne kadar güzel olduğunu söylemiş miydim? Hele de bitirmiş olduğun yazıya bakarken.”
“Terliyim, yemiyorum
artık!”
Saat 16:30… “Bana bak! Yeter artık! Sen iyice aldın tembelliği ele… İnsan utanır, utanır! Tam kırk yedi… ehem şey otuz yedi… ııııııı… yirmi yedi??? Hah! Yirmi yedi yıldır seni bu
noktalara getirmek için uğraştım didindim. Sen öyle iki ayda bir
çırpıştırıverdiğin yazıları hayraaaaan hayran seyrederken, ben bugünleri
planlıyordum hemşe’rim.”
“Hangi günleri? Ne
günlerini???!!!???”
“Böyle…….. işte……..bu………
günleri…….. Bak, her gün yazı yazıyorsun, bir sürü poh alıyorsun. Keyfin gıcır.
Sahi sen hiç yüklediğin yazıları saydın mı?”
“Yöööö!!!!”
“Dalyayı iki geçmişsin.
Yazdıklarını – nihayet senden başka – okuyanlar da var. En başta onlara ayıp!
Saygısızlık.”
“Hadi, hadiiiii! Asıl
saçma sapan yazıp, matah bir şeymiş gibi önlerine çıkarmak ayıp.”
“Hadi güzelim, hadi tatlım. Alabansın, şalabansın. Aslan, kaplan, leoparsın! Hadi otur da iki satır
yazıver. Bak, kötü olursa koymazsın gruba, söz!”
“Of, tamam! Sırf çenen kapansın diye. Bi’ şeye benzemezse hiçbir şekilde yüklemem ona göre…”
“Tabii, tabii! Sen
yükleme. Ben o işi halle… şey yani senin dediğinden olsun.”
Yani sizler İstiklâl
Caddesi’ne çıkıp “YAZMA, YAZDIKÇA SIRA SANA GELECEK!” diye tehditkâr sloganlar
atmadığınız sürece, benim bu kafayı susturmama imkân yok!
![]() |
Rakuzan Tsuchiya (土屋楽山) dan 'Kış: Sonbahardan arta kalan yaprakların arasına tünemiş iki tahtalı güvercin'
|
Masama oturmuş, önümdeki
pencereden pırıl pırıl, bulutsuz ve güneşli bir güne bakıyorum. Sanki geçen
hafta 1 Nisan’a hazırlık gibi Mart Şaka’sı yapan o değil. Öyle sıcacık, cıvıl cıvıl bir bahar havası var dışarıda. Kalemim elimde, kâğıdım önümde, yazmaya
hazırım. Ama işte Orhan Veli’ye ‘Beni bu güzel havalar mahvetti.’ dizesini
yazdıran cinsten bir gün yaşarken, olmayan evkaftaki memuriyetimden istifa
edesim var. Pencere sahanlığında iki kumru göbeklerini yaymış, kanatlarını güneşe karşı açmış Üsküdar’a gidip
gitmemeyi tartışıyorlar aralarında. Ben bunları bildim bileli hep aynı şeyi
konuşurlar zaten. İstemeye istemeye başımı işime çevirirken masanın pencere
tarafından bir gazete manşeti fırlatıveriyor kendini önüme. ‘Nükleer Facia!’
Depremi didikledik, tsunamiyi tifttik, şimdi sıra nükleer santraldeki
sızıntıya, çubuklardaki erime düzeyine, ortaya çıkan radyasyonun hangi birimden
olduğuna ve insan biyolojisini nasıl etkilediğine geldi… ABD durumu kaygıyla
izliyormuş. Duyan da zamanı gelince Amerikan Halkı’nı ülkenin batı kıyısına
dizip ellerine birer demirci körüğü tutuşturarak serpintileri geri püskürtecek
zanneder. Hiçbir yetkili de çıkıp; “Hadi hepimize geçmiş olsun ey ahali! Olanlar
oldu! Artık bundan sonra daha kötüye gitmemesi için uğraşacağız.” demiyor.
Ezcümle; tüm dünya bu olaydan payını alacak. Ama az, ama fazla… Offf! Böyle bir havada bu konulara takılmak istemiyorum ki ben. Aaa! Benim kumrular sıcakta işi
pişirmiş, gözümün önünde porno film çekiyorlar. Kafamı onlara çevirdiğimi fark
eden erkek utandı mı ne? Hemen toparlanıp; “Ben aslında tüylerimi
temizliyordum, sen ne sandın?” der gibi kara gözlerini benimkilere dikiyor,
sonra eşine “Üsküdar’a gidelim.” diyor. Eşiyse o sırada dağılmış saçının başının derdinde. Ancak üçüncü teklife cevap yetiştirebiliyor. “Gugugugu
guguruk! Üsküdar’a gidelim!” Başımı bloknotumun üzerinde kavuşturduğum
kollarıma dayıyorum.
“Biliyor musunuz?
İzmir’deki kardeşleriniz bu sohbeti biraz çeşitlendirmişler.” diyorum.
“Gugugugu guguruk!”
“Tamam, gidersin Üsküdar’a. Bak, gel sana da öğreteyim İzmir Kumrucasını...”
“Gugugugu guguruk!”
“Yok! Öyle değil.‘Guguuuu guk!’ diyeceksin önce.”
“Gugugugu guguruk!”
“Olmadı. Bak, şöyle! Guguuuguk!
Ner’deeeesin? Bur’daaaayım! Ne yeeersin? Darııııcık!...”
“Gugugugu guguruk!”
“Cık! Sen yeteneksiz çıktın. Bir de eşinle deneyelim. Guguuuguk! Ner’deeesin?...”
“Gugugugu guguruk!
Üsküdar’a gidelim.”
“Üsküdar’a gitsen de
tanıyamazsın artık. Ne meydan kaldı, ne iskele… Off! Ben ne yapıyorum ya?
Kuşlarla konuşmaya başladım. Oldu olacak gündem konularını da tartışalım. Hey, Kâtibim
ile zevcesi! Ne diyorsunuz bu radyasyon dalgasına bakalım?”
“Gugugugu guguruk! Sana
göre hava hoş diyorum, ne diy’cem? Siz, insanlar kendi kıymetli hayatlarınızı
kolaylaştıracaksınız, doymak bilmez hırs ve açlığınızı tatmin edeceksiniz diye
iyice gemi azıya aldınız. O nükleer santralleri yaparken kuşa, kurda, ağaca,
çiçeğe sordunuz mu? Gugugugu guguruk! Oh, müstahaktır size! Arılar ortadan
kayboluyor, ödünüz patlıyor. Kuşlar patır patır ölüyor, kurdeşen döküyorsunuz.
Balıklar ters dönüp kıyılara vuruyor, saçınızı başınızı yoluyorsunuz. Ama ‘Bu olanlarda benim şu kadarcık bir mesuliyetim var mı?’ diye sormak aklınıza gelmiyor. Gugugugu guguruk! Beter olacaksınız! Konuşmaya gelince ‘o konsepti,
bu konsepti’ diye mangalda kül bırakmıyorsunuz, ama dünyanın da bir konsept
olduğunu unutmuş görünüyorsunuz. Bu konseptin, bu sistemin, bu işleyişin tek
bir tür lehine bu kadar çarpıtılması tehlikelidir diye düşünen yok! Hiç
yakınma! Gugugugu guguruk! Oh, müstahaktır size! Gugugugu guguruk! Beter
olacaksınız!”
“Ya, bi’ dur! Bir dokunduk, bin ah işittik. Sen… ne… nasıl???!!!???”
Kan ter içerisinde
uyanıyorum ki, güneşin altında kollarımın üzerine yaslanınca içim geçmiş.
Kumrular hâlâ güneşleniyor. Şu güzelliklerine bak! Ben nasıl bu sevimli
hayvancıklara o lafları yakıştırdım rüyamda. Erkek kumru başını çevirince
bakışlarımız karşılaşıyor. Gerdanı seyiriyor;
“Gugugugu guguruk! Beter olacaksınız. Gugugugu guguruk! Oh, müstahaktır size!”
![]() |
Kumi Ito (伊藤久美)'dan 'Spring' Diğer Çalışmaları Sitesi |
Bugün size bir öykü
anlatacağım.
Ali, Beyza, Can, Çetin ve
Demir mahallece geldikleri piknikte yemeğin ardından yere serilmiş örtülere
yayılan ailelerinin aksine fıldır fıldır ortalarda dolanıyorlardı. Ali durup
dururken ortaya bir fikir atıverdi; “Hadi şu ilerideki ağaçlığa gidelim!” Beyza
bu fikre burun kıvırdıysa da, sesini çıkarmadı. Çetin; “Ya, şimdi taaaa oraya
gidilir mi bu sıcakta?” diyecek oldu. “Hadi amaaa!” dedi Ali. “Bak Robin
Hoodculuk oynarız. Sen de şu tombul rahip olursun. Hani durmadan bir şeyler
yiyip komiklik yapıyo’ ya…” Bir şeyler yeme fikri Çetin’e hep cazip gelirdi, sesini
kıstı. Ama sabahtan beri bilye oynamak için Ali’nin önünden arkasından dolaşan
Can; “Ben anlamam.” diye atıldı. “Öyle boşu boşuna oyun oynamam ben. Cicozuna
oynarsak gelirim.”Ne zamandır gözü Ali’nin kıymetlisi, Büyük Sarı dedikleri kocaman
bilyedeydi Can’ın. Beyza ağzını açıp da bilyesi olmadığından dem vurmaya
kalkmadı. Onu gruptan dışlamalarını istemiyordu. Demir’in de sessiz onayıyla
beş çocuk ağaçlığa doğru uzaklaştı.
Karıncaları ilk keşfeden
Can oldu. İki gün önceki yağmurun incecik bir su akıntısına dönüştürdüğü bir
yarığın kıyılarında devinip duruyorlardı. Diğer çocuklar takım oluşturmaya
çalışırken Can karıncaların birkaçına cicoz muamelesi yapıp ne kadar uzağa uçtuklarına baktı önce. Ellerini kullanmaktan sıkılınca, ayaklarıyla girişti
kıvıl kıvıl kıvranan güruha. Onun olmayan kaleye gösterişli şutlar çekerken
kaldırdığı toz toprak diğer çocukların da dikkatini çekti sonunda. Can’ın
yaptığına tek itiraz grubun en içine kapanık üyesinden, Demir’den geldi. “Yapma!”
dedi oğlan. O sırada diğerleri de karıncaları fark etmiş, bütün dikkatler bu
tek vücut gibi hareket eden hayvancıklara dönmüştü.
“N’apıyo’ bunlar ya?”
diye sordu Çetin. “Suyu aşmak için yol arıyo’lar her’alde.” dedi Ali. “Ah
canııııııım!” dedi Beyza. Oysa ses tonundaki acımaya hiç uymayan tiksinti ile
korku karışımı bir ifadeyle karınca sürüsüne bakarken kolunu bacağını kaşımaya
başlamıştı bile. O sırada Ali’nin aklına parlak bir fikir daha geldi.
“Buldum oooolum, buldum! Bu suyun üzerine bir
baraj kurarsak onlar da rahat rahat geçer.”
“Onları kendi hallerine
bıraksak daha iyi değil mi?” dedi Demir. Çetin ilgisizdi ;“Ne barajı yaaa?”
Beyza heveslenmişti tam tersine. Bez bebeklere ev kurmaktan pek farkı olamazdı
herhalde. “Nas’sı kur’ca’z ki?” diye sordu. Can ise noktayı koydu; “Ben
sevmedim bu fikri. Hani cicozuna oyun oynayacaktık… Ben gidiyorum.” Ali bozulduysa da, aklına yine iyi bir fikir geldi.
“Taaam ya! Du’ bi’
dak’ka! Madem öyle cicozuna yaparız barajı.”
“O nası’ olacak?”
“Şimdi cicozları
döküyoruz ortaya…”
“Yok ya! Sen benim
bunları nasıl kazandığımı biliyo’ musun? Dökmem ben ortaya mortaya…. Olmaz,
git’cem ben.”
“Ya, bi’ dur ya! Hepimiz
diyorum ooolum. Ben de koyaca’m. Çetin de, Demir de…”
“Senin Büyük Sarı’yı da
koyacak mısın?” diye sordu Can heyecanla…
“Yoooo, o olmaz işte!”
“Niyeymiş? Herkes bütün
cicozlarını koyacak dedin, şimdi mızıyo’sun.”
“Ama o cicoz tek başına
on cicoz eder oooolum.”
“O zaman onu büyük ödül
yaparız biz de. Kim daha çok çalışır, daha çok cicoz toplarsa onun olur Büyük
Sarı…”
Çetin ile Ali aynı anda atıldı bu kez; “Yok yaaaa!” Çetin devam etti; “Hem en çok cicozu o alacak, hem
de Büyük Sarı onun olacak. Yok öyle yağma!”
“Taaam be! Kazanan on cicozunu üleştirir, Büyük Sarı’yı alır gider.”
“Yirmi…”
“Yok deve!”
“On beş o zaman…”
“Taaam!”
Böylece beş çocuk hummalı
bir faaliyete giriştiler. Yarım saat sonra yeterince malzeme toplandığını gören
Ali barajın yapımına başlanmasını emretti.
“Hop! Bi’ dak’ka! Önce
cicozları paylaşalım.” dedi Can.
“Olur mu? Oyunun sonunda
paylaşacağız.”
“Olmaz. Bak, ben dünyanın malzemesini topladım. Bi’ sizlerin topladığına bak, bi’ benimkine ooolum. Sonra
mızırsınız siz, ben biliyorum. Şimdi paylaşalım.”
“Ama daha iş bitmedi.”
“O zaman bütün cicozları
koymayız ortaya. Bir kısmını koyar paylaştırırız.”
Oğlanlar bağıra çağıra
bilyeleri paylaşırken Beyza’nın gözü hâlâ hafifçe kaşınmasına neden olan
karıncalardaydı. Paylaşma bittikten sonra barajın yapımına başlandı. Ama bir
süre sonra yine bir patırtı koptu.
“Ya, o taşı oraya
koymasana… Devrilecek şimdi!”
“Halt etmişsin sen!
Çekil! Ben n’aptığımı biliyorum.”
“Öf ya! Yaptığımı
bozuyo’sun. Öyle ayı gibi itişmesenize.”
“Hadi be sen de! Ne o öyle? Örgü mü örüyo’sun kızım?”
“Hiç olmazsa sağlam
oluyo’. Seninkinin yanından kelebek uçsa yıkılır bi’ kere!”
“Uçmasın o zaman. Alla’
Allaaaaa’!”
“O tarafı güçlendirsene!
Yokuşu fazla oranın. Hepsi devrilecek bak.”
“Bi’ şiiicik olmaaaaaz!”
“Ya, nasıl olmaz Can
yaaaa? Zaten ‘Sizden çok topladım.’ diye getirdiğin döküntüler yüzünden sağlam
bir şey olmuyo’. Çam iğnelerini ince dal diye yutturmaya kalkıyo’sun yaaa!”
diye patladı sonunda Ali.
Çetin de; “Yuh yani! Bu
kadar da olmaz! Bi’ sürü cicozumuzu üttün bu çerçöple… Ayıp ya, ayıp!” diyerek
ona katıldı.
“Sus len! Sen sanki çok
malzeme getirdin. Sen önce göbeğini kaldır da…”
“Sen kime len diyo’sun
len?”
“YA Bİ’ DURUN YAAAAAA!”
![]() |
Kumi Ito (伊藤久美)'dan 'Fluting Boy' Diğer Çalışmaları Sitesi |
Bu bağırtı sessiz sakin
görünen Demir’den yükselince herkes şaşırıp sustu bir anda. Demir daha kısık
bir sesle, ama aynı hiddetle lafına devam etti; “İyilik olsun diye baraj
yaptığınız karıncaları eziyo’sunuz oooolum…”
Dördünün de gözleri
ayaklarının dibine ilişince tanrıların (!) tepişmesinde ezilen arkadaşlarını
kurtarmanın derdine düşen karıncaları fark ettiler. O sırada Çetin bir başka
şeyi daha işaret etti. “Aaa, bizim baraj işe yaramış arkadaşlar. Artık su bu
tarafa geçmiyo’.” İlgisiz bakışlarla ayaklarının dibinde olanları izleyen Can “Ya, ne salak şey bunlar.” dedi. “O kadar uğraştık didindik. Bak, bi’ tanesi karşıya
geçmeyi akıl edebiliyor mu?” Gerçekten de karıncalar hâlâ bir zamanlar suyun
geçtiği yarığın kenarına gelince duraksıyordu. Ali buna da bir çözüm üretti.
Karıncaların oradan geçmek zorunda kalmaları için yollarının iki tarafını
yükselteceklerdi.
“Önce kalan cicozları da
paylaşalım.” dedi Can. “Ben sıkıldım.”
Ali bozulmuştu;
“Ama daha karşıya
geçiremedik.”
“O zaman bir kısmını daha
paylaşalım. Hem ben oyundan çıkmak istiyorum artık.” diye direndi Can.
Demir hemen atıldı; “Benim
payımı da aranızda bölüşün. Ben de yoğum artık.”
Ali amacına ulaşamamış
olmanın hırsıyla haykırdı; “Büyük Sarı’yı çekiyorum o zaman!”
“Taaam ya, taaam!” dedi Can. “Sen de hemen
üstüne alınıyo’sun. Önce şu cicozları paylaşalım, sonra karıncaları karşıya geçirmenin bir yolunu buluruz. Ama bak, ondan sonra da Büyük Sarı’yı vermezsen
bozuşuruz, ona göre!”
Kavga dövüş bilyeleri
paylaştıktan sonra karıncaları karşı kıyıya geçmeye ikna etmek için uğraşmaya
başladılar.
“Bak, görüyo’ musun?
Nas’sı inat ya! Parmağımla dürtüyorum, gene geçmiyo’.”
“Şu büyük taşı versene!
Oraya koyalım. O zaman mecbur kalacak diğer tarafa gitmeye.”
“Olmaz! O taş barajın dibini tutuyo’.”
“Yok be! Bi’ şi’ olmaz.
Bak sen ver bi’! Bi’ şi’ olursa geri koyarız.”
“Valla’ olmadı. Ner’den
bildin ya?”
“Oooolum biz kaçın
kurasıyız. Şuradakini de usulca çek şimdi.”
“Azıcık sızdırmaya
başladı ama…”
“O kadar olur. Birazdan durur ya, dert etme! Sen şuradaki çam iğnelerinden de ver. Az kaldı. Bak,
başladılar karşıya geçmeye, görüyo’ musun?”
“Hak’katen ya. Yalnız bu
çam iğnelerini sızıntıları durdurmak için tıkıştırmıştık oraya buraya… Ooolum,
bunları alırsan baraj maraj kalmıy’cak haaa. Git şur’dan topla işte birkaç
tane!”
“Yok ya! Niye ben
topluyo’muşum?”
“İyi ya, ben alırım.”
“Nas’sı istersen… Ama
sonra daha çok cicoz isterim dersen saymam haaa. Baştan toplasaydın oooolum o
zaman.”
“Senin çerçöp sayılıyo’, benim barajı onarmam sayılmıyo’ yani… Oh ya, ne âlâ memleket! Ban’ne madem. Allah’ın
enayisi ben miyim? Cicoz yoksa tamirat da yok.”
“Ya daha fazla malzeme
almayın barajdan, şimdi yıkılacak haa.”
“Ne yıkılması be? Bi’ şi’cik
olmaz. Bak, sonunda bu karınca alıkları yolu öğrendiler. Nas’sı geçiyo’lar karşıya dizi dizi.”
Tam çocuklar
yaptıklarıyla övünmeye başlamışken pikniğin yapıldığı açıklıktan isimlerini
seslenen bağırışlar duyulmaya başladı. İşlerine öyle dalmışlardı ki büyüklerin
yanından ne kadar uzun süre uzaklaşmış olduklarını unutmuşlardı.
“Babam beni kesecek.”
dedi Çetin korkuyla. “Hiiiiiii, annem!” diye içini çekti Beyza. Ali’nin bile
rengi solmuş görünüyordu. Demir çoktan yola koyulmuştu. Aralarında en
bıçkınları olan Can ise oyuna dalıp Büyük Sarı’yı ütmeyi gene unutmuş olduğu
için kendine söverek açıklığa doğru seğirten grubun arkasından koştu. Sonuncu çocuğun ayak sesi daha kaybolmamıştı ki, yaptıkları derme çatma set yıkıldı ve iki yanı yükseltilen yol dışında
gidebilecekleri hiçbir yer kalmayan karıncalar hızla üzerlerine gelen suyun
altında kaldılar.
Nasıl buldunuz öykümüzü?
Beğendiniz mi? N’oldu? Suratlarınız bi’ tuhaf! Yoksa siz de benim gibi
kendinizi karıncalarla özdeşleştirmeye mi başladınız? Hele de dünyanın son
karşılaştığı felaketlerden sonra… :))
![]() |
Michelangelo Buonarroti'nin* 'Yaratılış' isimli eserinden detay Eserleri 1 Eserleri 2 Eserleri 3 Site |
İşaret parmağımın asli
görevinden istifa ederek kanı, eti, tırnağı ve kemiğiyle zeytinyağlı pırasayı
proteinden zengin hale getirmeye gönüllü yazılması nedeniyle maruz kaldığım
Akut Benign Banaam Sendromu sonucunda yazılarıma bir süre ara vermek zorunda kalıyorum.
Özrümün kabulünü rica ederim. :)))
![]() |
Christina-Antoinette Neofotistou (Χριστίνα Αντουανέτα Νεοφώτιστου)'dan 'Salvatore Dali
Autosodomised by His Own Inspiration'
|
Elim (!) bir kaza sonucu
ara verdiğim yazmaya yeniden döndüm. Oysa hafta başında aklımda neleeer neler
vardı. Mesela bu pazartesi Orman Haftası başlıyordu. Onunla ilgili bir şeyler
yazmayı planlamıştım. Hatta yarısını kotarmıştım bile. Parmağımla birlikte o
yazı da uçuuuup gitti. Artık kısmetse seneye… (Hiç kaçarınız yok! Ölmez sağ
kalırsam, seneye de buradayım. Sizi de beklerim efendim. :D ) Hadi o günü
mücbir sebeplerle atladık diye üzerine soğuk su içelim dedik. Rastlantıya bak! Salı
da Dünya Su Günü değil miymiş zaten? Aklıma bir sürü sulu (!) fikir geldi.
Geldiği gibi de gitti! Ağıtlar da yaksak, gitti gider, ne yapalım? Hadi sulanma
fırsatını kaçırdık, aynı gün Dünya Çocuk Şiirleri Günüymüş bir de… Sonradan
öğrendim. Acaba yetişkinlerin yazdıkları çocuk şiirlerinin günü mü, yoksa
gerçekten çocukların yazdıklarının mı? Veya mesela Orhan Veli Kanık’ın
mektepten kaçıyorsun,
kuş tutuyorsun,
deniz kenarına gidip
fena çocuklarla konuşuyorsun,
duvarlara fena resimler yapıyorsun
bir şey değil,
beni de baştan çıkaracaksın,
sen ne fena çocuksun.
kuş tutuyorsun,
deniz kenarına gidip
fena çocuklarla konuşuyorsun,
duvarlara fena resimler yapıyorsun
bir şey değil,
beni de baştan çıkaracaksın,
sen ne fena çocuksun.
gibisinden bazı
şiirlerini yetişkin şiirlerine mi, yoksa en naifinden çocuk şiirlerine mi dahil
edebiliriz diye girip, akıllara zarar bir tartışma konusu açabilirdim. Ama
ner’deeeee? (Bu arada şaka bir yana; elbette çocukların yazdığı şiirlerin günü
Mart’ın 22si.) Hadi bu münasebetsiz olanak da elimizden… pardon banaamızdan kaçıp gitti (Allahtan!!!) dedik, kaderimize razı olduk. Eeee, Çarşamba? Bari
çarşambayı sel almasaydı. O gün de Dünya Meteoroloji Günüymüş. Ne harika bir yazı konusu olurdu. Kelimenin her anlamıyla havadan sudan… :)) Geldik
perşembeye… Banaam da artık iyileşme kaşıntılarına başladı. Gel gör ki bugün de
yazacak konu yok. Ajandam bomboş. Ne yapmalı? Nasıl yapmalı? Tamam, buldum!
Bugünü Dünya Tembeller Günü ilan eder, hem yazı yazmaktan kurtulur, hem de
vatana, millete ve dünyaya yeni bir gün kazandırmış biri olarak tarihin tozlu
sayfalarına altın mürekkeple ismimi yazdırırım.
Şimdiiii, bakalım bu
birkaç cümleyi bilgisayara geçirme işi nasıl olacak? Ben on parmağımı klavyeye
yetiştirmekte güçlük çeker, on birinciyle on ikinciyi çıkarmak için solucan ve kertenkele
güçlerimi (!) sonuna kadar kullanmaya çalışırken bir eksildik pat diye. Gerçi
işaret parmağım bütün imkânlarını zorluyor klavyeyle eski aşkını tazelemek
için, ama örneğin K’ya basmak isterken beraberinde U, I, L, Ç, Ö, M harflerinin
de belirmesine engel olamıyor. Bu durumda benim yazı da bir ileri, altı geri
hızında bir mehter takımı temposunda ilerliyor. İşte bu sebeple bu alıştırma mahiyetindeki yazı kısa olacak. Bilgisayara geçirmeye sabah on bir civarında
başlarsam, gece dokuz itibarıyla yükleyebileceğimi umuyorum. Aaaah, ah! Kâğıt
kalemin gözünü seveyim. Onları dört parmakla da kullanabiliyorum, ama
bilgisayara dokuz parmak bile yetmiyor. Ne varsa eski, bildik tekniklerde
varmış, gerisi yalanmış kardeşim… :))
Son Not: Bugün de Harry
Houdini’nin 137. doğum günüymüş. Şimdi
Google söyledi. :)) Tüh, bu konuyu da kaçırdık.
Eh, Houdini de bir kaçış ustasıydı.
Demek ki hakkında yazmış bile sayılabilirim. :))
![]() |
LAPP (Light Art Performance Photography) Joerg Miedza ile
Jan (JanLeonardo) Woellert'in bir çalışması
|
Evet, artık eminim!
Sanırım sizlere açıklamanın vakti de geldi.
Arkadaşlar… (Böyle
durumlarda makul bir süre duraklamak lazım. Hem merakı arttırır, hem de konunun
önemine vurgu yapar. Eğer bahsedeceğiniz şey deli saçmasıysa – ki bunu
takdirinize bırakacağım – bu vurgulama büyük önem taşır. Süresi ve kalitesi iyi
ayarlanmalıdır. Ne fazla beklemek doğrudur, ne de az… Ha, ne kadar beklememiz
gerektiğini sorarsanız, kesin bir süre veremeyeceğim. Kaliteye gelince… ehem…
şey… Tamam, derhal konuya dönüyorum.)
Hani her bahar düşen cemreler var ya, işte onlar aslında üç değil, dört tane… Ben bunu çooook önce
keşfetmiştim, ama gerekli ve yeterli araştırmaları yapmadan açıklamak
istemedim. Eh, araştırma yapmak için harcadığım otuz yılda hiç sektirmeden otuz
kez maruz kaldığıma göre demek ki doğru… Önce cemrenin ne olduğunu bir hatırlayalım.
İlkbahardan önce birer hafta arayla havaya, suya ve toprağa düştüğüne inanılan
ısıtıcı kuvvet, kor ateş… Biraz daha araştırınca hikâyesi daha anlamlı bir hale
geliyor aslında.
Eskiler yılı iki bölüme
ayırırlarmış. Kasım ve Hızır. Kasım 180, Hızır 186 gün çekermiş. Bu eski
kasımın günleri şimdiki kasım ayının sekizinci günü başlarmış. Eski kasımın
kırk altıncı gününde başlayan ‘erbain’ kışın en şiddetli olduğu 22 Aralık ile
31 Ocak arasını kapsayan kırk günlük kısmın adıymış. (Zaten erbain de kırk gün
demekmiş.) Halk arasında bu döneme zemheri de denirmiş. Hani düşkün zariflerinin
beyaz giydiği dönem… :)) Kasımın seksen altısında ise ‘hamsin’ girermiş. Hamsin
de anlamı uyarınca (elli gün) 31 Ocak’ta başlayıp elli gün süren bir dönemmiş.
Kasımın doksanına halk arasında ‘kantar ağdı’ denirmiş. (Yani kantar yaza doğru
kaydı manasında…) Kasımın yüzüncü günü ‘geldik yüze, çıktık düze’, yüz ellinci
günü ‘yüz elli, yaz belli’ diye karşılanırmış.
Ama bizi ilgilendiren
günler ilki (cemre-i ûlâ behevâ) kasımın yüz beşinde (19 – 20 Şubat) havaya,
ikincisi (cemre-i sâniye beâb) kasımın yüz on ikisinde (26 – 27 Şubat) suya ve
üçüncüsü (cemre-i sâlise behâk) kasımın yüz on dokuzunda (5 – 6 Mart) toprağa düşen cemreleri işaret edenler. Gelelim benim uzuuuun yıllar süren araştırmamın
sonucuna. Kasımın yüz otuzu ile yüz kırkı arasında bir cemre daha düşüyor, o da benim kafama… Tabii darbeyi kafaya alınca bunun değişik tezahürleri oluyor. (Bu
kadar Osmanlıca sözcükten sonra benim dil de eskidi gitti doğal olarak.) Eğer
benim cemre (ki sıradan gidersek cemre-i râbia beAKA demek icap eder) gece
düştüyse, büyük şehirlerde gökyüzüne hâkim olan o saydam elma çürüğü renginin
arasında ışıldaması gereken, ama fotonları yolda gelirken düştüğünden :))
gözden kaybolan yıldızları görmeye başlamak kaçınılmaz. Gündüz düştüyse, kuş cıvıltılarıyla durumu kurtarma ihtimali daha güçlü. Darbenin şiddetiyle baş
dönüyor, gökyüzü daha mavi tonlarda, ağaçlar daha yeşil görünmeye başlıyor
göze. Derken yürekle akıl farklı yönlere çekiştirmeye başlıyor ruhu. Yani ilk
vuruşu kafaya alsam da benim cemre oradan yaka yaka (malum, kor ateş ya…)
benliğime kadar işliyor ve aklımın ipini çözüveriyor. Eh, benim akıl haddinden
fazla şişirilmiş uçan balonlara benzediği, normal zamanda da pek rahat durmadığı
için yularından boşanınca başını hepten alıp gidi gidiveriyor.
Ezcümle şunu demek
istiyorum: Beni bahar çarptı. Aklım bir karış havada. Yazılarım da bir süre
onun peşinden sürüklenip gidecek gibi görünüyor. Veya isterseniz şöyle ifade
edeyim:
Kantar ağdı, AKA keçileri saldı! Geldik yüze, bu kafayla inşallah çıkarız düze! Yüz elliye çeyrek var, bu
sene yaz AKA’ya biraz dar! Cemre-i ûlâ, cemre-i sâniye, cemre-i sâlise, cemre-i
rabia, kavak yelleri esmeye başladı, yelkenler fora! :))
Alessandro Idili Patrizia Chironi'den 'A
Window on the Sea Rocce Rosse, Arbatax'
|
Ajandam kulağıma fısıldadı;
bu hafta Kütüphane Haftasıymış. 1964 yılından beri martın son haftasında
kutlanıyormuş. Ben öğrenim hayatımdan böyle bir hafta hatırlamıyorum. Ama üçüncü
sınıftayken kütüphane koluna seçilmiştim. Yakama kırmızı kurdelemi taktığım
andan itibaren etrafta gördüğüm iki harfi yan yana getirmiş her türlü şeyin
başında nöbete durduğuma çok kez şahit olan öğretmenim “Madem okumaya bu kadar meraklısın, bari okulun kütüphanesine bakarak ol!” tarzında bir giriş yapmıştı.
Bir yıl sonra bir taraftan tırnaklarımı kütüphane kapısından sökmeye uğraşır,
diğer taraftan “Valla’ bi’ daa çizgi roman okumiica’m. Hep dergilere bakıca’m. Ansiklopedi okiica’m.” feryatlarıma “Okul kütüphanesi kapanıyo’ çocuum!”
şeklinde cevap yetiştirirken bu teklifi yaptığına bin pişman olacağını
bilmiyordu tabii. Eee, on yaşında bir çocuğu kütüphanenin başına koyar, ayda
yılda bir uğrayan öğrencilerin olduğu koskoca bir odada dört duvar dolusu kitapla yalnız başına bırakırsan olacağı budur. Ama yine de hakkımı yememek
lazım; işe önce sözlüklerden başladım ben. İlkokulda kullanmamız için aldıkları
o küçük boy, plastik kapaklı, zamanının çocuk filtresi sayılabilecek bir
anlayışla sansürlenerek basılmış sözlüklerde bulamadığım ne varsa TDK’nın üç ciltli sözlüğünde aradım. Tabii o yaştaki çocuğun merak edeceği şeyleri tahmin
edersiniz. Bütün ayıp!!!! :)) kelimelere baktım. Hayal kırıklığımı tarife sözcükler
yetmez! :))Tam teknelerde adlı adınca rahaaaat rahat kullanılırken sıra
insanlara geldiğinde yok kaide, yok kalça, yok basen denilen bölge konusunu
araştırmaya başlamış, aynı hecenin arka arkaya tekrarlanmasından oluşan :))
sözcüğe sıra gelmişti ki, gözüme başka bir kelime ilişti birden. Porfirit…
Çocuk kafama komik geldi bu sözcük. Anlamını öğrenip sınıftakilere caka satabilirim diye düşündüm. Porfiritin manası şuydu; andezit bileşiminde bir
çeşit püskürük taş. Hmmmmm… Yanardağları öğrendikti zaten, bu püskürük garanti
onlarla ilgili olsa gerek. Ama andezit??? Üçüncü cildi kapat, birinci cildi aç!
Andezit; And Dağlarından esinlenerek isimlendirilmiş plajiyoklazlı bir yanardağ
kütlesi. Hııııı… Ben ne demiştim? Yanardağ var bu işin içinde. Eh, And Dağlarını
da dünya atlasından gözüm ısırıyor. İyi de bu plajiyoklaz n’ola ki? Dağın
yamacında plaj mı aramışlar da, yok çıkmış? Birinci cildi kapat, üçüncü cildi
aç! Plajiyoklaz; dilinimleri birbirine göre eğik durumda kalsiyum ve sodyum
içeren feldspat. Haydaaaa! Hadi dilinim dediğini dilim kabul ettik, gerisindeki
onca kelimeyi ne yapalım? Dur, dur! Kalsiyumu gözüm bir yerden ısırıyor benim.
Her gün içeceksin diye tutturdukları şu turuncu köpüklü suya da öyle demiyo’lar
mıydı? Hani vitamin canııııım. Eh, sodyum da garanti öyle bi’ şeydir, onlara
bakmasam da olur. Ama feldspat?... (Şimdi Wikipedia’daki patinajlarımın kökenine
inmeye başladık işte. Ey Freud, geldiysen üç kere vur! :D) Feldspat, feldspat…
Aha! Potasyumlu, sodyumlu ve kalsiyumlu olmak üzere üçe ayrılan en önemli
silikatlı mineral grubu. Ooooof of! Giderek batıyoruz. Pota suyu mudur nedir, o
da vitamindir kesin. En sonda geçen mineral de zaten vitaminin kan kardeşi… Ha gayret! Demek ki doğru yoldayım. Vitaminli bir yanardağ taşı bu! :)) İyi de ya
silikat? Ciltleri aç, kapa, aç kapa! Kollarım koptu, ama şimdi pes edemem. Neymiş şu… Hah! Silikat; silisik asidin bazlarla birleşerek oluşturduğu tuz. Asidi
biliyorum, yakan bi’ şii. Baz??? Amaaaan! Asitle birleştiğine göre o da onun
yakini olsa gerek. Ah, şu silisik de olmasa şimdi araştırma bitmiş olacaktı.
Ama bu son! Artık buna bakarım, başka da bakmam yani. Eeeee, silisik yok! Hah,
silisik asit varmış. Silikatların asitlerle birleşmesiyle elde edilen zayıf bir
asit.
Ha!!!???!!!
Tabii o zamanlar
“Köşelerin arasına kenar, kenarların arasına köşe denir.” özlü (!) tarifinden
henüz haberim yok.
O, oldu! Sözlükleri
kapatıp kaldırdığım gibi kendimi önce zamanın çocuk romanı olan Kemalettin
Tuğculara, sonra da çizgi romanlara verdim. Gerçi sınıfta çıkıntılık yapan bir oğlana “Porfirit!” diye bağırdım bir keresinde, ama çocuk bön bön bakınca fazla
üstelemedim. Cahil işte!!! Kendi kendini
yakarak oluşturan bi’ şi’li vitaminden yapılma yanardağın kütlesinden dilim dilim kesilmiş plajsız püskürüğü bile bilmiyo’. :)))
![]() |
Jonathan Green'den 'Daughters of the South' Diğer Çalışmaları 1 Diğer Çalışmaları 2 Jonathan Green Studios Ek |
Sözlüklerle hoş bir
başlangıç yapmadığımdan bahsetmiştim. Gene de dargınlığımız uzun sürmedi. Eğer
benim gibi meraklı turşucu sülalesindenseniz, araştırma kaynaklarıyla uzun süre
küs kalamıyorsunuz. İlişkimiz bir dargın bir barışık sürdü, ta ki beyaz kuşe kâğıda
renkli baskılı ara sayfalarıyla aklımızı başımızdan alan Meydan Larousse
ciltleri fasikül fasikül evimize girmeye başlayana kadar. Onlar geldikten sonra
hapşırsak bile sebebini bu, tanesi bir buçuk kilo çeken on iki ciltlik
ansiklopediye sorar olduk. Hatta bir ara sıralamasını bile ezberlemiş, çocuk
tekerlemesi gibi söyler olmuştum. A-Ayr, Ayr-Cis, Cisi-Düra, Dürb-Gari, Gark-Hol, Hom-Kard, Kare-Limo, Limp-Moti, Moto-Peda, Pede-Sara, Sarb-Teçh, Teda-Zith… :)) Derken hayatıma Türkçe ve
Dilbilgisi dersleri girdi. Girmesiyle başıma bela olması da bir oldu. Hadi Türkçeyi
zor bela kotarıyordum da, o dilbilgisine çok kötü içerlemiştim. Dağda, kırda,
bayırda şakır şakır konuştuğum, yazdığım dilin bir takım kuralları olduğu gerçeğiyle yüzleşmek tuhaf gelmişti. Bir anda yapım ekleri, çekim ekleri, tamlama çeşitleri, özne, fiil, tümleç, sıfat, edat, zarf, o kelime ayrı yazılır, bu kelime bileşiktir, imla kuralları v.s. kafamı çorbaya çevirmiş,
bildiklerimden de kuşkuya düşürmüştü beni. Hâlâ bazı kelimelerin edat mı, zarf
mı olduğunu anlayamam. Pardon, ‘ilgeç mi, belirteç mi’ demem gerekiyordu orada,
değil mi? Bir de böyle bir sorunumuz vardı çünkü. Bir yıl Türkçe öğretmenimizle
sesli ve sessiz harfleri öğrenirdik, ertesi yıl gelen öğretmen daha ilk dersten ünlerdi; “Seslilere sesli dediğinizi duymiiim, seslilere artık ünlü denecek.”
Haydaaaa!!! Bu eş anlamlı kelimeler çok çektirdi bizim nesle. Bilmem hatırlar
mısınız, bir zamanlar tutturmuşlardı inkılâp ile devrim aynı şey değildir diye.
O zamana kadar dillerinde tüy bitesiye belletmeye çalıştıkları Atatürk
Devrimleri gerisin geri Atatürk İnkılâpları olmuştu. Yenilerde baktım da TDK
sonunda devrim kelimesine iki anlam yükleyerek çözmeye çalışmış meseleyi. Hem
inkılâp, hem de ihtilal anlamına geliyor şimdi. Seç, beğen, al! :))
Bir de terbiye belasına habire
eş anlamlısı türetilen sözcükler var ki, onların durumu daha vahim. Örneğin
lavabo… “Şimdi terbiyeyle lavabonun ne alakası var?” diyeceksiniz, derhal
açıklayalım. Bu kelime şimdilerde helâ, hadi biraz terbiyeli olalım (!) tuvalet
yerine kullanılır oldu. “Ben aslında oraya gayet doğal bir ihtiyacımı gidermeye
değil, sadece elimi yüzümü yıkamaya gidiyorum.” izlenimi yaratma amacıyla başladık
bu işe. Ama üzgünüm, artık tuvalet anlamı TDK sözlüğüne girmiş. Kibarlık uğruna
yakında başka bir kelime aramamız gerekecek yani. :)) Bakın ne aşamalardan geçmiş
bu münasebetsiz (!) kelime: Kenef, helâ, hacet yeri, ayakyolu, kademhane, apteshane, memişhane, tuvalet, yüznumara, vece (aslında bu bir kelime değil, ama dile
girdi bir kere…) Gelin görün ki; ben hâlâ bir elini karnına, diğerini kaidesine (!) atmış, kafasındaki bütün derileri dudak, burun, iki kaş arası ekseninde buluşturmuş (Şimdi düşündüm de; bu hareketin aynısını kafanın arkasını merkez
alacak biçimde yapacak bir kas yapımız olsa ne güzel olurdu. Yüz gerdirme
ameliyatlarına hiç gerek kalmazdı. Karnınızı içeri çeker gibi yüzünüzü
gerdiriverirdiniz. Hatta hanımlar sırf kafa kaslarını güçlendirmek için bir
jimnastik bile icat ederlerdi eminim. Adı da hazır; kranyofasya… Off, gene
uçtuk. Konumuza dönelim.) bir taraftan inlerken, diğer taraftan kıvranıp duran
birinin “Bi’ lavaboya gidip gelece’m.” dediğini duyunca irkiliyorum. Bizim
bildiğimiz lavabo; üzerinde su muslukları bulunan, porselen, emaye, sac vb.nden
yapılmış, el, yüz, bulaşık yıkamaya yarar, çukur yer veya eşya anlamına
geliyordu ya… Gözümün önüne gelen manzara hiç hoş olmuyor tabii. :))
Bu sadece bize has bir
durum da değil üstelik. Şu Amerikalıların Afrika’dan kaçırıp getirerek köle olarak alıp sattığı ve çalıştırdığı insanlara verdiği isimleri bir düşünün;
köle, zenci, evlat, arabiko (nigger), siyah, esmer (colored), Afrika kökenli
Amerikalı… (Daha pek çok var da, bunlar resmi olanlar…) Masum kelimeleri alıp
kirlendikçe (aslında kelime değil, anlamı kirletiliyor, hem de o kelimeyi öneren insanoğlunun kendi eliyle) değiştirmek, fakat kafaları değiştirmemek tüm
insanlığın ortak hastalığı yani…
Neyse biz konumuza dönelim. Sahi konumuz neydi?
Hoppalaaaa! Biz ne zaman
ve nasıl sözlüklerden buralara geldik? E, ama siz de hiç uyarmıyorsunuz. :))
![]() |
Petr Kratochvil'in Matej Krén'in 'Idiom'unun fotoğrafı (Book Tunnel) Petr Kratochvil'in Diğer Çalışmaları Matej Krén'in Sitesi Book Tunnel (Idiom) |
Son günlerdeki yazılarımı
okuyanlar “Vay be! Okumaya ve araştırmaya bu kadar meraklı olduğuna göre, kim bilir
ne çok inceleme-araştırma kitabı, yazısı, yayını okumuştur. Pırıl pırıl
aydınlanmış, etrafına ışık saçıyordur.” :)) diye düşünüyor olabilirler. Yalnız
o önermenin ‘X okumaya meraklıdır. X araştırmaya meraklıdır.’ kısmı doğru
olmakla birlikte, ‘Öyleyse X okuyarak araştırmaya meraklıdır.’ kısmında mini
mini birkaç :) pürüz var. Mantık bilimi insan soyunu anlayıp açıklamakta her
zaman başarılı olamıyor maalesef. İnceleme-araştırma yayınlarını okuma
konusunda müteaddit defalar yaptığım girişimler hep hüsranla sonuçlandı. Hem de
beni bu tip şeyleri okumaya yönlendiren sebebin ta kendisi yüzünden…
Anlamadınız tabii. :)) Şöyle açıklayayım; eğer bana bir inceleme araştırma kitabı verir ve sonuna kadar soluksuz okumamı isterseniz, içindeki bütün alıntı
dipnotlarını karalamanız, arkadaki kaynakça listelerini yırtıp çıkarmanız
gerekiyor. Güzel güzel okurken o referans rakamlarını görmüyor muyum, gözüm
dönüyor. Bırak! Bakma! Geç git, değil mi? Hayır! Muhakkak o referans
numarasının gösterdiği alıntı maddesini okumalıyım. E, hadi onu da gördün, dön,
okumaya devam et! I-ıh! Mümkün değil. Diyelim ki madde şöyle bir şey olsun:
Abuziddin Ziyaefendioğullarından’ın Mahşerde Ekose Tutulmalar isimli eseri 3.
Baskı Böl. 3, Sf.137. Önce kim ki bu
Abuziddin Ziyaefendioğullarından, diye başlanır. Ansiklopediler taranır. Son
zamanlarda bilgisayar çıktı, mertlik bozuldu. Abuziddin Efendi bir de
google’lanır. 150000 sonuçtan en az beş yüz tanesine tıklanır. Aynı kaynaktan kopyalanmış
hiç değişmeyen metin üç yüz elli yedi kere tekrar tekrar okunur. (Ya aralara
bir cümle, bir kelime ekledilerse… Ya o kelime her şeyi açıklıyorsa…) Yazarın araştırması
biter, kitabınki başlar. Bilumum internet satış sitelerinde (tabii satışa sunulan
bir kopyası varsa) konu ve fiyat araştırması yapılır. Kitap hakkında azami
bilgi edinildikten sonra ne kadar yayınevi, kitapevi varsa hepsi dolaşılır ve
zari zari kitap aranır. Kazara bulunursa tozlu depodan kitabı kan ter içinde
getiren satıcıya iki elinin tırnaklarını kemirtecek kadar uzun bir süre sağı
solu yoklanır. Alıntıda bahsedilen baskısı değilse burun kıvrılarak kitapçının
kalbine indirilir. Doğru baskıyı getirmek için depoda debelenmekten hışırı
çıkan satıcımızın ‘Hadi ama artık!’ şeklindeki oflayıp poflamalarına aldırmadan
kitapta alıntılanan bölüm aranıp bulunur. Kitapçı ayak tırnaklarına başlamışken
kitabın o kısmı ‘Şöyle bir bakıyorum.’ havası verilerek okunur. Eğer orada da
referans numaraları varsa, bakmamaya çalışılır. Amaaaa eğer o bölüm kitapta
başka bir bölüme gönderme yapıyorsa, oraya bakmak asla ihmal edilmez. Bütün
gerekenler yapıldıktan sonra artık kitap raflarını ucundan dişlemeye başlamış
olan satıcıya “Siz bu kitaptan çok satıyo’ musunuz?” benzeri manasız sorular
sorulur. Keman teli gibi gerilen sinirlerinde gezinmek için arşe niyetine “Ben
aslında bi’ arkadaşa bakıyo’dum. Ama şimdi onda varsa, ben bi’ daa almiim. Kendisine
soriim de önce.” cümleleri kullanılarak adamın dikkati dağıtılır ve kapıya
doğru yengeç modeli bir yürüyüşe başlanır. Satıcının arkadan sıraladığı; “Yeni
çıkan modellerimize baksaydınız. Bunun büyük ve küçük bedenleri de vardı.
Burası hazır giyim mağazası ya… Rengini beğenmediniz her’alde.” şeklindeki çemkirmelere
aldırmadan dükkân terk edilir. Eve dönülür. Meşhuuuur inceleme-araştırma
kitabında okunulan kısım çoktaaaan unutulduğundan yeni baştan başlanır. Ama neyse
ki malum referans noktası artık gönül rahatlığıyla geçilebilir. Memnun mesut
okumaya devam edilir. Ta ki üç satır aşağıda ikinci bir kaynak numarası görene
kadar.
Eh, bu tempoyla benim bir
araştırma kitabını okumam üç yıl sürdüğü ve bu arada kitabın içerdiği bilgiler
zaman aşımına uğradığı için konuyla ilgili takıntılı özrümü kabul etmek ve
kendimi yukarıda yazdığım bütün zevklerden :)) mahrum etmek zorunda kalıyorum.
![]() |
Kütüphaneler hep gözüme
ibadethane gibi görünmüştür. Malum, içeride yüksek sesle konuşulmaz. Herkesin
başı önde, yüzlerinde huşu (aslında ‘Ne diyo’ bur’da yaaa?’ ifadesi) tefekküre
dalmış ulemaya benzerler… Genelde eski, yüksek tavanlı taş binalarda
konuşlandıklarından duvarların rutubetli ekşi kokularına eskimiş kâğıdın ve
cilt tutkallarının genizde tatlı bir bir his bırakan vanilyamsı kokusu karışır,
hatta bir tütsü gibi üstünüze başınıza siner. Bir de, her ne ararsanız arayın
(kaynak kitap, araştırma yayını, gazete dergi v.b., edebiyat, sessizlik, huzur,
halden anlayan bir kütüphaneci) mevcudu hep bitmiştir. Sıradan bir kitap sorarsınız;
ya kapıdan içeri hiç uğramamıştır ya da sekiz ay önce birine verilmiş, bir daha
kendisinden haber alınamamıştır. Kütüphanecinin yüzünde isyana benzer bir ifade
ararsınız, sizinkini yankılasın da hiç olmazsa aynı acıda (!) birleşin diye.
Ama o, gözlerindeki yorgun ve tevekkel anlatımla haklı görmek şöyle dursun,
sizi suçlu çıkarır adeta. Hatta bazı memurlar bir ileri aşamaya geçip düpedüz umursamazlığa vurur işi. Kitap yoktur. Peki, muadili olabilecek bir şey? O
nereden bilsindir. Katalogdan bakmak mümkün mü? Hayır, memurun bulunduğu kısma geçmek zinhar yasaktır. İdare yasaklamıştır, onun suçu yoktur. Birkaç yazar
ismi verecek olursunuz, ille de kitap ismi ister. Hadi, bir yazar olsa neyse…
Kitaplarını döksün önünüze. Ama bir sürü isim sayınca mümkün değil. Kütüphanede
in cin 4-4-2 taktiğine çalışsa da, onun ocakta yemeği vardır. Genel bir konu
başlığı verirsiniz, ya duymazdan gelir ya da bir anda kara cahil kesilir. Ha,
olayı inada bindirir kendi işinizi kendiniz görmek için rafların arasında
gezinmeye kalkarsanız, on beş dakikaya ensenizdedir. Kitaplara bakarken gürültü
yapmışsınızdır, ayakkabılarınız gıcırdamaktadır, hatta hareket halinde olmanız
kütüphanedeki mağmum havayı şahrem şahrem (kültür başka şey azizim)
parçalamaktadır. “Tabii onlara da hak vermek lazım. Kim bilir kaç çeşit insanla
karşılaşıyorlardır.” diyerek her kütüphaneciyi aynı kefeye koymadığımı
belirteyim. O yüzden ben kütüphaneleri hep bana rastlayan işgüzar memurları ve
eksik diş sistemiyle kataloglanan mevcutlarıyla (Aaa, bir de o vardır.
Üniversite kütüphanelerinde genellikle çok kaliteli tahtadan yapılmış,
eskilikten cilası kararmış, mini mini çekmeceli katalog dolapları vardır. A
çekmecesini açarsınız; birinci kart Ayrton, ikinci kart Adam Smith’dir. Sonra
sırasıyla Madam Curie, Cahit Arf ve Nietzsche gelebilir. :D ) kitap satın
alınamayan, sadece alınabilecek kitapların araştırması yapılabilecek bir
kitapçı olarak kabul etmişimdir. Epeydir kütüphaneye gitmiyorum. Herhalde değişmiştir bu koşullar.
Ama benim kütüphane
konusundaki favorim çeşitliliğini ancak bugün idrak edebildiğim evimdeki kütüphanedir. Dört tane portakal kasası tahtasından çatılıp, berbat bir
kahverengiye boyanmış o kitaplık yedi / yirmi dört açıktı bir kere… Üstüne
üstlük yaş tahdidi falan da yoktu. On iki yaşımdayken Genç Kızlar’ı iki yıl
önce okuduğumu ağzımdan kaçırdığım öğretmenim kalpten gide yazınca salmıştım
manzarayı. (Allahtan o zamanlar veliler zırt pırt okula çağrılmıyordu. :D ) On
üç yaşında ‘hiç konuşması olmayan roman’ diye :)) Sartre’a bulaşıp bayılana limon, ayılana gazoz metoduyla güç bela bitirdikten sonra kendimi nasıl da
büyümüş hissetmiştim anlatamam. Tek kelime anlamamıştım, ama olsun. :))
Gene de en sevdiklerim
kurgu kitaplardı. Bizim kuşak o sıralarda basılan çocuk kitaplarından Pal
Sokağı Çocukları, Son Mohikan, Orman Çocuğu ile başlayıp Heidi, Mary Poppins,
80 Günde Devr-i Âlem gibi dönemin çocuk klasikleriyle devam etmişti. Oflaya
poflaya Ömer Seyfettin de okuyorduk, ama Doğan Kardeş Dergisinde hikâyelerinin çizgisine bir göz atmak daha çok işimize geliyordu. :)) Sonra çocuk avantürleri
girdi ufaktan devreye… Küçük Fantoma’lar, Minik Afacanlar v.s. Ama eminim ki hiç kimse Oscar Wilde’ın Narlı
Bahçe adıyla toplanan kısa hikâyelerini Gülten Suveren’in çevirisinden
okuduktan sonra gecenin bir yarısında elinde tahta saplı, koca ekmek bıçağı
(aslında yeşil yılan derisinden yapılma bir kabzası olmalıydı, ama o kadar
kusur kadı kızında da olur), arkasını pencereden ışığı vuran mehtaba dönmüş,
ayaklarının dibindeki gölgesini kesmeye çalışırken ev ahalisine yakalanacak
kadar avantür düşkünü olmamıştır.
![]() |
aka-palodtusme + Photoshop'tan bir 1 Nisan Balığı
|
Önünde bir yıldıza çıktık.
Gecelerdir kalbimde şu gece çirkin nisan konuşması okuyayım, güzün gidişine ağıt
yakan son bir gece dolu gitmesin demeyerek ayak çöktürdüm, elbette kime dert…
Asgari kötüsü biricik farksız canlılardan susmak. “Düşman ona nisan saçmalığı bağışlama!” demeyerek dışarıda eksi dört dursam, başkalarını evlerde tutsam
mutlaka nisan zararı olmaz mı?
Ne o? Anlamadınız mı? Bir
Nisan şakası yapıp yazımı tersine çevireyim, ayrıca ‘bir’ yerine ‘nisan’,
‘nisan’ yerine de ‘bir’ kullanayım dedim. Aslı şöyle olacaktı:
Sonunda nisan ayına
girdik. Günlerdir aklımda o gün güzel bir yazı yazayım, baharın gelişini
müjdeleyen ilk nisan günü boş kalmasın diye kafa patlattım, ama ne çare… En
iyisi tamamen farklı şeylerden bahsetmek. “Yar bana bir konu medet!” diye evi
dört dönsem, kendimi sokaklara atsam acaba bir faydası olur mu?
Olayın ruhuna uygun bir
şey yapabilmek o kadar zorlaştı ki, bari zorlamışken iyice uçalım dedim. İyi
demiş miyim? Tamam, tamam! Yüzlerinizden anlaşılıyor ne kadar eğlendiğiniz.
Gülmekten karnınıza ağrılar girdiği için mi yüzleriniz yeşile çalıyor yoksa?
Hani bilmesem deniz tuttu diyeceğim. Efendim? Yazı mı tuttu? Teessüf ederim!
:))
İyi de her şaka
eğlendirecek diye bir kaide yok ki. Hatta bazen ağlanacak şeylere bile kıvrana
kıvrana güldüğü oluyor insanın. Örneğin meclisin yarısı kadın olsun diye şarkılar bestelenen bir ülkede gayet makul (!) sebeplerle yüksek öğrenim sınavında haremlik selamlık uygulanabiliyor. Hani bu ne perhiz, bu ne lahana
turşusu kabilinden… Konuyu değiştirelim. Bugün 1 Nisan. Eğlenceli şeylerden bahsedecektik unuttunuz mu? Cık cık cık! Bir haftadır çocukluğumun kitapları,
kütüphaneleri diye kafanızı ütüleyip durdum da bu sabah birden aklıma geldi.
Biz çocukluğumuzu böyle hoş hatırlarken, aynı dönemi yaşayan büyüklerimiz nasıl hatırlıyorlardı(r) acaba? Basit bir örnekle açıklayayım söylemek istediğimi.
Mesela her sabah sobanın yakılması benim açımdan tam bir görsel şölendi.
Törensel bir yanı vardı öncelikle. İlkin gazete kâğıtları kıvrılıp en alta
yerleştirilir. Üzerine varsa çıralar çatılır. Sonra gazete kâğıtları tutuşturulur ve çıraların alev alması beklenirdi ki odunlar yerleştirilsin. Odun dediysek, önce ince dallar atılacak. Yoksa boğulur, söner ateş. Tabii
geceden kalan külleri temizlemek lazım. Çoğu sobanın dışarıda bir kolu vardı
külü aşağıya dökebilmek için. Büyükler onu öyle bir hırsla çekiştirirlerdi ki,
biz çocuklara bu işi büyük bir zevkle yapıyorlarmış gibi gelirdi. (En azından
bana öyle gelirdi. :D ) Hele de o küllere dokunmak… O, un benzeri uçucu
yumuşaklığa sahip küllerle oynamak… Yüz, göz, kılık, kıyafet, köpeklere ziyafet…
:)) Soba tüterse ayrı bir şenlik başlardı. Havalandırmasının (hani şu meşhur
reklamdaki gibi) kapalı unutulduğu anlaşılana kadar evde göz gözü görmez hale
gelirdi. Bir de çamaşır falan varsa ortalıkta, bir anda çil yavrusu gibi
dağılıverirdi ev halkı. En ağır olanımız bile keklik gibi sekerdi “Aman küller, isler eşyalara konmasın!” diye.
Pencereler açılır, ısıtılmak istenen odaya demir kokulu, buz gibi, burun sızlatan bir kış havası dolardı. Sonra her şeye en başından başlanırdı. İşte
bütün bunlar benim için bir fener alayı kadar eğlenceliydi o yıllarda. Oysa
büyükler o sırada içlerinden ve / veya dışlarından söyleniyor, çırpınıyor,
endişeleniyor, bıkıyor, kızıyor, haykırıyor olurlardı. Şimdiki çocuklar da
bugünleri bizim çocukluğumuzu hatırladığımız gibi güzel ve hoş zamanlar olarak hatırlayacaklar muhtemelen. Biz ise endişeleniyor, kızıyor, bıkıyor,
çırpınıyor, söyleniyor, haykırıyoruz. Yani bunca senedir değişen bir şey olmamış. :))
Öff! Güya bu yazı neşeli
olacaktı. E, idare edin artık. Ne de olsa bugün 1 Nisan…
![]() |
Aya Kato (加藤-綾)'dan 'Rapunzel' Diğer Çalışmaları Sitesi Tori Amos'tan Katolu 'Sleeps With Butterflies' klibi |
Size de olur mu bilmem…
Hani artık saçınızı kestirmenin zamanı gelmiştir. Kafanızdaki o yaramaz telleri
ne kadar tarasanız, fırçalasanız, şekil vermeye çalışsanız da onlar kendi
bildiğini okumakta, fazla radyasyona maruz kalmış cehennem zebanisi misali her
taraftan bir boynuz üretip başınızın çeşitli noktalarında seyre sunmaktadır.
Eh, berbere kirli saçla gidilmez diye banyo yapıp saçınızı şöyle bir kurutarak
kırkılmanın :)) yolunu tutarsınız. O, her kusuru bire bin katarak gösteren kuafördeki
aynaların önüne oturduğunuzda ise gözlerinize inanamazsınız. Haftalardır şekle şemaile girmeyen saçlarınız başınızda gayet derli toplu, akıllı uslu arz-ı endam etmekte, günlerdir feri kaçmış gözler gibi donuklaşan, uçları kılı kırk yarmanın destanını yazmış gibi görünen her bir telinden sıhhat ve pırıltılar fışkırmaktadır. Tepenize dikilip “Nasıl bir kesim istersiniz?” diye sual eden
kırkıcınıza yutkunarak bakarsınız, “Azıcık bekle de bari şu muhteşem manzaranın
keyfini bir müddet daha çıkarayım.” gibilerinden. Ama adam (ya da kadın) çoktan
parmaklarını o gümrah (!) yığına sokup mıncıklamaya başlamıştır.
İşte hayat da bazen böyle
bir seyir izliyor. Yaptıklarınızdan, çevrenizden, olduğunuz kişiden en çok sıkıldığınız anda sağını solunu düşünmeden radikal kararlar almaya başlarsınız
ya… Tam da o sırada ayak bileğinize zincirli bir gülle gibi ardınızdan
sürüklediğinizi sandığınız hayatınız bir cilve yapıp aklınızı çelmeye çalışır.
İşinizden memnun mu değilsiniz? Yeni imkânlar mı araştırıyorsunuz? Her şeye sıfırdan başlamayı göze alarak size daha ilginç gelen bir alana geçmeye mi
karar verdiniz? İlk adımı attığınız gün ya patron çağırıp ‘Sana zam yaptım’ veya ‘Seni terfi ettiriyorum.’ der, ya birlikte çalıştığınız, ama o güne kadar size
rakip olduğunu zannettiğiniz kişiler söz birliği etmiş gibi sizi ballandıra ballandıra üçüncü kişilere övmeye başlar ya da ev sahibiniz gelip kirayı
arttırdığını veya Almanya’dan oğlunun geleceğini haber verir. Evet, biliyorum.
Bu son söylediğim formata uymuyor, ama dedik ya; kuaför ellerini muhakkak o güzelim saçlara sokacaktır. :)) Sonuçta yaptığınız iş değiştirme planından 180
derece çark etmenizi bu da sağlamazsa ne sağlar?
Bugüne kadarki
yazılarımda ben bunu o kadar çok yaşadım ki… Tam “Artık yazılar tavsamaya
başladı galiba. İnsanları bıktırmadan bıraksam mı?” diye düşünmeye başladığımda
okuyucularımdan veya o ana kadar okumayıcım :)) olup o gün ilk kez okuyucum olanlardan biri çıkıp pohlarıma zam yaptı. Tam “Bu yazı iyice zırva olmuş.
Artık şişirme şeyler yazmaya başladım galiba.” diye şüphelere düştüğümde bir başkası o beğenmediğim yazıyı göklere çıkarttı. Tam “Hep aynı şeylerden
bahsediyorum ya. Dönüp dönüp birbirine benzeyen şeyleri okumaya kim daha fazla
tahammül edebilir?” dediğim anda Facebook fotoğraf ve yazı yükleme özgürlüğümü bir işkenceye dönüştürdü. Haftalardır bir tek fotoğraf ve altına sadece bir A4 kâğıdı
dolduracak kadar satır yükleyebilmek için her gün en az iki saatimi
bilgisayarla göbek bağım varmış gibi geçirmeye başladım. Yani kuaför o canım saçları tarumar etti bir kere, kestirmekten başka çare yok. O yüzden bu son
yazıyı yükleyip Face’in aklı başına gelene kadar ara vereceğim. (Eminim
Facebook’un, geliştiricilerinin ve çalışanlarının dizleri tir tir titremiş, dişleri
takır takır birbirine vurmuş, kafalarındaki bütün saçları – bu saç konusuna da
taktık :) – dikilmiş, sayıyla kendilerine gelmişlerdir bu müthiş tehditten
sonra. :D )
Artık bu defaki yükleme
kaç saat sürer bilemem, ama lamı cimi yok, katlanacağım son bir kez. Umarım
Facebook’taki bu iyileştirme (!) çalışmaları çabuk biter. Bu arada sizler de
benden biraz tatile çıkmış olur, normal yaşantınıza geri dönme fırsatını
bulursunuz. :))) Bu benden kurtulmak için son şansınız zaten. :D
Tekrar buluşmak dileğiyle
şimdilik hoşça kalın.
![]() |
Robert Buelteman'nın Kirlian Yöntemi ile çekilmiş 'Bull Thistle' isimli fotoğrafı Çalışmalarından bazı örnekler Sitesi |
“N’apıyo’sun sen öyle?”
“Hiiiiiç!”
“Nassı’ hiç? Kafası kesik tavuklar gibi döneniyorsun
sabahtan beri…”
“Iııııyyyyy! Bu laf da oldum olası içimi kaldırır.
Deme öyle!”
“Hıııı, doğru ya! Tavuklar kafaları kesilmeden, öööle kendiliğinden
but, göğüs, kanat haline geliyordu. Unutmuşum. Zaten etler de ambalajlı olarak
ağaçlarda yetişiyor. Bonfile, pirzola, kıyma falan raflarda hiçten var
oluyorlar, di’ mi?”
“Hoppalaaa! Bir dokun, bin ah işit!”
“Ama Metin Akpınar’ın kurbanın nasıl kesildiğini
ballandıra ballandıra anlattığı sahneye katıla katıla gülersin.”
“Akpınar mesleğinin piriyse, ben n’apayım?
Dayanamıyorum, gülüyorum tabii. Hem seçici algı diye bi’ şey var di’ mi?”
“Aman, iyi! Sen şimdi bırak seçici algıyı, sı…”
“Hişşşşt! Sakın! Katı atık boşaltım fiilinin o şeklini
konuşmalarımıza almıyoruz artık. Bunu nasıl kâğıda dökerim ben?”
“Sen bunu yazıyo…”
“Detttt! Duymiiim!”
“Neyi duymayacaksın? Ya…”
“A – a – a – a – a! Diline biber sürerim.”
“Ya…”
“Dur diyorum! Devam edeyim deme! Bak, çok kötü olacak
yoksa!”
“Sen ne diyo’sun allasen?”
“Hah! Bu şekilde sor, ciğerimi ye!”
“Öğğğ! Az önce ne demiştin kafası kesik tavuklarla
ilgili?”
“Amaaaan! Ağız alışkanlığı işte! Demek istiyorum ki;
böyle soruya canım kurban!”
“Ha, yani bu daha iyi oldu şimdi, di’ mi?”
“Öffff! Sen anladın benim ne demek istediğimi.”
“Valla’ aslına bakarsan, anladıysam Arap olayım. Oh
be! Sonunda şiddet içermeyen bir deyim bulabildik. Gerçi buna da ırk
ayrımcılığı yönünden karşı çıkanlar olabilir. Hadi dönüştürüverelim! Anladıysam,
karbonlaşayım. Allahtan elementler daha dile gelmedi.”
“Ne geveliyo’sun sen or’da?”
“Diyorum ki; sabahtan beri evde dört dönüyorsun. İşin
aslı, bir haftadır huzursuzsun. Kendini nereye atacağını şaşırdın sanki. Evi
günde üç vakit kırklıyorsun, her gün markete gidip haftalık alışverişe
kalkışıyorsun (dolaplarda yer kalmadı bilesin). Bir türlü fırsat bulup okuyamadığından şikâyet ettiğin bütün kitapları dört günde hatmettin. Bu sabah
sehpalarla birlikte benim tozumu alırken hapşırdığımda ise tam ‘Çok ya…”
“Sakın!”
“İşte ben de bunu diyorum. Hapşıranlara söylenen o
dileğin ortasında aniden susup odana kapandın. N’oluyo’ ya…”
“Söylemeeeee!”
“Neyi?”
“Y harfiyle başlayıp A ile devam eden, sonra da Z’nin
peşine bir I takan o korkunç kelimeyi! Aklımdan bile geçmemeli!”
“Tövbe, tövbeeee! Niye ki? Aklına gelse n’olacak ya…”
“Sus! Bir
hatırlarsam, elim kaleme gidiverecek. Onunla kalsa yine iyi… Kalem derhal kâğıda
haber verecek. İkisi bir araya geldi mi, benim o – tüm lanetler üzerine olsun –
dört harfliden başka çarem kalmayacak.”
“E, sen aylardır
ismi lazım değil, o dört harfliyle uğraşmıyor muydun?”
“Uğraşıyordum. Hatta bağımlısı olduğumu bile ima
etmiştim bir keresinde. Ama o Face yok mu, o Face…”
“Neys???”
“Facebook canıııım! Sosyal paylaşım – sevsinler!!! –
sitesi…”
“Ha????”
“O ismi lazım değilleri paylaşaca’m diye kaç haftadır
bilgisayarıma avaz avaz bağırıyorum, sen biliyo’ musun?”
“Pek değil. O konuya en fazla vakıf olan benim kulak tıkaçları aslında…”
“Bütün gün düşün, tasarla, kâğıtla kalemi buluştur, karala bi’ şi’ler. Tut, bilgisayara geçir. Tam ‘Oh be! Çoğu gitti, azı kaldı.’ derken
‘Yükleme esnasında bir hata oluştu. Daha sonra tekrar deneyin.’ mesajı…”
“Mesaj???”
“Veya ‘Yükledim, ama enim dar. Bu ara gösteremem, bi’
dahaki sefere inşallah.’ tavrı…”
“Ne tav...”
“Ben de onu diyorum işte! ‘Ne? Kim? Nasıl? Hangi fotoğraf? Fotoğraf altındaki metin mi? O da ne? Benim ilkokulda Metin diye bir arkadaşım vardı, yoksa onu mu söylüyo’sun?’ üslubu…”
“???!!!???”
“Hiç biri değil de... ‘Yok öyle bir fotoğraf kardeşim
burada!’ gibi; ‘Yüklüyoruuum, yüklüyoruuuuum, yüklüyoruuuuuuum… Yükleyemedim!’
gibi; ‘Sayfayı kaybettim, ama hepsi senin suçun. Ben sana yükleme sırasında
sakın kımıldama demedim mi? Tam konsantre olmuştum, sen tuttun burnunu kaşıdın.
Hiiiiiç inkâr etme, gördüm!’ gibi mesajlar karşısında pes ettikten yarım saat
sonra aynı fotoğraf, aynı metin, aynı yorumdan üç tane olduğunu keşfetmek var
ya… Bir insanın sinirleri daha ne kadarına dayanabilir ki?”
“Valla’ seninkileri bilmem, ama benim sinirler laçka! Huuuuuu!
Ne diyo’n hemşeriiiiiim?”
“Yazı yazmayı unutmam lazım, diyorum. Yazınca
arkasından otomatik olarak paylaşma arzusu doğuyor, diyorum. Paylaşım sitesinin
bu aralar paylaşmaktan sıdkı sıyrıldı, diyorum. O sıdkını sıyırınca, ben de
balatayı sıyırdım, diyorum.”
“Haaaaa!!! Öyle desene! Peki, sen şimdi bunları da
yazacak mısın?”
“Yazdım bile!”
“Hepsini mi?”
“Hepsini!”
“Eeeee?”
“Yemekler dolapta, ısıtır yersin. Ben yarın sabaha kadar erişime kapalı olacağım. Baktın ağzımdan köpükler geliyor, bilgisayarı
fişten çek! Yapamazsan da çok üzülüp ağlama, helvam bol şekerli olsun! Hadi
hakkını helal et!”
![]() |
Jill Greenberg'ün 'Shock' isimli çalışması Sitesi |
Yazılarımı paylaşma konusunda yaşadığım aksilikler
daha önce hiçbir şeyin yapamadığını yaptı, yazmaya sırt çevirmeme yol açtı.
Face’i bu sebeple dava etsem tazminat olarak kaç poh kazanırım acaba? Teknik
açıdan her gün en az dört pohum vardı, grubun yöneticileri sağ olsun. :)) Beş
gün oradan, dört gün şuradan desek… Dokuz kere dört etti mi… ııııııııı… kaçtı ya dokuz çarpı dört? Ayıp bana! İlkokulda kerrat cetvelini ilk ezberleyenlerden
biriydim oysa. Bir tek yedi kere sekizle, sekiz kere yediyi birbirine
karıştırırdım. :)) Ama sonra öğrendim ki
zaten ikisi aynı şeymiş. Yedi kere sekiz kırk iki! Sekiz kere yedi yine kırk iki! N’oldu? Bi’ hoş bakıyorsunuz. Kırk iki değil mi? Elli dörttür o zaman.
Aman ya, tamam! İtiraf ediyorum; kerrat (İlkokul öğretmenim bu kelimeyi pek
severdi, kerataya geçmesi kolay oluyormuş. ‘Bir kerrat cetvelini bile
belleyemedin kerata!’ en sevdiği laftı.) cetvelini unuttum. William Lipscomb (bu
ay 91 yaşında ölen Nobel ödüllü kimyager – sağ olasın Do You Recognize Me -)
bile ilk on elementi sayamadı diye lisede kimyadan kırık not almış. Einstein’ın
durumu zaten malum. E, bu beni nereye yerleştiriyor dersiniz? (Şu zeytinyağının özgül ağırlığını çokkkk seviyorum.)
Biz buraya nereden geldikti? Hah, poh hesabından! Face’den maddi olarak en az otuz
altı, manevi olarak bir milyon poh alacaklıyım. İşin içine maneviyat girince,
iste isteyebildiğin kadar, malum. :))
Şaka bir yana, eskiden yazı tutkusu, isteği, iradesi –
artık ne derseniz deyin – vardı, konular arkadan yetişiyordu. Şimdi konular önümde
fener alayı yapıyorlar, hatta arada havai fişek bile atıyorlar, ama elim kaleme
gitmiyor. Çünkü Face’deki o sinir harbini kaldırmıyor artık ruhum. Son günlerde
en sevdiğimiz (!) sitemizde yapılan yorumların bile artık kendi hayatları var
adeta. Üstelik pek hovarda yaşıyorlar.
“Alooooo! Yarım saat önce senin bağlantına bi’ yorum yazmıştım,
ama bulamıyorum. Sen gördün mü?”
“Gördüm, gördüm. E-postayla geldi. Ben de hemen cevap
vereyim diye sayfayı açtım, yok. Eh, anca gelir, yolda bi’ yerlere takılmıştır,
geçen gün bi’ elbise beğenmişti onu denemeye gitmiştir, sinemaya girmiştir,
yeni açılan devasa AVM’de kaybolmuştur, barda kafayı çekiyordur, yolda trafik
tıkanmıştır falan diye düşünerek biraz daha bekledim. Ne gelen var, ne giden.
E-postadaki bağlantıya tıkladım, boş sayfa açıldı. Bi’ da’a… I-ıh! Haydi bakalım,
son kez… Bu defa da bağlantı var, altındaki tüm yorumlar sırra kadem basmış.”
“Belki de üyelerimiz yüz yüze görüşmeyi ihmal
etmesinler, onu da yapamıyorlarsa telefonda konuşsunlar diye düşünmüştür Face.
Son günlerde arkadaşlık ilişkilerinin sosyal paylaşım sitelerine paylaştırıldığını söyleyip ağlaşıyorlar ya her yerde, sonunda böyle bir çözüm
buldular zahir.”
“Zaten kendi isteğimizle tıpış tıpış girdiğimiz,
yapmakta oldukları veya yapacakları geliştirme (!) çalışmalarının bizi
etkilemesine daha baştan paşa paşa izin verdiğimiz (O uzuuuuuun İngilizce
‘Koşullar’ metnini okuyan kaç kişi vardır ki? Ayrıca okusa n’olacak?) bir
sitede eski çamların bardak olmasına niye bu kadar ağıtlar yakıyorsak…”
“Ay, dur, dur! Geldi benim yorum.”
“Deme! Tamam! Ben kapatıyorum şimdi. Hemen senin
yorumuna bi’ yorum yazaca’m. Sen bir iki saat beklersin. Baktın hâlâ
göremiyorsun, bi’ telefon aç! Ay, bak ne iyi oldu! Bu vesileyle konuşmuş, çok önemli saptamalarda bulunmuş olduk. Sahi çoluk çocuk nasıllar?”
“Sayın abonemiz, görüşmeniz bitince telefonunuzu
kapatmayı unutmayınız. Sayın abone…”
“Aaaa! Suratıma kapatmış ayol.”
Ezcümle; Face, ben sana küstüm. Boz! :))
![]() |
Vitali S. Aleksius'tan 'Choronoscape Thunderstorm' Diğer Çalışmaları Sitesi |
Bir zamanlar Hoş Memo adında bir karikatür bandı
yayımlanırdı. Al Capp’ın Li’l Abner isimli çizgi dizisinden ithal edilmiş,
dâhiyane bir Türkçeleştirmeyle bizde görücüye çıkmış ve pek tutulmuştu. Orada
bizim ‘talihsiz hacı’nın Amerikan sürümü olan Felaket Ahmet (orijinalindeki adı
Joe Btfsplk :D ) diye bir karakter vardı.
Tepesinde devamlı yağmur bulutuyla gezer, ne kadar uğursuzluk varsa başına toplardı. Nereden çıktı şimdi bu geçmişe özlem, diyeceksiniz. Açıklayayım.
Efendim, kendini Acemi Anneler Ödülü’ne birinci sıradan aday göstermek isteyen validem
beni doğurur doğurmaz zapt-ı rapta almak idealiyle altı saatte bir beslemeye
başlamış. (Hani Nasrettin Hoca’nın eşeğini alıştırdığı gibi…) İlk kontrolümde
doktor benim fırında fazla kalmış sufle misali (aslında buraya cuk oturacak bir
deyim var; yoksullar ve burun akıntılarıyla ilgili, ama şimdi çok amiyane
kaçacak :D )beşiğe yapışıp eeeele yattığımı görünce acilen kutu mama yazmış
reçeteye. O yıllarda (M.Ö. 1500 civarı :D ) şimdiki gibi yeşil elmalısı, çileklisi, gül kokulu olup da içinden çikolata parçaları çıkanı falan yok bu
nesnelerin. Mamanın ma’sı bile karaborsa… Bizimkiler hısım, akraba, eş, dost
çil yavrusu gibi şehre dağılıp benim mamayı Kaf Dağı’nın ardında bulmuşlar. Ben
kundak bezinden bozma kefenimi yırtana kadar da bu mama arama tarama ekibi yedi
yirmi dört çalışmış. Ne zaman doktor ‘Tamam, artık normal beslenmeye
geçebilirsiniz.’ demiş, o gün bizimkilere her arayışlarında kan ağlatan o mamalar
mahalle bakkallarına düşmüş. Hayata ilk adımı böyle atınca gerisi de benzer
şekilde geliyor tabii. Çocukken pencereden bütün arkadaşlarımın dışarıda bağır çağır oynadıklarını görüp yalvar yakar sokağa fırladıktan iki dakika sonra
diğer çocukların anneleri teker teker pencereye uğrar, acilen lavaboya (!)
yetişmesi gereken müezzin misali kelimeleri ucuca ekleyerek yavrularını içeri
çağırırlardı. Elimde bir mermer parçası (Bulması hiç de kolay değildi onları
haa. Herkesin kendine özel bir taşı vardı, kanımızın son damlasına kadar
savunurduk kıymetlimisssi. :D ) sekseğin daha ilk sekinde kalakalırdım.
Yemeklerini bitirip sokağa çıksınlar diye beklemekten sıkılıp eve girdikten beş
dakika sonra ise sokağa yine çocuk yağardı. Okulun ilk günü alınacak kitaplar
yazdırılır ya. Dünyanın en disiplinli, en iyi, en çalışkan, en en öğrencisi
olarak büyüklerimin ensesinde boza pişirir, hemen o kitapçı senin, bu kırtasiye
benim alışverişe çıkarırdım. Listedekileri kan ter içerisinde iki haftada
topladıktan sonra ilk imtihan tarihi belli olduğu için mecburen alışverişe
çıkan arkadaşlarım ise bizim depoların dibini kazıtarak zar zor bulduğumuz bütün kitapların yepyeni, gıcır gıcır baskılarını bir saatlik mesaiyle çantalarına
yerleştiriverirlerdi. Duruuuuun, daha bitmedi! :)) Herkesin kapışa kapışa üçer beşer aldığı giysilerin bulunduğu mağazalarda benim bedenim hep yok satar. Bulup
buluşturup eğri verev kör şaşı demeden sırtıma taktıklarım ise ertesi gün döküm
döküm sokak tezgâhlarına düşer. Pazarda sebzesini meyvesini beğendiğim bir
satıcı keşfettiğimin devrisi haftası üç semtin bütün hanımları sözleşmiş gibi o
tezgâha çöreklenir. Çekirge sürüsü misali vızırdana vızırdana alışveriş yapar. İki
saat sonra beni üstü başı örselenmiş bir halde, elimde boş bir file; bir
taraftan elindeki deste deste parayı sayarken, bir taraftan “Ablaaaaa! Vallahi
siftahın hayırlı geldi. Sen gelecek hafta da bi’ uğrasana!” diye ağzını yaya
yaya konuşan tezgâhtarın önünde bırakır giderler. Markette paketlenmiş
peynirlerden birini mi beğendim, ya fabrikası kapanır ya da kalitesini düşürür.
Mecburen bir başka peynire yöneldiğimin ayına kalmaz; ‘Fabrikamız en son
teknolojiyle yenilendi. Ürünlerimiz artık eskisinden de sağlıklı.’
sloganlarıyla açılış yapar, kalitesine ISO yüz milyon beş yüz yetmiş beş bin
dokuz yüz otuz sekiz :)) belgesi ekler, borsada halka açılır. (Yani batırmak istediğiniz şirket falan varsa itinayla hakkından gelinir. Abat etmek istedikleriniz, eğer önce iflas etmeye itiraz etmiyorlarsa, kılı kırk yararak kalkındırılır. :D
) Gece gezmesine gidip, “Aman şu trafik biraz hafiflesin!” diye sabahın üçüne
kadar ayağa diktiğim insanlar beni geçirmek için sokağa çıktıklarında araba altında kalmaktan zor kurtulur. Ben salimen evime vasıl olup, kapısına
anahtarımı uydurduğum anda inin cinin topları bile komşu gulyabaninin balkonuna
kaçtığından olsa gerek ortalık süt liman olur, şehir ve trafik huzura kavuşur.
Yıllarca (şaka değil; on ila on beş yıl boyunca)
ısrarla “Hayır efendiiiim! Ben internet minternet anlamam. İstemeeeem, almaaaam,
kat’a evimin kapısından sokmaaaam.” diye direndim. Sonunda teknolojinin fendi beni yendi. İnatlaşmayı en çok seven o malum hayvancık gibi istedik de, aldık
da. Hatta evimizin kapısından alâyıvalâ ile içeri davet ettik. Eh, madem bir
kez almış bulunduk, bari nimetinden yararlanalım, dedik. Öve öve
bitiremedikleri video paylaşım sitesine girdik. “Aaaa, iyiymiş. Kah kah kah,
kih kih kih! Pek komik! Neyse, artık yarın devam ederiz.” dedik. Ertesi gün bir
yazı; ‘Bu siteye erişim… nedeniyle… emriyle yasaklanmıştır.’ Hoppalaaaa! Ama
biz alışığız böyle şeylere. “Aman canııııım. Burası cehennemde kaynar sudan
çıkmaya çalışanları geri itmek için tepesine zebani dikmeye gerek görülmeyen tek kazanın sakinlerinin memleketi. :)) Bugün yasaklarlar, yarın salarlar.
Bunca yıl bekledik, iki üç gün daha bekleriz.” dedik. İki üç gün sonra ne ses,
ne nefes… “N’olcek ya? İki üç ay sonra hallolur.” diye düşündük. İki üç ay
sonra tıssssss… Bu arada makinesine ayar çeken herkes şıkır şıkır seyrediyor
videoları, ballandıra ballandıra da anlatıyorlar. “Ayol sen de değiştiriver şu
üç harfli ayarlarını, otur seyret!” diyorlar, ama ben kanunlara saygılı bir
vatandaşım. Bekle, bekleee, bekleeeeee! Yok! Sonunda artık pes edip bir ayar da
ben çektim. Ertesi gün gazetede bir manşet; ‘ Müjde! İki buçuk yıldan beri
kapalı olan site sonunda açılıyor.’
Şimdi ana fikre geliyorum, sıkı durun! Bir aydır
Facebook’ta yaşanan ve benim de sonunda yazılarımı yüklemekten vazgeçmeme sebep
olan onca fenomene ne sebep oldu zannediyordunuz? :))
![]() |
Sesillie Michelle Girelli D'Oyley'den 'Sonomo Spring Valley'
|
Offff!!! Bu hava iyice bastı beni. Bahar geldi dediydik hani, nereye kayboldu? Kış habire üstünü başını yoklayıp; “Aaa, bak! Ceketin cebindeki ahmakıslatanların altında kalmış da görmemişim… Alın size biraz dolu!” veya “Tüüüü! Görüyo’ musun?Geçen seneden biraz yağmur arttırmıştım, şöyle iki sellik falan. Pantolonun cebi sökülünce yağıp gitmiş. Hay Allah! Çok ıslanmadınız inşallah.”, hatta “Mendil cebimdeki tipileri gören oldu muuuu? Hah! Buradaymışlar. Hazır sizler nisanda kış yaşamaya alışmışken a’cık da onlardan serpiştiriversem ortaya karışık…Bozulmazsınız di’ mi?” diye diye Allah ne verdiyse salıyor üzerimize. Hadi
karı, doluyu, yağmuru anladık da, şu basık ve gri hava yetti canımıza artık.
Sabah kalkıp bir ‘Günaydın’ bile diyemiyoruz. Hani gün? Nerede aydınlık? Şafak
sökmeyi unutmuş, tam tersine gurup vaktine çifte dikiş atarak bir geceyi
öbürüne eklemeye ahdetmiş sanki. Hiç uyanmayalım daha iyi. Bulutların biraz
yükselip de sahte bir gün doğumuna izin vermesi saat üçü buluyor. Kuşlar bile o
saatte cıvıldamaya başlıyor, insanlar kıvrılıp büzüştükleri köşelerden esneye
gerine o saatte çıkıyor, saksı bitkileri yapraklarını, çiçeklerini sonunda
pencereden girmeye başlayan ışığa o saatte çeviriyor. Dışarıdaki bitkileri sual
edecek olursanız; hayatımda çiçek açtığına açacağına hiç bu kadar pişman olmuş,
şaşkın şaşkın baharı bekleyen ağaç görmemiştim.
Yanlarından geçerken hışırdaştık… pardon fısıldaştıklarını duyar gibi oluyorsunuz.
“Sen ne zaman çiçeğe durdun abi?”
“Valla üç güneş-ay oldu galiba…”
“Yok ya! Ben gördüm bunun ilk çiçeğini abi. Neresinden
baksan iki kere yedi güneş-ay olmuştur.”
“Daha neler! Ben çiçek açtığımdan beri güneş üç kere gözüktü
bi’ kere. Sen de gövdemi biraz kalın görünce beni Alzheimağaçlı falan zannettin
zahir. Daha bunamadık elhamdültoprak.”
“Güneş üç kere çıktı, ama gündüz tam iki kere yedi
defa oldu dal budaklım.”
“Şu etrafımızda hayran hayran dolaşıp ‘Ay, ne güzel
çiçek açmış. Yazık ama! Aldanmış garip.’ diyen o çokbilmiş takımı, Kökten Hareketliler iki tane yediye on dört diyorlar. Öğren, öğren! Tohumun hiç
eğitmedi mi seni? Zaten ne diye muhatap alıyorsam dünkü filizi…”
“Siz onu bunu bırakın da havalar böyle devam ederse,
n’apca’z onu hışırdayın bakalım. Ben çiçeklerden sonra yaprağa durayım dedim,
ama yağmur toprağımdan ittirse de güneş ucundan çekmeyince – dalım affetsin –
pırtlamıyor o cenabet yeşillikler. Kaldım mı böyle odun gibi çırçıplak…
N’etsek?”
Hadi ağaçlar birkaç yıldır alıştı bu garip mevsimlere,
ya parklarda, bahçelerde şehri güzelleştirsin diye tomar tomar para dökülen
çiçekler? Onlar da ayrı bir alem…
“Sen taçı başı nas’sı boyle doğğru dusgün tutuyoğ?
Fığtına, yağmuğ… Ben biğ tüğlü duzelemedii… Döğt… nas’sı diyoğ siz petal… taç
yapğak döndü teğs… Ben yapıyoğ zoğ zağ uç tağnesi duz … Son vağ biğ tağne. O,
sen biliyoğ Spaniel kopekleğ, işte onlağın kulaklağ gibi duştü. Sabahlağdan
beğri yığtıyoğ ben… Duzeltmek yok.”
“Ay, ben senin kırık Türkçe’ne tozlaşırım.
YIRTINIYORUM DİYECEKSİN, YIRTINIYORUM DİYECEKSİN!”
“Ben yabancı… Geliyoğ Hollanda… Sağığ değil ben…”
“Haa, doğru ya! PARDON, PARDON! Ay, gene bağırdım di’
mi? Kusura bakma kardiş! Aslında biz de dokuz soğan geriden sizin oralıyız, ama
artık İstanbullu olduk. UNUTTUK SİZİN DİLLERİ DİYORUM. Taçını başını düzgün
tutmak istiyorsan kendini ya bir duvarın ya da bir heykelin yamacına
diktireceksin. Hiç olmazsa rüzgârını keser. Bana da üç cücük geriden bir
kuzenim çıtlatmıştı, solucanı bol olsun.”
“A, ama yaziiik! Sen niğçin dedi oyle? Bol solican…”
“Sizde değişik söyleniyor tabii. YANİ DİYORUM Kİ,
BENİM KUZENİN CÜCÜĞÜ ALATAVDA YATSIN! ANLADI SEEEEN?”
Yok, yok! Bu böyle olmayacak. Hepten kafayı yedim.
Gaipten sesler duymakla kalmayıp, bir de yazıya dökerek millete rezil rüsva
oluyorum. En iyisi vurup kafayı uyumak.
Hadi, herkese iyi kış uykuları! Bahar gerçekten gelene kadar bana sakın dokunmayın! :))
![]() |
Tobias Roetsch'den 'Explorator' Diğer Çalışmaları 1 Diğer Çalışmaları 2 Sitesi |
Günlerdir bu konuyu nasıl toparlarım diye kafa
patlatıyorum. Gerçeklerden uzaklaşmadan, ama işin ruhuna da ihanet etmeden (Bu
durumda ne akılcıları, ne de romantikleri memnun edebileceğim herhalde… :D )
makul bir çerçeveye yerleştirmesi çok güç bir konu doğrusu. Son zamanlarda
gündeme (Bu gündem hadisesi de ayrı bir tartışma konusu aslında. Artık ilgi
gören veya moda deyimiyle söylersek rating alan mevzularla gündem birbirine
karıştırılmaya başlandı zira.) giderek daha da sıklaşarak gelmeye başlayan
sanatçı ve sanat eseri saldırılarından bahsediyorum. Olayları ısrarla içine
sokulmak istenen siyasi ve ideolojik tabakalarından sıyırırsak belki daha duru
bir görüşe sahip olabiliriz diye düşünüyorum. Bir sanat eseri – ister beğenin,
ister beğenmeyin, ister takdir edin, ister etmeyin – neden ortadan kaldırılır?
Dediğim gibi sağına soluna iliştirilen her türlü yaftadan bağımsız olarak
düşündüğünüzde bu sorunun cevabı çok basit. Çünkü bir eşya olarak
görülmektedir. Nasıl kanepenin yanındaki haminneniz zamanından kalma hantal ve karanlık sehpayı kaldırıp kapıya koyabiliyorsanız veya kırıp, parçalayıp –
artık pek kalmadı ya – sobanızda yakıt olarak kullanabiliyorsanız, bir sanat
eserini de öyle harcayabilirsiniz… Yoksa harcayamaz mısınız? Peki, bu kararı
kim verir? Bizi bizden iyi düşünen büyüklerimiz (!) mi? Yoksa o eserde bakmaya, hissetmeye, ruhuna saklamaya, koruyup kollamaya değer bir şeyler gören basit,
sıradan insanlar mı? İş azınlık çoğunluk meselesi haline getirilirse sanki
ikinci grup galip gelecekmiş gibi görünüyor değil mi? Mamafih hiç belli olmaz.
Parklara, bahçelere konan heykellerin hurda demir niyetine satılmak üzere
çalındığı bir ülkenin sakinleriyiz. Neyse konuyu fazla dallandırıp
budaklandırmayalım, sonunda zararlı çıkacağız yoksa. :)) Peki, bir de diğer
tarafından bakalım. (‘Şeytanın avukatlığını yapalım.’ diyeceğim, ama görünüşe
göre ülkemde benden önce o işe talip pek çok hukukçu var. :D ) Hiç
beğenmediğimiz bir yapıtı sırf sanat eseri kabul ediliyor diye gözümüzün önünde
tutmaya mecbur muyuz? Bence bu sorunun cevabı ‘Hayır!’. Durun canıııım! Hemen
celallenmeyin! Eseri gözümüzün önünde tutmak zorunda değiliz demek ‘Buyurun,
gelin! Kırın, dökün, parçalayın, yıkın!’ demek değil ki… Ortalıktan
kaldırırsınız, gözünüz görmez, olur biter. Pek çok müzenin, hatta sanatçı
atölyelerinin depoları böyle eserlerle dolu değil mi zaten? Beğenilmemiş
(sanatçının kendisi de işini beğenmemiş olabilir), ilgi görmemiş olması eserin
maddi değerini etkileyebilir, ama ona verilen emeği ortadan kaldırmadığı gibi, sanatsal katkısını ve anlamını da yok edecek değil ya. Eee, ya hiçbir yere kıpırdatılamayacak kadar büyükse bu yapıt? O zaman ne olacak? Eh, kusura
bakmayın! Bu durumda olduğu yerde kalacak. Kalacak ki, size beğenmeyi, takdir
etmeyi beceremediğiniz eserleri bir daha satın almamanız veya yapımına para
dökmemeniz gerektiğini hatırlatsın. :)
Hiç endişelenmeyin, bu yazıyı protesto etmek amacıyla
yazmış falan değilim. :)) Başta da dediğim gibi tozu dumana katan ve ratinglere
tavan yaptıran medyatik bakış açısının dışından bakmaktı bütün derdim. Hem
zaten protesto özellikle de son zamanlarda bizim memlekette anlamını iyiden
iyiye yitirmeye başladı. İnsanlar akıllarını kullanmak yerine körü körüne
inandıkları şeylere sarılarak bilgi edinmeye zahmet etmeden o kadar çok şeyi protesto
eder oldu ki tüm dünyada, bu ekonomik bir sektör haline geldi veya gelmek
üzere. ‘Şunu mu protesto ediyorsunuz? T-shirtünden alın, rozetini takın, belinize çevirme çemberinden, ayak bileğinize halhalından verelim, evinizde 138 parça porseleni olsun.’ gibi… Bence artık benim okumaktan hiç bıkmadığım Eric FrankRussell’ın ‘…Ve Sonra Hiç Kalmadı’ (… And Then There Were None*) isimli uzun bilim
kurgu öyküsünde olduğu gibi bir tavır koymanın zamanı geldi. ‘Olmaz!’ın özgürlüğüne
sığınmalıyız belki de. Bundan da anlamayacak olurlarsa, öyküde adı geçen Gand Gezegeni’nin
(Bu ismin nereden geldiği de kitabı bulup buluşturup okuyacak veya zaten okumuş
olanlarla aramızda sır olarak kalsın. :D ) sakinlerinin Anti-Gandlara sıklıkla
verdikleri cevabı kullanmalıyız; ‘Skib!’ (Orijinalinde ‘Myob’tur haa... Sakın
aklınıza terbiyesiz şeyler getirmeyin! :))) Dört basit ve edepli kelimenin baş
harflerinden üretilmiştir.)
Sonuç;
Sanat eseri yıkmak mı?... ‘Olmaz!’
Sanat eseri yıkmak mı?... ‘Olmaz!’
Sanatçıya saldırmak mı?... ‘Olmaz!’
‘Sen karışma! Bu işlere aklın ermez!’ mi? SKİB!!!
*Aynı isimde bir Agatha Christie kitabı (Türkçesi: On
Küçük Zenci) ve ondan esinlenen birkaç film var. Karışmasın…
Önemli Not: Öyküdeki gezegenin sırrını ortaya çıkaran
da bisikletini hiç yanından ayırmayan Onuncu Mühendis Harrison… Bilmem yani! :D
*... And Then There Were None
![]() |
Tamara Kvesitadze'den (თამარ კვესიტაძე) 'Man and Woman'
|
“Daha çok sürer mi?”
“Hıııı…”
“Hayır, zabıtalara yakalanacağız yoksa…”
“Hı hı!”
“Gerçi arkeologlar belki zabıtaları yumuşatabilir.”
“Hmmm…”
“Tamam, kaçak kazı alanı olduğu ayan beyan ortada, ama
sanırım katmanlar arasında iki höyük, bir firavun mezarı geçtik. Arkeologların
ağzının suyu akacaktır.”
“Höyk!”
“Yok, höyük diyeceksin.”
“Ha?... Haaa! Yok ya! Ben öf anlamında söylemiştim.”
“Çok sıkıldın, terledin herhalde. İstersen camı aç!”
“Ay! Canım burnumda zaten, camı eksik kalsın!”
“Silecekleri çalıştırınca serinlemek istedin sandım da
ben.”
“Haaa! Elim çarptı canım.”
“Peki, bir daha ne zaman çarpacak? Yağmursuz havada
çalıştırınca çok ses yapıyorlar, malum.”
“Sen ne demeye çalışıyo’sun ya?”
“Diyorum ki; artık şu iki arabanın arasına park etsek karıcı’m. Bunun için on beş dakika boyunca aynı çizgide bir ileri, bir geri
giderek asfaltı kazıyıp antik uygarlıklara geçit açmanın âlemi yok. Direksiyonu
birazcık kırman yeterli.”
……..
“Mikroskop nerede?”
“Ne mikroskobu?”
“Şu, lam lamel arasına yerleştirmek için mikronluk
kesit aldığın yeşil salatayı incelemek için kullanacağın mikroskop.”
“Yok artık! Buna da ince diyorsan… Her yaprağı üçe
bölüyorum, daha n’apiim?”
“Di’ mi? Yemeğe çiftlikten büyükbaşları davet ettik ya,
meradan sonra yabancılık çekmesin hayvancıklar.”
“Sen şimdi onu bırak da, zeytinyağı nerede?”
“Ezmeyi geç, püreden sola dön, tezgâhtaki kızıllıkları takip et! Üzerinde en çok yeşillik olan şişe, zeytinyağı.”
“Ne ezmesi, ne püresi, ne diyo’sun sen?”
“Doğradım diye salçaya çevirdiğin domateslerin yanında
cacık katığı yaptığın salatalıklar var ya, işte onların solundan devam et,
havuç rendelerken batırdığın tezgâhtan ilerle! Salatalık kabuklarıyla güzellik maskesi yaptığın cam şişede bulursun zeytinyağını.”
“Hem yardım ediyoruz, hem bi’ ton laf işitiyoruz…
Sirke ner’de?”
“Yüzünü sıvazla kocacı’m! Orada üç salataya yetecek kadar vardır. Mutfakta yardım isteyince, suratın hayrına dağıtıyor ne de olsa…”
…….
“Elektrik parasını yatırdın mı?”
“Vallahi yatırdılar, billahi yatırdılar! Olmaz böyle
şey!”
“Aman! Tamam! Bir şey sormaya da gelmiyor. Haftaya da
apartman aidatı ödenecek, ayarlamak lazım. Yoksa kapıcı surat yapıyor. Sanki
evin sahibi o. Şeytan diyor, vur kapıyı…”
“Vur, vur, vuuuuur! Tüh senin…”
“Aaa, ayıp oluyo’ ama… Bu argo lafları eve taşıma diye
kaç kere söyledim. Çocukların ağzına dolanacak sonra…”
“Aman beeee! Dolanır, dolanır, sonra geriye pas…”
“E, benden de sana pes! Bu kadar geniş olunur yani… Çocuklarla
ilgilenmiyorsun. Zaten her şeyi üzerime yıktın. İş ayrı, ev ayrı. Yetmezmiş
gibi temizlikçi kadını da bugün şutlamak…”
“Şuuuuuuuuttttt! Goooooooooollllllllll!!!! Heyt be!”
“…………!!!!........... N’apıyo’sun sen?”
“E, maç seyrediyorum. Sen n’apıyo’sun?”
…….
“Bugün üç kişiye daha yol verdiler.”
“Ay yazıııııık! N’olca’k şimdi?”
“Valla’ bilmiyorum. Herkes diken üstünde. Kimse önünü göremiyor tabii.”
“E, her’alde! Şu hale bak! Nası ‘ görsün?”
“Şirketin yarısı bu sinir harbinden hasta oldu.
Kiminin başı ağrır, kiminin midesi bulanır. İş yaptırabilirsen yaptır. Benim
sekretere de bir gıcık arız oldu. Çekilir gibi değil. İki de bir boğazını
temizliyor.”
“Hem de göz göre göre… Resmen temizliyor yani…”
“E, n’apsın kız? Gıcık bu! ‘Maaşımı düşürsünler
razıyım, yeter ki işten çıkarmasınlar.’ diye ağlanıp duruyor.”
“Hıck! Ağlanmaz mı?”
“Sana n’oldu şimdi? Amma duygusal oldun ha! Niye
ağlıyo’sun durup dururken elin kızına?”
“Ay, nasıl ağlamayayım? Kızcağızın babasını işten
çıkardılar. Annesinin başına saksı düştü, göremiyor. Bu arada erkek kardeşi eniştesinin gıcık yeğeninin ortanca görümcesini temizledi. Ailenin başına
gelmeyen kalmadı ayol.”
“….????!!!!????.....Benim sekreterin mi?”
“Yok, sen karıştırdın. Sekreter olan, sevgilisinin kankasının
beşinci göbekten kuzini olan kız.”
“Ha? Nassı’ yani?”
“Aaaa, ama dizinin ortasında sana özet geçemeyece’m.
Başından seyretseydin ya…”
Eğer Claude Lelouch’un Un Homme et Une Femme’inin sonu kavuşmayla bitseydi, 20 yıl sonrası için benim bu senaryomu kullanacaktı.
N’apalım kısmet değilmiş. :)))
Jen Bliss'ten 'The Giggles Club' Diğer Çalışmaları |
23 Nisan gösterilerinde çocukların yüzlerine baktım. O
şaşkın heyecan, coşkulu beklenti, gururlu
sevinç ve beğenilme, sevilme, takdir edilme ihtiyacının çiçek dürbünlerindeki
gibi çeşitli kombinasyonlar oluşturarak gülümsemelerine yansımasını izlerken
kendi bayramlarımı hatırladım. Beni en çok ne cezbederdi; ne heyecanlandırıp,
içimin titremesine, karın boşluğuma kelebekler dolmasına neden olurdu diye
düşündüm. O zamanlar muazzam şeyler olacağını düşünürdüm elbette, ama en
basitinden günlük rutinin değişmesiydi esas beklentim. Aslında bu türden
hislere sadece çocuklar kapılmaz tabii. Onların sabırsız neşesi önünde sonunda ana
babalara da sirayet eder. Eh, ne de olsa kendi çocukluklarını torunlarınınkine bağlayacak
bu sıkıştırılmış yaşam nüveleri ilklerinden birini yaşayacaklardır. Sonunda
çocukların heyecan, coşku ve sevinci büyüklere, büyüklerin beklenti, sevgi ve
‘Bu muhteşem şey benden mi çıktı?’ huşuları çocuklara bulaşa bulaşa etkileşimli
bir ‘Heyooo! Bugün çokkkkk güzel şeyler olacak.’ havası yaratılır. Hani West
Side Story’nin unutulmaz şarkılarından biri olan ‘Something’s Coming’de ‘Bir
şey geliyor / güzel bir şey / bir sabredebilirsem eğer // Bir şey geliyor /ne,
bilmem ama /kesin muhteşem bir şey!’ mısralarını Stephen Sondheim’a ilham etmiş
olan cinsten bir hava… Ama – evet, hep bir ama vardır! :)) - böyle günlerin bir de laneti vardır. Sanki
atmosfere yayılan bu kıvançlı beklenti titreşimleri gidip gidip kötü şans tanrısının tabanlarını gıdıklar. Eğer o gün hava bozmadıysa, trafik tıkanmadı,
otobüs arızalanmadıysa, elektrikler kesilmediyse, gösteri şarkısı evde
unutulmadıysa muhakkak kişisel bir felaket gelir bulur insanı. Büyükler
kostümlerin sökülüp yırtılması gibi, görünmez kazalar (!) sonucu ortaya çıkan
kırmızı burun ve mor gözler gibi, son dakika karın ağrıları, ateşlenmeleri veya
sinir krizleri gibi, gösterinin sudan sebeplerle son sıralara kaydırılması gibi
şeylere yıllar içinde alışmış, hatta düpedüz bu aksilikleri bekler olmuşlardır
gerçi. Oysa bir çocuk için bunlardan çok daha azı bile birer kıyamettir.
Saçının buklesinin ikide bir burnunun üzerine düşmesi küçük bir kızın indinde üç
kere evlenip boşanmış, üstelik sonuncu kocaya nafaka bağlamak zorunda kalmış olmak
kadar :)) korkunç bir şeydir. Erkek çocuklar daha rahattır. Birincisi; onların
bu türden konulara ilgisi daha azdır. İkincisi; büyükler açısından kafasına
yarım kafa daha ekleyecek bir kurdele ve eteğine üç buçuk metre kumaş
harcayarak bir farbala takmak, bacağına olur olmaz yerde kaşındıran dantelli çoraplardan geçirmek, suratını değme artizleri :)) kıskandıracak kadar boyamak
suretiyle bir kız çocuğunu yirmi beş otuz kiloluk bir hediye paketine çevirmek
mümkünken, erkek çocuğuna bir ucu muhakkak belinden kurtulup sarkmış fırfırlı bir gömlek ile eğer dikine durmuyorsa, hiç olmazsa yılık bir pozisyon tutturan papyondan fazlasını takıp takıştırmak güçtür. Ama gene de gösterinin ortasında
‘Zaten bir defa giyecek, fazla ince eleyip sık dokumaya gerek yok!’ denilerek
ucuzundan alınmış pantolonun arkadan çıtlaması o çocuk için beşinci işinden
kovulup karısı tarafından terk edildikten sonra bir sokak köpeği tarafından
kovalanmak gibi bir şeydir. İşte gazetelerde, televizyonda o üşümüş ve hayal
kırıklığıyla suratı daha da buruşmuş minikleri seyrederken bunlar geldi aklıma.
Bir de arafta kalan ana babaların durumu var tabii. Çocuğu çekip götürsen
olmaz. Haftalardır hazırlandığı bir şeyden mahrum bırakılmaya ilk itiraz ondan
gelecektir çünkü. Üstüne kendi sırtından çıkardığın kazağı falan geçirsen yine olmaz.
Ya işgüzar öğretmenlerden biri ya da komik duruma düşeceğini zanneden miniğin
kendisi karşı koyacaktır zira. Öyle dona titreye bıraksan hiç olmaz. Hiçbir
bayram günü çocuğun on beş gün ateşler içinde yatmasına yetecek kadar önemli
olamaz.
Velhasıl ana baba olmak zor zanaat… Ama çocuk olmak da
hiç aşağı kalmaz. Bütün olumsuzluklara rağmen gülerek hatırlayacakları bir 23
Nisan geçirmiş tüm çocukların ve ana babaların Çocuk Bayramları kutlu olsun.
![]() |
Pär Söderman'dan 'School's Out' Diğer Çalışmaları Sitesi Blog |
Artık 23 Nisan Çocuk Bayramı’ndan 19 Mayıs Gençlik Bayramı’na doğru ilerlemeye başladık. Böyle
düşününce şu aralar hayatlarında böyle bir ilerleme içerisine girenler geldi
aklıma. Bir zamanlar onlardan birine yazdığım yazıyı paylaşmak istedim.
Kıdemli bir ergenden
kıdemsize tavsiyeler
Beyninin hormonla
imtihanı başlamış veya başlamak üzere bulunuyor. Gazan mübarek olsun! Bu yolda
sana rehberlik etmek boynumun borcudur.
Büyüklerin artık sana bol
bol sorumluluk yükleyecek, ama bunları yerine getirirken zamanı kullanma
şekline hep itiraz edecektir, bilesin. Örneğin odanı yatma saatinden beş dakika
evvel toplama teşebbüsünü asla anlamayacaklarını varsayabilirsin. Oysa bunun
eğlenme ve dinlenme kapasiteni optimal kullanma prensibi üzerine inşa
edildiğini ikimiz de biliyoruz. Üstelik zamanında yatmanda ısrarcı olmaları
senin kabahatin değil ya.
Sosyalleşmen için okulda
ne kadar sıkıcı faaliyet, kurs, ders varsa katılman konusunda teşvik edecekler,
ama işin birinci şartı olan arkadaşlarla buluşma, telefon veya bilgisayarda saatlerce konuşma, bir araya gelip avaz avaz PS, Wii oynama etkinliklerine
şiddetle karşı koyacaklardır, sesini çıkarma! Onlar da apartman aralarında
futbol, yakar top, evcilik, hırsız – polis oynarken ana babalarının, komşu
teyze ve amcaların hışmına uğramış bir nesildir. Anlayışlı ol!
“Benim yavrum kolejlere gidecek. Üç buçuk dilin tamamını sular seller gibi öğrenecek. Kendi dili buçukuncu dil olacak, ama yok zararı… Sonra üniversitelere gidecek, mastırlar yapacak, doktor, yargıç, CEO veya ne olduğuna zerrece kafamın basmadığı, akla ziyan bir meslek sahibi olacak.” vaazlarına fazla kulak asma! Onlar da okuldan
mezun olduğunda ayaklarının altına kırmızı halılar serilmeyeceğini biliyorlar,
ama seni motive etmek için önce kendilerine gaz vermeleri gerek.
Bazı şeyleri onlardan iyi
bilmen olasılığına alışmaları için onlara şöyle yirmi beş, otuz yıl vakit tanı!
Hâlâ kabul etmiyorlarsa, eve birkaç huzurevi broşürü götürürsün, bak nasıl mum
oluyorlar.
Asla, ama asla yeni
alınmış bir elektronik aleti eve gelir gelmez inhisarına alma! İlk fırsatta o
nesnenin yakınına on metreden fazla yaklaşman yasaklanır. Bu ebeveyn milleti
kendisinin düğmesine basmaya korktuğu şeylere evlatlarının havada kırk takla
attırmasına evvel ezel gıcıktır, bilesin.
Dersini yapsan da,
yapmasan da; sınava çalışsan da, çalışmasan da; odanı toplasan da, toplamasan
da; yemeğini yesen de, yemesen de büyüklerin omurilik soğanından refleksle
fırlayan soru ve nasihatlerin çoğunun bunlarla ilgili olacağını bil!
Yüzünü ayda yılda bir gören akrabayı
taallukatın sen sekizinci (yoksa yedinci miydi?... :D )sınıfta okurken; “Dördüncü sınıf nasıl
gidiyor bakalım?” diye sormasını soğukkanlı bir biçimde karşılamayı öğren!
Gözlerini devirip ana babanla bakış değiş tokuşu yapma, ayıp! En fazla “İyi gidiyor. Gerçi üçe geçince dersler çok zorlaşacakmış. Bereket okumayı sökmeme fazla bir şey kalmadı.” diyebilirsin. Soruyu soran o sırada seni dinlermiş gibi
yaparak sağ tarafındaki aile dedikodusuna kulak kabarttığından gözlerini aça
aça “Aman, pek güzel!” diye cevap verecektir, öfleme! Hele hele ana babana “Ben
bi’ da’a oraya gitmem. Beni hâlâ çocuk sanıyo’ onlar.” tarzında takaza yapmaya
kalkma! Bu sanı onların kafalarında da hâlâ eski tazeliğini koruduğundan
kendini hafta sekiz, gün dokuz orada bulabilir, “Aman da bunun elleri ayakları
gül goncası gibiydi. Hanimiş benim evladım?” tarzı sohbetlerin ana konusu
olabilirsin.
Özel günlerde alınan
giysilerin yüz yıl önceki bayramlıklara benzemesine, kitapların aynısının
kütüphanende iki yıldır raf bekliyor olmasına, oyuncakların üzerinde ‘Üç
yaşından küçük çocuklarla zinhar baş başa bırakmayın!’ ibaresi bulunmasına
alış! Sen de onlara altmışıncı doğum günlerinde bir emzik alırsın, ödeşirsiniz.
Bugünlerde kanatlarını
yeni denediğin konularda karar alırken beynine fazla güvenmesen iyi edersin.
Hormon saldırısı altındaki beyinler tuhaf bir biçimde etraftaki cam kırıklarını
mücevher gibi göstermeye eğilimlidir. Kalp çarpıntısı sandığın şeyler aslında
bungee jumping yapmadan önce midende hissettiğin kelebeklere çok benzer.
Kelebeğin ömrü taş çatlasa birkaç gündür. Kendine zarar vermektense biraz
bekleyip birkaç mecazi kelebek katletmek evladır.
Arkadaşların pek çok şeyi
senden ve hısım akrabandan çooook daha iyi biliyor olabilir, ama aileni senden
iyi tanıyamazlar. Arkadaşının “Bi’ şii’cik olmaz!” yorumunda bulunduğu bir
konuda ailenin seni kırk katıra bağlayıp, kırk satırla kıtır kıtır doğrayacağına
eminsen, haklı olan sensindir. Yapacağın şeyin sonucunu bir defa daha tart!
Sana bakıp burnunu
çekerek; “Bunlar en güzel yaşların. Ah, keşke ben de şimdi senin yaşında olsaydım.” diyen büyüklerine inanma! “Bu gece rüyanda sınava giresin, saçın
dağınıkken müdür muavinine toslayasın, ödevini yapmadan okula gitmiş olasın,
burnunun ortasında et beni gibi bir sivilceyle sevgilinin doğum gününe katılmak
zorunda kalasın, e mi?” diye beddua et! Ertesi gün kendine gelmiş olur.
Haaa, bunca derdin,
tasanın arasında ergenliğin keyfini çıkarmayı da unutma!
Nasıl mı? Ben ne biliiim?
Aradan geçmiş otuz beş yıl… Unuttum gitti! :)))
![]() |
David C. Pearson'dan 'High Speed Photo Baloon Test' Diğer Çalışmaları |
Eveeet… Bir 140lık bloknotun hakkından daha gelip yenisine başlamış olmanın gururunu yaşıyorum. Tabii 140 sayfanın tümü sıkışık düzen
yazılmış satırları içeriyor falan değil. En azından yirmi sayfası Allah ne
verdiyse karalayıp sonra da “Saçmalama! Bu da yazılmaz artık.” diyerek üzerini çizdiğim bölümlerden oluşuyor. Eh, uzuuuun uzun içimi döküp (50 ila 60 satır
kadar) sonunda sadece üç cümlesini (Cümle derken; benimkilerin ne kadar uzun
olabileceğini yazılarımı takip edenler yakinen bilir. Biraz sessiz sinema dönemi komedilerindeki merdivenli sahnelere benzerler. Hani adamın teki
merdivenin bir ucunu tutmuş olarak kameranın önünden geçer, kadrajdan çıkar,
bir süre geçip giden merdiveni izlemeye devam ederiz, sonunda diğer uç görünür
ve az önce merdivenin başını taşıyan adamla şimdi son basamakları yüklenmiş
olan adam aynı kişidir. :D ) yazıma aldığım da olmuştur. Yani yüz kırk sayfanın
dörtte biri pratikte boş bile sayılabilir. :)) Ama kalan dörtte üçü bir satır boşluğuna üç satır sığdırmaya çalışılan bölümleri, sağına soluna yapıştırılan veya zımbalanan not kağıtları, peçeteler, gazete parçaları ve – favorim !!! –mutfak bloknotundan sayfalar sayesinde iyice şişirildiğinden o bloknotun
hakkıyla kullanıldığını düşünüyorum.
Şimdi gıcır gıcır, henüz saçı başı birbirine girmemiş
bloknotuma başlarken bir hattat titizliğiyle yazıyorum. Nasılsa sayfanın sonuna
gelince kendini son anda reçele batmaktan kurtarmış şanslı bir sineğin coşkulu
‘Heyt be! Hâlâ yaşıyorum.’ dansının masa örtüsünde bıraktığı izlere benzeyecek
el yazım. Eh, bunca kâğıt kirlettikten :) sonra kaçınılmaz bir zanaat hastalığına tutuldum ve yazı konusunda kendime güvenim arttı. Bilirsiniz; bu
işler önce dehşetle huşu arasında bir duyguyla başlar. Yeteneğinizi (Aslında bu
yanlış bir kullanım. İnsanın yeteneği olduğuna kendisi karar veremez ki… O
ancak yapmaktan hoşlandığı bir şeylere yönelir doğal olarak. Ama o söz konusu
şeylerde her zaman yetenekli olacaksınız diye bir kaide yoktur. :D ) veya şöyle
diyelim; iddianızı ortaya koyarken bir taraftan üç buçuk atar, diğer taraftan
hafiften bir vecd haline kaptırırsınız kendinizi. Yaptığınız – artık her neyse
– size pek hoş gelmekte, hatta kargaya yavrusu kuzgun falan değil, düpedüz kuğu görünmektedir. İyi de o kuğuyu herkes fark edecek mi bakalım? Ya millet göre
göre bir Çirkin Ördek Yavrusu görürse? “Amaaan, o da mı dert? Nasılsa o
yavrucak da sonunda kuğuya dönüşüyor.” diye düşünmeyin. Bazıları ejderhaya evrimleşip ilk av olarak da ana kargayı hap ediyorlar. :)) Yok karga, yok
ejderha ikirciklenmelerini aşacak kadar ileriye gitme fırsatı bulursanız
şanslısınız, o zaman biraz rahatlıyorsunuz. “Oh be! Benimki iribaş çıktı, ama
olsun! Hiç yoktan iyidir.” demeye, hatta çaktırmadan şişinmeye başlıyorsunuz.
(Eee iribaşların şanındandır. :D) Sizin henüz iddianızı kanıtlamaya
çalıştığınız konuda çoktan ulusal ve uluslar arası seviyede ‘kuğular yaratmış’
isimlerin yapıtlarına göz gezdirirken biraz oblik (Eski kabadayıların yan
durarak hafif öne eğilip sırtlarını kamburlaştırırken kollarını kabartacak
şekilde aldıkları meşhur pozisyonun kısa yazılışı… :D ) durabilir, eğer kendinize hâkim olmazsanız ağzınızın içinden “Müşerref oldum. Benim de bir iribaşım var.”
diye mırıldanabilirsiniz. :)) Hepimiz insanız sonuçta, di’ mi ama? Yalnız bu
şişinme kısmı genellikle önceden uyarmadan bastırdığı için ani sarhoşluğa yol
açıyor. Bütün gün ayaklarınız yere basmadan ve kafanız kendinizle ağzına kadar dolu bir halde dolaştıktan sonra çoğu sarhoşun başına geldiği üzere
sızdığınızda rüya niyetine elinde bir çuvaldızla (malum, fazla balonlaşan
nesneleri – buna egolar da dâhil – patlatmak için ideal bir araç) peşinizden
koşturanları görerek kan ter içinde uyandığınız da olabiliyor. İşte ben şimdi o
aşamadayım. :)) Bütün korkum bu kâbusun gerçeğe dönüşmesi. O sebeple elinizde
nereden geldiğini bilmediğiniz bir çuvaldız görecek olursanız lütfen beni
önceden uyarın. Yalnız ilk elli uyarıda tepki vermeyebilirim (sarhoşluk hali
işte), ama dalya yaptığınızda muhakkak bir şeyler değişecektir. :)))
![]() |
Darrell Godliman'dan 'The Forum' Diğer Fotoğrafları Sitesi Binanın Yapım Ekibi Mimarlık Firmasının Diğer İşleri |
Hani nedensiz ateş püskürdüğünüz günler vardır. Güne,
gideceğiniz noktaya çevresinde yüz on yedi tur attırarak götüren trafiğe
ilenerek başlarsınız. Burada bir parantez açarak özellikle İstanbul’da güzergâhları planlayanların (tabii böyle bir kadro varsa, hatta ortada böyle bir şeyin
planlanması gerektiğini tahayyül edebilecek biri bulunuyorsa) evimize, işyerimize
veya uğramak zorunda olduğumuz herhangi bir yere gitmek için neden Minotor’un Labirentinde turistik geziye çıkmış gibi dolaştığımızı açıklamalarını çok isterdim. Eskiden
adresimi “Ana caddeden filan sokağa dön! İlerle! Sağdan dördüncü sokakta falan numaralı
apartman.” diye tarif ederdim. Şimdilerde ise şu hale geldi: “E5 den bilmem ne
sapağında çık! Ana caddedeki ilk dört göbeği ikişer, beşinciyi yedi kez tavaf et! Eğer sekizincide dönüşü kaçırmazsan, üzerine de kamyon, otobüs falan
çıkmadıysa, soldaki ara sokağa gir! Girer girmez direksiyonu sağdan ilk boş
park yerine kırıp kırk beş dakika kadar hafriyat kamyonlarının geçmesine izin
ver! (Orada büyüüüük bir site yapılıyor da…) Çıkınca yüz metre kadar ilerle!
‘Bu sokak ….. emriyle 1218. kez kazılmaktadır. Çevreye verdiğimiz
rahatsızlıktan dolayı özür dileriz. Mahalleye gıda takviyesi için geldiyseniz
bire, sıvı ikmal işindeyseniz ikiye, akrabayı taallukattansanız üçe kadar sayıp
geri vitese takarak geldiğiniz yere dönünüz.’ tabelasının yanından sıyrılıp
geç! Yoldaki çukurların arasında slalom, uzatılan kalasların izin verdiği
yerlerde iki tekerlek üzerine kalkma gibi atraksiyonlar yaptıktan sonra dokuzuncu
çukurdan sola kıvrıl! O yöne giden bütün yollar kazılmış veya iptal olan sokaklardan kaçan arabaların ranza usulü park etmesiyle arap saçına dönmüş
olduğundan, tek yönlü yola tersten gir! Karşıdan gelen arabadakiyle ağız dalaşına başla! Karşılıklı olarak ‘İki keçi dar bir yolda karşılaşmışlar.’ hikâyesinin
değişik versiyonlarını oynadıktan sonra yeniden yola revan ol! On metre
gidemeden acı bir frenle durarak bakkala malzeme getiren kamyonun on beş dakika
mal boşaltmasını bekle! Baktın, yerinden kımıldamaya niyeti yok, solundan yan
aynaları çizdirme pahasına sıyrıl! Adamın ‘İki saat sabredemedin…’ cinsinden
çemkirmelerine aldırmadan devam et! İlk kavşakta sağa kıvrılıyormuş gibi
yaparak dönülmez tabelasının burnunun dibinden U dönüşü yap! İki sokak gerideki
beyaz apartmanın önünde durup üç kez kısa, iki kez uzun klakson çal! Beş haftadır o evdeki bir yakınlarında mahsur kalan dayımgilleri terkine al! İlk
sokağa sapıp bir sağa, iki sola, üç ileri, beş geri giderek selametle bizim eve vasıl ol!” Kapa parantez. (Hani yüz on sekiz cümle evvel açmıştık ya bir
parantez, onu kapadık. Aaaa, ama siz de hiç dikkat etmiyorsunuz okuduğunuz şeye
canııım. :D ) Eeee, ben ne diyecektim? Hah! İşte, sen gel yüzüme hapşır!... Dur
ya’!... Ben başka bi’ şi’ anlatıyordum… da neydi? Amaaaan, boş ver! Demek
yalanmış… Bi’ de böyle bir laf vardır di’ mi? Söyleyeceği lafı veya vereceği haberi unutanlara bir taraftan “Aman canıııım, ne önemi var? Unuttuysan,
önemsiz bir şeydir o garanti.” der, diğer taraftan “Ay, acaba neydi? Yoksa
Hollywood’tan film teklifi mi geldiydi? Belki de lotoda altı tutturduğumu müjdeliyorlardı, kim bilir? Bu da tam unutacak zamanı buldu.” diye kurdeşen
dökeriz. Tabii bazı istisnalar her zaman mevcuttur;
“Ben sana çok mühim bi’ şi’ söyli’cektim, ama
unuttum.”
“Canın sağ olsun! Madem unuttun, yalanmış.”
“Ama çok önemliydi… Neydi yav’?”
“Boş veeeeer! Unut! Hatırlama! Yalandır o, kesin yalandır.”
“Telefonda haberi veren ağlamaklıydı yahu, sen ne
diyorsun? ‘Çok acil, muhakkak haberdar edin.’ dediydi. Hay Allah! Dilimin
ucunda…”
“Amaaaan uzatma be kardeşim! Unuttuysan yalandır dedik
ya.”
“Dur, dur, hatırladım! Sizin yazlıkta yangın çıkmış.
Ev tam kül olmak üzereyken neyse ki itfaiye yetişmiş. Yalnız diğer evlere
sıçramasın diye suyu basınca arka bahçedeki küçük kulübeyi yıkmışlar. Komşular
bu hoyratlığa itiraz etmek için hep beraber davranınca yan taraftaki bostanınız
tarumar olmuş. O sırada sizin çitin köşesindeki yaşlı ağaç bunca baskıya
dayanamayıp evden arta kalanların üzerine yığılmış. Ayakta kalan birkaç kolon
da bu şekilde yerle yeksan olmuş. Haa, bu arada komşuların görevlilere ve
araçlarına verdikleri zararın senden tahsil edileceğini, itfaiyenin yangını söndürmek için kullandığı suyun parasının senden alınacağını, çıkan arbede ve
ağacın iki seksen uzanması sırasında yaralanan kişilerin hastane masraflarının
sana yıkılacağını, hasar gören çit ve bahçe duvarlarının bedelinin senden
isteneceğini hassaten belirtti telefon eden şahıs.”
“Sana para veriiim, unut bunları! Al sana yüz, yok beş
yüz! Nüfus kâğıdımı da bırakırım istersen. Yeter ki bana unuttuğunu söyle!
Unuttun di’ mi? Yalan di’ mi hepsi? Unuttuysan hepsi yalandır. Unuttum de!
Yalan de! Unut, yoksa mahvederim, ezerim, toz ederim. ”
“Aaa, adam tozuttu. Yok, yok! İyilik de yaranmaz
bunlara! Gayret ettik, hatırladık, suçlu çıktık…”
Yazının başında anlatmaya niyet ettiğim diğer yalanda…
şey pardon konuda bir başka sefer buluşmak üzere şen ve esen kalınız. :)))
![]() |
Hrovoje Polan ve Srdjan Zivulovic'in fotoğraflarından Franc Grom'un 'Yumurta Sanatı' H. Polan'ın diğer çalışmaları S. Zivulovic'in diğer çalışmaları Franc Grom'un diğer çalışmaları 1 Franc Grom'un diğer çalışmaları 2 |
Dün de dediğim gibi; bazı günler nedensiz yere
parlarsınız ya… Elinizde torbalarla yürürken omuz atıp geçenlere, sokak
aralarında Formula 1 yarışlarına seçme yapılıyormuş gibi araba kullananlara, işyerinde yaptıklarınıza kusur bulamadığı için çemkirme sebebi olarak asabi tabiatını bahane eden dâhilere, dakikalarca kuyrukta bekledikten sonra tam sıra
size gelmişken şu veya bu sebeple kalkıp giden ve bir türlü geri gelmeyen kasiyere,
maaşınızı ödemek için yedi göbek soy ağacınızı çıkartıp kâğıda döktükten sonra resmi,
gayri resmi ne kadar makam, mevki varsa hepsinden imzalı, mühürlü belge
getirmenizi isteyen bankaya hiç yoktan, öylesine, sebepsizce :)) içinizden,
dışınızdan şarlayıp durursunuz hani… Sahi parayı kabul ederken hiç sual etmeyen
bankalar neden para çekmek istediğinizde – o da çekmenize izin verirse tabii –
burnunuzun üzerinde amuda kalkmışken bir ayağınızda tabak, diğerinde çember çevirmenizi, bu arada bir elinizle sırtınızın ortasını kaşıyıp diğer elinizle bin defa ‘Bir daha asla para çekmeyeceğim.’ diye yazmanızı isterler? Neyse, biz
konumuza dönelim… İşte nedensiz (!) sinirlendiğiniz bu günlerde bakkaldan iki
yumurta almak bile işkence olabilir.
“Hangisinden istersin abla?”
“Şöyle irice olanlarından verirsen iyi olur.”
“Yok! Onu demiyorum. Hangi marka?”
“Ne markası? İki tane yumurtanın markası mı olur ya?”
“A markası var, B markası var. C ile D de bulunduruyorum
ben, ama tavsiye etmem.”
“E, ver A markasından iki tane madem.”
“Yok, abla! Nası’ veri’im iki tane yumurta? Bunlar on
ikilik paket.”
“N’apça’m ben on iki yumurtayı yahu?”
“Omlet yaparsııın, poğaçanın üzerine sürersiiin,
çılbır yaparsııın, sabah kalkınca içersiiin, saçlarına yedirirsiiin… Aslında bu
aralar başka kullanım alanları da açıldı, ama senin yaşın tutmuyo’.”
“Ooolum doktor ensemde boza pişiriyor kolesterol diye.
Ne omleti, ne çılbırı? Hem de saçıma… Öğğğ! Yaşım hele, senin hiç üstüne vazife değil!”
“Ya sen ne bakıyo’sun o doktorlara. Hem yumurtada kolesterolün olmadığı bilimsel olarak kanıtlanmış bi’ kere… Hiç olmazsa
sarısını ayıklar, beyazını yersin.”
“Sarısını n’apaca’m? Kutulayıp satacak mıyım?”
“Ha, bak! İyi dedin! Bi’ de öylesi var.”
“Bak, zaten sinirliyim! Ver şu düzineliği, gideyim!”
“Hangisinden?”
“A’dan dedik ya!”
“İyi de hangi cinsinden?”
“Nası’ yani? Ne cinsi yahu? Ben görmeyeli horozlar da mı yumurtlamaya başladı?”
“Eh, böyle beslenmeye devam ederlerse, o da olur. Bak,
geçen gün gazetede bi’ haber okudum! Tavuğun teki ibiğinin yüz ölçümünü genişletip dayı dayı dolaşmaya başlamış. Kümesteki horozlardan birkaç şan dersi
aldıktan sonra bayağı iyi ötmeye başladı, diyor sahibi. Eee, böylesi olduysa,
tersi niye olmasın?”
“Başıma ağrılar girdi. Şuradan iki yumurta ver, yoksa
çok kötü şeyler olacak!”
“Ben sana B markasının altılı paketini vereyim en iyisi.”
“Hah! Ver! Ver!”
“Simol mu, medyum mu, larc mı olsun? Haa, çarpı larc
ile çarpı çarpı larcı da var istersen. Gerçi çarpı çarpı larc olanları Afrika
dolaylarından kafasını kuma gömen bir cins yumurtluyormuş, simollara da serçe yumurtası diye çamur atıyorlar, ama zevk senin. Ne istersen var bizde, derde
devadan gayri! Keh keh keh! Aaa, dur, dur! Unuttuuum! Organik yemle
besleneninkinden mi istersin? Bak, taze annelerin favorisi o! Yoksa organik
yemle beslenmediği halde nasıl oluyorsa gayet organik yumurtlayanınkinden mi
arzu edersin? Onu da sağlıklı yaşayaca’m diye azmeden, ama yarı yolda ‘Yok
artık! Altın mı alıyoruz? Sen şu hesaplı organikten tart bakayım iki tane!’
diye tornistan edenler pek seviyor. Tabii
bir de organik, inorganik bakmadan önüne ne gelirse götüren tavuğun yumurtası
var. Onun müşterisi bol zaten. İbadullah gidiyor. Haa, şu aralar hayatının son
demlerinde olup ‘Yumurtlamazsam, kesecekler!’ diye panikleyen tavuklarınkiler
yok satıyor. Çünkü hayvanda yumurtanın kabuğunu oluşturacak kadar kalsiyum
kalmadığından çarptığının canını fazla acıtmıyor, sadece elbise temizleme
parası ödüyorsun. Sen şimdi gocunma, ama gençler bayılıyor.”
“….!!!???!!!...”
Gel de ‘Moscow on the Hudson’ filminde alışveriş
etmeye gittiği marketin kahve reyonundaki marka ve çeşit zenginliğini görünce
sinir krizi geçiren Robin Williams’ı hatırlama…
Aaa, ama iki gündür nedensiz yere sinirli olma sorunsalının sosyolojik, psikolojik, sosyo-psikolojik izdüşümlerinin sosyo-patolojik olgularla karşılaştırmalı incelenmesi konusunda saptamalarda bulunacağım,
araya hep bir parazit giriyor. :)))
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder