J&B Yazıları 4

Cory Ench'den 'Glow' isimli çalışma
Diğer Çalışmaları            Sitesi
Bazı günler yazacağım konuyla arama kalın plastikten bir zar girmiş gibi geliyor. Aslında o konuyu günlerdir beynimin elleriyle yoğurmuş, gerekli baharat ve malzemeyi içine katmış, kıvama geldikten sonra bir ‘köftelik’ miktarı avuçlarımda yuvarlamaya başlamış durumdayım. Ama işte o lanet plastik adeta elime şu hijyenik eldivenlerden geçirmişim gibi ‘köftenin’ dokusunu hissetmemi engelliyor. :) Dünyaya buldok olarak gelecekken insan doğmaya son anda karar verenlerden olmam sebebiyle bir kez tadını aldığım o konuya kenetlenmiş çenemi açmaya yanaşmıyorum elbette. Çılgınlar gibi o ambalaj plastiğinden bozma perdeyi itiyorum, tırnaklarımı, dişlerimi geçiriyorum, yırtmaya, parçalamaya uğraşıyorum, ama o hiç tınmıyor. Hani kişileştirmeye, bir karakter vermeye çalışsam; kocaman gözlerini merakla, fakat ilgisini her an bir başka konuya yöneltebilecek sığ bir dikkatle ‘köyün delisine’ dikmiş bir çocuk olarak canlandırabilirim hayalimde bu zarı. ‘Delinin’ savruk hareketlerinin kendisine zarar verebileceği aklına bile gelmiyor o çocuğun, havsalası almıyor bu olasılığı… Öylesine rahat. Bizim ‘deli’ ise sayfalarca yazarak, o kelimeyi silerek, bu cümleyi cilalayarak – gene de bütün bunlara rağmen bir arpa boyu yol alamadığını bilerek – esrimeye kapılmış gibi döne döne o ateşin – dişlerini geçirdiği konunun – çevresinde dans etmeye devam ediyor. Bu enerjinin de bir sonu var tabii. Sonunda nefesi boğazına hapsolmuş bir halde dinlenmek için durup medet arar gibi parçalamaya çalıştığı o perdeye yaslanan bizim ‘deli’, bu esnek dokunun kendisini massettiğini fark ettiğinde çok geç kalmış oluyor. Sonrası soğuk olmayan bir soğuk, havasız bir atmosfer (artık nasıl oluyorsa), her şeyin hiçlikle yer değiştirdiği bir boyut… Bir ‘fikir ölümü’ hali ki, işkencenin dik âlâsı. Beyin ölümünde bile bazı organlar başkasının işine yarıyor hiç değilse… Fikir ölünce arkasından duasını okuyan, helvasını kavuran bile yok. :) Sadece ağıt niyetine ağızdan yükselen mecalsiz bir mızırtı… Hadi geçmiş olsun! Sonrası işin dedikodusu;
“Ya çok keyifsizsin, bir şey mi oldu?”
“Yoo!”
“E, ne bu halin? Sanki cenazeden geliyorsun.”
“Öyle gibi…”
“Ne gibi?”
“Büyük umutlarla peşine takıldığım bir fikir sizlere ömür.”
“Ha?”
“Yazdığım konuyu gelirken yolda düşürdüm yani…”
“Ne?”
“Konumu kaybettim, hükümsüzdür.”
“…!!!???!!!...”
“Karalar bağladım, yastayım / çünkü konu harcamakta ustayım… Veya şöyle desek; sahibinden az kullanılmış yazı konusu kiralanır.”
“Offff!!!! Sorduğuma soracağıma…”
“Bak, bu en güzeli! Dinle! Yazı konusu yüz yedi bin beş yüz otuz üçüncü kez elinde patlayan AKA ağır yaralı olarak Fikir Hastanesi’ne kaldırıldı. Olayı duyan hayranları (!) hastaneye hücum etti. Tam – moda olduğu üzere –  kurban edilmeye en layık baş olduğunu düşündükleri hastane başhekiminin ellerini ayaklarını bağlayıp bıçağı gırtlağına dayamışlarken, AKA’ya ilk müdahaleyi yapan Fikir Transplantasyonu Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Fikri Sağlayıcı dışarı uğrayıp şokfikir cihazının arızalandığını açıklayarak herkesi fikir bağışında bulunmaya çağırdı. ‘Fikir grubu ne olursa olsun önemi yok. Biz o fikirleri evirir, çevirir, dürer, büker… ehem şey… değerli (!) hastamıza uydururuz.’ diyen Sağlayıcı, AKA’nın fikirsel tehlikesinin sürdüğünü belirterek; ‘Gene de beyinden ümit kesilmez. Sinapslarınızı eksik etmeyin!’ buyurduktan sonra kaçar gibi hastaneden ayrıldı. Aaa, dur, dur! Bu konu hiç fena değilmiş. Ben buradan devam ederim. Hadi eyvallah! Görüştüğümüze sevindim.”
“Ne görüşmesi ayol, daha kırk beş saniye bile olmadı… Aaaaa, gitti!”
Bazen dedikodular bile işe yarıyor. Denemeyle sabit! :)))




Yavuz Sarıyıldız'dan 'Look Up'
Sitesi
İronik bir üslubum olduğunu biliyorum. Bu kelimeyi ilk kez bir gazetenin yayınladığı sanat dergisine fasulyeden gidip gelirken öğrenmiştim. (Üstelik bana söyleyen de benimle aynı yaşta, ama yazmada benim şimdiki seviyemi o sıralarda dahi fersah fersah geçmiş birisiydi. Bereket ben ‘O da ne?’ diye sorunca gayet nazikçe açıklamıştı, yirmili yaşlarda hiç adet olmadığı üzere…) Bu tarz yazmak insana fazlasıyla özgürlük tanıyor. Bir kere anlatmak istediklerinizin çoğunu açık açık ve vurucu bir dille belirtmenize gerek kalmıyor. Ki bu çok büyük ustalık isteyen bir şey. Bir fikri sağa sola sapmadan, anlaşılır ve dürüst bir dille açıklayabilmek çok değerli ve az rastlanan bir özellik. Bende zerresi yok. :)) Genellikle kafam hınzırlığa çalıştığından benim için en kutsal ve değişmez bir ilke bile olsa – hatta sırf bu özelliğinden dolayı – o fikri hafife almayı deneyebilirim. Çünkü fikirlerin üzerinde konuşulmakla, eleştirilmekle, alay edilmekle, hatta karalanmakla ortadan kalkmasının mümkün olmadığına inananlardanım. İnanç demişken, boş bir hurafeyi kastetmiyorum elbette. Bu inancımın nedeni fikirlerin üzerine ölü toprağı atıldıktan asırlar sonra bile hiçbir şey olmamış gibi şöyle bir silkelenip yeniden dolaşıma girmelerine defalarca tanık olmuş olmamdır. Eğer bir ilke veya bir fikir en basit haliyle evrensel (Bu da ne kadar megalomanik bir ifade. Sanki tüm evren dünyadan ve üzerindeki insanlardan oluşuyormuş gibi büyüklenen bir laf… Hah, buyurun işte! Gene yaptım. Kendi kullandığım kelimeleri bile makaraya alıyorum. :D ), daha doğrusu kapsayıcı ise siz istediğiniz kadar ortadan kaldırmaya çalışın, alay edin, görmezden gelin yok olmayacaktır. Mesela şu önerme; tüm insanlar eşittir. Şimdi ben şöyle desem: Kendimizi amma önemsiyoruz. Dünyada sadece insanlar mı var? Biraz alçakgönüllü davransak da ‘Tüm canlılar eşittir.’ desek…  Hiç olmazsa lafta… Çünkü pratikte bir insanla bir kedi, bir insanla bir ağaç, bir insanla bir bakteri nasıl eşit olabilir ki? Duyulmamış şey!!! Dünyada işler, böyle işler… (Bu özlü söz de benim edebiyata armağanım olsun. :D)
Bir insan kendisine yaşayacak bir yer ayarlamak için ne yapar? Bir arazi seçer, mümkünse bir su kenarı… (Dakika bir, gol bir!) Sonra kendisine barınacak bir yer yapar. Nasıl? Çevreden ağaç kesip bir ev yaparak veya bir mağara falan bularak. (Dakika bir gol iki!) Hadi bu en temel gereksinimlerden biri diyerek göz yumalım. Karnı acıkınca ne yapar? Gidip avlanır veya çevreden ot yolup, sebze meyve toplayarak oradaki diğer canlıların hayatlarına temelinden müdahale etmiş olur. (Siz golleri saymaya devam edin, ben yoruldum. :D) “E, adam acından ölecek değil ya…” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Haklısınız. Bunu da geçelim. Yemek yedikten sonra işin biraz daha alengirli kısımlarına geliyoruz mecburen. Hani ‘yedik, içtik’ten sonraki aşama… :)) Bu, her ne kadar doğal olsa da burnumuzun dibinde kalmasını istemeyeceğimiz fazlalıklardan kurtulmak için ‘Benden uzak olsun, cehenneme direk olsun.’ anlayışını benimsiyoruz tabii. Kendileriyle yüzleşmemizi en aza indirecek bir yöntemle ve fakat başka canlıların başına dert olmasını umursamadan kurtulmaya çalışıyoruz. “E, mecburen.” diyorsunuzdur, yine haklısınız. Etrafımızı dönüm dönüm gül bahçesine çevirecek halimiz yok ya, dakika başı gübre gereksin. :)) O kısmı da geçtik. Akşam yattık, sabah kalktık, kulağımızı fare kemirmiş. (Hemen suratınızı ekşitip gözlerinizi belertmeyin öyle. Bütün gün çalıştık, o kadar iş hallettik. Yatağın daha ilk hecesini seslendiremeden uyuyup kalmışız. Eh, uyku da ağır olunca…) Bir farenin ne haddine!!! Bütün farelere ölüm!!! Birinci Fare Savaşı, İkinci Fare Savaşı… Ve zafer ister istemez insanın!!! Bir de şu her tarafımızı sokup kaşındıran sinekler olmasa. Sahi ya! Olmasa, di’ mi ama? Birinci Sinek Savaşı, İkinci Sinek Savaşı… Beş yüz on dokuzuncu Sinek Savaşı… Bunlar biraz daha dayanıklı çıktı, ama bizim elimizden bir kaçanla, bir de uçan kurtulur. Kaçana sözümüz yok, yalnız uçanlar geri geliyor. Ama azimliyiz, uçanları da halledeceğiz. Ah, bir de şu lanet sinekler sıtma mikrobu taşımasa… Karnımız altı aylık hamile gibi şişti. Bazı günler öyle bir titriyoruz ki, uygun frekansı yakalasak görünmez olacakmışız gibi geliyor. Demek ki neymiş? Sıtma mikrobuna ölüm!!! Birinci Sıtma Savaşı, İkinci Sıtma…
Şimdi ben bütün bunları yazdım (Bıraksalar bir bu kadar daha yazardım, ama size acıdım. :D ) diye ‘Tüm insanlar eşittir.’ ilkesi değerinden kaybetti mi? Yooo! Hâlâ çok basit, çok özlü, evrensel (!) ve doğru bir ilke… Hatta münasebetsizin biri çıkıp ‘Tüm insanlar eşittir, ama bazıları daha eşittir.’ dese bile… :))

Geçmiş İşçi Bayramı kutlu olsun. 




Laura Spector ve Chadwick Gray'in Nikolaos Gyzis'in 'Wishbone' isimli tablosuna naziresi :)
Chadwick & Spector'un diğer çalışmaları       N. Gyzis'in Diğer Eserleri 1      Diğer Eserleri 2      Diğer Eserleri 3
Eskiden günde üç yazıyı bir jonglör ustalığıyla kuyrukları birbirine değmeden havada atıp tutarken, şimdi iki günde ancak bir tanesini, o da sezaryenle doğurtunca ister istemez evvelki günkü yazı çıktı ortaya. O bile kordon dolanması sebebiyle ölümlerden döndü yavrum. Oysa bu işe nasıl da hafif başlamıştım. “Keyfim ister yazarım, keyfim ister yayarım. Sırtımda yumurta küfesi yok ya…” (Bu yumurta da yakamdan düşmüyor bugünlerde… :D ) demiştim. Hatta daha baştan kalender olduğumu vurgulamıştım ki, pat diye ortadan kaybolursam kimse arayıp sormasın. Ama aklıma gelmeyen başıma geldi. Yazdıkça sardı, yazdıkça sardı. Sonunda bir baktım; ağ dolanmış, ben de içinde kalmışım. Olur böyle vakalar, dedim. Çünkü arkası geliyordu. Kendimle ilgili söyleyebileceğim (Aslında kendimden bahsetmeyi de hiç sevmem, bilirsiniz.  :D ) şeylerden biri de bütün bu laf kalabalığının beynimin hangi kıvrımından geldiğini benim de çoğunlukla çözememiş olmamdır. Aynı şeyi resim yaparken de yaşarım. Millet bir resme başlarken önce planlar, kendisine kâğıt üzerinde bir takım nirengi noktaları saptar, perspektifi oluşturur, taslak çizgileri çizer. Ben ise kâğıdın bir noktasını gözüme kestirip oraya kedi pislemiş gibi örneğin bir adam çiziverir, sonra bütün kompozisyonu onun etrafına örerim. (Şimdi bu bir yetenek gibi gözüküyor olabilir, ama bir kere orantıyı veya perspektifi kaçırırsanız o resmi bir daha toparlayamazsınız. Çünkü hiçbir rehberiniz yoktur. Boğaz geçişlerinde kılavuz kaptan istememek gibi bir şey… Dümen arızasında (!) ilk yalıya küt!!! :D ) Çoğu öğretmenim beni bu huyumdan vazgeçirmeye çalışmış; “Şimdi sana hoş geliyor, ama ileride çok acısını çekersin.” diye uyarmak istemiştir. İçlerinden sadece biri sormuştur “O adamı oraya neden koyuyorsun? Onu oraya çizmen gerektiğini nereden biliyorsun?” diye. O ana kadar devamlı savunmada olduğumdan gardımı düşürmüştür o soru. Nasıl söyleyeyim; “Bir şey bildiğimden değil, cahil cesareti işte!” diye? Şu ünlü TV ressamı Bob Rosse gibi (daha önce de kendisinden bahsetmiştim) “E, çünkü o adam orada yaşıyor!” diye bilmiş bilmiş cevap vermiştim. Oysa o sırada daha Bob Rosse’un esamisi okunmuyordu bizim ülkede. Yani o sözün patenti bendedir. Bir kullandım, patladı gitti. :)) Yazılarım da resimlerime benziyor. Beynim aç bir kurt gibi algıladığı her şeye saldırıp birer ısırık kopartıyor olmalı ki, sinek pisliği (önce kedi pisliği, şimdi sinek, bir insan çalışmalarına bu kadar hakaret edebilir yani… :D ) kadar bir mevzuya destanlar döşeniyorum. (Ama resim öğretmenlerimin ahı şimdi tutmuş olacak ki, o ‘acısını çekme’ olayını yazılarımda yaşıyorum. Tıpkı resimde olduğu gibi yazıda da ipin ucunu bir kaçırdınız mı, sizi heyecanlandıran o ilk fikre dönmek giderek daha zor oluyor zira.) 
Tabii bu tarz kendimi bildim bileli uyguladığım bir şey olduğundan bana doğal geliyor, ama ilgi göreceği aklımın ucundan bile geçmemişti. O yüzden şimdi kendi kendimi ve üslubumu sanki dışarıdan bakarmış gibi gözlemlemeye çalışıyor ve şaşa kalıyorum. Hakikaten nereden geliyor bu değirmenin suyu? Mübine Kılıkırkyarar ile önüne set çekmeye çalıştık olmadı. Mertek Salgitsin’le saldık gitsin, gitmedi. Esin perilerinin kuyusunu bile kuruttuk, tınmadı. :) Önünde sonunda bitecek, ama hayrettir, daha HES meraklıları benim değirmenin suyunu keşfetmedi. Gene de bu gidişle göz koyacaklardır, korkarım. :)) Oysa yenilenebilir enerji bakımından daha zenginim. Kalemimin hareketlerinden (bir yazı için beş buçuk yazılık kelime tüketiyorum) kaç mikrovat elektrik üretilir kim bilir? Veya bir tek yazı için kafamda çakan sinapslar belki de koskoca bir şehri (Tamam, canıııım! Söz konusu şehir bir nanokent!) aydınlatabilir. Pekâlâ! Söylemenize gerek yok. Gene çok uçtum… Her halükarda içim kuruyana kadar yazmayı sürdürecekmişim gibi görünüyor.

Eskiden İstanbul’da su kesintileri olurdu. (Hatırlayanlar hatırlamayanlara anlatsın! :D ) Musluktan yükselen her sesin (genellikle ‘tsssss’ :D ) bir anlamı vardı. Örneğin iki saatlik kaçamak bir misafirlikten döndüğünüzde musluktan kıkırtılar (nasıl da hain makara çeker o musluk, günlerdir evde ‘Ha, geldi! Ha, gelecek!’ diye bekledikten sonra saat farkıyla suyu kaçırmış olmanızla dalgasını nasıl keyifle geçer :D ) aşağı kattan bir haftadır evyede bekleyen tabak çanakların dökme suyla yıkandığını gösteren şakırtılar geliyorsa, geçmiş olsun. Sizin bulaşıklar yıllanacak demektir. İşte benim zaman zaman verdiğim esler de bu seslere benziyor. Artık hangisinin suyun geldiğine, hangisinin kesileceğine işaret ettiğini anlamak da size kalıyor. :)))



Edward Kinnally'den 'Controlled Turbulance'
Diğer Çalışmaları 1              Diğer Çalışmaları 2
Geçenlerde bir arkadaşımın yönlendirmesiyle izlediğim Paralel Evrenler ve M Teorisi’nin işlendiği BBC belgeseli zaman zaman kafamın takıldığı konuları yeniden düşünmeme yol açtı. Bu belgeselde ilk söylenen şeylerden biri atomik partiküllerin tam yerini tespit etmekte çekilen güçlüktü. Yani o yaramaz elektronları bir noktada tespit ettiğin anda gitmiş oluyor, “Aaa, gitti!” dediğin süre içerisinde  – atıyorum – milyonlarca kez gidip geliyor. Çat burada, çat kapı arkasında, ama süpürge değil. :)) Teoriye göre ‘kapı arkası’ paralel evren. Gene bu teoriye göre birbirine dokunur dokunmaz mesafelerde (bu da benim uydurmam :D ) sınırsız sayıda (teoriyi oluşturanlar üslü sayılarla kendi aralarında anlaşıyorlar, ama dedik ya bizim kafamız anca bu kadarına basıyor) paralel evren var. Yukarıda bahsettiğim o ‘dokunur dokunmaz mesafe’ genellikle âşıklar arasında romantik-bilimkurgusal cilveleşmelere konu olur. “Sana hep bir önce yaklaştığımın yarısı kadar yaklaşsam asla bir araya gelemeyiz, çünkü hep bir önceki mesafenin yarısı kadar bir uzaklık kalır aramızda…” muhabbeti ve akabinde kuramın aksinin ispatıyla :)) sona erer. On ila on beş yıl evli kaldıktan sonra ise “Gördüğüme inanacağıma, pozitif bilime inanmış olsaydım, şimdi aramızdaki mesafe bunun birkaç katı olurdu. Çok da iyi olurdu.” laflarıyla vahvahlanarak hatırlanır. :D Gırgırı kesip konumuza dönersek bu partiküllerin bir ‘an’ da bizim evrenimizde var olurken, aynı ‘an’da başka evrenlerde de var olduklarını söylüyor bilim adamları. O malum benzetmeleri de yapıyorlar; bir evrende Waterloo Napolyon tarafından kazanılmış, bir başka evrende İngiltere Amerika’yı kolonileştirmeyi başarmış (adamların en büyük rüyası, n’apsınlar :D ), bir diğerinde Elvis hâlâ yaşıyormuş vs,vs, vs… Tabii Napolyon’un, İngiltere’nin, Elvis’in hiç var olmadığı evrenler olma olasılığını atlamamak kaydıyla. Böyle bir olasılığı düşünmek ne kadar zor geliyor değil mi? Yani sizin olmadığınız, ama hayatın üç aşağı beş yukarı aynı şekilde sürüp gittiği bir evren… Ama bir düşünün; bir yumurtayı milyonlarca spermden yalnızca biri döllüyor. Yani milyonlarca potansiyel hayat daha en başından, hiç yaşanmadan heba olup gidiyor. Oysa bu teoriye göre o milyonlarca potansiyel hayat gerçekleşme imkânı, olasılığı, artık ne derseniz deyin, buluyor. Üstelik bu var olma olasılığının da sayısız olasılığı var. Hatta neden konuyu sadece insan bazında düşünüyoruz ki? Gözümüzle gördüğümüz görmediğimiz her şey için sayısız olasılık, o olasılıklar için bile sayısız olasılıktan bahsediyoruz. Böyle düşününce olayın muazzamlığı göz korkutuyor tabii. Tevekkeli İngilizlerin kült dizisi Doctor Who’daki Doktor kafayı yemiş… :D İyi de böylesine büyük bir olasılıklar ummanına nasıl yer bulunabilir ki? Az önce bahsettiğim dokunur dokunmaz mesafeler ile ‘çat burada, çat kapı arkasında’ olayı bu konuda işe yarıyor olsa gerek. :)) Belgeselde söylenenlerden anladığım kadarıyla her şey bir fizik denkleminin içinde var olabiliyor. Evrenimiz, evrenler, hadi daha ileri gidelim öncesindeki tekillik, tekilliğin içinde bulunduğu olasılıklar bir denklem haline getirilebiliyor, ama insanlar bunları sıradan bir şekilde deneyimlemekten aciz… İyi de gerçekten öyle mi? İşte benim aklıma takılan yüz puanlık soru! :D Sahiden böylesine muazzam bir şeyi tecrübe etmiyor olabilir miyiz? Yoksa ‘bu ak, bu kara’ diye kabul ettiğimiz kurallar gibi ruhumuza işlemiş şeyleri sorgulamayı düşünmediğimiz için mi bize öyle geliyor? Mesela durup dururken, turp gibiyken insanın neden dirseği sancır? :)) En sakin ve huzurlu anınızda neden gözünüz seğirir, hiç yoktan bacağınız boşalır? Ben iki gün boyunca parmağı deli gibi kaşınan, doktor doktor gezdiği için herkes tarafından deli muamelesi gören birini biliyorum. İki gün sonra kaşıntısı kendiliğinden geçmişti. Ne bir şiş, ne bir kızarıklık, ne de başka bir şey? Sadece uyku bile uyutmayacak ve hiçbir yöntemle ve ilaçla kesilmeyen bir kaşıntı. Gittiği doktorlardan biri haline acımış olacak ki; “Bu hayalet uzuv sendromuna benziyor.” demiş. Yani uzuv kaybedildikten sonra sinirlerin yeni duruma alışana kadar artık orada olmayan noktalarda bir rahatsızlık sinyali vermesi hali… İyi de bizim arkadaşın uzvu sapasağlam yerinde. Ama ya ‘Paralel Evren Arkadaşın’ parmağına bir şey olduysa? Bu fikri açıklamadan evvel epeyce kafamda evirip çevirmeme, söylememek için beynimin en derin çukuruna atmama rağmen yaydığı ışıltı (on mumluk parlak bir fikir ya, o açıdan :D ) yüzünden dayanamayıp arkadaşıma yumurtladım. O ise – iki gün boyunca tanıdık tanımadık herkesten paranoit şizofren muamelesi görmenin de hırsıyla – bana oracıkta aklımı peynir ekmeğe katık yapmışım gibi baktı. Tabii bu olay arkadaşımın kısa bir süreliğine ve kendi kendine iyileşen bir çeşit uyuz olduğu anlamına da gelebilir. (Burada uyuz kelimesi hem gerçek, hem mecazi anlamda kullanılmıştır. :D )
Eee, size n’oluyo’ şimdi? Siz de bi’ tuhaf bakıyo’sunuz ama… Vallahi ben bilim adamlarının yalancısıyım. Yok sicim teorisiymiş. Yok fizik kuralları evreni oluşturan sicimler senfonisindeki armoniymiş. Yok boyut sayısı üç (hadi Einstein’dan sonra zamanın eklenmesiyle dörde çıktıydı da, sesimizi çıkarmadıydık :D ) değil, tam on bir taneymiş. Yok sicimler aslında evrenimizi oluşturan zarın yapı taşlarıymış. Yok on birinci boyut bir milimetrenin trilyonda biri kadarmış. Yok onun sayesinde paralel evrenler ispatlanıyormuş. Onca ayakları yere basan (Ki ayakların yere basması için gerekli olan yerçekimi ile de pek anlayamadığım bir zorları var bu adamların. Diyorlar ki yerçekimi kuvveti olması gerekenden azmış, çünkü… Offf! Neyse siz de seyredin! Anlarsanız, bana da anlatırsınız. :D) fizik teorisinden sonra benim deli saçması fikirlerim mi fazla geldi? Hem bu daha hiçbir şey değil. Hani uzay yolculuklarına çıkmak, uzaydaki büyük mesafeleri daha kısa sürede ve insan bedenine zarar vermeden almak için son teknoloji gemiler yapmayı hedefliyor ya dünya. Ya buna hiç gerek yoksa? Ya biz hiç farkında olmadan her gün – ne her günü, her an – fark etmeden evrenler arası yolculuklara çıkıyorsak. Atom parçacıkları çat burada, çat kapı arkasında sürtüyor da, atomlardan oluşan insan eksik mi kalacak yani? :))

Iııııı…. Siz şimdi bunları düşüne koyun, yüzünüzdeki ifadeler değişince ben tekrar uğrarım. :D




Jessie Wilcox Smith'den 'Mother and Child'
Diğer Çalışmaları
“Ay, şunun surata bak! Hık demiş burnundan düşmüş ayol bu! Ama haklısın şekerim! Yani İngiltere Mingiltere, bunun yanında ne ki? Demek Prof. Worthington’ın teklifini bu şişe mantarı yüzünden reddettin.”
“Aman, bırak! Şartlarını hiç beğenmemiştim zaten.”
“Ayol dünyanın sayılı üniversitelerinden birinde kariyer yapmanın nesini beğenmedin?”
“Aaa! E, çayın bitmiş senin. Ben hemen yenileyeyim. Sen şu yaş pastadan aldın mıydı? Köşedeki pastane yapıyor…”
……………
“Eeee, nasıl geçti konser?”
“Çok tatlıydıııııı!!!!!”
“Üstüme iyilik sağlık! Elin kazık kadar piyanisti için söyleyecek bir tek ‘çok tatlı’ sıfatını mı bulabildin?”
“Ama öyleydi. Önce pembe tütülüler çıktı. Böyle yerden bitme beş tip… Bizimki de solist…”
“Sen neden bahsediyorsun yahu? Siz dün sadece bir gece konser versin diye yalvar yakar getirtilen dünyaca ünlü şu piyanistin resitaline bilet almamış mıydınız? Üç ay peşinden koştun, bir ay şafak saydın hani…”
“Yok canıııım! Dün bizim ufaklığın okulda gösterisi vardı.”
“Hani o gelecek haftaydı.”
“Son anda değiştirdiler zamanını. Öğretmenlerinden biri mi gidiyormuş ne…”
“Tüh! Yandı sizin konser biletleri desene!”
“Bilet dedin de aklıma geldi; şehir içi ulaşımda bileti tamamen kaldırmışlar, haberin var mıydı? Ben geçen gün…”
……………
“Tatil nasıl geçti? Yediğin içtiğin senin olsun, gezip gördüklerini anlat! Nasıl, çok mu güzel oralar?”
“Acayip güzeldi. Deniz, güneş… Bizim pansiyonun önü de yeşillikmiş. Bayıldım, bayıldım. Bizimkinin şerefine güzel de bir gece yaptık, vur patlasın, çal oynasın… Bu aralar pek somurtkan, ama o gece şöyle hafif bir makyaj yaptı. Görsen, bir içim su! Tabii istediği okulu kazandığı için de biraz şişindi.”
“Yaaaa! Bi’ de o var di’ mi başınızda? Gelecek sene göçeceksiniz o okula para yetiştirmek için… Bi’ dak’ka, bi’ dak’ka! Ne pansiyonu bu?”
“Şu kuzeydeki kasabalardan birinde harika bir yer bulduk. Nasıl ferah anlatamam. Hem sabah kahvaltısı da onlardan. Bir de kocaman mutfakları var. Pazardan alışveriş et, istediğini pişir!”
“İyi de siz Avrupa sahilinde bir yerlerde güzel bir otele rezervasyon yaptırmamış mıydınız? Ağzının suyu akarak anlatıyordun. Dört değil, sekiz gözle bekliyordun. Kızın sınav hazırlıklarıyla boğuşmaktan canım çıktı diyordun. Malak gibi yayıp, elini sıcak sudan soğuk suya sokmayacaktın hani?”
“Tüüüü! Görüyo’ musun? Ben bu sabah tesisatçıyı arayacaktım. Şimdi sen sıcak su deyince aklıma geldi. Dur, ben o işi halledeyim. Allloooooo…”
………….
“İtiraf et hanım! Sen bu evi hiç satmak istemiyorsun.”
“Ne alakası var? Ev dediğin on yılda bir değiştirilmeli. Yoksa çok problem çıkarır.”
“Madem öyle, yedi yıl önce aklın neredeydi?”
“Aman! Müşteri mi vardı o zamanlar? Kriz, mriz…”
“Sanki şimdi var. Üç aydır emlakçıda, ancak iki kişi geldi. Güzelim ev, ama piyasa durgun işte. Kız evlenmiyor olsa…”
“Saçma sapan konuşma! Kızın evlenmesiyle ne ilgisi var? Çok büyük bu ev. Temizlenmesi dert. Üç yılda bir boya badana… Vallahi bıktım. Hem her gün aynı manzara, sıkıldım artık. Biraz hayatımızı yaşayalım. Şöyle güzel kutu gibi bir ev alırız.”
“Kalan parayla da kıza ufak bir ev için peşinat… Yoksa altlarına bir araba mı?”
“Ya sahi, gazetedeki tuhaf arabayı görmüş müydün sen bu sabah? Adam tek kişilik bir otomobil yapmış, yatarak kullanıyormuş. İlahi! Ben daha otururken uyukluyorum…”
………….
“Telesekretere de bir mesaj bırakmış, dinleyince beynimden vurulmuşa döndüm. Dur, bak! Kayıtlı hâlâ. Dinle!
‘Torunu okuldan alması için Müjgan’a rica ettim … endişelenme… Akşamki davet için yaptıklarım dolapta… Biraz hızlı konuşuyorum, çünkü şimdi gelirler…… Hah! Siren sesi geliyor… Kapı açık… Yatarak da beklemiyorum… koltuktayım… merak etme… Korkma… bir şey olmayacak…. Olursa da… fazla üzüleyim… deme... Ben de… benimkini… böyle kaybetmiştim… biliyor…sun… O… bana… diye… medi… ben… sana… söyleye…yim… Seni… sev… meme… izin… ver…diğin… için… teşekk…..’
Burada kesiliyor, bayılmış.“
“Nasıl? İyi mi şimdi?”
“İyi şükür! Hafif bir krizmiş. Eve çıkardık zaten. Yoğun bakıma ilk girdiğimde ne dese beğenirsin? ‘ Vallahi çok güzel uyumuşum. Eve de bu yataklardan almalı. Sahi n’oldu torunun okul işi?’ Boynuna sarılıp öpeyim mi, yoksa oracıkta boğazlayayım mı bilemedim, inanır mısın?”
“Bilmem mi? Benimki de aynı soydan. Ya soracağım, soracağım unutuyorum. Sen buraya niye taksiyle geldin? Yoksa arabanın başına bir şey mi geldi Allah korusun? Üniversiteden beri hayalini kurduğun otomobildi, nazar mı değdi?”
“Sorma, yaptık bir hata. Bir eve bir araba yeter kardeşim. Müsrifliğin ne âlemi var. Sattım ben arabayı.”
“Aaaa, niye? Yağ gibi gidiyor diyordun. Gözünü alamıyordun ayol arabandan. Yoksa… yoksa kızın okulu…”
“Yok canıııım! Bak, sen sen ol! O araba satıcılarının palavralarına inanma! Her tarafı ayrı zangırdıyordu o nesnenin. N’oldu? Sen neye bakıyo’sun öyle?”
“Kenarına bakıyorum.”
“Ha?”

“Hani ‘Kenarına bak, bezini al!’ diye biten bir atasözü vardır ya, işte o hesap!”




Cyril (Aquasixio) Rolando'dan Silent Prayer isimli çalışma
Diğer Çalışmaları 1             Diğer Çalışmaları 2                Sitesi
Geçenlerde bambaşka bir şeyler araştırırken bir sitede gördüğüm ‘The Berlin Reunion’ veya orijinal ismiyle ‘Das Wiedersehen von Berlin’ isimli gösteri beni alıp 70li yıllara götürdü. Ama önce 2009 yılında sergilenen bu gösterinin Jean Luc Courcoult tarafından 1979 yılında kurulan Royal de Lux isimli kukla topluluğu tarafından gerçekleştirildiğini söyleyeyim. Zannediyorum televizyon haberlerine de kısaca konu olmuştu. Beni götürdüğü yer ise Pilli Bebek isimli bir çocuk programı… Türkiye’de televizyon deneme yayınları düzenli yayına dönüşmeye başladıktan sonra haberler ve koro halinde şarkılara (!) ek olarak çocuk programları da devreye girmeye başlamıştı. Pilli Bebek de bunlardan biriydi. O zamanlar bizim pek de farkında olmadığımız ölçüde başarılı bir kukla filmiydi. Bir süre fenomen haline gelmişti. Hem de sadece çocuklar arasında değil, büyüklerin dünyasında da yer bulmuştu kendine. İki balıketi kadını kendi bünyesinde buluşturup birbirine kaynaştırmış bir hanım olan halamın kollarını bacaklarını iki yana aça aça ve biraz da (haliyle) yerçekiminden bağımsızmış gibi hareket eden, başını abartılı biçimde iki yana oynatan Pilli Bebek karakterini taklit ederek biz çocukları kahkahalara boğduğunu çok iyi hatırlıyorum. Öylesine girmişti ki günlük yaşantıya (tıpkı televizyonun kendisini çabucak kabul ettirmesi gibi) bir zamanların ünlü şarkıcısı Şenay’ın (Sev Kardeşim, Hayat Bayram Olsa) eşi besteci Şerif Yüzbaşıoğlu’nun lakabı bile Pilli Bebek olmuştu bir ara… :) Bunlar aklıma gelince araştırayım dedim. Google sağ olsun :)) orijinal adının ‘Torchy the Battery Boy’ olduğunu internetin dibini azıcık kazıyarak da olsa buldum. (Malum Pilli Bebek adında bir müzik grubu var. Onlardan bizim gariban kuklaya sıra gelmiyor. :D ) YouTube’da ilk bölümünü de görünce iyice emin oldum. Fakat o zamanlar ayıla bayıla önüne oturduğumuz filmi şimdi seyredince Pilli Bebek nasıl olup da gece rüyama girmemiş, kâbusum olmamış şaştım doğrusu… Siyah beyaz ekranda bile tekinsiz görünen açık renk gözler (Vallahi çakır olmama rağmen beni bile irkilttiler. Hatta haminnem gibi ‘Tü tü tü! Dağlara, taşlara…’ diyerek nazar duası okuyasım geldi. :D ) aykırı bir kaş şekli, bir çocuğa ait olamayacak kadar mükemmel bir telaffuz (Meğer İngilizcesinde de aynıymış. Basit bir ‘anywhere’ sözcüğünü bile enivhherr diye telaffuz ettiğini duyunca insanın kanı donuyor. :D ) ve kulak tırmalayan bir ses. İşte o yüzden aklımda mal bulmuş Mağribî gibi hemen paylaşmak varken son anda çark ettim. Neme lazım? Hatırlayanlardan biri evladını çağırıp ‘Bak çocuğum, biz küçükken bunları seyrederdik.’ deyiverir. Çocukcağızın yetişkinlik yıllarını terapistte geçirmesinin sebebi olmayayım durup dururken. :))

Hadi Pilli Bebeği geçtik, ama hepimizin karakterlerinin özenli fiziğine, dekorun yaratıcılığına hayran olduğumuz bir başka kukla film daha vardı. Stingray… Jenerik müziğini ıslıkla çalmaya uğraşır tok sesli sunucunun söylediklerini tekerleme gibi dilimize dolardık. :)) Oradaki kuklalar – hakkını vermek lazım – taş bebek gibiydi. Adonis ile Venüs gibi vücutlar, Clark Gable ve Kim Novak benzeri suratlar… (Meğer hepsinin bir modeli varmış gerçekten. Troy’unki James Garner, Marina’nın ki Sylvia Anderson, ki kendisi aynı zamanda kuklaların yaratıcısı. Hele de Claude Rains’in hık demiş burnundan düşmüş olan Ajan X20…) Eh, konusu da zaten bilim kurgu. Gerektiğinde bir düğmeye basıp yer altına gizlenen koskoca binalar (Tabii o zamanlar onların el kadar maketler olduğuna kafamız basmıyordu. :D ), sudan yükselen roketler, Stingray’in peşindeki o kötücül, metalik balıkla kaçma kovalama sahneleri… Hepsini ağzımızın suları akarak seyreder, sonra sokağa fırlayıp ‘Sen Troy’sun, ben Fons’um.’ diye bağıra çağıra Stingraycilik oynardık. Oysa şimdi seyrettiğimizde ne kadar donuk kalıyorlar. Tabii onların üzerinden ne çizgi filmler, ne bilgisayar hileleri geçti. Artık aynı hayranlıkla seyretmenin olanağı yok. Hatta Pilli Bebek beni benden aldı yukarıda da bahsettiğim üzere… :)) Gene de bizim kuşağımıza televizyonun kökünü kazımaya çalıştığı eğlence ve sanatları tanıtmış olması bakımından önemli dizilerdir. Bir de televizyonda tiyatro vardı ki, Nisa Serezli’yi kendine has konuşması ile Tatlı Kaçık’ta seyretmenin tadı hala dimağımdadır. Ama artık o da başka bir yazıya kalsın. 



Michael Oswald'dan 'Soul Searching'
Diğer Çalışmaları                    Sitesi
Dünkü yazımı okuyunca Presbiyopik Hafıza Sendromuna düşündüğümden erken yakalanmış olduğumu fark ettim. Bir gün önce hangi muhteşem (!) diziyi seyrettiğimi hatırlamazken otuz küsur yıl önceki televizyon programının ayrıntılı çözümlemesini (!) yapmaktan daha esaslı kanıt olur mu? Nasıl saçlar beyazlayınca gözler uyum yapma yeteneğini kaybediyor (Bu saç göz ilişkisi de pek hoştur doğrusu… Saçlar kuzguni siyah ve tüm gelecek ayaklar altındayken uzakları görmekte zorlanırsınız. ‘Onlar beyaz değil, meç, meç!’sakızı ağza dadandığında ve o nurlu (!) ufuklar artık yakına gelmişken birden Kaf Dağı’nın ardını dahi görmeye başlarsınız. :D ), hep önümüzdeki erişilmesi zor mesafelere ayarlı kalıyorsa, hafıza da ters yöndeki uzaklıklara kilitleniyor. Tabii bunun sonucu aşağıdaki gibi konuşmalar olabiliyor.
“Mirim hatırlar mısınız, 1366 kışında Zühdü Bey’in üçüncü göbekten kuzini Sabahat Hanımların Merkepbağırtan Sokağı’ndaki yeşil pancurlu evine gitmiştik? Hani bahçe kapıları da dertliii dertli inilderdi.”
“Nasıl unuturum? Sabaha kadar çalıp söylemiştik. Hatta tipi olmuştu, şimal-i şarkîden pek kuvvetli poyraz esiyordu. Ertesi gün öğlen vaktine kadar kesilmediydi. Sizin üzerinizde pek afili bir İngiliz’den yeni diktirdiğiniz takım vardı.”
“Zühtü Bey’de pek keyifsizdi de, ben akşama kuru fasulye var, diye zorla ikna edip getirdiydim. Keh keh keh! Bir de ayakkabılarını giyerken o yüzden bir kaza olmuştu.”
“Yok canım! O on gün sonra Bedrettin Beylerde olmuştu. Sabahat Hanımlarda kuzu kapama yemiştik biz. Geçen gün karşılaştık onunla da. Epey hoş beş ettik.”
“BABAAA, SEN SABAHAT HANIM’LA YEDİ YIL ÖNCE KARŞILAŞTIN. KADIN ÖLELİ İKİ YIL OLUYOR.”
“Hadi oradan! Sen önce dün akşam yaptığın bamyaya tuz koymayı öğren, sonra karışırsın büyüklerin lafına!”
“BABAAA, SEN DEĞİL MİSİN SAFRA KESEME DOKUNUYOR DİYE ÜÇ YILDIR EVE BAMYA SOKMAYAN?”
“Ne bağırıyorsun? Karşında sağır mı var?”
“Neyse, bu akşam mücver yapacağım, altı aydır sayıklıyordun. Afiyetle yersin.”
“Kaç defa söyleyeceğim kelimeleri ağzında geveleme diye. Bu yaşına geldin doğru konuşmayı öğrenemedin.”
“DİYORUM Kİ AKŞAMA MÜCVER VAR!”
“İyi, pek severim. Yalnız o kadar sık yapma! Daha iki gün önce yediydik. Doktor kızartma iyi gelmez diyor, bak!”
Aslında her zaman bazı savantlarda olduğuna inanılan (yüzde yüz kanıtlanamamış) fotoğrafik hafızaya özenmişimdir. Bir şeye bakıyorsunuz ve fotoğrafını çekmişsiniz gibi istediğiniz zaman kişisel arşivinizden çağırıp yeniden bakabiliyor, okuyabiliyor, değerlendirebiliyorsunuz. En çok da şiir, anekdot, isim hatırlamakta usta olan kişilere rastladığımda bu hırs ve kıskançlığa kapılırım. Hani bir sohbet açarsınız, gayet sıradan, günlük bir konuda… Adam pat diye ünlü bir şairin o konuya gönderme yapan şiirini okuyuverir. Böyle bir hafızaya hayran kalmamak elde mi? Herhalde bu insanların hafızalarındaki arşiv memurları çok titiz ve dakik olsa gerek. Google’un daha akıllı ve sorumlu olan bir çeşidi gibi. Konuşmada geçen sözcükleri tarayıp arşivden ilgili ne var ne yok indirip önüne seriyor. Üstelik ‘Siz böyle dediniz, ama onun doğrusu şöyledir. Biz size yüz elli bin kadar sonuç çıkaralım. Belki kafanıza yüz elli bin defa vurarak doğrusunu belletebiliriz.’ gibi ukalalıklarla moralini de bozmuyordur büyük ihtimalle. :)) Benim arşiv memuru ise şu şekilde çalışıyor:
“Bugün hava pek güzeldi.”
Trık! Cümle bizim memurun önüne gidiyor ve tarama işlemi başlıyor.
“Bugün… günün tarihi… ııııı… bugün ayın kaçıydı? Buralarda bi’ takvim olacaktı. Beyin duvarına iliştirmiştim. Tabii kıvrımlar düzleştikçe patır patır düşüyor astıklarım. Hah! Buradaymış. İyi de bu 1993 yılının… Olsun! Oradan saya saya geliriz. Yeter ki o yıl hafızaya başvurulmuş bir tarih bulalım. Hmmmmm…. Vallahi bilemedim. Bari hangi günde olduğumuzdan haberimiz olsaydı. En son bir salı hatırlıyorum, ama acaba o zamandan bu yana kaç gün geçti? Salı günü sallanır derler, biraz sallasam birkaç dut… şey yani… ipucu düşer mi acaba? Amaaaan, neyse! Bu kelimeyi atlayıp öbürüne geçelim biz. Vakit kaybetmeye gelmez… Eee, ikinci kelime neydi?... Sahi neydi yav’?”
Sonunda kelimelerden biri – o da kazara – bir çağrışım yaptığında söz konusu cümle sarf edileli yarım saat geçmiş oluyor. Yani sohbetle ilgili anlamlı (anlamsızları bolca var da) alıntı yapamıyorsam, bunun tek suçlusu benim tembel arşiv memurumdur. :)) 




Bill Gekas'tan 'Retro Child'
Diğer Çalışmaları 1          Diğer Çalışmaları 2           Sitesi           Blog
Bu fotoğrafik hafıza konusuna kafam fena takıldı. Hakikaten hafızanın bu şekilde işliyor olması çok ilginç. Aslında biraz da dalgın olduğunuzda yarı istemli olarak başvurduğunuz hatırlama tekniklerine benziyor. Hani telefonla konuşuyorsunuzdur da o anda ilgilenmeniz gereken, ama bilinçli dikkatinizi yöneltemediğiniz bir başka konu (Eğer söz konusu kişi bir kadınsa konu sayısı en az üçten başlar: ‘Saçım düzgün mü?’ ‘Kızın veli toplantısı bugün müydü?’ ‘Mutfaktan yanık kokusu mu geliyor?’ ‘Holdeki saat kaçı çaldı öyle?’ ‘Hiii, işe geç mi kaldım?’ vs.) vardır. Telefonu kapattıktan sonra o sürede bilinçaltına kaydettiğiniz görüntü, ses, koku, his gibi verileri çağırır ve genellikle oldukça sağlıklı bir bilgiye ulaşmayı da başarırsınız. Fotoğrafik hafızada bu durum daha bilinçli ve uzun süreler için yapılabiliyor sanırım. Aradan on yıllar geçtikten sonra bile söz konusu bilgiye ulaşabiliyorsunuz. Hem de eksiksiz, fotoğrafını çekip muhkem bir yerde saklamışçasına net… Eh, insan beyninden daha muhkem bir kasa da daha icat edilmedi. Düşünüyorum da; keşke biriktirdiğimiz paraları da o kasada tutabilsek. Hatta daha ileri giderek bir Beyinbank oluşturup faiz bile tahakkuk ettirebilirdik. Ne iyi olurdu. Yalnız İsviçre’nin ekmeğiyle de oynamamak lazım. Durup dururken saat ve çikolatayla geçinmek zorunda bırakmayalım adamcağızları. :))
Böyle bir hafızayı insanlara sonradan kazandırmak mümkün olsa kim bilir şimdi teknoloji ne kadar değişik bir yöne ilerlemiş olurdu. En azından fotoğraf makinesini envanterden düşmek lazım. İstediğim şeyi tek bir anını bile unutmadan zihnimden pırıl pırıl, üstelik sesli, kokulu, hisli bir biçimde çağırıp bakabildiğim bir dünyada bütün bunları suni ve eksikli olarak yapabilecek bir makineye neden ihtiyaç olsun, değil mi? Ama diğer yandan şu insanoğlu çok tembel… Mesafeleri iki bacağıyla aldığı süreye fena halde (!) ihtiyaç duyduğundan yemeyip içmeyip otomobilleri yaptı. (Yani şu fıkradaki gibi ‘Bir aylık işi bir günde halledersem, kalan yirmi dokuz günde ne yapacağım?’ diye soran, eden olmamış demek.) Hatta o da yetmedi; yürüyüş mesafesinde kullanmak üzere bir Zencefil (Ginger) düşünüp, üstüne üstlük bunu toplumun yüzde altmışlık bir kesimine (Aziz Nesin ölçeğiyle konuşuyorum, çünkü bu şekilde az da olsa kendimi kurtarma ihtimalim var. Yoksa Heinrich Heine ölçeğine göre ölmüşüm, ağlayanım yok! :D ) çağın buluşu diye yutturdu. Bu durumda yukarıdaki çıkarımı bir kez daha düşünmek lazım.  Belki de herkesin fotoğrafik hafızaya sahip olduğu bir dünyada (yoksa paralel evrende mi desem :D ) fotoğraf makinesi için şöyle bir reklam kampanyası dahi yapılabilirdi: “Hayatınızın her anını beş duyunuzla hatırlamaktan bıktınız mı? Hafızanızı boşaltın! Size o anları dikkat dağıtan ayrıntılardan uzak, sadece bir görüntü olarak sunacak ‘asrın keşfi’ fotoğraf makinesi ayağınıza geldi. Üç bin milyon on yüz bin lira, üstelik kredi kartına hiç taksit!” :))
Tamam, tamam! Paralel evrenden çıkıp öz be öz evrenimize giriş yaptım. Yalnız gelirken ajan olarak kullanmak üzere yanımda birini daha getirdim. (Bir düşünün fotoğrafik hafızaya sahip bir ajan ne kadar kullanışlı ve ekonomik olurdu. Taksitli modellerimiz de mevcuttur. :D ) Girsin böyyük devletlerin en gizli kuruluşlarının en gizli odalarındaki en gizli bölmelere… Bakın Wikileaks falan para ediyor mu? (Gerçi ona da ismini kim yakıştırdıysa? Bence Wikifall veya Wikiflood daha uygun düşerdi.) Adamımız bakar bakmaz çıt diye flaşı çakar ve hafızasına nakşeder belgeleri, sonra da koşup her şeyi teeeek tek anlatırdı:
“… Sonra belgenin ikinci paragrafına geçiyoruz abi. Yeniden Keşfetmeye Hiç Gerek Olmayan Yapışık Elli Birler Devleti zıpırıfınış cıbısınç’daki hiç okunmuyor devletine kocaman kahverengi bir leke tarihinde saldıracak ve kendi ülkesini korkunç bir yıkımdan son anda kurtardığı iddiasıyla, zeytinyağına açık fark atacak özgül ağırlığını tüm dünyaya ilan edecektir.”
“Ooolum, bu ne biçim fotoğrafik hafıza? Zıpırıfınış cıbısınç ne? Hiç okunmuyor devleti diye bir yer yok! Kahverengi bir leke tarihi ne demek? Sen paralel evrenden buraya geçerken arıza mı yaptın, yoksa bize eski modellerden birini mi kakaladılar?”
“Ben n’apiim abi? Birisi çok gizli evrakın üzerine kahve dökmüş.”

Ehem… şey… Galiba yazıyı bitirme vakti geldi. Hava muhalefeti nedeniyle bir süre her türlü araca uçuş yasağı konmuş. Kendime inecek bir yer bulsam iyi olacak. :))



Chuck Close'un 'Brad' ve 'Kate'inden detay, 'Lorna Simpson' ve 'Cindy Newman' portreleri  ile kendi portreleri arasında pozu
Diğer Çalışmaları 1                            Diğer Çalışmaları 2                               Sitesi
Bu haftanın oldukça yoğun bir gündemi varmış ajandama bakılırsa; 10 Mayıs Engelliler Haftası, 12 Mayıs İşitme ve Konuşma Engellileri Günü… Bizim zamanımızda ‘sakat’ denirdi. Sonra düşündüler taşındılar, bu kelimenin aşağılayıcı olduğuna karar verdiler ve ‘özürlü’ dediler. Şimdilerde o kelimeyi de bozuk para gibi harcadığımızdan (daha önce de bu konuda yazmıştım; kelimeler masumdur, onları kirleten insandır diye…) dilimizi dişlerimize değdirmekten dahi sakınarak, terbiyeli terbiyeli ‘Engelli’ diyoruz. Bunu da yıprattıktan, üzerine kendi ön yargılarımızı yığdıktan sonra bir başka sözcük buluruz hayırlısıyla. Sözlükte kelime mi yok? Hele de insanları kategorize eden ifadeler söz konusu olduğunda ibadullah; uzunlar-kısalar, sarışınlar-esmerler (kızıllardan bahsetmiyorum, onlar bir süper grup, kumrallar da ortaya karışık :D ), beyazlar-siyahlar, sağcılar-solcular, haçlılar-aylılar-heksagramlılar-tekerlekliler-lotuslular vd., iyiler-kötüler, kadınlar-erkekler, engelliler-……. Sahi engellilerin karşısına kimi koyacağız biz? Engelsiz insan var mı bu dünyada? Engel dediğimiz; çıplak gözle görünmeyen bir DNA kodundan gezegenler, galaksiler arası mesafeye kadar değişen boyutlarda; yanlış yerde, yanlış zamanda çıkan bir sivilceden ömür çalan bir tümöre kadar geniş bir önem yelpazesinde; bir iki saniye kaybettiren bir aksilikten hayatı kökünden silkeleyebilecek bir felakete kadar uzanabilecek olasılıkta bir şey… Zaten yaşamın kendisi engelleri yenmek, yenemediklerimizi ya kabul etmek ya da başa çıkmak için yeni yöntemler geliştirmek demek değil mi? Yani ana karnına düştüğünüz andan itibaren bir engellisiniz. O zaman toplumun kendini ‘normal’ (!) diye tanımlayan kısmı ile aynı engellerle savaşırken daha fazla zorlanması sebebiyle izole etmeye tevessül ettiği kişileri ‘engelli’ (!) diye nitelemek biraz anlamsız kaçmıyor mu? Görenlere göre düzenlenmiş bir dünyada engel; görmezin sahip olamadığı duyu mudur, yoksa görenin düşüncesizliği mi? Duyanlara hitap eden bir sistemin dayatılması duymazların kaderi mi, yoksa duyanların zihinsel engeli mi? Hazır laf açılmışken; sevgi dışındaki bazı konuları geç kavrayan bir zihin mi engellidir, yoksa kendi var olma biçimini normal (!) ilan edip farklı olana geçit vermeyecek kadar sevgisiz olan mı? Bir başka açıdan düşünelim; bir uzvundan, duyusundan, yeteneğinden mahrum kalmak mı engeldir (ki bu durumda dünyanın en engelli kişileri yaşlılar olmaktadır, zira bütün duyuları, zekâ ve beden kapasiteleri azalmış veya giderek azalmaktadır), yoksa saniyenin onda biri kadar kısa bir anın ‘Engelli’(!) ile ‘Engelsizi’ (!) birbirinden ayıran inceciiiik bir zar olduğunu hayal edemeyecek kadar izansız olmak mı? (Ki hepimiz bu açıdan az veya çok engelliyiz.) Sorun bakalım inşaat tepelerinde türkü çığırarak keklik gibi seken ‘İbo’cuklarımıza; “Düşmekten korkmuyor musun?” diye. Çoğu yalancı bir kahramanlık gösterisiyle; “Acı patlıcanı kırağı çalmaz. Bana bir şey olmaz.” diyecektir. Düşerse – Allah göstermesin – ölür, işte o kadar… Çok azının aklına ölmezse neler olabileceği gelir. O ihtimali de ‘ölmekten beter’ diye tanımlayarak zihinlerinin en derin çukuruna gömerler. Ah, biliyorum; cahil diyeceksiniz, genç diyeceksiniz, daha da ötesi yoksul diyeceksiniz. (Bunlar da adını anmadığımız diğer engeller, öyle değil mi? :D ) Peki ya son model arabasının direksiyonuna oturup en basit güvenlik önlemini bile almaya lüzum görmeyen saçı başı ağarmış olanlar? Onlar da mı cahil, yoksul, genç? Kanunen en azından ilköğretim mezunu olmaları gerekiyor da (ehliyetli olanları kastediyorum elbette :D ), o açıdan söylüyorum. Hatırlıyorum da; bir keresinde iki üç dakika kazanmak için çok riskli bir hareket yapan arkadaşımı uyardığımda üşenmemiş bana o durumda bir aksilik çıkmasının olasılık hesabını yapıp vermişti. Bilmem kaç yüz binde birmiş… Ben de o kâğıdın üzerine şu soruyu yazmıştım; bu bilmem kaç yüz binde bir olasılık gerçekleştiğinde hayatta kalma olasılığı nedir? Daha hayatta kalınırsa ne gibi koşullarla karşılaşılacağı olasılığından bahsetmeme gerek kalmadan konu kapanmıştı. :)) Çünkü kabul etmek ne kadar zor gelse de, milyonda, trilyonda, katrilyonda bir başınıza gelebilecek bir olayda milyonuncu, trilyonuncu, katrilyonuncu olma olasılığınız her zaman… HER ZAMAN birde birdir. Asıl engel ; ‘Bana da olabilir.’ kavrayışına sahip olmamızı kısıtlayan samimiyetsiz merhamet gösterileri ve davranışlarıdır. Engel tanımayan tek şey ise insanı ‘Engelli’ (!) kategorisine sokacak koşulların niteliği ve niceliğidir.

Engelini aşmaya çabalayan bir ‘Engelsiz’den, engelsiz ‘Engellilere’ selam olsun… 



Zadok Ben-David'den 'Looking Back' isimli eser
Diğer Çalışmaları                        Sitesi
Dünkü yazıma bazı resimlerini koyduğum Chuck Close bir insanın engellerini aşmakta nelere kadir olabileceğinin canlı kanıtlarından biri. Hayır, 1988 yılında sanatını elinden almaya yeltenen ‘Vakıa’yı (The Event) kastetmiyorum. Aslında öncesi de var. Close hiperrealist bir ressam. Yani ayrıntılarla tutkulu bir aşk :)) yaşayan sanatçılardan. Fotoğraf gibi manzara, natürmort, mimari çizimler yaparsınız da portre çalışmak daha zordur. Çünkü yaptığınız manzara resmindeki dağlar, natürmorttaki portakallar veya binaların kolonları dile gelip; “Burnumu çizememişsin işte. Ne o öyle? Karl Malden’e benzemişim yahu.” demez, ama insan denen nankör mahlûk :)) öyle mi? Hemen yapıştırır dilinin ucundakini; “Armut kafa çizmişsin beni yaaa!” (Portre ressamı olmak istiyorsanız, sakın yaptığımı yapıp; “Kafan armuda benziyorsa ben n’apiim?” şeklinde cevap vermeyin. Saatlerce kan ter içerisinde uğraşarak yaptığınız çöp adamı anında kafanıza ekliyorlar. :D ) Chuck Close’un portrelere yoğunlaşması ise olağandan daha zor, çünkü yüzleri tanımasını zorlaştıran Prosopagnosia’dan (Yüz Körlüğü) muzdarip. Her sabah aynaya baktığında “Hiii, eve hırsız girmiş.” diye bağırmasına sebep olabilecek cinsten bir illet. :)) Şimdi, sizin böyle bir sorununuz olsa tutup da; “Ben ille de portre ressamı olacağım.” diye inatlaşır mıydınız hayatla? Close inatlaşmakla kalmamış, bir de hiper başarılı :)) olmuş. Tabii bu konuyu resim yapan biri olarak değerlendirdiğinizde dezavantajı avantaja çevirebilecek ayrıntıları da fark edebiliyorsunuz. Neden avantaj? Çünkü çizdiğiniz yüzle sübjektif hiçbir ilişkiniz kalmıyor. Benzetmek veya benzetememek sizin için fazladan bir kaygı ve / veya baskı olmaktan çıkıyor. (“Abi, adama her gün portresini yaptığı adamı yeniden tanıştırıyorum. Tablo bittiğinde dağa kaçmış ineğe benzerse hiç şaşmam.” diyen çevrenizin de sizden beklentisi olamayacağına göre alabildiğine özgürsünüz yani. :D ) Bütün yapmanız gereken gördüğünüz çizgileri, noktaları, lekeleri, renkleri, gölgeyi, ışığı (artık herhangi bir eşyayı nasıl algılıyorsanız) doğru yere konumlandırdığınızdan emin olmak. Bunu Close’un başarısını küçümsemek için değil, bir engeli aşmak için kullanılabilecek yol yordamın çeşitliliğini vurgulamak açısından söylüyorum. (Hadi, hadiiii! Kedi ulaşamadığı ciğere… :D ) Sanatçının daha sonra yaşadığı ve ‘Vakıa’ (Olgu) adını verdiği felci bile adeta yok kabul edip resme devam etmesi ise zaten başlı başına bir destan… Böyle bir adama bakıp hayran olmamanın olanağı var mı? Peki, bunca şey başarmış biri olarak kendisi kim(ler)e hayran acaba? Ah, evet! Yarı tanrı, çok muktedir gördüğümüz kişilerin birilerine hayran olması biraz tuhaf geliyor, ama insana bu duyguyu yaşatacak öylesine basit şeyler var ki… Aslında hepimiz hayran olunası insanlarız. Muhtemelen kendileri bilmese bile :)) pek çok hayranımız da var. Ama kimse duyduğu hayranlığı açıklamaya yanaşmıyor. Örneğin ailemizin demirbaşı kabul ettiğimiz ebeveynlerimize söyleyebiliyor muyuz takdirlerimizi? Hiç olmazsa çoluk çocuğa karışıp (mecburen :D ) elimiz ekmek tuttuktan sonra ayıldığımız bazı konularda başardıkları veya başaramasalar da gayret ettikleri şeyler için onlara hayran olduğumuzu dile getirebiliyor muyuz? (Gerçi ben anneme söylemiştim. Yanılmıyorsam şöyle bir cümleydi: “Bütün gücümle sana benzememek için uğraşıyorum, çünkü hesapsız kitapsız vericiliğin asla benim harcım değil.” Kadıncağız sevdim mi, dövdüm mü anlayamamıştı. :D ) Çevrenize bir bakın! Kendilerini takdir etmenizi, hiç değilse yaptıklarını fark etmenizi ve tabii bunu onlara da söylemenizi dileyen,bekleyen, isteyen ne kadar çok insan var. Her gün aksatmadan kapınıza gazetenizi getiren kapıcınız veya bakkalın çırağı mesela… (Evet, yaptığı iş için para alıyor, ama hem o parayı alıp, hem de Ali’nin gazetesini Veli’ye, Veli’ninkini de Ali’ye götüren modelleri de var onların. :D ) Sadece grev yaptıklarında, o zaman da pek hayırla anmadığımız çöp toplayıcıları… Gün boyu bin bir çeşit insanla karşılaşıp, üstü ve astıyla didiştikten sonra size fazla içten olmasa da kibar bir gülümsemeyle ‘Hoşgeldiniz!’ diyen memurlar… Elinizde torbalarla, yürümekten çok yuvarlanır gibi yaklaştığınızı görüp kapıyı size tutan kırk kat el insanlar… Havadan sudan sebeplerle asfalyayı attırıp şerareler saçarak infilak ettiğinizde anlayış ve sabırla her kıvılcıma yangın söndürücü sıkmaya çalışan yakınlarınız… :))
Sanırım Alacakaranlık Kuşağı dizisinin bir bölümüydü. Hikâyenin kahramanı patronundan zerrece takdir görmeyen bir sekreterdi. İçinde olduğu sektör gereği şahit olduğu ünlülerin gördüğü muameleye imrenirken, bir sabah uyanıp kendisini sekreterlere film yıldızı gibi davranılan bir paralel evrende buluveriyordu. Para, şöhret, hayranlık, takdir, sınırsız pohpohlama… :)) Arada sırada çevremizdeki insanlara böyle bir paralel evrende yaşıyorlarmış gibi davransak, belki de dünya daha iyi bir yer olurdu, ne dersiniz?

Hazır bu parlak fikir aklıma gelmişken yemedim içmedim, pop yıldızı muamelesi görmek için sağa sola haber saldım. Bugün beni her gören çığlık çığlığa bağırıp üstünü başını parçalayacak. Gerçi ikna etmem biraz kolay oldu gibi geldi. ‘Yeni elbiseniz benden.’ dediğim için olabilir mi, acaba? :))




Jaume Plensa'dan 'El Alma del Ebro'
Sitesi                   Diğer Çalışmaları
Geçen gün kendisinden bahsetmem hafızamı kontrol eden arşiv memurunun hiç hoşuna gitmemiş. Ona on beş dakikalık şöhretini kazandırmış olmamı bile umursamadan basmış dilekçeyi beyne…
AKA Beyinle İlişkili İşler Bölümü Hafızadan Sorumlu Hipokampus, Amigdala, vs. Nöronları Başkanlığına,
Bir tarihte (Maalesef hâlâ 93 takviminden günümüze gelme işlemi sürdüğü için tam tarih veremiyorum.) halen görevli olduğum arşiv sorumluluğumu layıkıyla yerine getiremediğim yönünde dedikodular yapıldığına dair duyumlar almış bulunmaktayım. Esasen benim şikâyet ettiği türden bir çalışan olmamın müsebbibi düpedüz bu dedikodunun kaynağı olan kişidir. İşbu sebeple kendisi hakkında beynî işlem başlatılmasını, mümkünse kovuşturma sonucunun tarafıma yazılı olarak iletilmesini (Yalnız ana kapıdan getirmesinler. O taraf ismi lazım değil bazı dedikoducular tarafından gönderilen talepler yüzünden tıkanmış durumda. Pencereyi tıklasınlar, ben alırım.) arz ederim.
İmza: Hafıza Arşivi Kıdemli Baş Memuru Arızî Çipsi
Ek: Haklılığımı gösterir bir dinleme kaydı.
1.Arkadaş: “Ya geçen gün yolda kimi gördüm dersiniz?”
2.Arkadaş: “Kimi?”
AKA: “Aaa, ben biliyorum. Sonra biz şeyde karşılaştık da, o zaman söyledi. Şeyde ya… hani kocaman bi’ yer…”
1.Ark. “Park mı?”
AKA: “Yok canım, ne parkı… Şehrin göbeğinde. Caddenin, sokağın ortasında…”
2.Ark. “Meydan gibi yani…”
AKA: “Hah! Meydan! Şey Meydan’ı… ııııııı… aman bilirsiniz! Hani hep geçeriz.”
2.Ark. “Nereye geçeriz?”
AKA: “Karşıya canııııım.”
2.Ark. “Kadıköy Meydanı mı? Vapur iskelesinin orası. Sen ne kadar zamandır vapurla karşıya geçmedin allasen? Oranın meydanlığı mı kaldı? Açık hava Yedikule Zindanları gibi bir yer oldu orası. Tüneller, geçitler. Geçen gün bir geçide girdim. Çıktığımda Galata’da Deniz Kızı Eftalya’nın afişinin karşısındaydım. Vallahi uzay zamanda solucan deliği açmanın yolunu keşfetmiş adamlar.”
AKA: “Biraz destekli atsan diyorum. Hem araya laf karıştırma! Kadıköy Meydanı doğru tahmin. İşte orada eskiden şeylerin olduğu yerde karşılaştık. Hani şeyler vardı ya, böyle bi’ sürü…”
1.Ark. “Seyyar satıcılar.”
2.Ark. “Gaz’teciler.”
Yan Masa: “Dolmuşlar.”
Garson: “Otobüsler.”
AKA: “Satıcı doğru. Oradan devam edelim.”
1.Ark. “Çakmak gazı satanlar.”
2.Ark. “Cep tarağı?”
Üç masa öteden: “Burhan Pazarlamaaaaa….”
AKA: “Yok artık. Ya canlı bi’ şi’ler satıyo’lardı. Hani her sabah kalkınca sesini duyarsın.”
2.Ark. “Çalar saat.”
AKA: “Canlı diyorum yav’! Senin başında horoz falan mı duruyor? Ay, inanamıyorum. Horozu hatırladım. Garson kafedeki herkese benden bir horoz… aman… çay yani! Neyse biz konumuza dönelim. Bu canlı şeyler de horoza benziyo’ da, biraz daha küçüğü… Hani birbirlerini pek sevdikleri söylenir.”
1.Ark. “Haaaa, muhabbet kuşu satıcılarını diyo’ bu!”
AKA: “Tombala! İşte orada karşılaştık şeyle… Hani kırmızı montu var. Saçını da hep atkuyruğu yapar.”
1.Ark. “Vallahi hatırlayamadım. İşin kötüsü, lafın buraya nasıl geldiği de aklımdan çıkmış.”
Yan masa: “Siz biriyle karşılaşmıştınız hani. Sizin arkadaş da onunla daha sonra görüşmüştü. Zaten onun adını hatırlamak için başlamıştı bu kör dövüşü…”
1.Ark. “Allah Allaaaaah! Kimdi acaba?”
AKA: “Ne demek o ‘kör dövüşü, mör dövüşü’? Ayıp oluyo’ ama… Hem siz bizi mi dinliyo’sunuz bakim?”
Yan masa: “N’olur hatırlayın artık. Yarım saattir kalkaca’m, kalkamıyorum. Takıldım kaldım burada. Haa, bu arada çay için teşekkürler. Vallahi iyi geldi.”
…..

Ooof of! Nedir benim bu beyin işlevlerimden çektiğim. Hayır, sinirden iyice kekeme zihinli oldum. Kahvaltıda ne yediğimi bile unutuyorum artık. Ay, dur, dur, dur! Hatırladım! Hani siyah oluyo’ da, içinden odun çıkıyo’… :))




Franzi'den 'Seaweed'
Diğer Çalışmaları
Dün ailemin ilk yıl havai fişekler ve fener alaylarıyla karşıladığı, on iki ila on üç yıl sonra bu kararlarını yeniden sorguladıkları, yirmi dokuz ila otuz yıl geçince umutlarının tükendiği ve otuz beşinci yıldan itibaren karalar bağlayıp yas tuttukları bir günün seneyi devriyesi dolayısıyla yazamadım. Artık tertemiz bir sayfayı önüme açmış olaraaaaak…… kaldığım yerden devam ediyorum. :)) Bir gün önce “Bari o gün beni görenler korkmasın.” diyerek ilk iş kendimi kırkıcıya (bkz. Kuaför :D ) attım. Her sene aramızda benzer konuşmalar geçer:
“Buyurun, hoş geldiniz!” (Bu sırada yüz ifadesi ‘Gözüm seni bir yerlerden ısırıyor.’ der gibidir.)
“Hoş bulduk.”
“N’apılacaktı?”
“Kırkıla… şey yani kesim! Kesim!”
“Sizi şöyle alalım. Nası’ bi’ şi’ ol’caktı?”
“Ekose, iki düğmeli, truvakar kollu… ehem… yani öyle bir ceket giyecektim, ama hava işte… Amma sıcak var, di’ mi?”
“Hııı… Öyle hak’katen! Eee, nasıl yapalım saçınızı?”
(Önce kuşbaşı doğrayalım. Soğanları yağda hafif pembeleştirdikten sonra bilahare…) “Kısaltalım iyice lütfen.”
“Peki! Nası’ bi’ model düşünmüştünüz?”
(Dartz Prombron’dan Nagel nasıl? Hani önden görünüşü kuru kafanın sırıtışına benziyor.) “Kısa!”
“Kısa derken…”
“Kısa! Nası’ diyiim? Kısacık… Böyleeeee…”
“Kısa!”
“Vallahi ağzımdan aldınız. Bravo!”
İşte diyalogun bu noktası kırkıcının kopma noktasıdır. (Benimki daha sonra… :D ) Bunun sebebini açıklamak için yaklaşık yarım asır geriye gitmek gerekiyor. Benim iki ayda bir içeriden alarm düğmesine basmamdan yorulan bir kadın doğumcunun sonunda kafamdaki kulplara asıldığı gibi beni dışarıya çektiği güne yani… İşte kırkıcının tükürür gibi ‘Kısa!’ derken gözlerini diktiği bölge kafamdaki o iki kulp… sevgili kepçelerim… şey yani kulaklarım… :))
“Siz onları kafaya takmayın. Nereye gitsem yanımda gelir onlar. Haa, emir vermedikçe de ısırmazlar, merak etmeyin.”
“Efeeem? Haaaa! Aman efen’im estağfurullah! Şimdi ben arkaları kısaltayım. Ön tarafa gelince bilahare…”
“Kısaltmaya devam edersiniz.”
“Hıııı… bakarız.” ........ Şıkıdı şıkıdı şık şık! Şıkıdı şıkıdı şık şık!
“İşte olduuuuuu! Şimdi kulak üstlerini nasıl yapalım? Böyle iyi mi?”
“Bu sene Yahudi Lülesi mi moda?”
“Efen’im?”
“Kısaltın, kısaltın…” ........ Şırrrk!
“Nasıl?”
“Are you lonesome tonight? /  Do you miss me tonight?... Vallahi bu Elvis favorileri de yakışmadı değil, ama siz biraz daha kısaltın.” ........ Şırrk!
“Bu defa oldu ama… Di’ mi?”
“Güzeeeeel… Mireille Mathieu’nün 70li yıllardaki saç uzunluğuna eriştik. O da bir şeydir. Ama 60lı yıllarda daha kısasını kullanıyordu aynı saçın. Beatles’ın ilk hali gibi yani… Hadi bi’ gayret! Yaratana sığınıp atın bir makas!”
“Ama yani…”
“Şöyle yapalım. Siz ben dur diyene kadar kısaltmaya devam edin. Yavaş yavaş, alıştıra alıştıra gidelim.”
“E, peki madem…” …….. Şırk!
“Öhö!”
“Dur mu dediniz?”
“Yööö!!!!” …….. Şık!
“Siz daha önce geldiniz miydi bize?”
“Evet!”
“Tamam, durdum.”
“Kardeşim devam etsene! Allah Allaaaaah!”…….. Şık!
“Ne sıklıkta gidiyorsunuz kuaföre?”
“Bi’ düşiniim… Sanırım her yıl bu zamanlarda bir uğruyorum fırsat bulabilirsem.” …….. Şııııııırrrrrrrrrkkkkkk!
“Ay, biraz fazla oldu, kusura bakmayın. Ben hemen iki tarafı eşitlerim. Yılda bir kez dediniz gibi geldi de… Keh keh!”
“Bienal de olabiliyor.”
“Efe’nim?”
“Yıl aşırı demek istedim.”…….. Şıııııııııııırrrrrrrrrrrrrrkkkkkkk!
“Amanın, bu taraf da uçtu! Ama korkmayın halledilemeyecek bir şey değil. Şimdi, şuradaki saçları alır, buradan dolaştırır, şunun üzerine dolar, oradan çekerseniz hiç belli olmayacaklar…”
“Neler?”
“Yaaaa… di’ miiiii? Bakın siz bile fark edemediniz çanak ant… ehem kulakları. Hiç merak etmeyin, ben size nasıl tarayıp fönleyeceğinizi gösteren bir kroki çizip vereceğim.”
“Sen bana versene o makası!” …….. Şıııırrrrrrrrrrrrrkkkkkkkkkkkkk, şıııııııııııııırrrrrrrrrrrrkkkkkkkk!... “Oh be!”
“Ay, bana bi’ şi’ler oluyo’… N’aptınız han’fendiiiiiii? Gitti güzelim model…”

“Arkalar eh, yanlar mükemmel, geldik önlereeeeee… Hadi bakalım gazanız mübarek olsun kuaför bey!”




Mustafa Kemal Atatürk *
Hani bazen öyle durumlar olur ki, önünüzde gerekeni yapmaktan başka seçenek kalmaz. Ama bu hareket sizin yok oluşunuz anlamına geliyor da olabilir. Yani lazım geleni yaparsanız büyük ihtimalle öleceksiniz, yapmazsanız yaşayacaksınız, ama işte… O noktada kişisel iradeniz devreye girer. İrade bazen cesaretten bile üstün bir özelliktir. Hatta çoklukla cesaret sırtını ona yaslar. İradeniz size hangi yönü gösterirse o tarafa gidersiniz. O kritik zaman, yer ve koşullar bütünü çerçevesinde iradeniz size ölümünüz (Bu ille de dramatik anlamda bir ölüm anlamına gelmek zorunda değil, bazen ilkelerinizden taviz vermek bile bir çeşit ölümdür.) anlamına gelebilecek ve fakat gerekli hareketi işaret ediyorsa büyük bir insan olma mayasına sahipsiniz demektir. İster önünüzde el pençe divan durulsun, ister üzerinize basılıyor olsun…
Öğrenim hayatımız boyunca bir silindir gibi defalarca beynimizi düzleyen İnkılâp Tarihi derslerinden aklınızda kalanları hatırlamaya çalışın. Bizlere anlatılan nedir? Mustafa Kemal Atatürk 19 Mayıs’ta Samsun’a çıkarak ülkeye bir güneş gibi doğmuştur. Sonra gelsin Erzurum, Sivas Kongreleri, Ankara’ya avdet etmeler, meclis çalışmaları… Biraz düşününce bize adeta çocuk tekerlemesi kıvamında belletilen İnkılâp Tarihi’ne göre adeta daha Samsun’a ayak bastığı anda Mustafa Kemal Paşa Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuş sayılmalıdır. Zaten gerisi hiçbir aksilik olmadan birbirini takip eden öngörülmüş olaylar manzumesidir. Tabii şöyle de diyebilirsiniz; “Sen ne diyorsun kardeşim? Elbette her şey Samsun’a çıkmasıyla başladı. Atatürk bunu kendi eliyle Nutuk’un ilk cümlesinde yazmadı mı?” Haklısınız. Peki, neden anlatmaya başlamak için ille de o anı seçmiştir. Daha sonra kendisinin de açıkladığı gibi ondan günler önce zaten kararını vermiştir. O karar anından başlayabilirdi anlatmaya… Veya hem ülke, hem de kişisel tarihinde dramatik bir yer tutan Çanakkale Savaşları’ndan girebilirdi. Ne de olsa ülkenin karar verdiği tarihteki duruma gelmesinin hayati sebeplerinden biri sayılırdı o, savaştan çok sömürme bağımlısı ulusların arkadan vurma konusunda kendilerini bile aştıkları bir kıyamet olan muharebelerin her biri… Ama hayır! Orayı da seçmemiş. Neden 19 Mayıs?
Çünkü 19 Mayıs bir irade gösterisidir. Önünde uzanan güzergâhın ne derece tehlikeli olduğunu görerek, bilerek, anlayarak ve buna rağmen o yola girerek yapılan bir meydan okumadır. Önce kendine, sonra karşısında yer alacaklara ve en sonunda da yanında durmaya gayret edeceklere… Yoksa bize ezberletmeye çalıştıkları gibi; kongre tarihleri, verilen kararlar, avdet edilen şehirler kendiliklerinden serilmemiştir ayaklarının altına. Hepsi, her biri sarsılmaz bir iradenin eseri ve sonucudur. Dağınık ve zararsız güneş ışınlarını büyüteçle odaklayarak yangın çıkartmak gibi Atatürk de ulusunun dağınık ve etkisiz görünen emellerini kendi iradesinde toplayıp odaklamış ve sömürme bağımlısı ülkelerin canını hiç ummadıkları kadar yakmıştır. İşte 19 Mayıs o büyüteç gibi iradenin ulusunun karşısına ilk kez çıktığı gündür. Belki o tarihe Gençlik Bayramı titrinin verilmesinin sebebi de budur. Gençler kendilerinden önce gelenlerin yaptıklarını büyüterek ve odaklayarak gösteren, gören ve düzeltme iradesine en fazla sahip olan kesimidir toplumun. Alçak gönüllülükle “1919 yılı Mayısının 19'uncu günü Samsun'a çıktım.” şeklinde betimlenen o muhteşem iradeyi en iyi anlayabilecek olanlar da onlardır.
Tüm gençlerin ve her anlamda genç kalanların 19 Mayıs Bayramı kutlu olsun.

……..
“Baylar, bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da ulus egemenliğine dayanan, kısıntısız, bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak.
İşte daha İstanbul’dan çıkmadan önce düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamaya başladığımız karar, bu karar olmuştur.
… Temel ilke, Türk ulusunun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu, ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir.
Öyleyse; ya bağımsızlık, ya ölüm.”
Mustafa Kemal Atatürk

Söylev 63 Basımı Sf.9




Achmad 'asit' Munasit'ten 'Broken Hearth'
Diğer Çalışmaları 1                Diğer Çalışmaları 2
‘Eski sevgili’ şarkıları bilir misiniz? Duyar duymaz vurulduğunuz, tutkulu bir birliktelikten sonra iki tarafın da kendi yoluna gittiği, ama unutulmayan, unutulamayan şarkılar… Bunların bazıları arsız çıkar gerçi. Girmedikleri kılık, kapısını çalmadıkları müzisyen, arkasına saklanmadıkları tarz kalmaz. Hep şu veya bu şekilde etrafınızdadırlar. Başka bir şarkının ölçülerinin arasında birkaç nota, bir cıngılın ezgisinde esinlenme (!), hatta bazen araba kornalarında bir ölçü… Hayır, havalı kornaları kastetmiyorum! Bazen üç araba peş peşe korna çalar da Yesterday’in girişini duyuverirsiniz örneğin. Haykırasınız gelir; “Devamını da getirin!” diye. Düşünüyorum da bunu deneyen hiç oldu mu? İnsanlar her şeyden saz ürettiler, ama araba kornalarından bir çalgı yapmak… Hatta daha da ileri gidelim, bizi kim durdurabilir? :D Arabalardan bir orkestra… Gözlerinizi kapatıp hayal edin, büyük bir alışveriş merkezinin kendinden büyük park yerine toplamışsınız arabaları ve Beethoven’in 5. Senfonisi’nin girişini çalıyorsunuz. :D Güzel olmaz mıydı? Gerçi benim hınzır hayal gücüm her zamanki gibi fazla mesai yaptığından beynimin ekranına (Renkli, sinemaskop!  Aslında üç boyutlular çıktı şimdi, ama benim başımı ağrıtıp, göynümü döndürüve’yo’ onlar… :D ) şöyle bir görüntü takılmıyor değil: Çevredeki binalardan birinin penceresi açılıyor. Dışarıya başında soba borusundan bozma bigudilerle bir kadın çıkıyor ve avazı çıktığı kadar bağırıyor: “Bana bak! Çek elini o kornadan, yoksa…!!!!!” :)) Dağılan konumuzu büzgü dikişi yaparak toparlayalım demişken… Bir ara bizim mahalleye uğrayan ‘Overlok makinesi ayağınıza geldi!’cilerden birinin müziği ‘Hotel California’nın nakaratını andırıyordu. O yüzden aracın her geçişinde balkonlara uğrayıp hayraaaaan hayran seyrederek; “Welcome to the Hotel California haaaaalııııııııı, such a lovely place kiliiiiiiiim, such a lovely face passssspaaaaaassss…” diye devam eden tekerlemeye eşlik ediyordum. :)) Sonra ne olduysa (Belki Eagles telif istemiştir. :D ) değiştirdiler müziği de, her defasında “Overlok mu lazım abla?” diyen adama “Yooo, ben çöp atmaya çıkmıştım.” veya “Yeğeni yolcu ediyo’dum.” gibi bahaneler uydurmak zorunda kalmaktan kurtuldum. Toparlıyorum, toparlıyorum. :)) Bazen de bu şarkılar kendilerini bir tarzın içine öylesine gömerler ki, dinlerken kulağınızın ucuyla yakalayacak olursunuz, ama oradan dilinizin ucuna yetişmez bir türlü. “Şey değil mi bu? Hani şey canıııım…” diye diye bir tereddüt, bir kekemelik, bir bunamış olma korkusu kalır içinizde. :)) Veya dilinizin ucuna kadar yetiştirdiğinizi pat diye söyleyecek olursunuz, bu sefer de kimseyi inandıramazsınız. “Yok artık! Arabeskin introsunu da Bach’ın kantatlarından yapmazlar herhalde…” itirazlarıyla geri püskürtülürsünüz hüsran içerisinde.

Bazı ‘eski sevgili’ şarkılar ise yıllarca ortadan kaybolurlar. Öyle ki; “Eh, dönem şarkısıydı onlar tabii… O yılların gençliğine hitap ediyordu.” diyerek, arada tozlu plakları karıştırırken isimlerine rastladığınızda burnunuzun direğini sızlatmakla yetinirsiniz. Veya şakülü kaymış bir kasetin eski setinizde oryantalize ettiği (Nasıl da güzel göbek atar o eski kasetlerdeki müzikler… Nesrin Topkapı yanında vitrin mankeni kalır vallahi. :D ) bant kaydını dinlerken uzaklaraaaa dalar gidersiniz. Ortadan öylesine yok olmuşlardır ki, ne reklam müziği olarak tozları alınır, ne yorumlayıcıların ağzına uğrar, ne de müzik dünyasında esamisi okunur. Adeta o şarkı konusunda topluca amnezi yaşanmaktadır. Ne zaman şarkıyı meşhur eden yorumcu veya müzisyen “Ben oldum artık!” der ve ‘best of’ yaparak bitpazarına nur yağdırmaya karar verir, o zaman bizim şarkı birden kıymete biner. Üzerinde bir karış toz birikmiş kayıtlar raflardan indirilir, yeni düzenlemeler, elektronik eklemeler, vokaller, sazlar, perküsyon derken yeniden paçal (=remix) yapılır ve piyasaya salınır. O şarkının eski meftunları bu yeni haline bir türlü alışamazlar hâlbuki. Çok mu makyaj yapmışlardır? Üzerine biçilen tarz sağında solunda pot da yapmış sanki. O güzelim afro tınıların üzerinden silindir geçirip pembe beyaz düzenlemeler yaparak rengini de birkaç ton açmışlar, olacak şey değil. Saçına başına taktıkları o pırıltılı vokaller de ne kadar eğreti duruyor.  Oysa onca takıp takıştırılan, sürüp sürüştürülenlerin altında hâlâ ‘eski sevgili’ durmaktadır. İntrosunda yeni haline alışamamış tedirgin ve zoraki bir neşe, nakaratlarında abartılı yavanlaştırılmaya meydan okuyan bir isyan ve notalarında eski heyecanını hatırlatan bir pırıltıyla yeniden hayatınıza girmek için eşiğinize gelmiş beklemektedir. Bu paçal yeni nesli meftun etmek için yapılmış olsa da ‘eski sevgili’nin eski âşıkları yakaladıkları her yeni yetmeye; “Bu da bir şey mi? Sen onu eski günlerde görecektin.” diyerek arşivlerindeki sararmış resim… pardon kayıtları indirip dinletmeye başlayıverirler. İstenen olur, yeni yeni âşıklar eskilerinin saflarına katılır, ama bizim paçal olsa olsa eski makyajsız, sade sevgiliyi yaşatır. :)))




Mike Glagolev (Михаил Глаголев)'in kamerasından Vlado Milunic ve Frank Gehry tarafından yapılmış 'Dancing House'
Glagolev'in Diğer Çalışmaları
Buldum! Mütemadiyen yazmamı sağlayacak sihirli formülü sonunda keşfettim. Evet!..Evet!... Çok teşekkürler…. Teveccühünüz… :)) Çok zorlu bir süreçti… Çok çalıştık arkadaşlarla… Ama artık bu çalışmaların semeresini topluyor olmaktan duyduğumuz engin memnuniyetin güçlü dalgalarına kapılmadan :)) önce bana bu fırsatı tanıyanlara teşekkür etmeyi borç bilirim.
Öncelikle; her gün telefonla halimi hatırımı sorarmış gibi yaparak ilkin künyemi okutan, sonra da bir şeyler satmaya, sigorta, banka hesabı, kredi kartı, ihtiyaç (!) kredisi, tarife, sağlık kontrolü ve nice nice aklıma hayalime gelmeyen imkânları benimle buluşturmak için dillerini son tüyüne kadar feda eden operatörlere hassaten teşekkür ederim. Onları bazı yazılarıma başkahraman yaparak onurlandırmaya (!) çalışıyorum zaten. Bu konuda ileride de çalışmalarıma devam edeceğimi, akşam gece kuşları (artık martılar gece kuşundan sayılmaya başladı gerçi) uçmaya başladıktan veya sabah kargalar kahvaltılarını hazırlarken yaptıkları her aramanın telefon pazarlamacılarına yol, su, elektrik ve özellikle kanalizasyon olarak döneceğini buradan açıklamaktan düpedüz zevk alı… şey yani memnuniyet duyuyorum.
İkinci olarak; ‘İnsan dediğin makinelerle değil, insanla muhatap olur.’ yanılsamasıyla bankalara her gidişimde önüme yepyeni yokuşlar çıkararak günümü aydınlatan, kuyrukta beklemek istemiyorsam diğer insanların haklarını hiçe sayma pahasına her bankadan bir kart alma gerekliliğini gırtlağıma dayanmış bir sustalı nezaketiyle hatırlatan, hiç kullanmadığım, ömrüm oldukça da kullanmayacağım (Büyük konuşma AKA efendi! Bankalarda bu azim varken, her fani yüzde sıfır (!) faizli ihtiyaç (!) kredilerini tadacaktır.) ürünleri (Ben demiyorum, onlar diyorlar. Domates, patlıcan gibi bi’ şi’ herhalde.) temcit pilavı gibi önüme koyan Hepbanabank’a minnettarlığımı ifade etmekten geri kalmayayım.
Üçüncü teşekkürü ise her gün sağlık, beslenme, hastalıktan korunma, bitki, ot, sebze, meyve, et ve benzerinin genellikle içler dışlar toplamı sayesinde birbirini götüren yarar ve zararlarını tefrika etmekten ve bunları beynimde açık gördükleri her boşluğa tıkıştırmaktan vazgeçmeyen basın yayım kuruluşlarına sakladım. Bence Stephen King, Dean R. Koontz, Bram Stoker, Ray Bradbury, Clive Barker, H.P. Lovecraft boşuna ömür çürütüp kafa patlatmışlar insanların ödünü patlatacağız diye. Gazetelerin sağlık sayfalarını okumak, televizyondaki uzmanların (!) vahiy inmiş veya her bir ayrıntısı titizlikle Nevada (!) Üniversitesi’nde araştırılmış gibi ahkâm kesmesini (Meslek hastalığı… Çekemiyorum işte, n’apayım?  :D ) seyretmek dudak uçuklatmaya (Herpes virüsü tüm kötülüklerin anasıdır. Hemen ilk gördüğünüz sağlık kuruluşuna başvurun. Altı ayda bir kontrole gelin. Aslında üç ayda bir diyecektik, ama size acıdık.), gece ışıklar açık yatmaya (Zinhar! Aydınlıkta melatonin salgılanmıyo’. Vallahi sinir stres olursunuz.), tüm tırnaklarınızı kökünden kemirmeye (Bu alışkanlıktan kurtulmak için acı biber merhemi vaaar, hipnoz vaaaar…) yeter de artar. Dolabı her açtığımda içinden canavarlar çıkacakmış gibi kapısının arkasına sinmemi ve bu şekilde iğne ipliğe (İğne temel çivisinden bozma, iplik de bildiğiniz gemi halatı, ama olsun…) dönmemi sağladıkları için özel bir teşekkürü daha borç hanemden silmiş olayım.
Ama en büyük, en hak edilmiş teşekkürü evime borçluyum. Ne zaman ‘Artık bitti! Yazamıyorum.’ desem hemen bir bahane üretmemi sağlayan sevgili evim… Telefon pazarlamacıları, banka ve medyanın önüme serdiği yazı imkânlarını değerlendirmemi sağlayan yegâne ilham kaynağım kendisidir. Nasıl mı? İşte size sihirli formülü açıklıyorum. Yemek yapmak mı lazım? AKA soğan, domates ve bilumum sebze hakkında yazar. Ütüler mi birikti? AKA ütü niyetine kalemi çamaşır niyetine kâğıdın üzerinde gezdirmeye başlamıştır bile. Ayşe Hanım’ın (bulaşık makinesinin müstear adı) karnı mı acıkmış? AKA’yı koyduysan bul! Bir köşeye büzülmüş döktürmekle meşguldür. Toz mu alınacak? Elbette! Ama önce kelimelerin tozunu bir alalım da… Silmek süpürmek? “Sağa sola attığım müsveddeleri toplasam yeter miiii?” Alışverişe mi çıkılacak? “Şimdi geliyoruuuuum. Sadece üç yazıcık daha…” Apartman aidatı mı yatacak? “Ama daha bugünün yazısı bitmedi ki!!!” Vergi? Vermigi, yazgi… :)) Evin işlerini kaytarmak olsun da, yazı bahanesi hazır…

Evim, evim, güzel evim. :D 




George Tooker'dan 'Landscape with Figures'
Diğer Çalışmaları 1                 Diğer Çalışmaları 2
Size de olur mu? Hani yaşantınız hafiften basmaya başlar; kapıyı vurup çıkasınız, işten istifa edesiniz, ‘Kafama saksı düştü, hafızamı kaybettim ben.’ numarasıyla evden kaçasınız, tası tarağı toplayıp güneye yerleşesiniz gelir. Bahar coşkusu bünyemi terk edip yerini yaz bezginliğine bırakırken durdurun dünyayı, inesim var bu aralar. Kendimi çitilene çitilene yıkanıp dolana dolana sıkılarak yedi yıl yirmi dört saat halı silinmiş bir yer bezi gibi hissediyorum. Böyle bir durumda ne yapılabilir? Kısa dönemli çözümler arıyorsanız; kendinizi dışarı atar, havadaki iğrenç, genize yağlı ilmek misali yapışan egzoz dumanından kurtulma amacıyla çim, çiçek, toprak kokusu aramak, şehrin hâlâ yeşil kalmış yerlerinde gezinirken vahşi ormanlarda dolanıyormuş gibi davranmak türünden yöntemlere başvurabilirsiniz. Veya daha genç kuşaktansanız; bir alışveriş merkezine gider, dükkan dükkan dolaşarak zerrece işinize yaramayacak şeylere dünyanın parasını döktükten sonra yorgunluktan perişan halde bir kafeye oturur, beyninizi Emanetçi Sultana’ya bırakmış misali boş bakışlarla kahvenizi yudumlar ve etrafta deli danalar gibi dönenen diğer yaşam firarilerini seyredersiniz. Ama merak etmeyin! Benim – her zamanki gibi – çok daha iyi bir çözümüm var. Şimdi şöyle arkanıza yaslanın, gevşeyin! Gözleriniz kapanmaya çalışıyorsa tartışmayın, bırakın kapansınlar… Efendim? Haaa… Doğru ya, o zaman da yazıyı okuyamazsınız. Neyse bu konuda sonra endişeleniriz. Siz gevşemenize bakın! Ve hayal edin!
Elinizde aile hekiminizden (!) alınmış ‘Acilen yaşam değişimi önerilir.’ yazılı dosyanızla bir Tebdil-i Hayat Dairesine giriyorsunuz. Suratında plastikten yapılmış gibi duran ekşi bir gülümsemeyle memurlardan biri bekletmeden yaklaşmanızı işaret ediyor. (Perşembe günleri pek kalabalık olmuyormuş Allahtan. İyi de olmuş. Telefonla, internetle numara alacağım diye iflahınız kesilmiş yirmi gündür zira… :D ) Her gün suratınızdaki bezgin ifadenin birçok varyasyonunu görmeye alışmış birinin duyarsızlığıyla dosyanızı alıp bilgisayara girişinizi yapıyor. On dakika kadar görevi gereği size bazı sorular soruyor. Annenizin kızlık soyadının beş buçukuncu rakamı, kimlik numaranızın yedinci harfi gibi şaşırtmaca sorularla bezginliğinizi derecesini ölçmeyi de ihmal etmiyor. (Eee, kaynakları idareli kullanmak lazım. Her yaşam değiştirmek isteyene de “He!” diyecek hali yok devletin.) Nihayet seçenekleri sıralamaya başlıyor.
“Elimizde sizinki gibi acil kodlu bir CEO yaşamı var. Adam iki saate kadar yaşamını değiş tokuş yapmazsa derin depresyon teşhisiyle bir akıl hastanesinde alacak soluğu. Tabii onların kaldığı yerlere ‘rehabilitasyon kliniği’ deniyor, ama bizim konumuzla alakası yok. Hemen beraberinde gelen promosyon paketinin içeriğine bakıyorum. Evet, işte burada! Bahamalarda bir yazlık, New York’un en prestijli rezidansında bir kat, son model beş otomobil, bir kıtalararası jet, hepsine ek olarak da bir yıl ücretsiz verilecek koruma hizmeti… Vallahi ben olsam bir saniye bile durmazdım. Kelepir! Üstelik katkı payı olarak sadece bir buçuk milyon Yokistan Doları veriyorsunuz. Sudan ucuz!”
“Ha… şey yani hö… amaaaaan… hooop hop! Bi’ dak’ka! Yaşamımızdan bezdik dediysek, intihara meyilliyiz demedik. Ben o kadar parayı nereden bulayım? Etim belliiii, budum belli!”
“Eh, maşallah bayağı belli hak’katen. Öhö… pardon! Ama adam CEO sonuçta. Yani ev diyoruuum, yazlık diyoruuum… Satar satar ödersiniz. N’olmuş?”
“Ben de kalp diyoruuum, stres diyoruuum. İki güne kalmadan hücceten giderim diyoruuum. Hem bu sistemde para peşin kırmızı meşin değil miydi?”
“O da doğru. Siz gelmeden önce araştırma yapmışsınız anlaşılan. O zaman size sahibinden az kullanılmış Fransız bohemi yaşamı vereyim. Pakete neler dâhilmiş bakalııııım…”
“Bakmayın! Ben Fransızca bilmem.”
“Ayol adam kendisi Fransız zaten. Sular seller gibi konuşuyor Fransızcayı. Araştırmışsınız dedim, ama o kısımları atladınız mı ne? Yaşam değiştiriyorsunuz beyefendi, yani o kişinin hayatı sizin olacak. Siz daha önce hiç yaşamınızı…”
“Değiştirmedim ya!!! Değiştiremedim. Hep sizin gibi memurlar yüzünden bir türlü kısmet olmadı.”
“Siz alın o Fransızı, alın! Pişman olmazsınız. Bakın, daha geçen gün Monaco Sarayına tebdil-i yaşam yapan bir müşterim arayıp teşekkür etti. Orası da Fransa civarında ya, o açıdan söylüyorum.”
“Ne CEOsu, ne bohemi, ne sarayı yav’? Ben şöyle sessiz, sakin, kendi halinde bir yaşam istiyorum.”
“Peki, bakalıııııım… Buda rahibi?”
“Himalaya Mimalaya… Yok, olmaz! Ben yüksekten korkarım.”
“Ne alakası var canım? Neyse… Ferrarisini satan bilge?”
“Favori arabamdır. Mümkün değil, satamam.”
“Maori balıkçısı?”
“Deniz tutar.”
“Hint fakiri?”
“Yakınımda karınca gezse hastaneye yatıyorum. Yılan sokarsa, kesin tahtalıköy… Olmaz!”
“Sade fakir?”
“Yoğurtlusunu tercih ederim. Ne bu böyle? Siz bu konuda uzman olduğunuza emin misiniz?”
“Hakaret etmeyelim lütfen. Aaa, bi’ dak’ka! Tam size göre bir yaşam var elimde.”
“Eh, hadi bakalım.”
“Mütevazı bir iş, çekirdek aile, krediyle alınmış bir ev (on yıl daha ödemesi var), senede bir hafta tatil, arada hafta sonları yakın banliyölere kaçış, büyük şehir yaşantısı, her türlü kültürel ve sanatsal imkânla göz teması (dokunmak yasak!) bir yaşam… Nasıl gidiyor?”
“Vallahi tam on ikiden! Aldım gitti.”
“İyi o zaman! Alın dosyanızı, yaşamınıza geri dönün!”
“Of ya! Gene yaptınız di’ mi? Hep böyle oluyo’… Önünde sonunda kendi yaşamımı sıkıştırıp koltuğumun altına gönderiyorsunuz gerisin geri…”
“Hadi kardeşim, hadi! Dükkânın önünü kapama! Sıradakiiii…”

Hiiiiç öyle bakmayın! Benim hayalim anca buraya kadar… Siz daha iyisini hayal edin, yazın da okuyalım, di’ mi ama? :)))



Steve (Mudpig) Kelly'den 'And There Was Light' isimli çalışma
Diğer Çalışmaları                   Site - Blog
Telefonun sinir bozacak kadar neşeli melodisiyle uyandı. Nedense en sevdiği şarkının mahut üç ölçüsü bu sabah sinirlerinin üzerinde zımpara kâğıdı etkisi yapıyordu. Eliyle her notada zonklayan başını tutarak paslı dilini kupkuru ağzında hareket ettirmeye çalıştı. “Hımam! Pıhğama! Ğeyiyo’m.” dedi cızırtılı bir gırtlak notasından. Aralarına gece koyduğu odalara rağmen gündüz onsuz kendini çıplak hissettiği telefona doğru sendeleyerek ilerlerken içkiyi fazla kaçırıp kaçırmadığını düşündü. Aygıtın beynindeki her bir hücreyi içten parçalamaya azimliymiş gibi giderek tizleşen sesi yüzünden bir türlü zihnini berraklaştıramıyordu. Sonunda elinin altında telefondan çok suda sektirme taşına benzeyen zırıltıcı aletin serin ve pürüzsüz yüzeyini hissedince birden hatırlayıverdi. İçmemişti ki o bu gece… Telefonu kulağına götürene kadarki kısa sürede etrafındaki binlerce minik ayrıntıyı kaydetti zihni. Salon diye girdiği odanın minimalizmin doruğuyla karaktersizliğin ilk basamakları arasında bir tarzı olduğuna göre burası onun evi değildi. Pencerelerin dışı karanlık, ama uğursuz bir vişneçürüğü rengindeydi. Gözleri kendisine aşina gelecek bir şey yakalayabilmek için uyku mahmurluğu ve bulanık görüşü üzerinden atmak üzere tam kapasiteyle çalışırken yanağına hafiften gözyaşı sızdırdığından elmacık kemikleri nemlenmişti. Tam o sırada ‘karanlıkta bile aydınlık’ gökyüzündeki tekinsiz ışığın bütün perspektif kaidelerini hiçe sayarak koltuktaki bir yığınla arkada, masanın üzerinde duran yuvarlacık sürahiyi birbirine kaynaklayıp oluşturduğu kocaman saydam kafalı iri yarı adamı fark edince kalbi duracak gibi oldu. Refleksle telefonu açtı, ama ‘Alo!’ demek yerine ağzından çatlak bir ‘Fuuuu!’ fırladı. Beyni gözlerinin ilettiği bilgiyi birkaç saniye farkla işlemeyi başarmış, ağzı midesine kadar kurumuş kadın su gördüğünü idrak edince telefonun mikrofonuna haykırdığını fark etmeden o yöne atılmıştı. Telefondan ikinci ‘Fuuu!’ya da yanıt gelmedi. O sırada az önceki saydam kafadan kopup düşmüş bir uzuv gibi sürahinin yanında duran içi dolu bardağa uzanan kadın suyla ağzını çalkalar, dilinin üzerindeki pasın çatlayıp dağıldığını hissederken telefon dile geldi.
“Şaziment Büyükyaylagillerden ile mi görüşüyorum?”
Kadın onaylar gibi başını sallayarak suyla dolu ağzının içinden homurdandı. Beriki nasıl olduysa bu sesin ‘Devam et!’ anlamına geldiğini sezmişti.
“Merhaba Şaziment Hanım. Ben Şırınımıfırçeğlerden Burcu. Siz önemli ve özel müşteri adayımızla kaçırmak istemeyeceğiniz bir fırsatla ilgili bilgileri paylaşmak isterdim. Müsait misiniz?”
Kadın duvardaki saatin altı altmış altıyı gösterdiğini göz ucuyla gördü. İkinci bardak suyu doldururken bir taraftan bozuk saate bakarak gerçek vakti anlamaya çalışıyor, diğer taraftan anlaşılır bir şey söylemeye çalışıyordu. Oysa ağzının içinde çevirmekte hâlâ güçlük çektiği dili sözcüksüz bir ses üretmesine izin verdi ancak. Karşı taraf bunu da onaylama olarak aldığı için makineli tüfek gibi konuşmaya başladı. Şehirdeki gelişmekte olan bir bakir bölgeden, bunun üzerine yapılmakta olan Afrika’nın en nadide elmasından bile değerli siteden bahsediyor, her bir ayrıntıyı tek tek, hiç sıkılmadan, takılmadan, yorulmadan, bir yerlerden okuyormuşçasına, hatta daha da kötüsü okumasına gerek kalmayacak ölçüde içselleştirmişçesine sayıp döküyordu. Kadın bu sözcük yağmurunun kızın yayvan sesiyle yükselip alçalan ritmi dışında tek bir kelimesini bile anlamlandırmaya çalışmadan ikinci bardağını da içti. Şırınımıfırçeğlerden Burcu bir an nefes almak için durunca hemen atıldı.
“İlgilenmiyorum.”
Sesi öylesinde kendinden emin, berrak ve keskin çıkmıştı ki içtiği su sayesinde kanlanmaya başlayan beyin dokusunun sonunda kendine hatırlattığı üzere arkadaşının evinin salonunda dimdik ve kaskatı kesilip ‘İşyerinde niye böyle çınlamaz ki bu ses?' diye düşündü bir an. Kendi taktığı ismiyle ‘ezik enik sesi’ hiç bu oktavı bulmamıştı sanki daha önce. “Belki de salonun akustiğindendir. Bizim büroda her yer raf, dolap, dolap,raf… Oysa burası takır takır dört duvardan ibaret.” diye geçirdi aklından. O sırada kısa bir sessizliği takiben küstah bir tonlamayla “Nedenini sorabilir miyim acaba?” diye soran Şırınımıfırçeğlerden Burcu’ya yeniden terslenmeyi denedi. “Hayır!” diye kükredi konuşmak için başkasının ses tellerini ödünç almış gibi davranan gırtlağı.

Arkası yarın… :)))



Steve (Mudpig) Kelly'den 'The 2010 Winter Solstice Lunar Eclipse over Jersey City, NJ' isimli çalışma
Diğer Çalışmaları                   Site - Blog
Cesur haykırışını takiben hissettiği tanrısal tatmin duygusu telefondaki duvar gibi sessizlikle aniden hafif bir tedirginliğe dönüştü. Önce bunu muhatabına hiç alışık olmadığı kadar sert davranmasının vicdan yüküne bağladıysa da hattın karşı tarafındaki duraksamada nedensiz bir uğursuzluk sezmeye başlamış, kalp atışları hızlanmıştı. İlk on saniyeden sonra vücudundan buz gibi bir ter boşanınca artık düpedüz korktuğunu kendisine itiraf etmek zorunda kaldı. Sonunda telefon yeniden hayata döndü. Ancak biraz önce cıvıldayan ses şimdi cam kesmeye hazırlanan bir elmas kadar keskinleşmişti.
“Az önce iki bardak su içtiniz Şaziment Hanım. O suyun nereden geldiğini biliyor musunuz?”
Kadın soluğunu ve dilini yutmuş bir halde sürahiye dikti gözlerini. ‘Saydam kafalı adamın beynini içtim ben!’ diye düşündü dehşetle. Peki, karşı taraftaki bütün bunları nereden ve nasıl bilmişti?
“Hiç şaşırmayın!” diye ekledi muhatabı düşüncelerini okumuş gibi. “İçerken çıkardığınız seslerden gırtlağınızda kaç boğum olduğunu bile saydım. Bana verdiğiniz cevapların süresi ve üslubu düşünülürse, bu sayı kesinlikle dokuz değil.” Şırınımıfırçeğlerden Burcu’nun sesi artık camı kesmekten vazgeçmiş çatur çutur kırmaya karar vermiş bir çekice benziyordu. Kadın şaşkınlık ve dehşetle tuttuğu soluğunu içine mini mini bir hıçkırık ekleyerek salıverdi. Cevabı kendi hıçkırığına eklenmiş gibi usulca ve yumuşacık başlayan, ama uzayıp giderken tedricen yükselen bir kahkaha olarak geldi karşı taraftan. Bu, nedensiz şiddete maruz kalmış masumların çığlıklarıyla büyük bir zevkle onlara işkence eden zalimin zevk haykırışları arasında gidip gelen gülüş asırlarca sürmüş gibi geldi kadına.
“O su, siyanürlü bir yer altı kaynağını kullanmak için cemaziyülevvelde izin alan bir şirketin ultra modern (!) tesislerinde şişelendi. Şişelendi dediysem, plastik bir damacanaya doldurdular. Ağır metallerden, arsenikten ve diğer tehlikeli bulaşıklardan da yüzünün akı… pardon iyonlarının saflığıyla çıkmıştı Allah sizi inandırsın. Çünkü pozitif bilimin inandırma ihtimali yok. Ama damacananın plastiği nasıl diyeyim… birazcık, ufacııık şüpheli bir kaynaktandı. Bu kadarcık kusuru kadı kızı bile üzerine almaz yani…”
Kadının boğazı her cümlede daha fazla kuruyor, karşısındakinin tonlamasındaki keskinlik ise her sözcükle artıyor gibiydi. Telefondaki ses kâğıt kesiği kadar can yakıcı bir üslupla konuşmaya devam etti.
“Damacanayla buluşan suyumuz bir kamyonetin arkasına atıldı. Diğer arkadaşlarıyla beraber Temmuz güneşinin altında bronzlaşarak (!) altı yüz kilometre yol geldi. Tabii bunun sizin sağlığınıza yapabileceği olumsuz etki ne akça pakça suyumuzun, ne de atık plastiklerden tekrar ve tekrar üretildiğinden artık kendisi bile nesebini hatırlamayan damacananın umurundaydı. Çünkü onlar bu yolculuk boyunca aşklarını yaşamak ve tepelerindeki güneşin katkısıyla bu aşkın meyvelerini az önce iki bardağını kana kana gövdeye indirdiğiniz sapasaydam suyunuzun içine salmakla meşguldüler.”
Kadın kalktığı zamanki kadar kuruyan gırtlağını zorladı ve ‘ezik enciğin sırtındaki kene’ kadar etkili bir sesle;
“Kimsin sen? Bunu bana niye yapıyorsun?” diye sordu. Telefondaki ses yeniden cıvıldayıverdi;
“Ama Şaziment Hanım! Siz çok özel müşterimizi bilgilendirmek bizim en sevdiğimiz, neşe ve şevk içerisinde yaptığımız görevlerimizden biridir. Şimdi muhteşem Şırınımıfırçeğler sitemizde en muhteşem dairelerimizi satmak için düzenlediğimiz toplantıya gelecekler listesine sizin adınızı da ekliyorum Şaziment Hanım. Tanıtımdan önceki kokteylde moloz yığdığımız boş arazide organik olarak ürettiğimiz antioksidanı bol meyve ve sebzelerden taze taze sıkılmış, tadı güneşte kalmış at tersine benzemekle birlikte çooook sağlıklı olduğu altı aktar, altı kabzımal ve altı hıh deyici tarafından onaylanmış karışımımız da olacak. Bu en az sizin kadar özel içecek sayesinde az önce tüketerek on beş yıl sonrası için az bilinen bir kanser türüyle tahtalıköye tek yön bilet satın aldığınız suyun kötücül etkilerini bedeninizden temizlememizin kesin olduğunu eklememe gerek yok herhalde Şaziment Hanım. Hele de en muhteşem dairelerimizden satın alırsanız binaların yapımında kullanılan kanserojen malzemelerden doğacak sorunları kapsamaya hiç niyetli olmayan bir sağlık sigortası yaptırmaya da hak kazanacaksınız. Siz yeter ki parayı verin, biz profesyonel ağlayıcılarımızla arkanızdan ağıdınızı yakarız Şaziment Hanım. Meskenlerimize gelince… Hepsi ISO 666 sertifikalı ve altı sağlık kuruluşu, altı deprem uzmanı, altı bakanlıktan imzalı mühürlü belge sahibidir. Omen’i seyrettiyseniz olayın başından beri karşınıza çıkan bu altıların önemini bilirsiniz Şaziment Hanım. Size panik ataklı bir sabah ve bol evhamlı bir ömür diliyorum.”



Andreas Fuhrman'dan 'Caden James and his mom' isimli çalışma
Diğer İşleri
Düşünün ki, onu kokusu burnunuza geldiği anda sevdiniz. Daha görür görmez onunla geçecek ömrünüz bir film şeridi gibi gözlerinizin önünden aktı. Koliğini, ateşlenmelerini, huysuzluklarını, geçirdiği ufak tefek kazaları, okul sıkıntılarını, hormon hücumlarını, büyüme sancılarını, aranızdaki kişilik savaşlarının dehşet verici, ama aslında önemsiz ayrıntılarını, sarf ettiği laflardan doğan telafi edilebilir kalp kırıklıklarını seyrederken ‘Hızlı Geç’ düğmesine bastınız. Sarılıp kıkırdamalarını, sırtınızı tıpışlamalarını, minicik bir hareketinize büyük bir coşkuyla sevinmesini, bir dokunuşunuzla acısını, ağrısını geçireceğinize olan su katılmamış inancını, bir şeyi ilk kez yaparken attığı o güvensiz ve korku dolu bakışın başarıya ulaştığı anda kolayca ve çabucak içinden ışıklar saçılıyormuşçasına bir gülümsemeye dönüşmesini, zaferlerinin kıvancını sizle tamamlamasını, hayatında her merhaleyi geçerken bir şekilde sıcacık, yumuşacık size yaslanmasını seyrederken bol bol ‘Durdur, Tekrar İzle’ özelliğinden yararlandınız. O minicik surata her baktığınızda geleceğin değişik bir fragmanını gördünüz. Bazı günler size çok büyümüş göründü, bazen de doğduğundan beri hiç yaş almamış gibi. Ama hep geleceğin bulutsu dokusuna sarıp sarmaladınız, geçmişin arı bir muhabbetle dolu kundağından koparıp bağrınıza bastınız. Ona kendi umutlarınızı, isteklerinizi, yaptıklarınızı, yapamadıklarınızı, geçmişinizi, anınızı ve geleceğinizi aynı anda sundunuz farkına bile varmadan, sevgi adı altında. Her bakışını, her hareketini, her kelimesini ezber ettiniz. Kalbinize, beyninize, benliğinize sindirdiniz. Birmişsiniz gibi yaşadınız, öyle hissettiniz. Sonra bir gün biri çıktı; “O, hasta!” dedi. “O, çok hasta!” Kalbiniz bir anda nükleer bir reaktöre dönüştü, damarlarınıza sıvı uranyum pompaladı kan yerine sanki. Binlerce cehennem biraraya gelip beyninizde patladı. ‘Bu gerçek değil.’ dediniz, gerçekti. ‘Bu olmuyor.’ dediniz, oluyordu. ‘Bu bana nasıl olabilir?’ dediniz. Sonra ani bir suçlulukla çevirdiniz lafı. ‘Bu ona nasıl olabilir? Daha çok küçük.’ dediniz. Ve o anda zihninizin gözünde çocuğunuzu saran geleceğin buğulu dokusu parçalandı. Geçmişin sevgi dolu kundağı eriyip hiçlere karıştı. Sanki hiç orada olmamışçasına, öylece, bir anda. Çocuğunuzu ilk kez ‘Şimdi’de gördünüz. O dehşet dolu, acımasızca gerçekçi, normalde hiç orada olmadığını zannettiğiniz ana hapsettiniz onu. Belki de oradan hiç çıkaramayacağınızı idrak ederken her hücreniz işkence içinde haykırdı.
Düşünün ki, hep güvende olduğunuz bir yerdesiniz. Seviliyorsunuz, kollanıyorsunuz. Her yeni şey tüm duyularınızda aynı güçle patlıyor. Ve zaten her şey yeni geliyor size. Aynı harekete binlerce kez tekrarlansa da aynı coşkuyla gülebiliyorsunuz, bir ağız dolusu. Canınız yandığında, sıkıldığında sığınacak bir kucak hep hazır. Hayat upuzun geçen günlerle ulaşılacak çok uzaklardaki aydınlık bir ufku hayal ederek devam edip gidiyor. O ufuk sizi kollayıp sarmalayanları yankılıyor sanki. Kendinizi oraya ulaştığınızda onlar olmuş gibi görüyorsunuz hep. Yine birlikte olacaksınız, yine sevilecek, mutlu olacaksınız. Hayat hep upuzun geçen günlerle uzaktaki ufuklara ulaşmaya çalıştığınız hiç bitmeyen bir gündüz düşü olacak. Onların sizi hep şimdiki gibi; hissettiklerine inanamıyormuş gibi, yanlarında olmanız beklenmedik bir mucizeymiş gibi, istediğiniz kadar büyüyün hep açılmamış bir hediye paketi misali vaat dolu, umut verici ve esrarengiz kalacakmışsınız gibi bakacaklarından eminsiniz. Çünkü bütün hücreleriniz size bunu haykırıyor. Öyle güçlü ki bu ses, bazen çevrenizdekiler de duyuyor ve bu coşkulu avaza onlar da katılıyor gibi geliyor. Tadına doyulmaz bir ruh festivali bu. Her gün, her saat, her dakika. Aksilikler, rahatsızlıklar, ufak tefek hayal kırıklıkları bile arka plandaki bu kıvanç fırtınasının sesini kısamıyor. Sonra bir gün sevdiğiniz, tarafından sevildiğiniz, yanında güvende hissettiğiniz, onunla eğlendiğiniz, ona ihtiyaç duyduğunuz kişi yüzünüze bir tuhaf bakmaya başlıyor. Hani her sabah cilveleşirken işe gitmesi gerektiğinde baktığı gibi; ayakları geri geri gidiyormuşçasına, içi sökülüyormuşçasına, her şeyi uğrunuza feda edecekmişçesine, sizi daha gözünün önündeyken özlemişçesine. Ama daha yoğun. Çok daha yoğun. Sanki canınız çok yanacakmış, ama artık onda bunu engelleyecek sihir kalmamış gibi. Sanki sizi içine sokmak, sonsuza dek orada tutmak istiyor, ama bu gücü kaybettiğini düşünüyor, daha da kötüsü öyle bir güce hiç sahip olmadığını daha yeni anlıyor gibi. Sanki size bundan böyle hep o şekilde bakacakmış, son zamanlarda içinizdeki sesi biraz kısılmışa benzeyen o akıp çağlayan yaşam sevincini artık duyamıyormuş gibi. ‘Bana gene eskisi gibi bak!’ diyecek oluyorsunuz. Yaramazlık yapmışçasına bir suçluluk hissediyorsunuz. ‘Bir daha yapmayacağım.’ diye söz veresiniz geliyor, kabahatinizin ne olduğunu bilmeden. Yeter ki, her şey eskisi gibi olsun. Hayat hızlı ve acılı günlerle giderek yaklaşan karanlık bir ufka doğru yol aldığınız bir kâbusa dönüşmeden önceki gibi… Ama umut hep orada. Gözlerinin içinde. Sizinkini yankılıyor. Güneş gerçekten doğana kadar ufku aydınlık tutmak için.
Bugün Lösemili Çocuklar Haftası başlıyor.  




Niels Christian Wulff'dan 'Midnight Blue' isimli çalışma
Diğer Çalışmaları          Sitesi
Bazen dokuz ayın çarşambası bir araya geliyor. İşler, sorumluluklar, zorunluluklar boncuk gibi diziliyor. Daha biri yeni biterken diğeri kapıdan destursuz giriyor. O yetmezmiş gibi bir de siz ‘Aaa, onun zamanı gelmiş miydi? Eh, n’apalım? Bari yanında şu işi de hallederiz. Hepsi bir arada çıkar.’ diye düşünürseniz, yandı gülüm keten helva… Gerçi böyle zamanlarda bedene bir güç, zihne bir parlaklık, ruha bir irade geliyor ki sormayın. Ama yapılacakların hepsi bitip toz duman durulduğunda bilinçaltı ‘Her şeyleri kotardın, artık yayma zamanı!’ fikrini ta beyin sapından girerek işlemeye başlıyor ve bütün bu koşuşturmacanın intikamını sizi bir hafta yere sererek alıyor. Beyin sapı işin içine karıştığından olsa gerek :)) sadece göz kaslarınız çalışır halde kalıyor. Kalpli, ciğerli, beyinli, kokoreçli ve sağında solunda bir takım işe yaramaz çıkıntılar olan bir paluzeye dönüşüyorsunuz. :)) Ben de son günlerde bir taraftan Ali’nin külahını Veli’ye, Veli’nin yemenisini (Burada bahsedilen yemeni ‘bir tür hafif ve kaba ayakkabı’ anlamındadır. Veli’yle ilgili bir şeyler ima ettiğim sanılmasın. :D ) Ali’ye giydirir, bir taraftan sular seller gibi yazarken, her şeyi bitirip eleğimi duvara astığım andan itibaren ‘Dur batarya, dur! Takım topla, takım kaldır!’ oldum. :)) Parmağım bile yerinden kalkmak için rüşvet ister oldu. :))
Peki, o günlerde büyük fedakârlıklarla (!) yazdığım yazılar beğenildi mi? Hayır! :) Geçen gün bir arkadaşım kaidemin yer gördüğü ender zamanlardan birinde durup dururken çıkışıverdi.
“Hafiflet artık şu yazılarını!”
“Allah Allaaaah! Konuları biraz daha hafifletirsem okuyacak şey kalmayacak. Benim yazıların arasından kuyruğuna transatlantik bağlanmış dinozor bile sığar. Neresinden kısayım?” diyecek oldum. Efendim, konuların incir çekirdeğini bile doldurmadığı doğruymuş. Ama yazılarım eski pamuk yastıklara benziyormuş. Nası’ yani???!!!??? Eskiden pamuk yataklar varmış da, bu yataklar her bahar boşaltılır, pamukları havalandırılır, hatta hallaç çağırılarak attırılırmış. Sonra pofuduk pofuduk olan pamuk çıktığı yere sığmaya yanaşmazmış da, artan kısmı yastıklara paylaştırılırmış. O yüzden yataklar yıllar geçtikçe incelir, yastıklar kalınlaşırmış. Beş on yıl sonra o yastıklara baş dayamakla beton bir duvara kafa atmak arasında pek fark kalmazmış. İşte benim yazılar da o tıkız yastıklara benziyormuş. Gözümün içine baka baka; “Kafandan her çıkanı yazmaya kalkarsan yakında beynin de pamuk yataklara dönecek, ona göre!” demez mi? Sesimi çıkarmayıp, boynumu büktüğümü görünce de :)) gazı iyice kökledi.
“Neydi şu geçen gün yazdığın telefon pazarlamacısı, Burcu mu ne karın ağrısıysa, onun sesi? Yok, cam kesen elmasa benziyormuş da…”
“Aaa, öyle deme!” diye atıldım hemen. “Tahtaya tırnak sürtmesi bir, cam kesmek iki… Çeneni kilitlemezsen, bütün dişlerini kucağına döküverir o ses, sen ne diyorsun? Öyleyken bile kafanın derisi dolabın altına kaçıp bir yıl orada kalmış erik gibi büzüşür. Burun deliklerin lodosta göndere çekilmiş bayrak gibi dalgalanır. Göz kapakların, ucu bırakılmış rulo gibi kendi üzerine kıvrılır. Saçların köpek görmüş sokak kedisi sırtı gibi havalanır.”
“Al işte! Kardeşim mecbur musun her şeyi benzetmeye?”
“Ama sen sordun. N’apiim?”
“Hadi onu geçtik. Kızın her konuşmasına ayrı kulp takmışsın. Cam kıran çekiç ne demek? Cam şangır şungur kırılır da, çekicin sesi n’ola?”
“Sen hiç duvardaki çivi yerine senin parmağına ineceğini bir nano saniye kala anladığın çekicin sesini dinlemedin mi? Böyle havayı yararak gelir hani. Adamın kanını dondurur. Kemik iliğin bile fazla mesai yapar da, ömürlük kök hücreyi iki saniyede üretir. Avuçların terler, ayakta durabilmek için dizlerinin bağına Gordion düğümü atmak zorunda kalırsın.”
“Off, bi’ sus ya!”
“Dur, dur! Sen sormadan söyleyeyim. Üçüncü konuşmasında da sesini kâğıt kesiğine benzetmiştim, di’ mi? Kâğıt kesiği hayatta görüp görebileceğin en hain, en sinsi, en acımasız ve en can yakıcı kesiktir. Haindir, çünkü masum görünen o papirüs var ya, kendisine en güvendiğin anda ve yerde Brütüs’ten beter arkadan bıçaklar seni. Sinsidir, çünkü bir tomar kâğıdın arasındaki bir milimcik çıkıntı, kötü kullanılmış bir kitabın köşesi kıvrılmış sayfası, dosyaya girmemekte inat ediyormuş gibi rol kesen bir evrak kılığında her zaman saldırmaya hazırdır. Acımasızdır, çünkü kanın tadını bir kere aldı mı, Dracula’dan bile deha aç, daha sabırlı ve daha ısırgandır. Can yakıcıdır, çünkü hem fiziksel (Mikro testere gibidir mübarek. Deriyi öyle bir paralar ki, günlerce sızlar o yara.), hem de psikolojik olarak (bkz. Hainlik maddesi. :D ) zarar verir. Yaa, n’abeeeer?”

Dedim ya; insanın bedenine bir güç, aklına bir parlaklık, ruhuna bir irade geliyor öyle zamanlarda diye. Çenesine de kaynana zırıltısı gayreti geliyormuş. Böylece gene üste çıkmayı başardım. :)))



Yury Pustovoy'dan (Юрия Пустового) 'All-Seeing Eye' isimli çalışma
Diğer Çalışmaları 1             Diğer Çalışmaları 2            Sitesi
Bazen nette gezinirken çok güzel resimlere, fotoğraflara rastlıyorum. Bazıları metafiziksel bir kezzap misali ruhumu dağlıyor adeta. Hemen bir mim koyup ileride bir şekilde paylaşmak umuduyla dosyalıyorum. Keşke her birine uygun bir şeyler bulup yazabilsem, ama benim makine öyle işlemiyor maalesef. İçimde bir stat dolusu güvercin uçursa da tek resimle ilham perisinin marşı basmıyor, basamıyor bir türlü. :)) Yoksa ben istemez miyim, tabloları, fotoğrafları teknik ve artistik açıdan değerlendirmeyi? ;) Bir de başka yönü var tabii o konunun. Bana cennet taamı gibi görünen bazı sanat eserleri bir başkasına mermer deseni, masa örtüsü, halı motifi (Pollock ve Miro’nun eserleri ile ilgili olarak çok daha kötülerini de duymuşluğum vardır :D ) gibi gelebilir, ar ve hayâ duygularını rencide edip, Türk Örf ve Adetlerine ters düşebilir. :)) Bu türden tepkilerle sıklıkla muhatap olduğumdan temkinli davranmak zorundayım. Bazı sanat eserlerini uzaktan sevmek aşkların en güzeli. :)) Hatırlıyorum da Picasso’nun eserlerinin olduğu bir kitabı incelerken anneanneme basılmıştım. :D Kitaptaki resimlere baktıııı, baktııı, baktı. Sonra “Kurban olduğum Allahım. Bak, iki çizgiyi bir araya getiremeyen adama bile resim çizmeyi öğretmiş.” diyiverdi. “Yok, öyle di’il an’aane! Bunlar (Mavi Dönem) önce, onlar (kübist) sonra…” İkinci yorum birincisinden bomba! “Tü, tü, tü, tü! Dağlara taşlara… Adama nüzul inmiş zahir. Ama aferin bak! Sanatından da vazgeçmemiş. Allah şifasını da verir inşallah!” :))
Hani bir dönem Osmanlıda da tartışması olmuş ya, sanat sanat için midir, yoksa toplum için midir konusunun. Benim derdim – her zamanki gibi – tam tersi… Toplum veya basitçe insan sanat için midir? Bence öyle. (Haa, sorunsalın ikinci yarısını da uyarlarsak; insan aynı zamanda insan içindir de… :D ) Çünkü yarattığı – veya yeniden ürettiği diyelim – şeyleri sanat diye isimlendiren başka bir yaratık yok. Siz hiç sağdan soldan çöp ve çamur taşıyarak yaptığı mimari harikası yuvayı hayraaan hayran seyreden fularlı bir kırlangıç gördünüz mü? Veya kendi oğulunu tavaf ederek şuraya bir kanat, oraya bir iğne darbesi dokunduran bereli ve pipolu bir arı? Gerçi kediler bazı şeyleri uzuuuun uzun ve dikkatle inceleyebiliyorlar, ama sonuçta çıkardıkları işten memnun kalmadıkları aceleyle üzerini örtmelerinden belli oluyor. :D Peki, ya gene insanoğlu tarafından doğanın sanat eseri diye takdim edilen yer şekilleri, bitkiler, manzaralar? Ay, sakın Afrika Menekşeleri’nin kendi çiçeklerinin etrafına toplanmayı adet edinmiş yeşil yaprakları aslında büyük bir sanat kongresi olmasın…
“Mirim, sağdan beşinci çiçeğin arkaya bükülen taç yaprağının eğimi hemen yanındakinin güçlü moruyla nasıl da uyum içerisinde görüyor musunuz? Yalnız şu arkadaki genç goncaları biraz düzene sokmak gerek. Bazılar kompozisyonun bütünselliğinde izlenimci bir kara delik oluşturmuş…”
“Muhtemelen haklısınız azizim. Yalnız benim durduğum yerden güneş fena halde gözümü alıyor. Bir de kendine insan diyen bu sanattan anlamaz hödüklerden biri sabah sabah kahverengi-sarı tonlamasıyla esere güçlü bir realizm katan bölümü hiç acımadan söküp attı. O da yetmiyormuş gibi başımdan aşağı bir bardak su boca etmez mi? Yani iki şafaklık ömrüm kaldı şunun şurasında. O yüzden uzmanlığımı hemen dibimden çıkan bir piçe aktarmaya uğraşıyorum. Bir daha sanatsal teatide bulunamazsak özsuyunuzu helal edin!”
Veya yer şekilleri ve manzara açısından şöyle bir sahne nasıl?
“Abi, Grand Canyon haber gönderdi. Bu aralar ziyaretçin artmış diye duymuş. Kendini dev aynasında görmesin diyor. Zaten Ürgüp’te bacalarının şapkası düşmeye başlamış. Üstelik balon turlarını da ondan kopya çektiğini iddia ediyor. ‘Bacak kadar boyuyla benimle aşık atmaya kalkmasın o Kapadokya, muhteşem sanatıma asla erişemez.’ dedi. Hiç öyle karartma taşını toprağını! Yıldırımlar üzerime olsun ki, öyle dedi. Iııı... Aslında bu aralar biraz fazla çakıyorlar zaten, ama neyse...”
“Bana bak dedikoducu Boranbulut! Geçen gün de Stonehenge’den laf taşımıştın. Sonra Grimsvötn Yanardağı’nın serpintilerine sordum. O ayı kapanı kılıklı dikili taş sürüsü bana ‘Huni Kafa’ dediğini katiyetle reddediyormuş.”
“Valla, elçiye zeval olmaz. Ben buharıma sinenleri söylüyorum. Zaten kuzeyden soğuk hava dalgası geliyormuş, yoğunlaşıp üzerine yağacağım anlaşılan. İşin eğrisini doğrusunu benim damlalardan soruşturursun artık.”

Sonuç; sanat insan için olduğu kadar, insan da sanat içindir elbette. Biri olmazsa diğeri de var olamaz. Tersinde ise işler biraz karışıktır. Sanat sanat için yapıldığında kendini istediği ölçüde dağıtabilir, ama insan insan içindir kısmına gelince; işte onun biraz daha akıllı uslusu, durmuş oturmuşu, kelli fellisi, abuk sabuk konularda yakası açılmadık yazılar döktürmeyeni tercih ediliyormuş. Bana da Boranbulut (Kümülonimbüsün Türkçesi… Sizi bilmem, ama ben çok sevdim.) söyledi. Vallahi onun yalancısıyım. :))) 




Rachel Grande'dan (Beyond.the.Box) 'Riding off into the Sunset'
Diğer Çalışmaları 1                        Diğer Çalışmaları 2
Yeni şeyler ilginçtir. Genellikle dünyaya bizim pek düşünmediğimiz bir açıdan baktıkları için olsa gerek. Bir de günlük, sıradan, üzerinde ikinci bir kez düşünme gereği duyulmayacak ölçüde normal kabul ettiğimiz konuların aslında ne kadar gizemli, karmaşık ve olağandışı olabileceğini hatırlattıkları için… Sanat da geniş anlamıyla budur işte. Örneğin üzerinde binlerce gölge ışık oyunu barındıran bir cam sürahi üç yaşında bir çocuğa bile ilginç gelmeyecek kadar sıradandır. (Bebekler bu görüntüyle saatlerce oyalanabilirler hâlbuki. Yeğenim bebekliğinde bazen dakikalarca pencereden gözüne giren güneş ışığıyla oyunlar oynardı mesela.) Oysa bir ressam o sürahiyi alıp iki karışlık bir beze öyle bir geçirir ki, katman katman sırrını veren bu saydam remile bakarken sözcüksüz kalırsınız. Dünyanın en kadim GPS cihazı olarak kullandığımız bazı sözcük dizilerini ozanın biri alır ve öyle bir evirip çevirir ki, ‘uzun ince bir yolda gündüz gece gitmeyi, ne halda olduğunu bilmemeyi’ hem onun öznel durumundan, hem de kozmik, metafiziksel bir nesnellikten görebilmeye başlarsınız bir anda. İş yaparken gayrete gelmek için sakız gibi ağzınızda gevelediğiniz bir ezgiyi öyle bir düzenler ki münasebetsiz :)) bir besteci, terinize katık ettiğiniz notaların ne kadar uzun ve görkemli bir geçmişi olduğu adeta kokleaya uğramadan telepatik olarak iletilir beyninize. Heykeltıraş bir kıvrımın cilvesini öyle bir oyar ki taş yerine ruhunuza, daha fazlasını isteyerek heykeli defalarca tavaf etmekle yetinmeyen gözünüz her yerde o cilveyi arar durur. Fotoğrafçı her gün binlercesini kafamızdaki ‘hoş, ama boşlar’ bölümüne kaldırdığımız anlardan iki üç tanesini – sabah güneşinde denizin üzerine yayılan pusun sanki havada yüzüyormuş görüntüsü verdiği adada virane bir evin bahçesinde öylece duran ve o sırada aklından ‘Allah Kahretsin! Bu evi nasıl adam edeceğim ben? Elde yok, avuçta yok!’ diye geçirmesine rağmen :)) zamanın üç haline aynı anda bakabiliyormuş gibi görünen bir adamı fotoğraflayarak örneğin – aynı karede buluşturup öyle bir silkeler ki zihnimizdeki görüntü ağacını, dökülenlere biz bile şaşarız. Öykücü kalbimizi veya beynimizi bir salisede yalayıp geçen duygulanımları öyle bir ağır çekime alır ki kelimelerle, uzay-zamanda minik bir kabarcık olan o hikâyeye sarılıp yatmak, hiç uyanmamak ister insan.
Ama – ah, şu ‘ama’ ve benzerlerini sözlükten bir çıkarabilsek – her şeyin yeniliğini, ilginçliğini kaybettiği, kanıksandığı bir zaman hep vardır. Er ya da geç gelir bulur insanı. Hem sürahideki ışık-gölge oyununa bir bebek gibi kapılıp gitmiş, başkaları da gördüğü sırlara vakıf olabilsin diye elinden geldiğince aktarmaya çalışmış kişiyi bulur, hem de o içine girilesi, ören yeri gibi gezilesi tuvallerden daha, daha ve biraz daha isteyen kişileri. Kelimeleri harman savurur gibi benliğinin yeline katıp ruhlara çakan ozanın rüzgârı kesiliverir aniden veya onun dizelerinde kaybolup yolunu bulmaya çalışanlar sağda solda gördükleri yeni ve ilginç başka patikalara sapmayı seçerler. Yüzyılları yankılayan notalar yorabilir bazen besteciyi, başa dönmek ister. İçine ilk düşen ezgilere… Veya üç gün önce ‘Yeni beste ne zaman?’ diye kapısının aşındıranların ayağı kesilir başka ‘sound’ların peşine düştüklerinde. Heykeltıraş çalımlarla uğraşırken birden gözü hareketlere takılıverir, ruhu o yöne kanat çırpar kendiliğinden. Ya da yıllardır büyümesini, evrenselleşmesini övüp duranlar birden eserlerini salam gibi doğramaya, altın yumurtlayan tavuğu boğazlamak misali kırıp döküp içine cin kaçmış mı diye bakmaya başlarlar. Fotoğrafçı günün birinde aslında hep aynı anı dondurduğu zehabına kapılıp hayatın gizemli eteğinin altına saklanmış diğer kareleri merak etmeye başlayabilir veya takipçileri artık kâğıtlara açtığı pencerelere değil de, herkes kadar acemice yaşarken ardında bıraktığı izlere bakmayı seçebilir.
Sonuçta her ne olursa olur, iki taraf için de bir ara verme zamanı gelir. Mümkünse yeniden doğmak, değilse ardında hoş bir sada bırakmak için…

Bu kadar duygusallıktan meramım; bir süre yazılarıma ara veriyorum, herkes gülsün, eğlensin, (Ben yazmıyorum diye değil haaa, yaz geldi diye!!! :D ) sıcağın ve yapabiliyorsa tatilin tadını çıkarsın. Bakalım zaman ne gösterecek. :))) 



Emma Hack'ten 'Owl in the Woods'
Diğer Çalışmaları         Sitesi         Blog
“SEN N’APIYO’SUN ORADA ÖYLE PARMAK UCUNA BASARAK?”
“şşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşş!!!! küçük harfle konuş! duyacaklar…”
“Söyleyene bak! Az önceki nidada abecedeki bütün ünlülere taş çıkartacak kadar gürültü yapan tek ünsüzü kullanarak asıl kıyameti sen kopardın bir kere… Yarım kilometre çapındaki herkes duymuştur o uzatılmış 23. harf solonu.”
“cümle başlarındaki büyük harfleri de çıkarsak diyorum. fısıldayalım, hatta en iyisi hiç konuşmayalım.”
“N’APTIĞINI SÖYLEMEZSEN ŞŞŞŞŞŞŞŞURADAN ŞŞŞŞŞŞŞŞURAYA GİTMEM!!!”
“tamam, tamam! söyleyeceğim. linç edilmeden paylaşımda bulunmaya uğraşıyorum, oldu mu? merakınızı tatmin edebildim mi yüksek takdirlerinizce?”
“Allah Allaaaaah! Yahu sen bu yazıyı görülsün, okunsun diye yüklemiyor musun zaten?”
“şu büyük harf konusuna biraz dikkat ama…”
“Taktın büyük harflere sen de! Büyük harf kullanmayınca cümle nerede başlıyor, nerede bitiyor belli olmuyor ki… Sen 003,5çuluk oynayacaksın diye bunca yıllık noktalama ve imlâ kurallarından mı vazgeçeceğiz?”
“bunca yıl dediğin türkler için topu topu bir buçuk yüzyıl! oysa insanoğlu altı bin yıldır yazıyor. zaten aristophanes kelime sonlarına koyduğu üç çeşit noktayı keşfetmeseydi, gutenberg ‘matbaa,matbaa…’ diye tutturmasaydı belki de şu anda yazılarımız noktalardan, virgüllerden, tırnak, ünlem veya soru işaretlerinden bağımsız özgürce yaşıyor olurdu.”
“Ukalalık ederek konuyu gargaraya getirmeye çalıştığını fark etmedim sanma! Bırak şimdi noktasını, virgülünü de, yumurtla bakayım, nedir bu gizliliğin hikmeti?”
“gizlilikten değil canıııım, ben kimse rahatsız olmasın diye şeettiydim…”
“Az önce linç minç diyordun. N’oldu da ağız değiştirdin?”
“o sırada sadece bir resim yükleyip altına üç beş satır yazmayı düşünüyordum, ama sen gelip hesap sormaya kalkınca bütün emeklerim boşa gitti. artık kimse görmeden uzaklaşabilirsem kendimi şanslı hissedeceğim.”
“Şu işi başından anlatsana bakayım sen!”
“… pekâlâ… dünyanın güneşten kopmasından milyonlarca yıl sonra ilk tek hücreli canlılar…”
“AKAAAAAA!!!! Doğru dürüst anlatmazsan, avazım çıktığı kadar durum güncellemesi yapar, sayfadaki her videonun altına abuk sabuk yorumlar yazar, üyelerin tümüne mesaj atarak grupta paylaşım yaptığını ilan ederim, ona göre….”
“tamam ya, tamam! n’apsaydım yani? hazirandan beri grubun adresine uğramıyorum. eski yazılarıma yorumlar yazıldı, bitpazarına nurlar yağdırıldı, durduk yere bir yığın pohum oldu, buna rağmen benden tık çıkmadı. millet döner bıçaklarını bileylemiş beni bekliyo’. n’apiiim? ben de haftanın en sendromlu gününün en ölü saatini seçtim, çaktırmadan geri dönebilir miyim, diye uğraşıyordum. ama tabii bilinçaltımı hesaba katmayı unutmuşum. işte, karşımdasın… ve her zamanki gibi başımı, yok ya, başımızı derde sokmakla meşgulsün.  bari bir kez olsun halime acı da, kimse fark etmeden şuradan sıyrılıp gideyim.”
“Keh keh keh! N’oldu? Haziranda son yazıyı yükledikten sonra ‘Avaramu’yu söyleyerek evde değme Hintlilere taş çıkartacak figürlerle dolaşırken, göz süzüp, gerdan kırarken demedim miydi ben sana ‘Bunun bir de geri dönüşü olacak.’ diye? Ahım tuttu işte! Ooooh, yüreğim kat kat yağ bağladı vallahi…”
“Hooop, hop! O yürek aynı zamanda bana ait. O bağlattığın yağları söküp atabilmek için her sabah annemizin bebekken altı saatte bir vermeye zor razı olduğu beyaz renkli sıvıyı koklama organımdan geri kusuyorum senin haberin var mı?”
“Ne o? Bakıyorum büyük harflerine kavuştun.”
“Eeee, sen bu kadar patırtı koparınca benim parmak uçlarıma basmamın bir hikmet-i harbiyesi kalmadı. Bari kalan insanlık onurumu kurtarayım.”
“Bu konudaki yorumumu biraz sonraya saklayarak, herkesin merakını mucip olan şu malum soruyu sorayım da, hazır onur monur kurtarırken belki dürüst bir de cevap lütfedersin; sahi sen niye bu kadar uzun zaman ara verdin?”
“Ya, abi ben sandım ki gruptakiler biraz değişiklik ister. Hep aynı üşütüğün yazı yazmasından sıkılmışlardır. Eee, ne de olsa başka üşütük… ehem şey yani başka saygıdeğer girişimciler benim bıraktığım boşluğa hücum ederek (şimşeğin açtığı boşluğa üşüşen havanın çıkardığı gök gürültüsü misali) bir sinerji yaratırlar. Ben de tereyağından kıl çeker gibi sıyrılırım bu işten.”
“Ah, benim kendini şimşek sanan çakmak kıvılcımım, ah! O boşluğu yaratacak hava nerede sende? Kendi kendine gelin güvey olmaya çalışırken yarı yolda madara olanlara ne denir, bilemedim. Ama eminim sen derunundan bir sıfat bulup çıkarırsın.”
“Zalim!”
“Yok artık!”
“Çin işkencecisi!”
“O kadar ileri gitme canım! Her ne kadar yazmaktan alıkoyarak kendine bunca zamandır işkence etmiş olman az sonra gırtlağına sarılacak olanları yumuşatacakmış gibi gelse de biraz daha insaflı ol rica ederim!”
“İnsafsız… Acımasız!.. İZANSIZ! SAYGISIZ!!!”
“N’oluyo’ ya?”
“Bir bilinçaltı kendi bilincinin değersizliğini böyle herkesin önünde alenen açıklar mı? Alçak!”
“Ay, iltifat ediyorsun! Adım üstümde bilinçALTI… Yüksek olacak halim yok! Haaa, unutmadan söyleyeyim, senin bilinçaltın olmam hasebiyle söylediklerimi sadece sen duyabiliyordun, başkasının bilmesi imkânsızdı. Tabii bütün bunları yazıya döküp herkese ilan etmeseydin… Artık görevimi yerine getirmiş olmanın gönül rahatlığıyla terk-i diyar edebilirim. Bir dahaki vicdan muhasebene kadar şen ve esen kal!”
“Neeee? Ben bunları kendi ellerimle yazıp, bir de üzerine gruba mı yükledim şimdi?..... Hu huuuu! Bilinçaltıııııı! Canım bilinçaltı, cicim bilinçaltı! Beni de bekle, burada yalnız bırakma!”
“O zaman arkana bakma!”
“Niye ki?”
“Bakarsan taş olursun.”
“O, kutsal kitaptan bir hikâye değil miydi?”

 “Valla’ onu bilmem de, grubun bütün üyeleri klavyelerine abanmış sustalı, süngülü, katanalı, döner bıçaklı, altı patlarlı, Magnumlu, Stenli, AK-47li yorumlar döşeniyorlar. Okuyunca taş kesilmezsen eğer, kesin kıymaya döneceksin.”



Kevin Best'ten 'Still Life with Stoneware' isimli çalışma
Diğer Çalışmaları           Sitesi
Yerli malı, yurdun malı herkes bunu kullanmalı…
Hatırladınız mı? Yarı şaka, yarı gerçek epey bir süre kullanıldı bu ibare. Şimdilerde ise unutuldu. Altmışlardan, yetmişlerden kalma diğer öğretici özdeyişlerin arasına karışıp bitpazarı müzesinde yerini aldı. Durup dururken nereden mi aklıma geldi? Geçen gün kafamı kaldırıp almaca (televizyon) baktığım seyrek anlardan birinde dizi dizi dizilerimizden birinin oyunluk (sahne) arkasında “yerli malı kullanarak yurdumuzun üretim ve işlendirmesine (istihdam) katkıda bulunalım” anlamında bir duyuru görür gibi oldum. Her ne kadar yabancı bir markaya ait satış yerinin önüne yerleştirilmiş olması nedeniyle azıcık içtenliksiz bir görünüş yaratsa da, (İnsanoğlu kendine yasaklanan veya yasaklanmaya kalkışılan şeylere yönelmeyi kendine ülkü edinmiş olduğundan, eminim o duyuruyu görenlerin çoğu yabancı satış yerine girip alışveriş yapmıştır.) uzun yıllar sonra böyle bir girişimde bulunulmuş olması bile hoşuma gitti.
Bizim zamanımızda ‘yerli malı, yurdun malı’ dendiğinde okullarda sıralar birleştirilir, üzerlerine öğrenci egelerinden (veli) kavga dövüş örtüler istenerek sınıf süslemekle işe başlanırdı.  Bütün öğrencilerin dizleri titrerdi, öğretmenleri örtü getirilmesi işine bu kez onu seçecek diye. Çünkü çocuk için anneden okula götürmek üzere örtü istemek kış uykusundan yeni kalkmış bir ayının ilk avı olmakla aynı anlama gelirdi. :D İşin yoksa bütün gün burnuna kadar ev işine gömülmüş, şakülü kaymış annenin eşref saatini kolla, Ayşecik veya Ömercik ayarında her dem güler bir yüz takınıp “Size anne diyebilir miyim teyzeciğim?” tonunda bir sesle “Benim annem, güzel annem! Biliyor musun, bugün sevgili öğretmenimiz bizden ne istedi?” diye sor. El cevap: “Biz bu ayın kahverengi zarfını daha yeni doldurup göndermedik miydi?” – Bir de o kahverengi zarflar vardı malum. :)) –
“Yok! Zarf değil………. örtü sevgili anneciğim…”
“NeeeeeeeEEEEEEEEEEE?????????? (Nuri Kantar’ın dünürü Tijen gibi ‘Niiiiiiİİİİİİİİ?’ diye çığlıklanan modelleri de vardı annelerin. :D ) Sen biliyo’ musun o örtülerin kaç saatte temizlendiklerini bakiiim? Akşamdan suya bas, sabahın köründe kalk, kazanda kaynat! Dumanı tüterken kocan öğle yemeğine gelsin ‘Ay, pek güzel koktu, akşama mantı mı açıyorsun?’ diye sorsun. Haşlanmış ellerini adamın gırtlağından zor ayırıp örtüyü leğene fırlat! Biir, ikiiii, üüüüç çitile! Durula! Sararmasın diye bas çiviti, bu sefer de mosmor olsun! Bas çamaşır suyunu, ellerinle beraber örtü de paralansın. Tam o sırada çocuğun okuldan gelsin, ‘Hani bana, hani bana?’ desin. Yooook öyle yağma! Bu sefer de Gülten’in anası göndersin örtüleri!”
“Ama pek sevgili valideciğim…”
“Sen bu konuşmaları İnanoğlu kardeşlere sakla! Vallahi de vermem, billahi de vermem! Alamazsın örtülerimi!”
“Ya anne yaaaaaaaaa!....”
“Hah, şöyleeeee! Aslına dön evladım! Yerli malı, yurdun malı, herkes kendi malın’ kullanmalı!”
Hadi allem kallem aldınız, serdiniz örtüleri, üstüne leblebi, nohut, kuru incir, kayısı, elmalar, portakallar ne bulduysanız dizdiniz. Eeee, n’olacak şimdi? Otuz küsur her dem aç gırtlak durur mu? Kırk beş dakika boyunca ‘aksırıncaya, tıksırıncaya, patlayıncaya’ kadar yer, ders arasına çıkıldığında da yanan içlerini serinletmek için okulun her bir musluğu başına beşerli onarlı muz hevengi gibi asılırdı çocuklar. :)) Sonunda mide bozukluğundan bağırsakları bal dök yala olan :) miniklerin anneleri de bir daha örtü konusunda takaza etmemeye yemin edecek kadar iç çamaşırı yıkarlardı bir hafta boyunca. 
Meğer yerli malı kullanmanın leblebi, nohut tüketimine katkıda bulunmakla ilişkilendirilmesi noktasından ‘ülke üretimi ve işlendirmesine’ etkisini tartışacak düzeye gelecek kadar ilerlemişiz. İlerledik de, ortada yerli malı kaldı mı ki ‘böyyük özveriyle’ onları kullanalım; kesemiz daralsa da, hiç olmazsa yüreğimiz genişlesin. Bir ara malların Türkiye’de üretildiğini gösteren çizgi im (barkod) sayılarından söz ediliyordu. ‘Zinhar şu sayıdan başkasını almayın, çarpılırsınız!’ anlamında çıkışlar yapılıyordu. İyi de o, elektron mikroskobu olmadan okunmayan rakamları nasıl seçmeli? (Gözlük mü? Ne alakası var canım? Benim görüşüm siz deyin şahin, ben diyeyim atmaca… Böyle dedikoduları da kim çıkarıyor? Vallahi kuru iftira! İsterseniz bir tutuşturun kuru kuru! Bakın, nasıl yanında yaş da yanıyor! Zaten kırk beşten sonra bütün yaşları yakmalı!... Biz bu yaş konusuna nereden geldik şimdi?... Hah, hatırladım. Gözlükmüş, peh!  Asıl sorun gözlerde değil ki, kollarda arkadaş! Kollarım biraz daha uzun olsa sular seller gibi okuyacağım her türlü karınca duasını, ama nerdeee? İnsanın kırkından sonra burnu, kulakları falan büyüyormuş, benim kulakların kıkırdaklarından bir kısmını kola kaydırabilsek hiç sorun kalmayacak. :D )

İşte dizide gördüğüm tek bir kare bana bütüüüüüüüün bunları düşündürdü. (Bir de diziler beş para etmez diyorlar… :D ) Bu konuyla ilgili ben ne yapabilirim diye epey kafa patlattım ve sonunda bir çözüm buldum.  Tutum, Yatırım ve Türk Malı Haftası’nda ben de tuttum, yatırdım (Çok ayıp!!! :D ) bu yazımı ve içindeki yabancı sözcükleri Türk Malı olanlarıyla değiştirmeye çalıştım. İyi yapmış mıyım? :))



Jerico Santander'den 'Own World' isimli çalışma
Diğer Çalışmaları                   Sitesi
Bir düşüncenin ne kadar kaygan ve kaypak olabileceğini bir önceki yazım da göstermediyse, başka ne ispatlayabilir bilmiyorum? Bir tek fikir tomurcuğu bile uygun sinapsı gözüne kestirmeye görsün, hemen kemendi boynuna geçirdiği gibi, sırtına atlar ve o nöron senin, bu nöron benim at koşturmaya başlar. Bizim tomurcuk vahşi (!) sinapsını eyerlediği andan itibaren bir kıvılcıma dönüşür ve orman yangınından bile hızlı yayılır. (Bunun üç rakamlı bir ihbar hattı bile yoktur, hazırlıksız yakalanırsınız.) Üstelik gezdiği bütün nöronlarda yeni fitiller… şey pardon fikirleri de tutuşturur. Öyle ki;  a ile başlayıp sonunda kendinizi ‘e eşittir em ce kare’ civarında bulursunuz. (Bkz. Albert Einstein :D ) Ben ise b’nin yarı yoluna  bile gelmeden “Oh be! Bugün de amma çalıştım.” diyen veya dolap beygiri gibi hep aynı direğin.. pardon nöronun etrafında dönen kıvılcımlardan muzdaripim. Benimkiler, değil diğer nöronları, kendilerini bile ateşe vermekten aciz. Yoksa Higgs Miggs sollar geçerdim, ama… Hoş o da bozonunu bulamamış. “Olsun, alanı daralttık.” diyorlarmış Cern dolaylarında. Ona bizim burada züğürt tesellisi deniyor canım! Bilimsel mitimizden geriye Pandora’nın Kutusu misali bir tek umut kalacak sanki. Neyse Higgs ile Cern’lü bilim insanlarını çuvaldızla muhatap ettikten sonra kendimize de biraz akupunktur yapalım bari…
Benim hınzır beynimin tembel fikir tomurcukları en yavaş sinapslardan beğendikleri binitlerine atlayıp koşuşturmak için genellikle bedenimin rutin işlere daldığı zamanları seçiyorlar. Evin hiç bitmeyen işleriyle ilgili ayinler :)), bankalarda huzuuur (!) içinde ve koyunsu bir teslimiyetle kuyruk beklemeler, arabada trafiğin gaz-debriyaj- fren transına girdiği anlar, ama en çok sabah jimnastiği…
Bir / iki / üç / dört / beş – Bir / iki / üç / dört / beş – Dön / yaylan / üç / dört / beş – Kolaysa / sen / yaylan / dört / beş – Belim / koptu / üç / dört / beş – Kopar / tabii / üç / dört / beş – Marketi / eve / taşırsan / dört / beş – Ev / tam / takırdı / ama / beş – Dolaba / fare / düşse / dört / beş – Balta / kesmez / buz / olur / dört / beş – Hoppalaaa / şaşırdık / üç / dört / beş – Atasözünü / düzelt! / Sayıyı / eksilt! /dört / beş – Ay / gene / şaştı /dört / beş – On / kere / söyledim / on bir / on iki – Jimnastik / yaparken / düşünme / diye / on üç – Eyvah / uğursuzluktur / on dört / on beş / on altı – Uçak / koltuklarından / belli / on yedi / on sekiz – Çinturato / Pirelli / elli bir / elli iki / elli üç – Oooh / aldık / gidiyoruz / elli dört / elli beş – Hadi / or’dan / koca / gebeş / beş / beş / beş – Yankı mı / var? / üç / dört / beş – Hah / ucundan / yakaladım / dört / beş – İyi de / hâlâ / ilk / hareketteyim / beş – Otomatik / vitesten / çık / artık / beş – Dön / ve / yaylan / diyorum / beş – Vallahi / yapamıyorum / üç / dört /beş – Bari /durayım / artık / dört / beş – Yok / olmuyor / üç / dört / beş – Hangi / beş / üç / dört / beş – Yüz / olmuştur / şimdiye / yüz bir / yüz iki – Yok / bin! / bin bir / bin iki / bin üç – Üslü / sayılara / gelmeden / durabilsem / bin üzeri dört – Geç / kaldım!/ bin üzeri beş / bin üzeri altı / bin üzeri yedi – Kaç / ediyo’du / ya / bin üzeri sekiz / bin üzeri dokuz – Aradan / asır / geçti / bin üzeri on / bin üzeri yirmi – Unutmuşum / bunları / bin üzeri otuz / bin üzeri kırk / bin üzeri elli – Bir de / karekökler / vardı / bin üzeri altmışın karekökü / bin üzeri yetmişin karekökü – Kök / hücrelerime / kadar / yoruldum / bin üzeri seksenin karekökü – Fakat / şimdi / biri / görse / bin üzeri doksanın karekökü – Acayip / sükse / yaparım / bin üzeri yüzün karekökü / bin üzeri yüz onun karekökü – Şimdi / gaza / geldim / işte / bin üzeri yüz yirminin karekökü – Karekök de / yetmez /  arttırıyorum / bin üzeri yüz otuzun küp kökü – Kırk / küp / kırkının da… / kırk bir küp – Biri / beni / durdursun / kırk iki küp / kırk üç küp – İmdaaat! / kırk dört hırk!........
En zoru da gelen sağlık görevlilerine laf anlatmak.
“İnanın, doktorum hareket salık verdi!”
“O zaman yanlış doktora gidiyo’sunuz han’fendi!”
“Nası’ yani?”
“Bir psikiyatr deneyin. Hem jimnastikten de yırtarsınız. Basarlar trankilizanı, salyalar akıta akıta boş gözlerle koridorları arşınlar, bir buçuk ayda hiç olmadığınız kadar fit bir beden ve kafayla taburcu olursunuz vallahi…”
Böyle yorumlarla muhatap olmak istemiyorsanız bedeniniz meşgulken beyninizin yularını elden bırakmayacaksınız. Özellikle de alışveriş yaparken… Eve döndüğünüzde poşetlerden hiç ummadığınız şeyler çıkabiliyor zira.

Domates, biber, patlıcan, Barış Manço CD’si, İspanyol paça pantolon, batik bluz, envai tür kumaş boyası, tiriz fırçası, perdelik kumaş, cam silme deterjanı, el kremi, krem peynir, zeytin, ekmek, un, el değirmeni, Don Kişot’un son baskısı, tıraş tası, diş fırçası, ruj, döküm döküm makyaj malzemesi, yüz temizleme kremi, pamuk, çırçır fabrikası hisseleri, “Hanımın Çiftliği”nden yirmi ila yirmi beş dönüm…  Promosyon olarak da boyna geçirmek üzere tasarım bir çalar saatle, son modaya uygun haute couture bir huni… :))




Marco Benedetti'nin isimsiz bir çalışması
Diğer Çalışmaları
Hani derler ya; “Bu aralar işim başımdan aşkın, gecem gündüzüme karıştı.” diye, dünyanın işi de o hesap… Yalnız onun baharı kışına, kışı yazına, Aralığı Martına karıştı. Yılbaşına şunun şurasında bir buçuk hafta kaldı, bırakın ‘Beyaz Noel’i, daha ıslak bir hafta bile geçirmedik. “Aman, dikkat! Bu hafta Nuh’un Gemisinde kendinize ucuzundan bir kamara ayarlayın!” diyorlar, ama ya şöyle bir ıslatıp “Hadi benim işim gücüm var. Gerisini siz aranızda halledersiniz. Söyleyin o pireyi deve yapan ve dinozorun sırtına musallat eden medyanıza, birkaç arşiv görüntüsü ayarlasın. Üzerine de döşenirler bangır bangır gerilimli bir müzik, hepinizin dudağına bir uçuk konduruverirler. O gün yağmur görmemiş yerlerdekiler bir yandan felakete uğrayanlara ahlanıp vahlanırken, diğer yandan ‘Oh be! İyi ki orada yaşamıyormuşum.’ diye şükrederler. Şehrin alt yapısı ile yetkili ve fakat (b)ilgisizlerin üst yapısının yetersizliği yüzünden üç buçuk damla suda boğulmaktan son anda kurtulan semtlerin sakinleri de (Tabii seyredecek, okuyacak, hatta bakacak halleri kaldıysa) ‘Vay be! Adamlar sorunlarımızı nasıl dile getiriyorlar ama…’ diye avunmuş gibi yaparlar. Yuvarlanır gidersiniz.” nutuklarıyla buharlaşıyor yağışlar veya sanki az cezalandırıyormuş gibi fakir semtleri rahmet(t)e boğup zengin semtlere “Geldi de, uğramadı demeyin istedim.” gibilerden serpiştirip gidiyor. Şimdi diyeceksiniz ki; “Ne yani, tepemize çığ düşsün mü istiyorsun?” Valla’ istemek, dilemek, olsun diye dua etmek (inancınız her ne yöndeyse) biraz tehlikeli… Ben gelemem öyle riskli işlere. :)) Gerçi arada sırada rüzgâr yüzünü kessin, dilini çıkarıp birkaç kar tanesi yakalamaya çalışsın, ayakkabılarından cork cork sesler gelsin diye aklından geçmiyor da değil insanın. Tabii bütün bunlardan sonra dönüp ısınabileceğiniz, barınabileceğiniz, bir tas sıcak yemek bulabileceğiniz bir dam altınız olması şartıyla… :)
Sanıyorum 99 Depremi’ni ucundan yaşamış olan İstanbullular, Van da aynı felakete uğrar uğramaz hep beraber bilinçaltı bir dilekte bulundular; “Aman, havalar soğumasın, oradaki insancıkları bir de hava şartları vurmasın.” diye. Ama diyorum ya bu dilek kipine pek güvenilmez, hafif (!) bir hedef sapmasıyla İstanbul’a manasız bir mevsim musallat oldu. Pencereden bakınca dışarısı asık suratlı, tüm renkleri solmuş (son “tufan” – iki gün kadar çiseledi – ertesinde ağaçların güzelim altın rengi asfaltlara sıvandı) haliyle gardını almış, güneşi görür görmez kombine yumruk çıkarmaya hazırlanan dev bir boksör misali kaşlarını çatmış bekliyor gibi görünüyor. Bu manzaraya aldanıp sarınıyor, bürünüyor, sadece burnunuzun ucunu gösterecek şekilde dışarı çıkıyorsunuz ki, havada pısırık bir ısı… Soğuk asla değil, ılık hiç değil, şöyle üşümek ve terlemekle ilgili anılarınızı dahi aklınızdan sökebilecek bir vakum yaratan cinsinden bir Celcius, Fahrenheid veya Kelvin düşünün… (Çevirme işini bilahare hallederiz, lisede öğrenmiştik. :D ) Nasıl desem? Hah, buldum! Öyle ki; bilimkurgu romanlarında çok kullanılan o; kolunuz nerede, bacağınız nerede ayırt edemediğiniz beden hararetine ısıtılmış su tanklarından birine girmişsiniz sanki… Havada bırakın rüzgârı, esinti bile yok. Oksijenle azot başta olmak üzere bütün bileşenler kendi aralarında hararetli bir sohbete dalmışlar, arada birbirlerinden hırsızlama birkaç elektron ütüp tellendiriyor, kalan atom altı parçacıklarını da ayaklarında sallayaaa sallaya uyutuyorlar adeta. Böyle bir havada yürümek küçükken gözlerimizi kapattırıp, burnumuzu da parmaklardan oluşan bir mengenenin arasına sıkıştırarak zorla yutturdukları ballı-yumurtalı ve sümüklü (burun püresi ve “İçmicaaaaaaam!” diye zırıl zırıl ağlamanın yan etkisi) sütte yüzmeye benziyor. Birkaç dakika içinde yapış yapış oluyor, hareket etmeye uğraşmaktansa ferahlamak adına sağınızda solunuzda yüzen diğer insanlarla “Mirim hatırlar mısınız, hani Boğaz’a da buzlar inerdi?” cinsinden sohbetler açmak evlaymış gibi gelmeye başlıyor.
Pusula o kadar şaştı ki, sıcak ve kurak geçen kışlarda ‘global ısınmaaaaaaa!!!!!!’ diye çığırtkanlık yapan, şehre iki üç kristal kar düşünce ‘Hadeeee, buzul çağına bir ikiiiiii!!!!’ bağırtılarıyla dolmuş kahyalığına soyunan medyamız bile lâl oldu. Elbette bunun da her hava koşulu gibi bir faturası olacak. Önce çiftçiye, üreticiye çıkmış gibi rol kesse de, tüketici de nasibini almakta gecikmeyecek. Ama ders alınacak mı? Veya alınmalı mı? Veya iyice saçmalayalım, almanın bir faydası olacak mı?
Dünya, insanları Şamama’ya (son zamanlardaki Keşanlı Ali Destanı fırtınalarından sonra ilk aklıma gelen köpek ismi bu oldu, ne yapayım :D ) dadanmış kenelermiş gibi üzerinden atmaya çalışırken bir taraftan da kurbağayı ürkütmemek için suyu yavaş yavaş ısıtıyor zahir. Hani bütün Hollywood marka filmlerde dramatik gelişmeler iki taşın arasında olu oluverir de herkes gafil avlanır, ama sonunda bir avuç da olsa insan sağ kalır ya. Belki de yaşlı ve deneyimli dünya bunu engellemeye çalışıyordur. “Son ana kadar başlarına ne geleceğini bilmesin bu tufeyli takımı, asırlardır beni inim inim inlettiler de, sesimi duymazdan geldiler madem…” diye intikamı ılık ılık yemeyi kuruyordur. :))

Ey dünya! İşbu yazı içimizden hiç olmazsa birinin bu ayak oyunlarını yutmadığını göstermek için yazılmıştır. Gerçi ‘Aferin oğlum A’met, sen bu yolda devam et!’ usulü birbirimizin omuzlarını tıpışlayıp yaşam tarzımızı değiştirmeden var olmayı sürdürdüğümüze göre makûs talihimizden kaçamayacağız, ama olsun, kulağında bulunsun. :))



Peter Jansen'den 'Human Motions Heel Daoyin' isimli çalışma
Çalışmaları
Güleç Asab*
“Güleç Asab’a hoş geldiniz! Aboneyseniz biri, abone değilseniz…”
“Bir…”
“…ikiyi…”
“Biiirrr…”
“Abone olduğunuz numarayı söylüyorum; na nuuuu na na… na nuuu na na na na na na. Doğru ise biri, başka bir numara…”
“Bir…”
“ile işlem yapmak…”
“Biiiiiirrrrrrrr…”
“Teknik destek için bire, abone işlemleri…”
“Biiiiiiiiiirrrrrrrrrrr…”
“Bağlantı problemi yaşıyorsanız bire, şifre…”
“BİİİRRR…”
“Bağlantı kopmalarında modeminizi kapayıp fişten çektikten sonra bilgi…”
“BİİİİİİRRRRRRR…”
“Teknik destek alabilmek için modeminizin ve bilgisayarınızın başında olmanız gerek…”
“BİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİRRRRRRRRRRRRRRRRRRR…”
“Sizi müşteri temsilcisine aktarıyorum, lütfen ayrılmayın. Bizzat sizin kendinizin, yani tamamen sizin için bütün konuşmalarınız kayda alınacaktır, o yüzden bize söverken… şey yani arızanızı bize söylerken iki kez düşünmenizi hassaten tavsiye ederiz… BAM!... Bam ba ba ba bam! Bam ba ba ba bam! Dattiriditdat dattiriditdat dom bo bo bo bom! Lalala lalala laaaa lalala laaaaaaa… Bütün müşteri temsilcilerimiz başka abonelerle ilgileniyor ayaklarında büyümüş gözlerle ağzına kadar telefon numaralarıyla dolu ekranlarına bakıp ‘O piti piti…’ yapmakla meşguller. Madem cep telefonundan arayacak kadar alıksınız sizi bir güzel bekleteyim de kardeş şirketler de bu işin kaymağını yesin!....... Bam!...  Bam ba ba ba bam! Bam ba ba ba bam! Dattiriditdat dattiriditdat dom bo bo bo bom! Lalala lalala laaaa lalala laaaaaaa….…………”
“Alllooooo…”
“BAM!... Bam ba ba ba bam! Bam ba ba ba bam! Dattiriditdat dattiriditdat dom bo bo bo bom! Lalala lalala laaaa lalala laaaaaaa… Bütün müşteri temsilcilerimiz başka abonelerle ilgileniyor… BAM!... Bam ba ba ba bam! Bam ba ba ba bam! Dattiriditdat dattiriditdat dom bo bo bo bom! Lalala lalala laaaa lalala laaaaaaa……………………”
“Alloooo…”
“BAM!... Bam ba ba ba bam!...”
“Biiip!...”
“Bam ba ba ba bam! Dattiriditdat dattiriditdat dom bo bo bo bom! Lalala lalala laaaa lalala laaaaaaa… Bütün müşteri temsilcilerimiz başka abonelerle ilgileniyor………..”
“Alo!”
“BAM!...”
“Biiiiiiiiipppppp!”
“Bam ba ba ba bam! Bam baba ba bam! Dattiriditdat dattiriditdat dom bo bo bo bom! Lalala lalala laaaalalala laaaaaaa………………..”
“Hah! Aloooo…”
“BAM!... Bam ba ba ba bam!”
“Biiiip biiiiiiiiip biiiiiiiip biiiiiiiiiiiiiiiiip…”
“Lalala lalala laaaa lalala laaaaaaa…….”
Kırk beş dakika ve on üzeri beşinci “biiiiip”ten sonra…
“Zrrrrrr….”
“Amanın! Çalıyor!”
“Güleç Asab’a hoş geldiniz! Ben Burcu. Nasıl yardımcı olabilirim?”
(Ben bu Burcu’yu bi’ yerden çıkaracağım. ???)
“Ben de AKA. Şu rutin kontrollerinizi bir yapın hele, sonra ben sizin yuvanızı yapacağım.”
“Efen’im? Aaanamadım.”
“Anlarsınız, anlarsınız. Sizin ASAB ışığınız da mı yanmıyor yoksa?”
“Pardon?”
“Boş verin! Siz yapın şu kontrollerinizi…”



Peter Jansen'den 'Human Motions Arabesque' isimli çalışma
Çalışmaları
“Abone olduğunuz telefonun numarasını başında sıfır kullanmadan alan koduyla rica ediiim.”
“Neden? Başında sıfır kullanınca kısa devre mi yapıyorsunuz?”
“Efen’im?”
“Yok bir şey! Nananana nananana nana nana… Tonlamayı pek band kayıt gibi tutturamadım, ama…”
“Eh, n’apalım katlanaca’z. Teşekkür ediyorum. Abonenin ismini alabilir miyim?”
“Başta söylediydim, ama olsun, ağzım mı aşınır; AKA canımın içi, AKA!...”
“Aaanamadım.”
(Şu yazı bitsin, aaanayacaksın, merak etme!)
“Ahkâm Kesici Adayı. Aaanadınız mı?”
“Bunu da bildiniz. Tebrik ediyorum. Peki, annenizin kızlık soyadı?”
“Güleçasabamıaboneoldunabenimsalakevladım.”
“Ay, çok uzunmuş! Anlamı ne?”
“Sen boş ver anlamını da, benim sorunuma gelelim.”
“Gelelim, gelelim!!!”
“Benim bütün kayıtlarım önünüzde mi şu anda?”
“Evet. Hepsini tabak gibi görüyorum ekranımda…”
“Ekrana on, sana dört buçuktan beş! Peki, ne görüyorsun?”
“Ayın yirmi dördünde teknik servis isteminde bulunulmuş sizin için.”
“Sahi mi?”
“Valla’ bak!”
“Ben bakmiiim, sen bak! Şöyleeee, daha gerilere doğru bir bak! Mesela yirmi üçüne bak! O gün sabahın köründe ‘Size bugün teknik servis gelecek.’ diye telefon edildiği yazıyor mu?”
“O kadar ayrıntılı…”
“Tabii canıııııım! Kim sığdıracak o kadar lafı oraya… Geçelim. Peki, bugünün tarihi ne?”
“Yirmi altısııııııı…”
 “Yani bana teknik servis geleceğini söylemelerinden bu yana ne kadar geçmiş?”
“Ay, biliyorum, biliyorum. Dur, sakın söyleme! Yirmi altı eksi yirmi üüüüüüç… Taaaaam üç gün…”
“Brava!!! Peki, bu biiiiipini biiiiiiplediğim teknik servis nerede kaldı?”
“Lütfen ağzımızı bozmayalım. Bütün konuşmalarımız kayda alını…”
“Tamaaaaam, tamammmmmm! Bak, bakim! Ben size ilk ne zaman arıza kaydı vermişim?”
“Hemen bakıyorum… Bakıyoruuum… Bakıyoruuuuuum… Bakıyoruuuuuuuum… Kayıtlarınıza ulaşmaya çalışıyorum şu anda. Bakıyoruuuuuum… Ulaşıyoruuuuuuum…  Ulaşmaktan vazgeçtim, hâlâ bakıyoruuuuuuum… Bulmaya çalışıyoruuuuuum… Şimdi bulacaaaaaaam… Bulacaaaa… Ahanda buldum. Vallahi de buldum, billahi de buldum. Altısında. Altısında, di’ mi? Di’ mi?”
“Evet! Evet!.. Peki, ilk arıza bildiriminde bulunduğumda bana ne demişler? Yazıyo’ mu orada?”
“Yok! Ama ben biliyorum kiiiiii…”
“A canım benim! Neymiş o bildiğin?”
“Şey demişlerdir… kırk sekiz saat içinde bu konuda size geri dönülecektir. Bildim mi? Bildim mi?”
“Bildin! Bildin! Peki, geri dönmüşler mi?”
“Ne biliiiim? Yazmıyo’!”
“Ben söyliiiim… – Ay, iyice dilim çalmaya başladı bunların lisanına… Bu arızayı hayırlısıyla hallettirirsem, en az bir buçuk ay hiçbir çağrı merkezini aramamam gerek. Yoksa dil de elden gidecek, yarım akıl da... – Dönmediler. Peki, canımın içi, Güleç Asab’ım benim, sonra neler olmuş? Bak bakiiiiim ekranından!”
“İki gün sonra bi’ da’a aramışsınız. Bi’ arıza kaydı daha alınmış.”
“O kaydı alırken bana ne demişler peki? Kaydı kuydu, notu motu var mı?”
“Kayıt var, ama kuydu bulamadım. İsterseniz ariiiim.”
“Aman ha! Ammmman ha! Arama! İstemem! Ben sana söyleyeyim; yetmiş iki saat sonra size döneceğiz dediler.”
“E, normal. Şimdi, ilk aramada kırk sekiz saat haklarını kullanmışlar. Rakip potu arttırınca bob diyecek halleri yoktu, onlar da arttırdılar mecburen yani…”
“Aaaaanamadım. ???”
“Zzzzzzttttt… Erenkö… şey yani size yardımcı olabileceğim başka bir konu var mıydı?”



Peter Jansen'den 'Thomas Flair' isimli çalışma
Çalışmaları
“Devam edelim, canım, cananım! Sonra ne olmuş?”
“Siz her kırk sekiz ve yetmiş iki saatlik sürenin sonunda aramışsınız. İkinci kırk sekiz saatin sonundaki aramanıza DP, yetmiş ikinci saatin sonundakine ise TBC notu düşülmüş.”
“Hayırdır inşallah! Bana verem teşhisi koyan hanginiz evladım?”
“Aaaaaaaanamadım.”
“Çocuuuuuum, TBC’nin açılımı tüberkülozdur. Eskiden aşısı vardı bu meretin. Kolumuzu çiziktirirler, sonra da şimdiki dövmelere taş çıkartacak bir iz olmasını beklerlerdi. Şimdilerde kökünü kuruttuk diye pek bir kasılıyorlar, ama bakma! Üç kere arka arkaya hapşırınca insanlara antibiyotik yazdıkları için yeniden hortlamasına çeyrek kalmış. Offfff! Ben ne anlatıyorum ya?”
“Bilmem. Güleç Asab’ı aradığınız için teşekkür…”
“Hayrola?”
“Ben kapatıyo’sunuz sandımıdımdım da… o yüzden… Size yardımcı olabileceğim başka bir konu var mıydı?”
“Başlatma şimdi yardımından… Gargaraya da getirme! Ne demek o DP ile TBC bakiiim?”
“Haaa, siz ‘Değmeyin Patlar’la ‘Tam Bir Cadı’yı soruyo’sunuz, ama söylemem. Patron kızıyo’.”
“Hazır patron demişken, sen beni daha yetkili birine veya teknik servise falan bağlasana Burcucucuğum. (Bir cu fazla kaçtı galiba. Anlaşılan beyin fonksiyonları stabilitesini yitirmeye başlıyor. On dakikaya kadar bu telefonu kapatmam gerek, yoksa gül gibi dimağımdan olacağım.)
“Bu mümkün değil.”
“Niye?”
“Öyle biri yok çünkü. Ay, benim bunu söylememem gerekiyordu. Sayın abonemiz! Bu bir bant kaydıdır. Methiyelerinizi elemanlarımıza, şikâyetlerinizi gulecasab@sillymail.com’a gönderiniz. Sanal âlemin bilinmezlerinde kaybolacak bu elektronik postalarınız için hiçbir sorumluluk kabul etmeyeceğimizi söylememe gerek olduğunu sanmıyorum.”
“Peki, benim teknik servis ne zaman gelecek Burcucucucucucucuğuuuuuuuum?”
“Sizin arıza neydi?”
“Aaaaaaaanamadım.”
“Arıza diyorum, arıza.”
“Önce pepepe ışığı gidiyo’. ASAB ışığı da onun peşine takılıyo’. Sonra saatlerce karşılıklı kasap havası, zeybek, kolbastı döktürüp duruyo’lar. Bi’ biri yanıyo’, öbürü pırpırlıyo’. Bi’ öbürü sönüyo’, biri pırpırlıyo’. Pır pır pır pır pır pır  pır pır pır…”
“Güleç Asab’ı aradığınız için teşekkür eder, iyi günler dileriz.”
ÇAĞRI MERKEZİNDE
“Vallahi pes Burcuuuuuuuu! Hiç bu kadar gerçekçi bir salak rolüne şahit olmamıştım.”
“Teşekkürler efen’im. Teveccühünüz.”
“Seni bu yaz bizim çömezleri eğittiğimiz kursa hoca olarak alalım. Şu … bankasının kolsentırındaki Yavşak Ömer’den beri bu kadar yetenekli birine rastlamamıştım. Onu da ayartmaya çalıştım, ama biraz rahatsızmış galiba.”
“Haaa, o mu? Geçen gün modemi arızalanmıştı da, bizim servisi aradı. Aksi gibi karşısına da ben çıktım, pert oldu çocuk.”
EVDE
“Pıııııır pır pır pır! Pıııııır pır pır pır!”
“Aman da hanimiş? Gel bakiiim! Giy şu gömleği, sonra da kırmızı arabamıza biniceeeeez, dadi dadi gidiceeez.”
“Çevirgesini almayı unutmayın. O olmazsa tutamazsınız vallahi.”
“Nevirgesini, nevirgesini?”
“Yavrum, onca yıldan sonra eve internet gelince modemine tutulmuştu. TDK’nın sözlüğünden modemin Türkçesinin çevirge olduğunu öğrenmiş; o günden sonra çevirge aşağı, çevirge yukarı dolaşır olmuştu. Gittiiiii evladım çevirge diye diye… Yapanların boyu çevirgesin!”
“Beddua etme bey amca! Hem ne yavrusu yahu, kazık kadar kadın bu!”
“Pııııır pır pır pır pır! Pııııır pır pır pır pır! Çevirgeden çıktım da Burcucucucucucum, aman başım belaaaaadaaaaa….”

* ASAB: Adsl açılımının (Asymmetric Digital Subscriber Line) AKA tarafından dilimize uyarlanmış (Asimetrik Sayısal Abone Bağlantısı) halinin kısaltmasıdır ve yazıya cuk oturmuştur. (Bu konuda alçakgönüllülük yapamayacağım doğrusu. :D)

Bu yazıda yer alan karakterler ve kurumlar hiçbir evde, mahallede, ilçede, şehirde, ülkede, gezegende, güneş sisteminde, galakside, evrende ve paralel evrende bulunmamaktadır. Sadece yazarın sapık hayal gücünün ürünüdürler.  :))




Cyra R. Cancel'den 'Black Cat and Raven Crow Halloween Night' isimli çalışma
Diğer Çalışmaları
Geçen gün az kullandığım bir güzergâhtan eve dönerken belki de bütün anlaşmazlıkların odağını ve / veya sebebini açıklayabilecek bir sahneye şahit oldum. İstanbul’un manasız mevsiminden en çok faydalanan kesimi olan minik insanların oyun parkından büyük insanlara mahsus dert ve tasalarımı omuzlarıma, ama en çok da üç ila dört gramlık gri hücrelerime yüklenmiş bir halde, baktıklarımı görmeden, gördüklerimi ise birdirbir oynatıp beyne ulaşmadan kulağımdan çıkarmaya çalışarak :)) geçiyordum. Hiç apartman arası sandviç çocuk parklarına alıcı gözüyle baktınız mı? Apartman çocuğu kavramını ancak ucundan yakalamış olan bizim nesil ana-babaların ceberut diktasından (aaaah, hele o misafirlikler… burnunun üzerinde kesme şeker sektirerek sahibine (!) yaranmaya çalışan susta durmuş bir köpekten tek farkımız dilimiz dışarıda salyalar akıtarak solumuyor oluşumuzdu herhalde :D ) soyunmuş, her türlü oto sansürden azade, yaka bağır açık, avaz avaz haykırarak, düşe kalka oynardı sokaklarda. Şimdiki nesil ise terbiyeli terbiyeli salıncaklarında oturup (zaten çocuğun güvenliği için, diyerek sağına soluna taktıkları emniyet fazlalıkları yüzünden tek bir pozisyona mahkûm garipler) donuk gözlerle etrafını seyrediyor (oysa biz bir salıncağa kaç çocuk binebilir bilmecesinin cevabını Volkswagen’e fil sığdırmaktan çok evvel öğrenmiştik), güdük kaydıraklarda bir saniye bile sürmeyen uçma hazzını tatmaya çalışıyor, eğlendirmekten çok sıska çocuk kaidelerinin dayanıklılığını ölçmek için tasarlanmışa benzeyen tahterevallilere uzaktan bakıp burun çekiyor, kendi başlarına asla tırmanamayacakları (refakatçilerinin de aslında kendi bel ve sırtlarını düşündükleri halde “Çok tehlikeli çocuğum orası!” gevelemeleriyle yasakladığı) borulara asılan mahallenin bıçkın ergenlerine güneşe tapınan ilkel insan kıvamında bakışlar fırlatıyor. Dolayısıyla normalde neşeli, heyecanlı, korkulu veya (kaydıraktan popo üstü yere çakılınca haliyle) ağlamaklı çocuk sesleriyle dolu olması gereken oyun parkları çok daha kart seslere ev sahipliği yapıyor artık:
“EeeeEEEeeeeEEEemmmmreeeEEEEEeee! EmreeeEEEEeeee! Bak, bakiiiim buraya! Hanimiş salıncak? Aman da oğlum sallanıyo’ muymuş? Annesi oğluşunun fotoğrafını mı çekecekmiş? Gül bakiiiim anneye! Aaaaa, ama niye öyle samut duruyorsun oğlum? EeeeeeEEEEEEmmmmreeeeeeeEEEEEeeeeee!”
“Yahu bi’ dur be çocuuum! Buraya koşmaya mı geldin? Salıncağa bin, kaydıraktan kay! Hönk, hönk, hönk! Git kendine kendin gibi birini bul! Bekl…öhhhhhhö… Hık diye kalaca’m, o olacak!”
“Ay, dokunma o kuma! Pis! Öğğğğğ! Kaka! Zaten her gelişimizde yapay plaj yapmaya yetecek kadar kumu ayakkabılarına doldurup eve götürüyo’sun. E-ee o, e-ee! Kötü, pis! Uf olursun bak!”
“Salıncak da salıncak diye kudurdun kız evde, şimdi burada şu kıytırık bir buçuk metrelik kaydırağa meftun oldun. Ne o öyle? Kurulu oyuncak gibi; kay, dön, iki basamak çık, kay, dön, iki basamak çık! Benim başım döndü, midem bulandı, sen daha bıkmadın mı?”
“Hanimiş Emre? EeeeeeEEEEEEeeeeemmmr… BeeeeEEEEeeeerkeeeeEEEEeeee, koşma bak! Fena olacak!…. Gökçesuuuuuuu! Kızım kafandan aşağı boşaltacak kum dolu kovadan başka şey bulamadın mıııııııı?.... Kaydırağından da başlayacağım şimdi! Yürü eve gidiyoruz. MineeeeeEEEEEeeeee! Kime diyoruuuuuuuum?”
İşte benim içinden geçtiğim çocuk (!) parkı da aynen böyle bir yerdi, ama benim dikkatimi çeken bütün bunlar değil, bambaşka bir şeydi. İnsanların bağırış, çağırış ve koşuşturmalarına aldırmayan bir hayvan topluluğu geri plandaki yeşil alanı mesken edinmişti. İkisi tekir, biri alacalı, diğeri sarman dört kedi Afrika Savanlarındaki iri hemcinslerine nazire yapar gibi çayıra çimene yayılmış, dört beş tane karga da sanki can düşmanı değilmiş gibi tam bir lakaydiyle onların arasında dolanıyorlardı. Ne kedilerde bir tetiktelik, bir avlanma dürtüsü, ne de kargalarda o alışıldık, meraklı hınzırlıklarından bir iz… Olağandışı bir huzur tablosu… Öylesine çarpıcıydı ki manzara, adımlarım kendiliğinden yavaşladı. Bu sürpriz cennet provasının tadını çıkartmak, iyice sömürüp içinden birkaç damla yaşam sevinci damıtabilmek, eh, biraz da anlatacak ilginç bir şeyler bulabilmek (eee, sosyalleşmek şart! :D) amacıyla bütün antenlerimi onlara çevirdim. On ila on beş saniye kadar kargalar Schengen vizesinin hayvanlar âlemine özgü olanına sahiplermiş gibi dört adet dokuz canlının (yanı toplamda otuz altı kedi vardı orada :D ) arasında iki ayaklı ve gagalı bir kedi türü rahatlığında dolaştılar. Derken kargalardan biri sarman kedinin nazlıııı nazlı sallanan kuyruğunu fark etti. Önce merak saikıyla, sonra “Amanın! Bu hayatımda gördüğüm en iri, en nefis ve en leziz solucan değilse n’olayım?” düşüncesiyle o tarafa yöneldi. Sarman onun yaklaşmasından herhangi bir tehdit algılamamıştı, rahattı, sadece kedilere özgü o, en tembel insanı bile utançtan yerin dibine geçirebilecek aldatıcı miskinliğiyle esnedi. Kuyruğunu, beğenilmiş olmasının gururundan olsa gerek, Nesrin Topkapı’ya taş çıkartacak figürlerle karganın burnuna doğru uzattı. Karga ise görüş alanında küstahlıkla devinen, “Âlemlerin solucanı benim!" edasıyla kıvrılıp bükülen pembemsi sarı nesnenin (kalıbımı basarım “Ohhhhşşşş! Yemek!” diye düşünemeyecek kadar aklı başından gitmişti o sırada) cazibesine kapılıp başıyla takibe geçti. Bir süre yılan oynatan Hint Fakiri yanılsaması yaşandı... Ve sonunda bu ihtişamlı yemeğin albenisine dayanamayan karga gagasını “solucanın” en besili yerine çaktı. Kızılca kıyamet koptu tabii! Sarman olduğu yerde kutusundan fırlayan yaylı bir oyuncak misali otuz - otuz beş santim havalandı, ama kanat yerine sadece esnek bir omurgası olduğu için o süreyi en yakın ağacın dalına tünemekte kullanan kargaya yetişemedi. Diğer kediler pek istiflerini bozmadılarsa da, kargalar savulup uçtular hemen. Huzur tablosu eksik kaldı. Sarman kedi de şaşkın bir ifadeyle ortalıkta biraz salındıktan sonra yeniden dönüp yerine yattı. Aklından geçenleri sanki kafasının üzerinde bir konuşma balonu varmış gibi anlayabilirdiniz:
“Bu kuş benim kırk yıllık (malum; dokuz çarpı on dört … ııııı…. neyse kırktan fazla eder işte!!! :D ) kuyruğumda ne gördü ki saldırdı şimdi?”
Bu, sadece hayvanları değil, insanları da gafil avlayan bir şaşkınlıktır. Kendimize ait gördüğümüz, uzantımız kabul ettiğimiz kişilerin, ilişkilerin, eşyaların, anlayış ve / veya düşünüş biçimlerinin başka birine ağzının suyunu akıtan bir imtiyaz veya  sakınılması yetmez, saldırılması elzem bir tehdit gibi görünebileceği olasılığından o kadar bihaberiz ki, karganınkine benzer bir davranışla karşılaşınca tıpkı bizim sarman gibi refleksle neredeyse (hayvanların en akıllısı payesini kendimize yakıştırmamız, orada “tümüyle” kelimesini kullanmamı yasaklıyor :D ) masum bir tepki veriyoruz. İnsanın hayvandan en önemli farkı bu çeşit saldırıları hafızasına nakşetmek ve gelecekte tekrar tekrar gündemine alarak kinlenmekte çok daha kabiliyetli olması… Keşke şu güzelim sarman gibi başımıza gelen bu türden olayları yalnızca bir yaşam dersi kabul edip, bir dahaki sefere kinli değil, sadece temkinli olmayı başarabilsek.
Bu yılın safiyane dileği de bu olsun… Kin değil, temkin!!!  Vay be! Gene çaktım sloganı! :D

Herkese sağlıklı, mutlu, huzurlu ve temkinli :)) bir yıl dilerim. 



Sukanto Debnath'tan 'Beautiful Old Lady from Darap Village' isimli çalışma
Diğer Çalışmaları 1        Diğer Çalışmaları 2          Blog
Eh, sonunda yeni yıla da girdik. Üstelik bu yılla ilgili bilmem kaç asırlık bir dedikodunun en kötü versiyonunu ele alan az anlamlı, kıt bilimsel, ama bol efektli bir Hollywood geyiğini seyrederek… İçimiz açıldı, yüreğimiz ferahladı, moraller bin beş yüzü vurdu, hızını alamadı, bir de burnumuza çaktı. :) Hâlâ salonun penceresinden iki gram kadarı görünen denize endişeli ve şimdiden dargın gözlerle bakıyor, her geçen geminin tonajını tahmin etmeye çalışarak tepeme çakılacak olurlarsa kaç santimetre karelik bir püre yığını olacağımın denklemini kuruyorum. :)) Bu arada filmdeki felaket senaryosuna inandığımızdan olsa gerek; yılbaşı sofrasındakileri son yemeğimiz olacakmışçasına tıka basa atıştırıp, şeker yükselmesinden mütevellit baygın gözlerle TV’deki birbirinden anlamsız (Andrea Bocelli’nin nefis konseri hariç) programları seyrederken hiç yoktan bir yaş almamız var ki, esas ona tutuluyorum. Doğum günüm değil, bir şey değil, kardeşim! Niye durup dururken buçukluk olmama bir kalsın, di’ mi ama? Hayır efendim! Buradaki buçukluk Tolkien’in Hobbitlerine verilen lakaba benzeyen bir şey değil. Daha çok şöyle;
“Efen’im, tevellüt kaç acaba?”
“Tevellüt kadar… ehem şey… yani buçuk canım, buçuk!”
“Kaç buçuk?”
“Kaç buçuk değil, buçuk kaç?”
“Nası’ yani?”
“Buçuk asır evladım, buçuk asır! Oldu mu? Memnun musun? Sonunda söylettin de boyun arşa mı erdi?”
Neyse ki bu sabah gazetede tam üç cümlelik gayet ciddi ve bilimsel (!) bir makale okudum. İngilizler yaptıkları bir araştırma sonucunda kadınların özgüvenlerini elli iki yaşından sonra kazandıklarını saptamışlar. (Elli değil, elli beş değil, elli iki. Ne kadar bilimsel bir araştırma olduğunu ispatlamak için zahir. Ama bence şöylesi daha iyi olurdu; elli bir yıl, yirmi dokuz gün, on yedi saat, otuz bir dakika, yirmi üç saniye, altmış iki buçuk – biliyorsunuz, spor karşılaşmalarında bir saniye yüze bölünüyor :)) – salise.) Vallahi yüreğime su serpildi! Üç yıl sonraki doğum günümde “Tutmayın beniiiii!” durumları var yani… Hatta doğum gününü beklemeye ne hacet! 1 Ocak 2015 saat 00:00:01’de şöyle bir nara duyulacak;
“Hiiiiiieeeeeeeiiiiiiiiyyyyyyyyttttt! Var mı bana yan bakan? Düzler sayılmıyor, çünkü katarakttan önümü göremiyorum. Anca’ yanları kollayabiliyorum.” :))
Böylece hiç olmazsa çocukluktan sonra ilk ve son defa yılbaşının yukarıda yakındığım tuhaf etkisini lehimize saydırabiliriz. Hani yılbaşı geçip tarihe yeni rakam işlenir işlenmez aldığınız sanal yaşla beraber boyunuz büyümüş, etrafınızdakilerin size bakışı değişmiş gibi gelir ya…
“Aman, pek de cici bir ablaymış bu! Kaç yaşında?”
Anneniz: “On dört!” Aynı anda siz: “On altı buçuk!”
“Bir yaşıma daha girdim. Evladım, on beş desen anlayacağım. On altı buçuğu nereden buldun?”
“Böyle diyeceğini biliyo’dum zaten. Sen bir yaşına daha girerken bizim elimiz armut toplamıyor herhalde. Bir yaş oradan. Eh, yılbaşından bu yana iki gün geçti bile. Ne kaldı şunun şurasında on yedime?”
Yirmi beş yaşına kadar böyle devam eder, sonra gidişat tersine işlemeye başlar.
“Biliyorsunuz, biz genç arkadaşlarımıza fırsat vermek istiyoruz bu sektörde. Yalnız siz özgeçmişinizde doğum yılınızın yerine bir formül yazmışsınız, bir türlü içinden çıkamadık.”
“Gayet basit oysa… Biliyorsunuz dört senede bir artık yıl ayağına bir gün ilave ediyorlar hayatımıza. Laf aramızda bunun tek sebebi kadınların bu konudaki çalışmalara dâhil edilmemesidir. Bir kadın hangi bilimsel gerekçeyle olursa olsun böyle bir koşulu kabul eder miydi yoksa? Her neyse, biz konumuza dönelim. Yıl rakamını dörde bölerek vicdansızca her kadının yaşına fazladan eklenen gün sayısını buluyoruz. (Aslında dört yüze bölünemeyen yüzyıl başlangıçları sayılmıyor, ama biz bilmezden geldik.) Eee, üzerinden onca yüzyıl geçmiş, bu kadar kadının ahını almış. Yaşımızı… şey yani ahımızı yerde bırakır mıyız? Yüzyıl başına yüzde bir buçuk faizimizi de ilave ederiz üzerine… (Bileşik faizi de düşündük önce, ama çoğunluk unuttu gitti o formülü. Bankadaki memurlar bile söyleyince bön bön bakıyor.) Gelelim anne karnında pineklediğimiz günlere… Biz mi istedik ‘sarışın olsun, gerdanında beni de olsun’ diyerek orada oyalanmayı? Hayır! 280 günü de yaşımızdan çıkacak rakamın üzerine ekledik. Burada özgeçmişe yapıştırılan resimde gösterilen yaş baz alınır haaa, karışıklık olmasın. (Püf noktası da orada zaten. Fotoğraf zinhar yirmi beşten yukarı göstermemeli… O yaşın vesikalıkları saklandıysa mesele yok, ama mevcudu kalmadıysa Photoshop ne güne duruyor?) Peki, o rakamın tamamı yaşanmış kabul edilebilir mi? Asla! Yarısını uyuyarak harcıyoruz, öyleyse böl ikiye, gerekirse tam sayıya yuvarla, – hadi o da bizden olsun! – ama altı ayı da düşülecekler listesine ilave etmeyi unutma! İşte bu kadar!”
“İyi de bu durumda on bir yaşında oluyorsunuz.”
“E, gençlere imkân tanımak isteyen şirket de bundan yakınırsa artık…”
Yine bizim aşırı bilimsel (!) makaleye dönersek, canımı sıkan tek bir konu var: O da milli bir mesele… :)) Bu adamlar araştırma yaptıkları kadınları Patagonya’dan ithal etmediler herhalde. Eğer İngiliz Kadınları bile ancak 52 yaşında özgüvenlerini tamamına erdiriyorlarsa, yılbaşı partisine gitmek için izin alamadığı babasını bıçaklayan yirmi sekiz yaşındaki, yediği dayaklardan kurtulmak için sığındığı karakol tarafından “Karı koca arasında olur böyle şeyler!” denilerek evine gönderilen ve tıpış tıpış geri dönen kırk ikisindeki, geç geldi diye oğlu tarafından kendi evinden atılan elli sekizindeki Türk Kadını’nı ne yapsın?
Şöyle manzaralarla karşılaşmak işten bile olmaz herhalde…
“Bfılagın, Bfılagın bfeni! Acılınnng bfaagiiimfff! İlg megtebi de bfitilece’m, idadiyi de… Ndogdol olacam bfen! Fonra da ellilig bfil mfilyaldel bfulup cadır cadır pfalasını yemeffem n’oliiim?”
“Bu da özgüven sahibi doksanlıkların sonuncusu! Bugün aniden başladı belirtiler, kapıp getirdim hemen.”
“Bari getirmeden önce dişlerini taksaydın. Vallahi bir sabun, iki kese atacak kadar ıslandım…”
“Bu bir şey değil! Geçen haftaki haminneyi göreydin. Özgüveni tavan yapınca ‘Ben böyle bakımevinin…’ diye bağıra bağıra bütün binayı gezdi. Tam bir hafta her yeri kırklamak zorunda kaldık.”



Jeremy Geddes'in 'A Perfect Vacuum' isimli çalışması
Diğer Çalışmaları                Sitesi                                    Blog
Yazmakla ilgili hemen her sorunu halledebilecek yeterliliğe sahip olduğumu düşünmeye başlamışken en önemlisini değil çözmek, kabul bile etmekten kaçındığımı fark edince şaşakaldım. Yazan (yazar değil!) o gün yazmak istemiyorsa ne yapar? Keyif aldığımı sandığım, hata bu zevke kaçabilmek uğruna diğer tatlı meşguliyetlerimin (mesela; çizmek, okumak, seyretmek, dinlemek) kapladığı alanları daralttığım yazma işi basit bir bıkma haline bile ulaşamayacak kadar düzeysiz, çocuksu, sorumsuzca ve en önemlisi akut bir “canım yazmak istemiyor” (Benimki Çetin Altan’ınkine pek benzemiyor. Eğer ucundan dahi akrabalık kurabilseydi, herhalde memleketin durumuna bakan kalemimin mürekkebi çoktan kendi içine kaçardı.) halet-i ruhiyesine dönüşünce bugün, ne yapacağımı bilemedim.
Düzeysizdi; çünkü isteksizliği somut bir gerekçeye dayandıramayınca ne kapsamını, ne yüzeyini, ne de düzeyini saptayabiliyorsunuz. Bu, belki de sizin için hepsinin en korkuncu! Hastalığı teşhis edemeden nasıl tedaviye başlarsınız ki?
Çocuksuydu; çünkü en kaprisli olduğunuz ve buna rağmen en fazla müsamahayla karşılandığınız o dönemdeki kadim ve tozlu alışkanlıklarınıza geri dönüyorsunuz bir anda… Örneğin; “Ban’ ne, ban’ ne, yazmiiicam işte!” cümlesini tekrar ederek evi turlamak, durduk yerde en mendebur suratınızı (inanın bana, hiç de çocukluğunuzdaki şirin hallere benzemiyor o yüz, görenler süngüye davranıyor :D ) takınarak köşeden size göz kırpan kağıt kaleme abartılı biçimde omuz silkmek, hatta daha da ileri gidip bir duvara dönüp gözleriniz kapalı, kulaklarınız tıkalı avaz avaz ve bet bir sesle şarkı söylemek gibi… Bu da, çevreniz için en dehşet verici durum! Onlar hem hastalığınızı teşhis edemiyor, hem de en kötüsünden korkuyorlar zira. “Bir tahtasının zıngırdadığını hep biliyordum zaten. Sonunda koptu işte! Hem tahtası, hem kendisi…”
Sorumsuzcaydı; çünkü benim yazma serüvenimin tamamı bir sorumluluk ilkesine dayanıyor. Hayır efendim! Sizlere karşı olan sorumluluğumdan bahsetmiyorum daha. Bir de oraya girmeyelim, bi’ ağlamaya başlarsam, susturamazsınız. :)) Bu daha iptidaî, daha bencil, daha zorlayıcı bir sorumluluk ve kendime karşı… Ayrıca Id’den (Bilinç altının afili adı. İngiliz dilinin aşağılamak istediklerine kullandığı cinsiyetsiz üçüncü şahıs zamirinin takla attırılmış hali…) geldiğinden şüpheleniyorum, canımı yakmayı çok iyi biliyor zira… (Öyle bir film vardı; başrollerinde halim selim, oturaklı Walter Pidgeon, o günlerin afet-i devranı, dudağı benli Anne Francis ve ellili yaşlarında içindeki komedi canavarını keşfedeceği aklının ucundan bile geçmeyen genç ve yakışıklı Leslie Nielsen’in rol aldığı Forbidden Planet. Id’den gelenlerin birbirine kattığı bir gezegende olanları anlatıyordu. TRT’de ilk yayınlandığında ben henüz düşünce bakiri çağlarımı yaşadığımdan, günlerce konuya kafa patlatmış, sağa sola sorup ansiklopedi karıştırarak ‘Ne dedi bu film şimdi? İyi bi’ şi’ mi dedi, kötü bi’ şi’ mi dedi?’ sualini cevaplamaya çalışmış ve başarısız olmuştum. :D Oysa garibim film – şimdi klasiklerden sayılmasına rağmen, çekildiği yıllarda – en basitinden B grubu bir bilim kurguymuş, otuz beş yıl sonra yollarımız tekrar kesiştiğinde hayal kırıklığıyla fark ettiğim üzere…) Konumuza dönersek; bu, işkenceci sorumluluk anlayışımı dahi yok sayan yazma isteksizliğim fazlasıyla kaygı verici, çünkü Demir Lady’ye bile pabucunu ters giydirecek bir kontrol manyaklığı sendromundan muzdaripim. Ve eğer buna da tutunamıyorsam, “yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?” :))
Gelelim akut olmasına… Nasıl söylesem? Pazartesiden beri kafamda iyi yağlanmış saat zembereği misali (Tabii eski saatlerden bahsediyorum. Şimdikilerde sadece o ruhsuz devreler var. Gerçi onlara da meraklıları mikroskobik sanat kapsamında bir takım sürprizler saklayabiliyormuş, ama onları ancak pil değiştirenler görüyordur, görüyorsa… Oysa eskiden saatin arka kapağı açıldığında ortaya çıkan manzara “çıkı-tı-tı çıkı-tı-tı çıkı-tı-tı” sesleri eşliğinde yediden yetmiş yediye herkesin zihnini de, salyalarını da peşine takar Fareli Köyün Kavalcısı’nın mağarasına kadar götürürdü dakikalarca. Hele de o şimendiferli cep saatleri… Hobaaaaa! Yine nereden geldik buralara? Derhal çark ediyo… Ay, hele o mini mini çarkları seyretmek… Hareketi nereden alıp, nereye taşıyor diye takip etm… Aaaa, ama biri beni bu parantezden çıkarsın artık.) Nerde kalmıştık? Hah! Akut yazma isteksizliği… Daha dün gece yatağa kafamda bir yazının iskeletini oluşturmuş olarak girmiştim. Sabah kalktığımda ise yazının ilk cümlesi, ortasındaki vurucu bölüm ve son zevzeklik hazırdı. (Araları tamamlamak kolay! Doktor Who’nun Tardis’ine rahmet okutan incir çekirdeğini çağırdım mı, tamam. Ondan sonra istediğin kadar saçmala, dur! Nasılsa dolmayacak… :D ) Kahvaltı sofrasını toplarken ilk “seçme saçmalarımın” notlarını beyin kıvrımlarıma iliştirmiştim çoktan. Hatta mutfak bloknotu ile yanındaki çakaralmaz tükenmez kalem bile korkulu gözlerle benden tarafa bakmaya başlamışlardı. Lisan ve benim konuyla ilgili âli (!) görüşlerimi içeren bir yazı olacaktı bu. Büyük ümitler bağlamıştım kendisine. Yedi delikli tokmağım her bir kovuğundan şerareler saçıyordu… Ne olduysa evde yılbaşından kalma leziz ve fakat sağlığa zararlı atıştırmalıkların tükendiğini, acilen yemek yapmam gerektiğini fark ettiğim zaman oldu. Boş buzdolabının içinde kafam yarıla yarıla dolaşır, sade suya tirit çorbasına atılacak bir şeyler bulabilmek için örümcek ağı bağlamış köşelerine göz gezdirirken yazma isteğimi de düşürmüş olacağım.
KAYIP İLANI
Tüm sanatkârane (!) duygularımı kendisine hasrettiğim, çatlaklık sertifikalarımın en kıymetlisi olan ve derunuma saldığı köklerinden saçak saçak yolunarak beynim ve kalbimden sökülüp alındığından şüphelendiğim YAZMA İSTEĞİMİ kaybettim. Hükümsüzdür. Bulanların en yakın Bomba İmha Ekibi’ne haber vermeleri önemle rica olunur. :))




Guerra de la Paz'dan (Alain Guerra ve Neraldo de la Paz) 'Indradhanush'
Sitesi                           Blog

Bezirgân züğürtleyince eski defterleri karıştırırmış. Ben de zaman zaman eskilerini okuyup ukalalıkta çığır açacak bir vazifeşinaslıkla kendi işlerime burun kıvırıyor; “Bak şimdi! O hiç öyle yazılır mıymış?” veya “Şişirme iş daha üçüncü cümlede belli olur zaten.” gibilerinden ‘mundar ciğer’ numaralarıyla yazılarımda fazladan bırakılmış esin payı arıyorum. Siz şimdi bu tuhaf şey de ne ola, diyorsunuzdur. Anlatayım. Eskiden, hazır giyim bu kadar yaygın değilken, hanımlar elbiselerini kendileri dikerdi. Üstelik dört başı mamur olsun diye göz nuru dökülür, aksi halde arkasından “Gördün mü bak? Sen al o güzelim ekoseyi, sonra da yan dikişleri çizgisi çizgisine getireme… Rezil etmiş caaanım kuponu vallahi ve tallahi!” veya “Ne biçim etek boyu almak o öyle! Evaze etek değil, çalı süpürgesi sanki. Arkası sarkıyor, yanlar desen bir taraf uzun, öbür taraf kısa kalmış. Ayol sağından solundan kombinezonu gözüküyor, ondan bile haberi yok!” diye teneke çalınacağını bilirdi dişi kısmısı. (Şimdi her şey salkım saçak olmayınca adamı dövüyorlar. Kombinezon tarihe karıştı gerçi, ama sutyen askıları bir de yetmez beş tane, beşi de ayrı renk ortada olmayınca ‘in’ olamıyorsunuz. Çizgisi çizgisine ekoseler devri çoktan geçti, şimdi kumaşlar o kadar elastik ki, artık pek çok parçayı ters çevirip kendi üzerine dikerek ‘stil’ yaratıyor modacılar. :D ) Bir de kilo problemi vardı. Şişmanlamak şimdiki gibi dünyanın sonu olmadığı, özellikle evlendikten sonra balıketini bulamayan hanımlara ‘karnında kurt var zahir’ diye acındığı o dönemde elbiselerin de bedenle birlikte kilo alıp verebilmesi için dikiş payları olması gerekenden geniş tutulurdu. (Hatta çoluğuna çocuğuna o paylardan etek ceket çıkarabilecek kadar mahir anneler bile vardı. Bkz. Benim valide… :D) Gerçi genellikle beden genişlemeye başlayıp o paylardan yararlanmaya kalktığınızda çitilene çitilene defalarca yıkanmış giysinin içinde kalan parçası ile giyile giyile hışırı çıkmış kısmı arasında bir akrabalık tesis edecek kadar bile benzerlik kalmazdı, ama olsun. İşte ben de yazılarımda o paylara benzeyen fazlalık esin parçaları arıyorum, ama maalesef o konuda pek eli açık davranmamışım. Hatta bazılarına hiç pay koymamış olsam gerek, yanlarından kelebek uçsa her harf başka bir köşeye savruluyor. :) Yine de demokrasilerde (her ne kadar benimki oligarşi rejimi olsa da) çare tükenmez. Kendi bitpazarıma yarım mumluk nurlar yağdırırken rastladığım bir cümle yeni yazıma tohum oldu. Lisanla ilgili olarak geçenlerde Portekizce bir şarkının altına yaptığım yorum da can suyu… (Aman ha, bu yazıda pay aramaya kalkmayın! Bazı yerleri sadece tükürükle yapıştırdım zira. :D )
Ezelden beri lisan konusunda bir sümtüklüğüm (Arsız, açgözlü, başkasının yediğinden isteyen manasına geliyor. Bambaşka bir sözcüğün yanlış yazılışı falan zannedeyim demeyin! :D ) vardır. İzmirli olan anneannemin Rumca konuşmalarını ağzım açık dinlerken mi başladı, yoksa gece yarısı kulak uydurulan kısa dalga radyo yayınlarında ıslık-parazit introsuyla başlayan gizemli lisanlardaki şarkıların büyüsüne mi kapıldım bilmiyorum. Her zaman başka dilleri dinlemekten, hepsinin parmak izi misali (Bir de retina var, biliyorduk. DNA zaten baş belirleyici. Son birkaç yıldır kulak izinin de benzersiz olduğu, hatta bu konuda arşiv oluşturulmaya başlandığı söyleniyordu. Ama geçen gün rastladığım haber hepsine rahmet okuttu. Efen’im kaidelerimizin izi de eşsizmiş. :D Yakındır, onu da seri katil profillerine katmaya başlarlar. “Bakın, bununki kemikli, ayrıca hafif sağa yaslanırken öne doğru eğilerek oturuyor. Amirim gördünüz mü? Ahanda şuradaki de çataldaki beni. Aman incelemek için fazla yaklaşmayın, dün akşam fasulyeyi biraz fazla kaçırmış.”) kendilerine has ezgilerini keşfetmeye çalışmaktan hoşlanırım. Edith Piaf ve Mireille Mathieu ‘R’leriyle kıtaları yutacak cesamette anaforlar yaratırken, Johnny Hallyday ile Gilbert Bécaud’nun her kelimesini makineli tüfekle atabildiği Fransızcayı; Mina ve Al Bano’nun şarkılarında bala bulanmış kedidiline (burada bahsi geçen; pastane mamulâtı olan kedidilidir, kimse yanlış anlamasın :D ) dönüşürken, Rita Pavone ve Adriano Celentano’nun gırtlağından mısır patlatılıyormuş gibi saçılan İtalyancayı; haber spikerlerinin kuru lisanında kavrama yapmayı yeni öğrenen birinin bir bağırtıp, bir stop ettiği araba motoru sesine benzerken, opera solistlerinin üç oda bir salon ses tellerinden her harfi bir oratoryo azametiyle yükselen Rusçayı; konuşurken süper hızda çalışan iki halı dövücünün asla örtüşmeyen sesi gibi gelirken, fandangolarda tuhaf bir yalelliye dönüşüp asli görevi olan dövme işini avuçlara, topuklara ve kastanyetlere bırakan İspanyolcayı; sevgilisine aşkını ilan ederken bile kulağa bölgecilik yapan köpeklerin havlaması gibi gelen (Anjinsan’daki Toshiro Mifune’yi hatırlayın! Konuşmasına ne hacet, kaşlarının doğal hali bile odada bir yerlere sinmenize yeterdi.  :D ), ama nasıl yapıyorsa, şarkılarında insanı boyutlar arası yolculuğa çıkarmayı başaran Japoncayı; alfabesinin tamamı çatlayan veya şıngırdayan sessizlerle bademcikler civarında turistik geziye çıkmış olanlar arasına katıştırdığı üç beş sesliden ibaretmiş gibi görünen, oysa türküleri lodosta göndere çekilmiş çıngırak, zil ve kristallerden oluşan bir bayraktan geliyormuşçasına dinlenen Çinceyi hep imrenerek dinledim. 




Xooang Choi'den (최수앙은) 'The Islet of Asperger' Type VII' isimli çalışma
Diğer Çalışmaları 1      Diğer Çalışmaları 2         Diğer Çalışmaları 3
Elimde olsa bütün dilleri konuşabilmek ve anlayabilmek isterdim. Türkçe hariç. Çünkü kendi dilimin bir yabancıya nasıl bir his verdiğinden habersizim. (Her şey gibi bunu da bilmek isterdim tabii. :D ) Acaba Arapçada olduğu gibi virtüöz bir gargara sanatçısının resitaline mi benziyor, yoksa eskiden okul kapılarında satılan alacalı, boğazınızı gıdıklayacak kadar tatlı ve ısındıkça yumuşayan o güzelim macunları andıran Azeri Türkçesine mi? Mesela yabancı biri Türkçeye kendi dilinden geçen kelimeleri ayırt edebiliyor mu kolayca? Restoran(t) (o sondaki ‘t’ hep tahtaya sürtülen tırnak sesi gibi gelmiştir kulağıma, ama neyleyim?) denildiğinde bunun rrrestoğoğn diye telaffuz ettikleri şeyle aynı, süveter kelimesinin ter kokulu sweater’larının yıkanmış hali, kuruşun Groschen’in Türk Kardeşi olduğunu fark edebiliyorlar mı?
Bunları ne zaman düşünsem aklıma lise İngilizcesiyle Amerika’ya giden birinin anlattığı bir hatırası gelir hep. Her ne sebeptense bir notere ihtiyaçları olmuş kendisiyle birlikte giden arkadaşlarıyla. Aralarında ‘Yes’ ve ‘No’dan fazlasını bilmemesini medeni cesaretiyle kapatanlar da varmış, bana bu anıyı aktaran gibi uzaktan bir Amerikalı görünce İngilizcesiyle birlikte Türkçesini de unutup Tarzanca anlaşmaya çalışanı da. Basmış mı bunları karalar? Yok, yok! Yabancı ülkede hukuki otoriteyle ilk kez müşerref olacaklarından dolayı değil, noteri Allah’ın Amerikalısına nasıl anlatacaklarını bilemediklerinden. Sonra öğrenmişler ki, İngilizler de o kelimeyi tıpkı biz Türkler gibi Fransızlardan araklamış. Bunun rahatlığıyla kendilerini sokağa atıp karşılarına çıkan ilk Amerikalıya imece usulüyle “Abi en yakın noter nerededir?” mealinde bir soru sormuşlar. Amerikalı söyledikleri her sözü anlamış da bir tek ‘noter’ kelimesinde takılmış. Adamcağızı aynı sözcüğün değişik telaffuzlarıyla bombardıman etmiş, son olarak da (Türkçe) galiz bir söz dizisini takiben; “Koskoca Amerikalı olmuşsun, ama bir noteri bile bilmiyorsun.” diye kalayı basmışlarsa da yararı olmamış. İkinci teşebbüslerinde de epey Karagöz Hacivat oynamışlar, ama sonuç değişmemiş. Üçüncüsü ise ikinci Amerikalının bizimkileri ‘bilse bilse o bilir’ diye gönderdiği, ama aslında sadece hamburger meraklısı olduğu göbeğinden belli bir adammış.
“NoTER?”
“Yes, noter!”
“What is this? Something to eat?”  
“Yok, deve! Göbeğinden utan be adam! Hâlâ yemek düşünüyorsun. No be anem! Dis iz e pleys end e men!”
Siz varın Amerikalının şaşkınlığını düşünün. :)) Sonunda bizimkiler noterin ne iş yaptığını anlatmayı akıl etmişler.
“Oooo you mean notary!”
“Ne ağacı, ne yoku be adam. Noter, noter!”
Sonunda ‘ağaçsızın’ (notri) noter demek olduğu anlaşılmış da Amerikalı bizimkileri en yakın ‘e pleys end e men’e yollayabilmiş. Eh, adam haklı. Ben de grik yıgırt’ın kırk yıllık yoğurt olduğunu anlamakta güçlük çekmiştim. Ama en aşırı örnek Çin’de çay istemeye kalkıp on beş dakika boyunca “Ça! Ça! Ça!” diye haykırdıktan sonra doğru vurguyu tutturamamanın bezginliğiyle pes edenler olsa gerek… Orada sözcüğü doğru aksanla söylememenin en hafif cezası bu, herhalde aynı sebepten bir araba sopa yiyen (Şimdi gel de bunu tercüme et! “Var ya, you eat a wagon full of sticks!” :D ) yabancılar da olmuştur. Bereket ömrü billâh çay içmeye tövbe eden bizimkiler ‘yuvarlak’ gözlerinin hatırına dayaktan kurtulmuşlar. :))
Aslında bırakın başka dilleri, Azeri, Türkmen, Özbek Türkçesini bile anlamakta güçlük çekiyor, konuşmaya çalıştığımda resmen çuvallıyorum. Geçenlerde bir Türkmen Halk Şarkısını yorumlayan bir Alman grubun telaffuzu bile benden iyiydi. Hatta bu sayede aynı dilin değişik söylenişlerinin müziği nasıl etkileyebileceğini bir kez daha hatırladım. Bu durumda örneğin Fransızca bir şarkıyı ruhuyla bir bütün olarak Türkçeye çevirmeye çalışmak imkânsıza yakın bir zorlukta olmaz mı? Sözleri birebir tercüme etmeye kalksanız şiirsellik bir tarafa, prozodi öbür tarafa yatar, ortada sap gibi bir melodik kabuk kalır. Müziği ön plana çıkarıp Türkçenin kendi şiirini içine katmaya uğraşsanız, Fransızcanın şiirini es geçmiş, üstelik bir hiç uğruna Türkçeyi Fransız müziğine katık etmiş olmaktan ileri gidemezsiniz.
Eeee, geldiniz mi hepiniz benim dileğime? Ah, keşke herkes birbirinin dilini anlayıp konuşabilseydi! (Gerçi bir de her milletin nev-i şahsına münhasır bir işaret dili var. İtalyanların şu başparmak tırnağı ve diş ilişkisine dayalı ünlü hareketlerini uzun süre kürdan veya ortodonti uzmanı ihtiyacına bağlamış biri olarak, Yeni Zelanda Halk Dansları Topluluğunun köklerine kadar çıkardıkları dillerini neredeyse gözüne sokmasını veya dirseklerinden kavradıkları kollarını burnuna burnuna uzatmasını taş gibi bir suratla izleyen devlet büyüklerine hak vermemem mümkün değil. :D ) Belki de anlaşmazlıkların pek çoğu “Aaa, siz de mi ona öyle diyorsunuz?” müşterekliklerinde boğulur, bir daha izlerine rastlanmazdı. Fena mı olurdu yani? 



Alan Sailer'den 'Lime Light Out' isimli çalışma
Diğer Çalışmaları 1                         Diğer Çalışmaları 2    
Ekşi biriyim. Evet, biliyorum! İçinizden, kendini tanımlamadığın bir bu kalmıştı, diyorsunuz. Ama bu konu önemli. En azından benim için. Eh, yazıyı yazan ben, okuyan siz olunca konu hakkında pek de seçim hakkınız kalmıyor. (Amanın! Şu anda on mumluk hidayet anlarımdan birini daha yaşıyorum; niçin yazdığımın yüz on sekiz bin üç yüz yirmi yedinci sebebine da sonunda vakıf oldum. Güüüüüç bende artııııııık!!!) Efendim? Bir an önce sadede gelmezsem okumayı bırakacak mısınız? Hııııı… E, peki madem!
Son günlerde gerek (artık pek de özelliği kalmayan) yaşamımda, gerekse yazılarımda ironi dozunun arttığını fark ettiğimden dolayı yazmıştım yukarıdaki ilk cümleyi. Ama bir defa yazınca üzerinde düşünmekten (ve saçmalamaktan) kendimi alamadım. Dört ana tat varmış. Tatlı (şekerli), acı, ekşi ve tuzlu… (Bir de umamiyi kattılar aralarına, beş etti. Ah, şu Kikunae Ikeda, ah! Başımıza monosodyum glutamat denen bu, tatsal zevk vanası açıcıyı o musallat etmiş. Ne vardı şu Allah’ın yosunundan yapılmış çorbayı sadece Zagor’un Çiko’su gibi ‘Gnam! Gnam!’ diye içmekle yetinse, ‘Abi, ne var bunun içinde böyle? Bata çıka içiyorum, yetmiyo’! Boşanıp karımı bile yiyebilirim.’ demese… Elinin kimyasıyla her işe karışmasa… ) İnsanların üzerimizde bıraktıkları etkileri de bu tatlara benzetmek mümkün. Ben kendimi bildim bileli ekşiyimdir mesela… Her ne kadar çocukluğumu hatırlamayı başarabilen ve hâlâ yaşayan :) bir iki kişi beş altı yaşlarıma kadar çooook tatlı olduğumu (o yaştan sonrasıyla ilgili yorum yapmıyorlar, doğrusu ben de pek meraklısı değilim :D ) iddia etseler de, kendimi hiç öyle hissettiğim olmadı. Ekşi-acı olduğum vakidir. Ekşi-tuzlu da… (ki o halimi hiç tavsiye etmem!) Ama anadan doğma ekstra şekerli bir insanın (validem) dizinin dibindeyken bile ekşi-tatlı olduğum görülmemiştir. Aslında ekşi insanlar belki de en tahammülfersa grubudur beşeriyetin… Çünkü dünyanın en güzel, en tatlı, en saf şeyini, olayını, kişisini bile iki kelimede ekşitme, eğer o kadarını beceremiyorsa, en azından buruklaştırma kabiliyetine sahiptir. Bir de aynı yeteneği çirkin, tatsız ve yoz olanlarda kullandığını düşünün, ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. :)) Diyeceksiniz ki; ya diğerleri? Acı insanlar da var. Var! Var da, onların yanında fazla kalan olmaz zaten. Yani zararları daha çok kendinedir o grubun. Devamlı karalar bağlamak bir süre sonra etraflarının boşalmasına neden olur. Her şeyi depresif bir pencereden görmeyi kendine felsefe edinen, hatta buna yediği yemek, içtiği su kadar ihtiyaç duyan birisinin yanında ancak şekerinden gırtlak kamaştıracak kadar tatlı olanlar kalabilir. Onları da acı olan istemez zaten. Eee, canlı ruhu, güleç yüzü, sarsılmaz iyimserliğiyle yaşam sebebinizi her an yerle bir edebilecek veya en azından hayatınızda dokuz şiddetinde bir depreme (Tsunamileri saymıyorum. Bilim insanları o konuyu hâlâ tartışıyor zira. İnsan ruhunda tsunami olur muuuuuu, olmaz mı? Buna karar verebilirlerse, Marmara’yı da incelemeye alacaklar. :D ) yol açabilecek birini yanınızda ister miydiniz, siz olsanız? Buradaki acı tanımına sulfata acısı girmektedir, yanlış anlama olmasın. Biber acısı konumuz dışındadır. (Zaten biber acısı insana da hiç rastlamadım! :D ) Gelelim tuzlu insanlara… Bu grup yaşamlarındaki her şeyin bir tadı olması ve bu tadın sonsuza kadar saklanması gerektiğine inananlardan oluşur. (Tuzlayalım da, kokmasın hesabı…) Örneğin; seyahate mi çıkılacak? En çok yerin gezileceği (güzergâhın ne kadar girift olduğunun hiçbir önemi yoktur, çok gezen çok bilir!), en anlamlı (bu anlam, ihtiyaç molasının gerektirdiği nokta ile insanlık tarihinin mihenk taşları arasında gayet geniş bir yelpazede olduğundan sırrına vakıf olmak pek kolay değildir) mevkilerin görüleceği, en renkli, neşeli, hareketli (genellikle başka taraflara bakarak hayatlarına tat katacak bir şeyler ararken yakalanırlar objektife) fotoğrafların çekileceği gezilere çıkılır. Elbette bu durumda hem seyahat, hem de keyifli olması gereken bu faaliyetin geride bıraktığı izlenim fena halde tuzlu olur. Çünkü her ‘anlamlı’ durağa uğramaktan helak olmuş ve tadı kaçmış insanları “Aaa, bu civarda bilmem ne dizisinin çekildiği umumi lavabo :)) varmış. Muhakkak gitmemiz, görmemiz, iki flaş fotoğraf çekmemiz lazım.” diyerek peşlerine takıp dolaştırabilirler örneğin. E, bunu tatlı insanlar da yapar, diyeceksiniz. Ama onlar halden, “dur, otur!”dan anlar. Tuzlular için ise her şey bir tat alma objesi olduğundan, ‘hayatın anlamı’ ile aralarına girmeye cüret edenlere öyle bir tuzlanırlar ki, muhatapları şapa oturur. :)) Elbette tuzluların en sevdiği grup tatlılardır. (Onları kim sevmez ki?) Üstelik bir arada en iyi ve en uzun uyumu yakalamayı da başarırlar. Biliyorsunuz; her tatlıya bir tutam tuz, yemeğe azıcık şeker katmak lezzeti arttırır. :) Madem karışık gruplardan bahsediyoruz, biraz da onları irdeleyelim. Tatlı-Acı karışımı; yukarıda yazdığım üzere Tatlı’nın bütün şefkatli ısrarlarına rağmen Acı’nın şiddetle dirsek göstermesi sebebiyle uzun sürmez. Tuzlu-Acı ilişkisinde ise birinciler ikincileri o kadar dayanılmaz addeder ki, düpedüz görmezden gelir. Dolayısıyla (ve Allahtan) Tuzlu-Acı karışımına insanlık tarihinde çok ender rastlanır. [Bkz. Halkın Tapınağı. Yetmişlerin sonunda bütün dünya gazetelerine aynı anda uğursuz bir manşet attıran tarikat hani. Tuzlular’ın (baş Tuzlu, suratında meymenet olmayan Jim Jones olmak üzere) Acılar’da namevcut olan hayattan tat alma kabiliyetinde bile bir anlam aradığı ve tabii bulamadığı, Acılar’ın ise Tuzlular tarafından sağa sola çekiştirilmekten bıktığı o meşum topluluk. Sonunda iki grup da hüsranın dibini bulmuş, çocuklarının dahi canını alacak kadar gözleri dönmüş ve topluca intihar etmişlerdi.]  Ekşi-Acı her ne kadar iki tarafı da tatmin eder gibi dursa da; ne Acı Ekşi’nin hayatın tatlı yönlerine olan özlemini çekebilir, ne de Ekşi Acı’daki kara delik benzeri, bütün lezzetleri masseden o sonsuz vakumu…  Tuzlu-Ekşi karışımı uygun bir paçal yapılırsa leziz olur. Yalnız uzun süre maruz kalmak susatır. Tuzlular karşısına çıkan şeyleri burmadan, çimdirmeden tadını alamayan Ekşiler’i fazla yoldaş edinmeye kalkarlarsa, kendi sineğin yağını çıkartma huyları yüzünden hayattan sadece olgunlaşmamış hurma lezzeti almaya başladıklarını fark edip, sirke satmayan birilerine aşererler. :) Ekşiler ise bir taraftan özlerken, diğer taraftan limonileştirmeden duramadıkları hayatın tadının sodyumunu çıkarıp :) salamuraya basan Tuzlular’ın gayretine konu mankenliği etmekten sıkılır, özgürce ağız sulandırmaya öykünürler. Sonuç olarak; “Kısa birlikteliğimiz çok verimliydi, ancak artık önümüze bakmak istiyoruz.” tarzı bir karışım olur turşu… şey yani Tuzlu-Ekşi. :D Tatlı-Ekşi ise (Tuzlu-Tatlı kadar uzun ömürlü olmasa da benim favorimdir.) oldukça uyumludur. Yalnız bu karışımda rol alan Tatlılar’ın çok üretken, gayretli ve çalışkan olması gerekir. Karışım için daha fazla emek sarf eden onlar olacaktır çünkü. Tatlı çalışıp çabalayıp hayatın güzelim lezzetini damıtırken, Ekşi bir çift sözü, bir bakışı veya sadece dudak bükmesiyle bunları buru buruverecektir.
“Her şeyi yazdın, her gruba bir… tat attın :), ama ekşileri hiç anlatmadın.” diyeceksiniz. E, burada her işi ben mi yapacağım? Satır aralarındaki imalar ne güne duruyor! Hatta şu son dört cümlelik paragraf bile yeter. :D
(Tatlı J&B grubuna ve özellikle grubun bol şekerli olanlarına ithaf edilmiştir.)





Marc Adamus'tan 'The Clearing' isimli çalışma
Sitesi
Beklenen kar sonunda yağdı. Yağar yağmaz da medyanın bütün dileklerini gerçekleştirerek “Bir kâbus gibi şehrin üzerine çöktü!”, “Kenti beyaza gömdü!”, “Trafiğe nüzul inmesine sebep oldu!” Birkaç hafta öncesine kadar “Doğru dürüst kar yağmazsa bu yaz susuzuz arkadaşlar!” gamlı baykuşluklarındayken, daha havada birinci kristali görür görmez “E, yağ dedikse, kafamıza çığ düşsün demedik!” çığırtkanlığıyla ağıtlar yakmaya hazırdılar zaten. Oysa kar dikte ettiği pek çok çetin koşulun yanında ve aynı zamanda güzel bir doğa olayı değil midir? (Siz bakmayın bunun böyle dediğine, hiç istemez kar yağmasını…) Affetmişsin sen onu antrparantez efendi! Kar severim ben. Bir tek o basık, kapalı, geceden rol çalan gündüzleri; uslu uslu yağarken birden rüzgârın kudurup Mary Poppins taklidine dönüştürdüğü insanların bir de ağzına burnuna kar tanelerini tıkarak boğmaya çalışmasını; pencereden bakınca çamaşır makinesinden yeni çıkmış masmavi bir çarşaf manzarasındaki gökyüzü ve limonla ovulmuş pirinç misali ışıldayan güneşle satışa sunulan, dışarı çıkılınca aslında Sülün Osman’ınkilerden beter bir dolandırıcılık şaheseri olduğu anlaşılan o pırıl pırıl kar toplama havalarını sevmiyorum. Haaa, dona çektiği gecenin sabahında sokağa çıkıp yumurta kabuklarına basmaya korkar (aslında çanağı kırmaktan çekiniyoruz ya… :D ) gibi parmak ucunda dolaşmaktan da pek hoşlanmam. Boylu boyunca uzanıp karda melek yapmaya her kalktığımda apartmanın en kerli ferlisinin çıkıp bir taraftan cıkcıklanıp, diğer taraftan tek kaşını Mistır Spak’ı kıskançlıktan Vulkan’daki bir volkana :) oturtacak bir açıyla rekor yüksekliklere kaldırmasından, mahallenin veletleriyle akıllı uslu (!) kartopu savaşlarına kalkıştığımda o zirzopların beni eve kardan adam kılığında postalamasından ise nefret ederim. Sonrasında evde el ve ayaklarımı ağzıma sığdırıp ısıtmaya uğraşırken, bir Tibet rahibi adanmışlığıyla “Dondum anam, dondum!” mantrasını tekrarlayarak parmaklarımı takır takır atan çene ve dişlerimin gazabından korumak için uğraşmaya veya dışarıdaki beyazı daha karşıdan görünce bedenin kol, bacak gibi lüzumsuz (!) uzantılarını kademeli bir ricat ile terk eden kanımın içeri girer girmez sıcağın rehavetiyle büyük taarruza kalkıp kılcallara süngü zoruyla girmesini müteakip dokularda yapılan şenlik ve kurtuluş günü merasimlerine “Yandım anam, yandım!” gazeliyle eşlik etmeye de pek bayıldığım söylenemez. Hele de her şeyin üzerini kaplayıp hatlarını yumuşatarak dünyanın Walt Disney çizgi filmlerinden fırlamışa benzeyen saf, temiz, yuvarlacık, sevimli bir yer haline gelmesini sağlayan o güzelim örtünün akça pakça iffetini her türden ayak koruyucunun gaflet anını tespit edebilen ve daima kendisine bir giriş deliği yaratan şu buz gibi, sinsi, gri-siyah bulamaca teslim ederek eriyip gitmesi yok mu? Cinnet getiririm! Yoksa nesini sevmeyeyim karın? :))
Şaka bir yana, büyük şehirde kar sevmek bir lüks. Çünkü yağarken bir sorun; insanlar nedense havada uçuşan beyazlıkları görür görmez her türlü aklî melekelerini ve mantıklarını kaybedip romantik hülyalara dalıyorlar. Ancak “Madem işe arabamla geldim, arabamla dönerim arkadaş! Zaten iki adımlık yol. Başıma ne gelebilir ki?” diyerek ısrarla direksiyona geçip anında trafik balçığına saplanınca uyanıyorlar daldıkları bu gündüz düşünden. Sonra gelsin şehrin göbeğinde ve fakat çevre yolunun ıssızlığında donma tehlikesi atlatmalar, gitsin kayan arabaları Superman edasıyla önüne dikilerek durdurmaya çalışmalar… “Hadi yağsın madem, razıyız bir tek günlük ufak tefek arızalara…” diyeceksiniz, ama uygun ısıyı yakalarsa (ki büyük şehirlerde ürettiği sıcaklığı kendini ısıtmaktansa havaya salmayı tercih eden bina kılığında bu kadar çok devasa soba varken biraz zor oluyor) bir de tutuyor bu münasebetsiz (!). O da ayrı sorun; büyük şehir sakinleri olmamız hasebiyle anamızın karnından bacak, ayak gibi işe yaramaz uzuvlar yerine dört tekerle çıktığımızı düşündüğümüz için “İşi, okulu veya gideceği yer yakın olanlar lütfen tabanvay aboneliklerini yenilesinler!” şeklindeki direktifler yedi ceddimize ahlaksız teklifte bulunulmuşa çeviriyor bizi. Üstelik dışarı çıktığınızda artık sadece bir aksesuar olarak kullandığınız cicili bicili şapka ve atkıların koruyucu hiçbir vasfı olmadığını keşfetmek, uzun zamandır özel arabalarınızla yanlarından geçerken görmezden geldiğiniz (gerçi ensenize çıkan bir otobüsü veya bir milimin milyonda biriyle farınızı sıyırarak önünüze atlayan minibüsü fark etmemek bayağı zor oluyor, ama…) toplu taşıma araçlarının her santimetrekaresini yakından tetkik etme fırsatını yakalamak (birisi sırtınıza oturmuş yanındaki arkadaşına patronunu nasıl madara ettiğinden bahseder, iki kişi kafanızı otobüs şoförünün ensesine bastırarak tavandaki tutamakların üzerine tırmanmaya çalışır, bu sardalye… pardon insan konservesinde – haklı olarak – annesini kaybetmekten korkan bir yer cücesi dizle bilek ortasındaki o en hassas noktaya müteselsil tekmeler atar ve çorap, pantolon, kazak, manto, hatta atkı sarkıntılarıyla zırhlandığı halde hâlâ en zayıf noktanız olan karnınıza çalışırken mecbur kalıyorsunuz da…) veya direksiyondan ellerini çekmiş ve gözleri dehşetle büyümüş sürücüsünün idaresindeymiş gibi rol yapan bir arabanın ağır çekimde üzerinize geldiğini görüp altında çöp konteyneri olmayan bir kar yığınına rastlayacağınızı umarak plonjon yapmaya hazırlanmak da pek hoş bir tecrübe sayılmasa gerek… Kayıp düştüğünüzde gülmekten sizi yerden kaldıramayan arkadaşınız ile “çanağın acısı mı, kendine gülünmesinin utancı mı” tahterevallisine dayanamayıp kolay yolu seçerek bulaşıcı hastalık gibi yayılan kahkahalara katılan hain :) zihniniz de cabası… :D Eh, şu erime işlemiyle ilgili iğrenç aşamalardan bahsetmeme gerek yok sanırım. Kısaca değinirsek; sokaklarda kar yokmuş gibi görünen esmer izlere basarsan kayarsın, tepeleme kar yığılı diye ‘güvendiğin dağlara da kar yağmış’ :)) ve altında belediyenin yüzyılın başında açtığı bir çukur gizlenmiş olur… Bilmem anlatabildim mi?
Şimdi, gel de Adamo’nun ünlü şarkısını gönül rahatlığıyla dinle! En iyisi küçükken radyodan Fransızcasını duya duya ev ahalisinin küçük dilini yutturacak bir kabiliyetle (!) yazdığım özgün (!) güfteyle anmak kendisini…
Tombula neşe (Adamo sondaki ‘e’yi ‘ö’ gibi söylüyor, ama adam Fransız, olacak o kadar… :D)
Du’ ne bi’ anda paslı su ya!
Tombula neşe
E, nankörse bile dua!
Sen şuraya koy taşı!
Tut onları baloncu? (Baloncu kelimesindeki ‘a’ duyulur duyulmaz telaffuz edilecek! :D )
Lo! Ağza sür bronşu!
Pul ör leş örtülere!...

Yürümek karda zordur… :))



Franz Xaver Messerschmidt'ten 'Köpfe' serisi..
Matthias Rudolf Toma'dan seriyle ilgili Eskiz                           Hakan Topal'ın F.X. Messerschmidt Belgeseli
Ne zamandır şarkı türlerine ara vermiştik. Geçen gün içlerinden bir kapıma… pardon temporal lobuma dayandı. Daha doğrusu yorumlarından birini göndermiş. Fakat ben bir türlü çıkaramadım. Az kalsın “Allah versin!” deyip kokleamı dangadanak sol anahtarına çarpıyordum ki, notalarının arasından bir tema çıkarıp göstermeyi akıl etti. “Hamili ölçüler yakinimdir.” melodisinin altındaki imzayı derhal tanıdım, ama karşımda… pardon kulağımdakiyle yakından uzaktan bir ilgisini kuramıyorum. Saçında başında bir yığın dımtıs, o güzelim girişini kesip attıkları yerde hiç kapanmayacakmış gibi duran iğrenç, iltihaplı bir atonal girdap, Latin ezgilerini budadıkları belli olmasın diye transplantasyon niyetine bir disko ritmi… Solistin sinir uçlarımı rendeleyen çığlıklarını saymıyorum bile. Tipik bir ‘evsiz şarkı’ vakası. Anlaşılan sığınmaya gelmiş. Teşhisi koyduk koymasına, ama ‘Singing in the Rain’ filmindeki Lina Lamont (Niye bu cırlak sesli, imladan nasibini almamış, zır cahil, sinsi ve şımarık kadını hatırladıysam şimdi…) karakterinin deyişiyle dinlemek zorunda kaldığım bu… bu… şeye “teğamül edmeg ımkansız!” (Orijinalinde Jean Hagen’in “en’ıay kiiieend steğnd’ im” şeklinde dişçi matkabından hallice ve duymalara seza bir performans var ki, Oskar adayı olmasına sadece o replik bile yetmiştir. :D ) Birincisi; geçtiği her yere sağından solundan dökülen kokuşmuş, leş gibi piyasa nağmelerini bulaştırıyor. Öyle ki; benim örs, çekiç ve üzengi birbirlerine dokunmaya iğreniyorlar artık. Bir şey değil, üzerimden tren geçse duymayacağım. İkincisi; dolaştığı yerlerden topladığı sesleri  – kâğıt hışırtısı, inek böğürtüsü, trafik uğultusu, kapı gıcırtısı, mide gurultusu – tutmuş karıştırmış, giysi diye üzerine geçirdiği elektronik yavanlığın es verdiği her boşluğa doldurmuş. Tam bir kakofoni. Ağır işkenceye uğradım diye AİHM’ne dava açsam, birinci celsede oy birliğiyle boşanı… yani kazanırım. Üçüncü ve en korkuncu; dinlemeye devam ettikçe bu ahenksiz ses çorbasının arasında benden yardım istemeye çalışan asıl şarkının acıklı ezgilerini duymamak olanaksız hale geliyor. Bir duyunca da kulağınızdan gitmiyor o umarsız çığlık. Islıkla, bet sesimle, bulduğum her yüzeyde (hiçbir şey bulamazsam kafamda dümbelek çalıyorum) ellerimi parçalayacak bir şiddetle tempo tutarak başka şarkılar söylemeye çalışıyorum, ama bütün yollar Roma’ya çıkar misali bütün ezgiler onunkilere dönüşüyor sanki. Geceleri kâbuslarımda bu mide bulandırıcı ses çöplüğüyle göbek attığımı görmem yetmiyormuş gibi, gündüzleri de sık sık içinde yaşadığı albüm tarafından taciz edildiğimi, kulağıma ve ruhuma kastedildiğini kurmaya başladım. Gözlerim hep o yana kayıyor ve baktıkça Stephen King kitaplarından fırlamışa benzeyen halüsinasyonlar başlıyor ufaktan. Sanki CD kutusunun plastik kapağı pes ve sinsi bir tıkırtıyla kendiliğinden açılacak, içindeki parlak disk havada uçarak ağzıma girecek, o anda bütün dişlerim ve küçük dilim birer lazer okuyucuya dönüşecek ve ben şoka girip beyin ölümüm gerçekleşene kadar o şark… ay, dilim varmıyor… tekrar, tekraaar, TEKRAAAAAR çalıp duracak gibi geliyor. İsmi mi? Mümkünü yok, açıklayamam. Ana tema perişan bir ritimle beynimi yiyor. Bu hırpani yorumundan fena halde utandığı belli. Gerçi notalarına siyah bant çekerek veya mozaikleyerek ifşa ederdim, ama onlar da hiçbir işe yaramıyor ki… Tanıyan tanıyor! Ayrıca kendisi ile ilgili planlarım gereğince afişe etmek işime de gelmez. Planlar mı? Okuyun efendim, okuyun! Bizde yalan yok! :D
Sonuç olarak; acilen bu evsiz şarkıya bir yuva bulmak lazım. Bu yakınlarda en çok kime sinirlendiydim ben? Şu, caddedeki bankanın memuresi mesela… Hiç fena fikir değil valla’. Hem bu tür müziği pek sevdiğini de söylemişti. Ama yok, olmaz! Onun iki yaşında çocuğu var. Bir sabinin bütün hayatını sınırda kişilik bozukluğuyla geçirmesine sebep olmak istemem. Peki ya marketteki şu kasiyer? Hani şu, paketlemede yardım isteyen yaşlıların yüzüne derin dondurucudan taze çıkmış bir suratla bakıp bir sonraki müşterinin mallarını kafalarına atmaya devam eden… İyi de ben onun yuvasını yapmıştım zaten. Şimdi derdimiz evsiz şarkının yuvasını yapm… pardon evsiz şarkıya yuva bulmak. Lütfen hedeften sapmayalım! Aslında çağrı merkezindekilere 7/24 dinletmek mümkün olsa, ne güzel olurdu. Dur ama… O da düpedüz tehlikeli! Ya kazara içlerinden biri duruma ayılıp bu şarkıyı telefonda bekletirken çaldıkları müziklere dâhil ederse? Toplu isteri krizleri… Yok, yok! Neme lazım? Eee, kim kaldı kulağına kast… ehem şey… sahibinden az kullanılmış albüm hediye edilecek peki? Geçen gün arabasından indiğimde toprağı öpmeme sebep olan taksi şoförü? Ohoooo! Bu karda kışta onu nereden bulurum? Geçiniz! Apartman toplantısında on beş dakika boyunca makineli tüfek gibi konuşarak, hiçbir anlamlı cümle kuramadığı halde, dağları çenesiyle delebilecek kudrette olduğunu ispatlayan komşuya versem. Tencere… kapak! Ama bu iki çalçeneyi buluşturursam önümüzdeki yıl komşunun hışmından kurtulmanın imkân ve ihtimali kalmaz. Peki, her zil çaldığında sormadan etmeden zırt diye kapıyı açan, ama evine hırsız girince apartmanı birbirine katana versem… Hiç olmazsa hırsız alarmı yerine kullanır. Hem hayır işlemiş de olurum. I-ıh! O da olmaz! Ya şifreyi unutursa, ya o uzun bir tatile gittiğinde evine hırsız girerse? Allah muhafaza! Vallahi başka kimseye de kıyamıyorum. Acaba gömsem mi? Offf! O da olmaz! Defin işlemini takiben bir aya kalmadan birileri “Abla, bunu sen mi düşürdün?” diye muhakkak kapıma dayanır… (Neden bir ay? Çünkü İstanbul’daki kazıların kuluçka devri taş çatlasa o kadar. Sokak gıcır gıcır asfaltlandı demeye kalmıyor, on beş gün sonra rögar kapaklarını yükseltmek için bir daha kesip biçiliyor, yirmi gün sonra çöken bölümlerin onarımı için yeniden zımparalanıyor, bir hafta sonra kaldırım taşlarının yüz on yedinci değişimi münasebetiyle tekrar kalkıp kopuyor, on gün sonra apartmanlardan birinin su, doğal gaz veya lağım borularına zarar verilmesi sebebiyle sokağa diyagonal bir çukur açılıyor ve kaderine terk ediliyor, beş tam gün geçmeden evlere “Siz değerli vatandaşlarımıza canımız feda! Yollarınız onarılmıştır, ahanda bu da ücreti!” yazıları geliyor, diyetinizi ödemeye gidince bahçenizin bir kısmının istimlâk edildiğini öğreniyorsunuz, ertesi gün bahçeye kepçe giriyor. Buyurun bakalım! Sizin gömü Salak Milyoner’deki hikâyenin biraz değişik bir yorumuyla elinizde…  :D ) Getirene “Al senin olsun!” desem, kesin belediyeci çıkar. Bu sefer memura rüşvet vermekten… Yok vallahi, yok! Ben bu işi yasal yollardan halledemeyeceğim. En iyisi cami avlusuna falan bırakmak… Elbet ona layık olduğu yuvayı verecek biri bulunur. Terk Edilmiş Şarkılar için bir sığınma evi (TEŞSE) açma zamanı çoktan gelmişti zaten.
“Sayın seyirciler yine merhametsiz bir müzikseverin şehrin en işlek kafelerinden birinde terk ettiği evsiz bir şarkı tam güneşin altında CD’si yamulmak üzereyken kurtarıldı. Hemen TEŞSE yetkililerine teslim edilen şarkımız artık mutlu mesut şakımakta. Müzik kulağı hiç olmayan kişiler arasından çok aşamalı ve özel bir sınavla seçilen sığınma evi çalışanları ise bu zalimliği yapan kişiyi ağır bir dille, detone bir biçimde eleştirmekten kendilerini alamadılar.”

Aaah, ah! Dımtısı sizi, düzenlemesi beni sağır eder… :)))




Otto Preminger'in yönettiği Anatomy of a Murder isimli filmden bir kare
Filmin jeneriği ve müzik                 Filmde Duke Ellington'un olduğu bölüm 
Mübaşir davudî sesiyle haykırırken kasa gibi çenesini boynuna çekip, köşeli başını öne eğiyor.
“Hiiiiiyyyiii! Hiiiiyyyiii! Duyduk duymadık demeyin!”
Arkamdaki salonun uğultusu kademeli olarak azalıyor. Dönüp bakmasam da hınca hınç dolu sıralarda oturanların hiddetle beni süzdüğünü bel kemiğimden aşağıya yılan kıvraklığıyla kayan buz gibi ter damlalarından anlayabiliyorum. ‘Baca gibi kapkara, gece yarısından bile siyahlar, dişleri ise ateşkes bayrağı’ … İyi de ben bu ‘Bir Cinayetin Anatomisi’ filminden fırlamış mahkeme salonunda, üstelik de sanık mevkiinde ne arıyorum?
Balyoz kafa mübaşir “All rise!” diye bağırınca adamı birden tanıyıveriyorum. Bu, Dolph Sweet! Biraz evvel attığı yırtıcı ‘hiiiyyyiii’ çığlığını (Finian’s Rainbow filminde şerifi oynarken de aynı biçimde bağırmıştı) anında tanımalıydım, ama ardından gelen Osmanlı Çığırtkanlığı kafamı karıştırdı. Hâkim Roy Glenn, salona gelişi mübaşirin bas bariton sesiyle duyurulur duyurulmaz, kapıda beliriyor ve oyalanmadan kürsüye çıkıyor. “Yahu ben Türküm. Amerikan Mahkemesi’nde işim ne?” diye bir soru atıyorum ortaya, hâkim aklarını Zeus’un yıldırımları misali üzerime salmak ister gibi iyice patlattığı gözleriyle aynı ‘Beklenmeyen Misafir’ filminde Sydney Poitier’ye baktığı biçimde zımparalıyor suratımı.  ‘Şimdilik Amerikan Filmlerindeki karakter oyuncularıyla müşerref oluyoruz, assolistler… şey yani başrol oyuncuları bilahare gelecek zahir.’ diye geçiriyorum içimden. Tam o sırada yanımdan suntaya sürtülen kör havuç rendesininkine benzeyen bir ses; “Ain’t misbehaven!” diye fısıldıyor. Doğru mu duydum diye yoklamak için; “ No one to talk with, all by myself!” diye ilk mısraları mırıldanıyorum, muhatabım tatmin olmuş bir homurtuyla iç geçiriyor. Sonra da “It’s been a long long time…” diyerek sırtıma bronşlarımı ters yüz eden bir sümsük indiriyor ve “Hello Dolly!” diye ekliyor. Öksürüklerimin arasında kendisini “Hello Nili!” diye düzeltmeyi ihmal etmiyorum. Başını arkaya atarak etrafına su yerine yaşam enerjisi saçan muazzam bir fıskiye misali melodik bir sesle ağız dolusu gülüyor. O melodi “What a wonderful world!”e mi benziyor ne, salondaki gergin hava bir anda dağılıyor ve arka sıralardan “Go Satchmo! Kim tutar seni!” sesleri yükseliyor. (Evet, evet! Ben de sizin kadar şaşkınım, ama durum bu! Elin Amerikalıları arada Türkleşiyorsa benim bunda suçum ne?) Derken sağ tarafımdan, biraz daha ileriden derin bir saksafon sesi yükseliyor. Mahkemede çalgının ne işi var, hâkim bu duruma ne diyor, demeye kalmıyor, notaların arasından bir ‘Mavi Tren’ çıkıyor. Önce usul usul yaklaştığı duyuluyor. Sonra birden şehrin kenar mahallelerine uğruyor sanki. Kimin ne şikâyeti varsa dile getirmeye başlıyor. Her nedense saksafonun savcıya ait ve notaların da aleyhimdeki iddianame olduğu zehabına kapılıyorum. Hüzünlü bakışlı siyahî adam her müştekinin derdini ayrı çalarken ben oturduğum yerde giderek küçülüyorum. Kendimi birkaç santim daha içime çekebilirsem yargılayacak kimse bulamayacaklar… Aniden biri giriyor salona. İki dirhem bir çekirdek giyinmiş. Tavırlarında doğuştan gelen bir zarafet, yüzünde bilge bir gülümseme var. Sanki mahkemenin sahibi oymuş gibi kendinden gayet emin, hâkim kürsüsünün önündeki stenografın yerine geçip oturuyor. Tuhaf bir daktiloya benzeyen aletin bir iki tuşunu okşamasıyla hafiften grotesk bir başkalaşım geçiren steno makinesi bir piyanoya dönüşüyor. Dük (adamı görünce aklınıza derhal bu kelime geliyor; soyluluk gözeneklerinden fışkırıyor adeta…) tuşlardan ses getirmeye başlar başlamaz saksafoncuyu da peşine takıp iddianamenin bütün seyrini değiştiriyor. İkili benim ‘duygulu halet-i ruhiyemi’ çalmaya başlıyor. Birkaç dakika sonra hâkim de dâhil olmak üzere herkesin gözlerinde yaşlar var. Ben salya sümük ağlıyorum. Meğer ne muhteşem bir romantikmişim. Arkamdan “Oh man! Yaktın bizi!” nidaları… Derken anne eli gibi yumuşacık bir ses ‘yıldızların odasına sızdığını’, ‘tuhaf, tatlı bir melodinin bir öpücüğün kanatlarında sürüklenerek bu duygusal kutsanmaya katıldığını’ söylemeye başlıyor. Yumuşak bir geçişle ‘bunu kimsenin elinden alamayacağını’ ilave ediyor. Avukatım da ona katılıyor. Trompet ile o, baldan tatlı ses ipekten kurdeleler misali yekdiğerine dolanıyor ve tutkulu bir kucaklaşmadan sonra istemeyerek ayrılıyorlar birbirlerinden. Ooooh, dünyevi cennetteyim! Salon zaten güneşte kalmış tereyağına döndü. Ama böyle ortamları bozmaya teşne birileri hep olur ya, arkalardan ‘Küstah’ bir ‘Denizci’ pişmiş aşa su katıyor. “Bana acımasızca davrandın!” diye basıyor kalayı… Sesi kadife gibi, ama laflar zehir zemberek. ‘Onun ağlamasını görmek hoşuma gidiyormuş.  Telefon ederim diye eve kapanıyormuş, oysa ne arayan varmış, ne soran…’ Sesli bir yutkunmayı takiben; “Bacım, cep telefonları çıktı artık. Sen de al bi’ tane!” diyecek oluyorum, kaşlarını çatıyor. Amanın! Az önce şarkı söylerken yüzünde güller açan kadın gitti, bir tek çatallı mızrağı, boynuzları ve kuyruğu eksik bir hatun geldi. Mahkemece uçukluyoruz. O ise uzun tırnaklı parmağını burnuma uzatarak “You!” diyor. “Var bana Banu Ufak demek!” (Bkz. 30 Kasım 2010 tarihli yazım) Bense üste çıkmak için bütün zeytinyağı genlerimi yardıma çağırarak; “Adının Türkçe anlamı buysa ben ne yapayım?” diyorum. Vallahi Türkçeyi benden iyi anlıyor ve anında kükrüyor; “How can you call ‘The Divine One’ Ufak diye?” O yetmezmiş gibi az önceki ‘anne eli’ de suratıma bir Osmanlı tokadı atıyor. Neymiş? Ona da sıklıkla gudubet diyormuşum. Ama usulca ve sevecen bir sesle “Melek sesli gudubet!” diye fısıldadığımı duyunca yelkenleri hemen suya indiriyor. Yine de artık çok geç! Salonda her kafadan bir (aslında birkaç oktav) ses, her çalgıdan başka bir ezgi yükseliyor. Bu curcunanın arasında bazılarının doğaçlamalara başladığını ve ortaya inanılmaz şeyler çıktığını duyar gibi oluyorum. Mamafih bütün emprovizasyonlar aleyhime… Şarkıları suistimal ediyormuşum, çoktan cennetteki caz orkestrasına katılanları bazı kişileri tiye alıyormuşum, sözlü cazı kayırıyor, sazcazı (bir AKA uyduruksiyonu daha :D ) görmezden geliyormuşum, kimi şarkıların altına yazdığım yorumlarda bir on altılık bile saygı yokmuş… Daha neler, neler… Bu arada gözüm savcıya takılıyor. O da yana yakıla hâkime bir şeyler anlatmaya çalışıyor, ama gürültüde (hoş bu kulak ziyafetine gürültü demek en galiz küfürlerden sayılabilir) sesini duyuramayınca soprano ayarında çaldığı tenor saksafonunu bir konuşturmaya başlıyor, anında ayaklarına kapanasım geliyor. Yeter ki canımı bağışlasın. Adam resmen idamımı istiyor. Barış Sevilenoğlu durur mu? O da kapıyor trompetini, sanki içimiz yeterince kıyılmıyormuş gibi saksafona yardıma geliyor. ‘Yeşilde mavi’ notalar döktürüyorlar birlikte ve iki soğuk rengin arasında öyle bir bağrını yakıyorlar ki tüm salonun, hanımlar rengârenk giysilerine uygun yelpazeleri ve birbirlerine ikram ettikleri limon kolonyalarıyla serinlemeye çalışıyorlar. Hoppala! Amerika’da limon kolonyası var mı ki? Koku da burnumun direğini çekiçliyor sanki.
“Tamam!” diyor tanıdık bir ses. “Ayılıyor.” Bir başka arkadaşın sesini duyuyorum. “Ben size hafta sonu caz maratonu yapmayalım demiştim. Bu öbür müzik türlerine benzemez, adamı iki şak eder. Bir yarın gündüz, bir yarın gece olur. Sonra o alacakaranlık mavisi koyulaşır, koyulaşır, çaktırmadan ruhunu esir alır.” Müstehzi bir tonlamayla atılıyor bir diğeri;
“İyi ya işte!” diyor.“Biz de ruh çağırma seansıyla geri getirdik AKA’yı. Bakın gözlerini açıyor.”
Nasıl yani ya? Bunca zamandır gözlerim kapalı mıydı? Nasıl gördüm onca kişiyi madem? Yani duyduğum o doğaçlamalar da mı yalandı? Oooof of! Ben nasıl inandıracağım insanları şimdi?




Ingrid Siliakus'tan 'Cosmopolitan' isimli çalışma
Diğer Çalışmaları 1               Diğer Çalışmaları 2                  Diğer Çalışmaları 3
Kırtasiyeye ilgim okul çağlarında başladı. Çocukken oyuncakçıların – ki öyle her sokağın başında bir tane yoktu şimdiki gibi – önünden hiç aldırmadan geçerken, okul köşelerinin vazgeçilmezi kırtasiye dükkânlarını görür görmez fara tutulmuş tavşan gibi dikilir kalırdım. Üstelik o zaman kâğıt, kalem, defter babındaki seçeneklerimiz şunlardan ibaretti: Kâğıtta; sarı veya beyaz hamur, çizgili veya çizgisiz, pelür (A4 boyutunda) veya mulâj (tabaka halinde; hani annelerimizin patron çıkardığı kâğıtlar)… Kalemde; natürel odun :), kırmızı, mavi veya yeşil cilalı olanlar… Nedeeen sonra dallı güllü, afili (!) kalemler çıktı. Onlar da açarken habire kırılır, sonunda düzgün bir uca ulaştığınızda kalem kürdan boyuna inmiş olurdu. Anne babaların bunun karşısına koyabileceği tek seçenek saçma sapan kalem süsleriydi. Böylece hiç olmazsa habire kalem almaktan kurtulabilirlerdi. Defterde ise; bir veya çok ortalılar, çizgili veya kareliler (çizgisizleri de vardı, ama öğretmenler kullanımına şeriat hükmü gibi bir yasak koymuşlardı), normal veya harita-metot… Bunların karton kapakları da adeta ekmek hamurundan aceleyle çırpıştırılmış gibi yumuşak ve kolay yıpranabilir olduğundan mutlaka kap kâğıtlarıyla güzelce paketlenmeleri gerekirdi. Bizden önceki nesil kaba kâğıt veya ucuz ne varsa onu kullanmıştı bu iş için, ama bizim ‘ö’rtmenlerimiz’:) “Gazete kâğıdıyla kaplanmış defter kitap görürsem, yırtar atarım.” diyecek kadar güngörmüştü (!). O yüzden kırmızı ve maviden başka rengi mevcut olmayan tuhaf, yağlı kâğıdın üvey kardeşi gibi kap kâğıtları satılırdı kırtasiyelerde. Bir ara veliler ile öğretmenler arasında ‘defterler kırmızı, kitaplar mavi (veya tam tersi) kaplanacak’ savaşları bile çıkmıştı. İşte ben bu güdük seçeneklere rağmen âşık olmuştum kırtasiyeye. Kurşun kalemin üç rengini birden yan yana vitrinde gördüm mü kendimden geçerdim. :)) Hele o kokulu silgiler… Çilek kokulu olanı sağ, muz kokulu olanı sol burun deliğime yapıştırıp gırtlağım gıcıklana gıcıklana dolaşayım isterdim. (Aslında bu silgiler de sonradan çıkmış ve hatta süsüne püsüne, parfümüne rağmen bir harfi bile tam olarak silmekten aciz olmaları sebebiyle büyükler tarafından lanetlenmişlerdir. :D ) Tabii bana genellikle işine çok sadık ve araba tekerleği gibi kokan silgiler nasip olmuştur. Üstelik kaybolmasın diye silgileri ortasından delip boyna asma modası çıktığında, bir okul yılı boyunca cinsi belirsiz bir inek türü gibi (beyaz yaka, siyah önlük de kostümü tamamlıyordu :D) göğsümde değirmentaşı kılıklı (boyutları aşağı yukarı o civardaydı :D ) bir lastikle dolaşmıştım. Defter konusundaki tutarağımı daha önce yazmıştım, merak edenler 5 Kasım 2010 tarihli yazımı okuyabilir. Bu konuda en içerlediğim şey; gıcır gıcır alıp, misler gibi kaplayarak ilk sayfasına özene bezene yazmaya başladığım her defterde iki kelime sonra bir hata yapmam ve düzeltmeye kalktığımda ise silginin mutlaka bir azizlik ederek çapak kapan hızar misali bütün sayfayı olmayan dişlerinin arasına alıp çiğnemesiydi. Birkaç kez açıkgözlük edip o sayfayı yırtıp çıkardığım olmuştur elbette. Ama bunu ele (öğretmen) güne (anne) çaktırmadan yapmanın da bazı püf noktaları vardı. Yırttığınız sayfaya defter ortasında karşılık gelen diğer yaprağı çıkarmayı unutursanız yandınız. Ya birkaç hafta sonra özene bezene döktürdüğünüz ödevin sayfaları elinize gelir veya büyüklerden biri defteri kaldırıp sallama gafletinde bulunursa elinde titizlikle kaplanmış bir kapaktan gayrisi kalmayacak şekilde bütün yapraklar ayaklarının dibine serilirdi. Hadi gayet sinsi bir dikkatle çalışıp kimseye çaktırmadık diyelim. O zaman da bazı öğretmenlerin toplu ödev kontrollerinde işi gücü bırakıp defter ortalarının kalınlıklarını karşılaştırmalarına takılırdık. “792 AKA! Gel bakiiim buraya!” dendi mi, bitti… Daha baştan suçunu ikrardan gelen bir beden dili, korkudan pörtlemiş ve öğretmenden başka her yere bakan gözler, takır takır atan dişler, bağı çözüldüğünden değme jiroskopa pabucunu ters giydirecek bir küresel dönme kabiliyetiyle esnekleşmiş dizler ile o günlerde tek notasını bile bilmediğimiz halde üç aşağı beş yukarı temposunu tutturmayı başardığımız Chopin’in Cenaze Marşı eşliğinde kürsüye yürürken defterin ikinci ortasıyla beşincisi arasındaki iki mikron farkın sebeb-i mucibini açıklamak için ne uyduracağımızı düşünürdük. Bir de nedense öğretmenlerin favorisi kırmızı ve mavi yazan kalemler vardı. Her sene başında okul araçları kapsamında ısrarla istenir, bir yanı kırmızı, bir yanı mavi kaleme de kerhen razı olunurdu. Her ne kadar boya kalemlerine kara sevdam yüzünden bu çift uçlu kalemi bağrıma basmış olsam da, kullanım şekline itirazım vardı. Sorarım size; sipsivri açılmış kurşun kaleminizle inci gibi döktürdüğünüz yazıya, sırf öğretmen durduk yere “Burayı kırmızı kalemle yazalım!” buyurduğu için, odun kütüğünden hallice kalınlıkta bir uçla devam etmek zorunda kalmak hak mıdır? :)) O, renkli kalemlerin böyle bir handikabı vardı. Ne kadar açarsanız açın asla ince, zarif bir yazı yazamazdınız onlarla. Öyle ki; otuz tane kargacık burgacık yazılmış imtihan kâğıdının bir de “ö’rtmenim beğensin” diye kırmızı veya mavi renkteki çivi yazısı örnekleriyle dolmaya başladığını gören öğretmenler bile sadece kelimelerin altını çizmemize razı olmuşlardı sonunda. Bunlar ve sonraki yıllarda üzerine eklenen başka antikalıklara (Örneğin hocaların lisede günlük notlar ille de – sayfalarında ancak iyi bilenmiş bir baltanın iz bırakabildiği – sarı kâğıtlı defterlere alınacak diye tutturmaları veya üniversitede “Sınavda zinhar tükenmez kullanmayın. Karalama gördüğüm hiçbir kâğıdı okumam!” dedikten sonra sınav sorularını – bütün silme girişimlerinin arkasında hunharca işlenmiş bir cinayet mahalline benzeyen alanlar bıraktığı – münasebetsiz parşömenimsilere bastırmaları gibi…) rağmen kırtasiyeye ilgim artarak sürdü. Hele bugünlerde beni benden alıyor kırtasiye malzemeleri. Marketlerdeki kıt seçenekli kâğıt kalem reyonu bile transa geçmeme yetiyor. Şimdi bütün bunlar nereden çıktı diyeceksiniz. Bu sabah şu ana kadar okuduklarınızla zerrece alakası olmayan bir konuda yazmak üzere bloknotumu elime aldığımda gördüklerim ilham etti desem ve manzaranın tasvirinden sonra yorumu size bıraksam… Bir önceki yazımın hal-i pürmelâlidir:
Başlangıç 0,5 uçlu mavi kalemle yazılmış zarafet okulundan yeni mezun, tane tane harfler… Bir süre sonra ses… pardon harf hızı aşıldığında (yani mevcut malzeme düşünce süratine yetişemediğinde) yeşil yapıştırma kağıdı üzerine leylak rengi mürekkeple alınmış karınca duası gibi notlar… Satır aralarından kırmızı kalemle ok çıkarılan, sayfanın orasına burasına iğreti bir biçimde iliştirilmiş, kargacık burgacık, bitişik nizam harfler yüzünden iyice gevrekleşmiş, değişik renkteki pelür kâğıtlar… İpin ucu kaçınca geri dönüp okuyarak yazıyı rayına oturma çabalarının sonuçları; gökkuşağının bütün renklerinde paragraf işaretleme ve numaralandırma girişimleri… Sayfaların iki yanında kalmayı başarabilmiş boşlukların yazıdan iyice kopulduğunu ele verecek şekilde zil, şal ve gül :)) desenleri, manasız insan figürleri veya iyice uçulduğunun işareti olan Jackson Pollock tarzı denemelerle süslenmiş görüntüsü… Yazının sonlarında yeniden hızlanan düşüncelere eşlik eder gibi giderek eğilen (rüzgâr kesiyor da :D ) el yazısının sağından solundan çıkan değişik renk, kalınlık ve stillerde eksik harf (vites büyütünce kelimelerin bazı harfleri yetişmekte güçlük çekiyor tabii) baloncukları… Sonda frenleme paraşütü açıldığını gösteren büyükçe bir desen çalışmasını takiben maviyle yazılıp kırmızıyla iptal edildikten sonra etrafı turuncuyla çevrilerek sığınma talebi başvurusu kabul edilen, morla mahkemede davası görüldüğü işareti konulup en sonunda siyahla sınır dışı edilen bir takım cümleler…

Ben size artık pek resim yapamadığımı söylüyordum ya… Külliyen yalan! :)))



Nick La Rocca
JG: “Bror, ırkçılık bu yaptığı… Kaçak oynuyor. ‘Aftenland’da dolaşıyor, hiç aydınlığa çıkmıyor.”
CC: “Siz oturun kalkın, ayrımcılığına şükredin. Hiç olmazsa genel anlamda kayırıyor bazılarını. Ya benim için yazdığı yorumlara ne demeli… ‘Bir söylüyor, bir ağlıyor/ Bir vuruyor, bir duruyor.’ Batırdı yerin dibine beni.”
AMZ: “Ne ırkçılığı, ne ayrımcılığı canım! Düpedüz etnik cazı görmezden geliyor bu! İnanın ’gözüme uyku girmiyor’…”
KJ: “Hayır, bir şey değil, sonunda hepimiz Al Jolson gibi dolaşmaya başlayacağız fark edilebilmek için. Resmen Storyville tayfasını kayırıyor. ‘Yüzleşeceğim’, demedi demeyin…”
“Hak’katen ya! O zamanın cazına bir tapınmadığı kaldı. Neymiş? Başlangıç zaten ‘big bang’in müzikal haliymiş. İnsan olmak fiilinin en perişan kiplerini yaşayan siyahlar zehir zemberek acıyana kadar içlerinde turşusunu kurdukları her şeyi notadan yapılmış bir bomba gibi patlatarak açığa çıkarmışlarmış… O yüzden başlardaki rengi tıpkı Afrika’nın en siyahî insanları gibi morumsu bir karaymış. Beyazların ağızlarının ucuyla söyledikleri üzere ‘zenci müziğiymiş’ işte… Hatta başlangıcın da başlangıcında sadece bir ritimmiş. Gerisi âşık (ozan) atışmasıymış… Sözcükleri basit ritimler ve tekrarlanan melodiler eşliğinde birbirlerine atıp tutuyorlarmış. Bazen okşar gibi, bir demet çiçek uzatır gibi, kalbini avucuna bırakır gibi… Bazen de sırtındaki kırbaç izlerini dünya âleme ilan eder gibi, kuşaklar boyu içinde biriktirdiklerini zorbasının suratına çarpar gibi, kendini siyahîlerin sahibi saymışları onca yıl döktüğü kan ve terde boğmak ister gibi… Sonra sözcükler mi yetmez olmuş, yoksa peynir gemisi karaya mı oturmuş bilinmez; ağzı laf yapamayan, ama derunundaki ağıları dökebilmek için enstrümanını resmî tercümanı olarak atayanlar – hem kelime anlamıyla, hem de mecazen – almış sazı eline. Sözcüklerin zifirî gamını o sazların içine üflemişler, tellerinde titreştirmişler, incecik zarlarının üzerine yatırıp alabildiğine dövmüşler, zehrini akıtmışlar, çitileyip ağartmışlar ve müziklerinin morumsu siyahından karanlıkları ve kan izlerini temizleyip sadece gecenin son dakikalarındaki doygun, ezici, buruk, ama yine de sabahın aydınlığını müjdeleyen umutlu mavi tonlarını yakalamışlar notaların.”
JG: “Ohooo! N’oluyo’ ya? Sen kimsin søster? Şurada hakkımızı savunmak için toplandık, sen hakkımızı yiyenin laf salatalarını bize satmaya kalkıyorsun… ‘Güneşin doğusunda, ayın batısında’ kaldın, bilmem anlatabildim mi?”
“Hadi ya! Öyle oldu di’ mi? N’oluyo’ bana ya? Stockholm Sendromu mu yaşıyorum ne…”
GM: “Yapmayın ama çocuklar…  Söylediklerinde haklı olduğu taraflar da var ‘nihayet’!”
GB: “Sen de mi Glennüs! Bakıyorum gene ‘havandasın’. Bir yazısında cazın ilk balını onlar tatmış diye beyaz bir grubun ne kopyacılığını bıraktı, ne küstahlığını. ‘Kristal sükut’ içinde olmasam anlatırdım. İnanmazsan Nick’e sor!”
DJNL: “Doğru söylüyor. Cazı icat eden kişi olarak…”
DH: “Hop, yavaş gel ‘yaygaracı kaplan’! Bizim buralara kadar gelip cazın uluslararası tanıtımında öncü oldun diye hemen ‘atla’ma bakalım. Mucitlik falan… Yok artık!”
DR ile SG bir ağızdan: “Sessiz olun s'il vous plaît, Bolden uyanmasın. Yeni sızdı, kafası ‘bulutlar’da her zamanki gibi.”
“Mucidin Bolden olduğu da kesin değil ki… Zira o tarihlerde sadece cazda değil, başka konularda da ağzı olan konuşuyormuş. Mesela fast foot’u icat edene hâlâ karar verememişler. Niye? Çünkü çifte Pierre’ler Michaux ve Lallement kafa kafaya vermiş. Fikir kimden çıkmış, planı kim yapmış, ortaya kim çıkarmış belli değil. Hatta pedalın mucidi birinci Pierre’in oğlu Ernest Michaux bile olabilirmiş rivayete bakılırsa. Millet XIX. yüzyılın taşlı topraklı, çukuru bol, arızalı yollarında demir tekerleklerinin tepesinde içleri dışlarına çıkarak gezmek zorunda kaldıkları, hatta bu yüzden boneshaker lakabını yakıştırdıkları halde bir türlü vazgeçememiş bu icattan. Sonunda canına – ve / veya kaidesine – tak eden Dunlop şişme lastik fikrine patenti alınca zevkten dört köşe olmuş. Tam aklına o köşeleri dönmek geldiğinde R.W. Thomson’un kendisinden kırk iki yıl evvel davrandığını öğrenip eli böğründe kalmış. Lastiklerinin mucidi dahi şüpheli yani. Hadi daha yakın zamanlara gelelim. Eğer James Starley “Ben artık yaşlandım. Penny-farthing’in tepesine çıkmak ölüm. Oğlumla eyer heybesi usulü iki kişiliklere (arka arkaya değil, yan yana oturuluyor hani) binmek ise tam bir komedi. Ben pedalıma dokunana kadar bizim oğlan kendininkine on beş tur attırmış oluyor. Aynı merkezin etrafında dolap beygiri gibi dönmekten yol alamıyoruz.” diyerek sırf kendi rahatı için dişli takımını icat etmeseymiş kuzen John Kemp Starley modernini biraz zor yaparmış. Hadi bakalım şimdi söyleyin; bunca adamın arasında kimmiş mucit!”
“?????!!!!?????”
“………….”
JG: “Bror, bu ne diyo’ ya?”
KJ: “Kimsin? Ne anlatıyo’sun? Cazdan konuşurken ne ara fast food’a geldik?”
“Fast food değil yav’ fast foot! Latince velocipede kelimesinin İngilizceye tercümesi buymuş. Ben de geçen gün öğrendim, bi’ güldüm, bi’ güldüm…”
JM: “Hadi ya, ‘Qué Alegria’! Velosi… ıııı… ne demiştin? O ne ki?”
“Velosipet, velosipet! Bisikletin di’li geçmişi…”
JM: “Bıyır?”
“Genel kültür sıfır!”
JG: “İyi de, cazla ne alaka?”
“Siz daha hangi grubun AKA’sını eleştirdiğinizi bilmiyorsunuz kardeşim. Grubun adına bi’ bakın önc…”
GM: “Bi’ dak’ka, bi’ dak’ka! Laf karıştırmayın şimdi. Bizim burada toplanmamızın sebebi neydi arkadaşlar?”
“CAZZZZZ!!!!!!!!!”
GM: “Başka?”
JG: “Bi’ de şu AKA’nın siyah caza yaptığı ve pozitif ayırımcılık diye yutturmaya çalıştığı şey…”
BB: “Oysa biz de siyahlarla birlikte ‘şarkısını söyledik hüzn-ü mavinin’.  Naaşımız yakışıklıydı diye unutulduk mu hemen? ”
“Hadi ama! Siyahların yaptığı o yaramazlıkları, hınzırlıkları, kıvraklıkları o yıllarda hangi beyaz müzik yapabilirdi ki…”
KJ: “Kim dedi bunu? Çıksın ortaya! Arkadaşlar aramızda bir hain var.”
CC: “Bu deminki fast food’çu… Fast food’a ölüm! Sağlıklı beslenelim, abur cubur yemeyelim!”
GM: “Bi’ dur Armando Anthony ya! Öyle anlamadan, dinlemeden… Hem ben bu konuşanı bir yerden çıkaracağım sanki… Tüüüü, bu AKA yahu! Tutun, yakalayın, kaçmasın! Şimdi oturur yazar bu toplantıyı. Ortalık apartman toplantısına (Bu da ne demekse? Şu AKA da hiç bilmediğimiz, söylemediğimiz şeyleri bizim ağzımızdan yazıyor, ama gel de milleti inandır.) döndü zaten. Madara olacağız vallahi!”




Qiang Huang'dan 'Onion Study'
Diğer Çalışmaları                     Blog
Bugünlerde bütün fikirler soğan çuvalına düşmüş gibi…
Ah, şu anda halinizi görmeyi ne kadar isterdim. Hani yüzünüzdeki şu, “Gene ne saçmalayacak bu?” ile “Vallahi bu antika ‘anaforizmalar’ (bir AKA atmasyonu :D ) sayesinde literatüre Amerikan Bilmecesi’nden sonra bir de Türk Bilmecesi girecek bu gidişle…” arasındaki ifadeden bahsediyorum. :)) Tamam! Lafı dolandırmadan başlangıç cümlesinde ne demek istediğimi açıklayayım. Siz hiç içi görünmeyen bir çuvaldan soğan almaya çalıştınız mı? Körlemesine daldırdığınız eliniz kuru soğan kabuklarının arasından bir yılan kıvraklığıyla süzülerek kendine yol açmaya uğraşır. Hatta bu sırada kabuklardan jilete özenen bir tanesi tırnakla et arasına saplanmazsa kendinizi şanslı hissedersiniz, öylesine keskindirler. Parmak uçlarınız sonunda yuvarlak, dolgun gövdeyi sezince eliniz avına atılan bir kurdun kendine güvenen ve hevesli gayretiyle soğanın üzerine kapanır… ve cırk! Soğan en dış kabuğunu parmaklarınızın ucuna emanet ederek elinizden fışkırır ve çuvalın derinliklerinde gözden… pardon elden kaybolur. (Çuvaldaki onca kabuk nereden geldi sanıyordunuz? :D ) İşte benim fikirler de arkalarında kurumuş, gevrekleşmiş, ama aldatıcı bir biçimde fikrin ana hatlarını taklit eden, işe yaramaz kabuklar bırakarak firar ediyorlar. Hatta o artıkların bazıları, tıpkı tırnak altını hedefleyen soğan kabuğu parçacıkları gibi, peşine düşmekte ısrar edenleri hacamat etmeye bile yelteniyor. Bu alçaklar :)) genellikle tam uykuya dalmak üzereyken bilincimin kapısını tıkladıkları için, o düşünceleri istediğim kadar giriş-gelişme-sonuç döngüsünde işleyeyim, ne yapıp edip  ‘Rüya Nakliyat’ın taşıtlarından birine atladıkları gibi kapağı güneye, ‘Emekli Fikirler Mahallesi’ beyin sapı ile omurilik civarına veya kavak yellerine otostop çekerek iyice kuzeye, kafamın birkaç karış üstüne atmayı başarıyorlar. Sonuç olarak sabah uyandığımda benim fikirden geriye bir ‘ince gül’ bile kalmıyor. En fazla beynimde ‘diken yarası’ gibi sızlayan bir oyuk, o kadar. :)
Sonuç olarak en hayatî soruya gelmiş bulunuyoruz: “Bugün ne yazacağım?” Acaba birleştirilse dört kişilik aileye nevresim çarşaf takımı çıkarabilecek cesamette görünen iki demet pazıdan (Bunlar bir zamanlar ufak tefek, hafif acımsı tadı olan ve koyu renkli yapraklardı. Şimdi ne acısı kaldı, ne renginin doygunluğu… Bu açıklarını yüzölçümüyle kapatmaya azmetmiş gibi çocuk battaniyesi boyutlarına kadar abarttılar büyüme kabiliyetlerini son zamanlarda. Veya tarladaki bitkileri tanımaktan aciz biz şehirliler pazı niyetine bambaşka şeyler yiyoruz belki de… :D ) yarım tencere yemeği zar zor çıkarttığımı mı anlatsam? Yok artık! Zaten bu minval üzere devam eder (soğan, ardından pazı), pirinç, yağ, tuz v.s. hakkında da bir iki cümle çıkarabilirsem yazı değil, ama akşama bir kap daha zeytinyağlı çıkacak. :))
Günün olayı Sibirya Soğukları’ndan dem vursam; başka yerlere çığ düşerken buraya un eliyor… Soğukluğuna soğuk tabii, ama televizyonlarda çığırtkanlığını yaptıkları kar gene bizim semti es geçecek zahir. Bir tek sığırcıklara acıyorum. Tam bu sene yatıya kalmaya niyetlenmişlerdi ki, kara kış misafirliğe geldi. Eee, misafir misafiri, ev sahibi hiç birini sevmezmiş; İstanbul da birkaç merhametli ilçesi hariç bu deyişin gereğini yerine getiriyor doğrusu. Zaten bu aralar kurdu kuşu görecek hali de yok. Modaya uyma telaşında. Takıp takıştırıyor, sürüp sürüştürüyor. Botoks, estetik gırla… Oyulmadık yeri, girilmedik çıkmazı kalmadı. Bir gün önce geçtiğiniz yollar ertesi gün trafiğe kapanıyor. [Hatta asırlarca raylarını ezberlediğimiz şehir garları bile tek dişi kalmış medeniyetin yere batasıca :) metrosuna kurban edildi.] Üç gün sonra, o da ite kaka, yaya trafiğine açıldığında üzerinde cicili bicili bir yığın dükkân…  Eskiden evladiyelik açılan işyerleri artık altı ay varlığını sürdürebilirse kendini şanslı sayıyor. Bazen bu şehrin daha kaç tane yabancı kaynaklı ‘café’ kaldırabileceğini merak ediyorum. İşlek caddeleri iki taraflı kaplayan cafcaflı ‘eğleşme mekânlarında’ kahvesini, çayını, tostunu, pastasını mis (!) gibi egzoz kokuları, trafik gürültüsü ve grinin çeşitli tonlarındaki manzaralar eşliğinde ‘tüketenler’ gün geçtikçe çoğaldığına göre daha epeyce talep var herhalde. Hele de alışveriş merkezlerinde bulunan, kafası kopuk tavuk kıvamında bir alışveriş çılgınlığına kapılmış güruh manzaralı şubelerinin bile dolup taştığı düşünülürse… Yok, bu böyle olmayacak! Daha fazla depresifleşmeden bu konuyu da kapatalım.
“Onun yerine bilgisayarı açalım. Biraz sörf yapar neşemizi buluruz.” diyeceğim, ama o da son zamanlarda pek asık suratlı. ‘İnanılmaz Posta Toplama Yazılımı’ Facebook’tan yağmur gibi yağan mesajlara dayanamamış olacak ki, geçen gün durduk yere göbek atmaya başladı ve benim ‘kucaklığı’ da (Laptop) kendisiyle birlikte zil takıp oynamaya çağırdı. O rakkase yazılımı söküp attığımda bilgisayarım kolbastının ilk figürlerine başlamış bulunduğundan, ‘Yeteneksizsiniz’ :)) jürisinin vetosunu yemişe döndü. Doğaçlama da olsa pek özendiği bir sanatsal faaliyetin yarıda kesilmesi hiç hoşuna gitmedi tabii. O yüzden emektar Posta Toplama, İşleme ve Hesap Sahibinin Sinirlerinden Arp Yapıp Çalma Yazılımı ‘Canlı Pencere’ ile bir olup ömrümden ömür araklamakla meşgul. Topu topu üç hesabı aynı yerde birleştireyim diye aklıma düştüydü, düşmez olaydı. Şu içe aktarma prosedürü sırasında saatlerce seyrine durmak zorunda kaldığım ve nedense hiç ilerlemeyen yeşil çubuktan her kafamı kaldırdığımda etrafımı pembe ızgaralı görmeye başladığım için (Gözlerinizi uzun süre yeşille muhatap kılarsanız, dünyaya pembe gözlüklerle bakmak için özel bir araca ihtiyaç duymadığınızı siz de fark edeceksiniz. :D ) midem ‘Acil Dışa Aktarma Harekâtı’nı başlatmak üzere. Tabii bunun tek müsebbibi her ‘iyileştirme’ (!) çalışmasıyla posta gönderip almayı ve / veya saklamayı daha da karmaşık hale getiren yazılım mühendisleri değil. Benim bazı eski, hoş ve anısı olan e-postalarımdan vazgeçmemekte direnen koleksiyoncu kafa yapım. Ama ne yaparsınız, insan yaptığı hataların ardından dizlerini, göğsünü uzunca bir süre dövebiliyor da, iş kafaya gelince durmak zorunda kalıyor. Malum, başa alınan darbeler netameli… :) Peki ya postacılara ne demeli? “Duyduuuuuk duymadıııık demeyiiiiin! ‘Sıcak’ ve ‘canlı pencere’ postacılarııııı ‘on üzeri yüz’ postacılarına karşııııı. Otuz iki kısııııım tekmili birdeeeen, her güüüün bu sinemadaaaaa…” durumu sürüp gidiyor yıllardır. Onlar da artık aralarında bir sulh olsalar da, biri diğerinin posta kutusuna üvey muamelesi yapmadan içine aktarıverse olmuyor mu? Ben saklanası kabul ettiğim her elektronik postayı ağaç mamullerini bir hızardan daha gürültülü ve müsrif bir biçimde işleyen yazıcıma göndermek zorunda mıyım? Nerede kaldı o zaman ucundan iliştiğimiz çevrecilik? Güzel resimlerin, müziklerin, fikirlerin bir araya geldiği sunumları bilgisayarımın gigabytelarını kemirmesine müsaade etmeden erişimimde tutmam olanaksız mı yani? Şikâyetim var, sesimi duyan yok mu? Yöneticimiz uyuyor mu? :))
Yok, bunu da yazamam, çok kişisel. Ah be fikrimin kabuğu! (Kabuklarından böyle bir yazı çıkan soğanın… şey pardon fikrin de ne mene bir şey olduğunu varın siz düşünün!) Bak, beni ne hallere soktun! İki satır yazamadım senin yüzünden. N’apalım, bugün de böyle olsun!  
Böylece bir dereden tepeden yazımızın daha sonuna geldik sayın okuyucu ve okumayıcılarım. Bir dahaki saçmalığa kadar şen (!) ve esen (!) kalınız. 



Valentine Cameron Princep'ten 'Sweet Repose'
Diğer Çalışmaları 1            Diğer Çalışmaları 2               Diğer Çalışmaları 3
Paniklemiş durumdayım. Ne yazacağım? Sonuncu yazıyı yüklediğimde kendimi ne kadar da rahatlamış hissetmiştim oysa. Sanki kafam boşalmış, huzura kavuşmuştum. Meğer boşalış, o boşalışmış… Üç gündür beynim alınmış gibi geziniyorum. Aslında bir şeylerin ters gittiğinden şüphelenmem gerekirdi, ama her defasında üç aşağı beş yukarı aynı aşamalardan geçtiğimden olsa gerek, bu işte bir çapanoğlu olabileceği hiç aklıma gelmedi. Yazı cinim deli gibi döneniyor. Ben rutin işleri halletmeye uğraşırken, o da kafamın içinde ne kadar çekmece, dolap, yüklük, tavan arası, asma kat, bodrum varsa araştırıp yazacak bir şeyler bulmaya çalışıyor, ama ne fayda! Tabii kafa başka bir telden çalarken ne kadar rutin olursa olsun iş halletmek biraz zora giriyor. Örneğin markete gidip bütün rafları alışveriş arabanıza yıksanız dahi asıl ihtiyacınız olan şeyi almadan eve gelebiliyorsunuz. Sabah işe salonu süpürmekle başlayıp, öğleden sonra kendinizi apartmanın cümle kapısının önünde bir taraftan kapıcıyla elektrikli süpürgeyi iki ucundan çekiştirir, diğer taraftan da beşuş bir çehreyle arabasının kapısını açmış temizliğe bıraktığınız yerden devam etmenizi bekleyen komşunuza “Kapat, kapat! Dışarının tozu toprağı yine içine dolacak!” diye laf yetiştirirken bulabiliyorsunuz. (Bahşişler bayağı iyi oluyor. :D ) Son yazı sancılarımdan birinde evdeki saksıların topraklarını değiştirmekle başlayıp hızımı alamayınca apartman bahçesini belleyerek fidan dikme seferberliği başlattığım için kapıcı artık iyice temkinli yaklaşıyor yanıma zaten. Yönetici yaptığım işlerin karşılığını onun maaşından kesecek diye ödü patlıyor adamcağızın. :)) Veya “Hazır aklım boşalmışken hesap kitap yapayım.” (!) diye düşünüyor; kendi gelir giderlerinizi balansa oturttuktan sonra apartmanın on yıllık Nakit Akım Tablosunu çıkarıp, ardından Devlet Planlamaya başvurarak beş ayrı parametreye göre Gayri Safi Milli Hâsılayı hesaplamayı önerebiliyorsunuz. Hiç olmadı; “Kendimi yemek yapmaya vereyim de bir işe yarayayım bari.” diye kuruyor ve sağdan soldan ilgili ilgisiz tarifleri birleştirerek yaptığınız portakal reçeli üzerine oturtulmuş kremalı bamya püresi veya közlenmiş patlıcan arası tavuk suyunda marine edilmiş baklava tarzı buluşlarınızı yemek istemeyen ev halkına diş bilemeye başlıyorsunuz. Tamam, yukarıda olayları biraz abartmış olabilirim, ama kendimi patatesleri çöpe, kabuklarını yemeğe koymaya çalışır veya yağ almaya gittiğim marketten limon sıkacağıyla dönüp gelirken bulmadığımı söylersem yalan olur şimdi… :)) Üstelik bu tür krizler öyle pek nadiren de olmuyor. Her iki üç ayda bir boş bakışlar eşliğinde bu türden pasif isteri vakaları yaşanır oldu artık bizim evde. Sırf o yüzden çoluk çombalak fikir veya konu bulma toplantıları düzenleniyor, beyin tayfunları (fırtına bir boy küçük geliyor da, o açıdan… :D ) yapılıyor. Yine de bu defaki şimdiye kadarkilerin en vahimi gibi görünüyor. Zira günlük işleri omuriliğin görev tanımına sokmuş olsam ve beynimin bütün kullanım haklarını kalem tutan elimin hizmetine versem de değişen bir şey yok. Sadece beynim değil, iyi saatte olsunlar enerjisiyle kendi kendini şarj ettiğine ve kâğıtta iz bırakabilen herhangi bir şey gördüğü anda otomatik olarak işlemeye başladığına dair derin ve yıkılmaz bir inanç beslediğim elim bile durmuş bir halde. Oysa gözler fazla mesaide… Örneğin yılbaşında alınmış bütün kitaplar (yedi sekiz tane tuğla :D ) okundu, filmler DVD’nin menüsündeki bütün dublajlar ve alt yazılarla defalarca izlendi. Kulaklar son caz maratonundan ağzının… pardon kepçesinin payını aldığından bir süre geri hizmete çekildiyse de fazla atıl bırakılmadı. Televizyonda ne kadar akla ziyan dizi varsa (seyretmeyi ne kafa, ne mide kaldırabildiği için) ‘nette sörf yapıyorum’ bahanesiyle göz bilgisayardan ayrılmadan radyo tiyatrosu kıvamında takip edildi. Son çare olarak bedeni çalıştırmanın beyne de iyi geldiği dedikodusu [dedikodu diyorum, çünkü son üç günde aksini tamamen bilimsel (!) bir biçimde ispat ettim :D] dikkate alındı. Günde beş kap yemek yapıldı, ev baştan aşağı üç defa kırklandı, kazan kazan çamaşır yıkandı. Halıları makineye atmaktan son anda, o da servise arızanın nedenini açıklamak zor olacağı için, vazgeçildi. :) Sonuç olarak geceleri yatağa sürünerek girildi, sabahın dördüne kadar gözler fincan tabağı gibi açılmış olarak tavandaki çatlaklar sayıldı. Ertesi gün badana yapma konusu ciddi ciddi ve uzuuun uzun düşünüldü. Postlarında abuk sabuk fikirler cirit atan koyunlar beyin kıvrımlarından atlatılarak uyku çağrıldı. Sabahın yedisinde üç saat kadar bayılmış olmanın suçluluğu ve iki kulak arasında ölümcül bir hareketsizlik ile daimi bir sessizlik olduğunu fark etmenin hayal kırıklığıyla uyanıldı. Artık paniği aştım, katatoni halindeyim. Aklıma bir fikir de gelse yazamayacağımdan kuşkulanıyorum.
Ama ben bunların sebebini gayet iyi biliyorum. Cazla ilgili o yazıları hiç yazmamalıydım. Hele hele bisikletin tarihçesini kötü emellerime alet etmeye asla yeltenmemeliydim. İşte olanlar oldu, hepsinin ahı tuttu. Ne semtime uğrayan bir şarkı var bu aralar, ne de sazları, sözleriyle olmadık fikirler veren cazcılar… Hepsi benden elini eteğini çekmiş; “Biz olmazsak sen bir hiçsin!” ifadeleriyle uzaktan sessiz sessiz (çalmıyorlar, söylemiyorlar, öyle bakıyorlar) beni seyrediyorlar. Bense “Ohooo, bende daha neler var? Sizin doğaçlamalarınıza mı kaldık? Elimi sallasam ellisi, kolumu sallasam nefeslisi tellisi… Niye orada duralım ki; yağdırsam sellisi, üfürsem yellisi, daha da olmadı, ondan kellisi…” şeklinde laf ebeliğiyle cevap vermeye çalışıyorum ki, ümitsizliğim bellisi… şey yani belli olmasın. Hâlbuki yiğitliğe ne kadar tereyağı (Ne dememi bekliyordunuz? Zaten öbür şık hep itici gelmiştir. :D ) sürdürmemeye uğraşırsam uğraşayım nörolojik faaliyetlerim giderek zayıflıyor. Bu böyle olmayacak. Acilen caz camiasının gönlünü alacak bir şeyler yapmam lazım. Bu hafta da Sevgililer Günü var zaten. En iyisi bir demet yasemen… yok gül alıp evlerine ziyarete gitmek ve…

My funny valentine
Sweet comic valentine
You make me smile with my heart
Your looks are laughable,
Unphotographable
Yet you're my favorite work of art
Is your figure less than greek
Is your mouth a little weak
When you open it to speak
Are you smart
Don't change a hair for me
Not if you care for me
Stay little valentine stay
Each day is Valentine's Day

… diye türkü çığırmak. Kim bilir, belki de ‘Susmamı istiyorsanız, esin vermeye devam edeceksiniz.’ şantajı işe yarar. :))



akapalodtusme'den 'Yazı Cinim' isimli çalışma :)
Bir önceki yazımı tekrar okurken satırların arasına saklanmış bir çift mini mini kömür göz görünce size daha önce yazı cinimden hiç bahsetmemiş olduğumu hatırladım. Bunun en önemli sebebi ilk cümlede gizli; cinler utangaç yaratıklardır. Ayrıca pek yerlerinde duramıyorlar. Benimki genellikle tülümsü bir kurdele olarak görünür göze… Hayır, ışık hızında hareket etmiyor! Dediğine göre birkaç santim :)) farkla bile isteye ıskalıyormuş o sürati. Ona kalsa ‘azıcık ışıyacağım’ diye dönüşmesi gereken kütleyi taşımaya değmezmiş. Ayrıca o kadar uğraştıktan sonra takyonun tekine geçilince önce kıskançlığından morötesine düştüğünü, sonra hiddetinden kızılötesine çıktığını ve bunun sebep olduğu ‘dalga boyu tutmasının’ hiç çekilmediğini itiraf etti. “Hem öyle abartıldığı kadar bi’ şi’ de yok zaten o hızda.”diye de ekledi. “Ensemi görece’m diye başta bi’ heves ettiydim, ama artık eskisi kadar genç değilim. Fazla zorlayınca hıçkırık tutuyor. O hızda hıçkırmak da hiç hoş bi’ şi’ değil. Son seferinde az kalsın bi’ süper novanın göbeğine çakılıyordum, yedi yudum yıldız tozu içtim de anca geçti kör olmayasıca…” Böyle dediğine bakmayın, çok hareketlidir benim cin! Ancak şu aralar habitatında (Fikristan) genel bir kuraklık yaşandığı ve işi gücü pek kalmadığı için fazla duraksıyor da kendisini seçmesi biraz daha kolay oluyor. Yoksa geçen yazımda adından söz edebilmem dahi mümkün olmazdı. Hoş, orada bile sadece iki kez özne olarak gösterebildim kendisini, (Laf aramızda; kelimelerin arkasına gizlenme eğilimi var. Ayrıca sıkıya geldi mi, cümlelerden çok esaslı barikatlar kurabiliyor. Paragraflardan inşa ettiği şatoların, kulelerin mimarisi ise değme labirente taş çıkartır.) ondan sonra koyduysan bul... Cin bir tarafa, yazı diğer tarafa gitti.
Konuşması da kendisi gibi hızlı ve kaçamak. (Yukarıdaki lafları da aklımda kaldığı kadarıyla yazılmıştır, yani herhangi bir falso varsa suçlusu katiyen ben değilim.) Hatta bazen cep telefonu mesajları gibi konuşuyor. “Mrhb yn yz knsn bldm gzn ydn.” diyor mesela veya çok acelesi varsa o kadar bile ara vermiyor; “Mtrbzdmcltvltytşmmlzm!” diye vızıldayıveriyor. Konuşmasının seslileri arkadan sökün ediyor. (Malum; ses hep sonradan gelir… :D ) Eğer tane tane (!) konuştuysa “Eaa ei aı ouuu uu öü aı.” şeklinde bir uğultu duyuluyor. Yok, arkasından atlı kovalıyorsa “Oououaiuaeeeieaı.” diye tanımsız bir çığlık olarak boşalıyor insanın kulağına sesliler. Neyse ki beyin ne yapıp edip iki grubu birleştirmeyi başarıyor çoğunlukla. (Hani ‘Aşağıdaki metni insanların ancak yüzde birinden az bir kısmı olan dahiler okuyabilmektedir. Bi’ deneyin bakalım, siz ne kadar dahisiniz…’ diye başlayan ve insana kendini 180 IQ gibi hissettiren e-postalarda yazdığı gibi… :D ) İşte, bakın! Bu da, benim cini yazamama sebeplerimden bir başkası. Ne zaman onu anlatmaya niyetlensem başka konulara sapma katsayıma zam geliyor. (Efendim? O, benim her zamanki halim mi? Hmmm…) Yine de bu kez kararlıyım. Sabote etmek için bütün cin güçlerini kullansa da kâr etmeyecek. Öncelikle size onun dış görünüşünü biraz tarif edeyim. Kömür gözlerinden bahsetmiştim. O kömürün türü de linyit. :) Şaka bir yana, çocukken linyitin yüzeyinde puslu bir flaş ışığı gibi çakan parıltılar beni büyülerdi. Hatta bazı gösterişli parçaları sobaya atmaya kıyamaz, olur olmaz yerlere gizleyerek gün içinde çaktırmadan bakar, peri padişahının ülkesinden dünyaya düşmüş bir mücevher olduğunu ve tabiiyetini gizlemek için kömür kılığına girdiğini hayal ederdim. Sonradan elmasın prematüre kardeşi olduğunu öğrenince haklılığım da kanıtlanmış oldu zaten. :)) Hoppaa, gene kalemimi kaydırdı benim zifirî cüce! Aaa, ben size onun siyahî olduğunu söylemeyi unuttum değil mi? Neden bir beyaza yardım etmek istediğini sorduğumda suratıma tuhaf tuhaf (Söz konusu cinler ise tuhaflık kavramı da tuhaflaşıyor aslında. Belki de orada ‘her zamankinden daha tuhaf’ demeliydim.) bakıp bunun benim seçimim olduğunu söyledi. Tamam, cazda siyahı tercih ettiğim doğrudur, ama insan yazı cinini kendi ırkından seçmez mi? (Gerçi bir de resim cinim var. O da rengine bir türlü karar veremediğim için mesleğine uygun bir biçimde gökkuşağı gibi dolaşıyor garip… :D ) Bari korktuğum veya endişelendiğimde rengini tutturmayı başarabilmem daha muhtemel olan sarı ırkı (onların da gözlerine hastayım) seçseymişim ya. Hâlbuki bu durumda istediğim kadar güneşin altında cızbız olayım yazı cinimin (İkide bir ‘yazı cini’ veya ‘cin’ demek benim de hoşuma gitmiyor, ama bu cin tayfası isimlerini verme konusunda pek nekes. Rumpelstiltskin’i hatırlarsınız… Masaldaki kraliçe onun adını öğrenebilmek için şarkı söylemesini beklemek zorunda kalmıştı hani. Oysa benimkinin sesi kargadan beter. Yine de ben ısrar kıyamet sorunca adının sessizlerini ‘zzztrky’ şeklinde lütfetti. Seslileri duymamı ise arkadan gelen ‘Hpşhpşhpşhpş!’ nidası engelledi. Meğer o sırada ışık hızına çıkmaya çalışıyormuş ve bu sefer de hapşırık tutmuş. Kasıtlı yaptığından şüpheleniyorum. :D ) kadife kahverengisine ulaşmama imkân yok. En fazla Hair müzikalinin muhteşem şarkılarından biri olan Ain’t Got No’nun başında Woof Daschund karakterinin söylediği gibi “I’m pink! I’m pink!” olabilirim. :)) Bu arada ‘zzztrky’ ile müzik zevklerimizin fazlasıyla uyuştuğunu söylemek isterim. Gerçi o, tipine biraz daha uygun olan füzyon, punk veya asit caz türlerine yakın hissediyormuş kendisini, ama benim dinlediklerime itiraz ettiğini hiç hatırlamıyorum. Hazır hoşlandıklarından bahsederken, son olarak biraz da giysi seçimini anlatmak isterim. Böylece görürseniz şıp diye tanıyabilirsiniz. (Hoş, bir görseniz, o kıyafetle unutmanıza imkân yok!) Aslında gustosu son derece sağlam ve dominant, tek sorun bana hiç hitap etmemesi. (Dikkat edin! Nefffffrrrrretttt ediyorum, demedim. :D ) Jean Paul Gaultier ve Vivienne Westwood’un moda cinleriyle uzaktan akraba mı oluyormuş ne, onların koleksiyonundaki kıyafetleri ucuza kapattığı için üzerindekiler insanın dişlerini kamaştıracak kadar renkli. Gaultier’nin metalik döneminden kalma bir üstlüğü var örneğin. Her ne kadar kendisi ‘ışık hızından birkaç santim eksik’ süratiyle sağa sola koşuştururken o yelek sayesinde arkasında hoş ve zarif bir çınlama bıraktığını düşünüyorsa da, kulaklarımdaki şıngırtı benim için inek çanından farksız. (Gerçi son muayenemde KBB doktoru ‘Bu yaşta böyle kulak çınlamaları normaldir.’ diyerek cami duvarına isabet kaydetti, ama ben hiç üstüme alınmadım. :D ) Bir de Westwood’un doksanlarda takılıp kaldığı ekose koleksiyonuna fena tutulmuştu. Ama İskoç Etekleri’nin ışık hızında (o zamanlar daha gençti tabii) biraz (!) rahatsızlık vermesi sebebiyle, istemeye istemeye de olsa, iki paçalılara dönüş yaptı. Şimdilerde İskoç klanlarını simgeleyen tüm ekoseleri aynı kumaşa toplayan taytlarla dolaşıyor. Külah konusu ise biraz karmaşık. Çünkü cin sosyetesinde modası hiç değişmeyen, hatta üniforma kabul edilen bir şey varsa o da yeşil şapkaları. Irlanda asıllı olduklarından (Leprechaun familyasından benimki) yeşilden şaşmıyorlar – ki bu da ‘zzztrky’yi kudurtuyor. (Cildine hiç yakışmıyormuş.) Kariyerinin başlarındayken sırf bu yüzden Noel Baba’nın cinlerine katılmayı bile düşündüğünü söyledi bana.  Bereket çimen yeşili şapkasının tenini donuklaştıran etkisini, altına taktığı sıcak renkteki bandanalarla azaltmak için izin kopartabilmiş. (Bana sorarsanız şahken şahbaz oluyor ya, hadi neyse…) “Peki, bunca renk ve desene bulanmışken nasıl görünmez olabiliyor?” diye soracak olursanız; “Ustalığı da orada zaten.” diye cevap veririm.
Sanırım kullandığım cangıl gibi (benim balta girmemiş ormanda parantezlerin içinde yırtıcılar gizleniyor, uzun cümleleri çekip bırakırsanız arkadan gelenin kafası gözü dağılıyor, benzetmelerin üzerine zehirli yılanlar sarmalanıyor, fiiller özne ve nesneleri için AKA’ya av oluyor, paragraflarda noktalama işareti safarileri düzenleniyor, sıfatlar sözcüklerin arasında çığlık ata ata dolaşırken, edatlar belgesel çekiyor… :D) karmaşık örüntülü ve janjanlı dilin ne işe yaradığını esas şimdi anlamaya başladınız. :)))



Étienne-Maurice Falconet'ten 'Seated Cupid' (Fotoğraf : Eaton Walker)
Diğer Çalışmaları 1                       Diğer Çalışmaları 2
“Kısa tut şu cümlelerini, kısa!”
Benim ukala dümbeleği arkadaş yine iş başında… (Başlarınızı sallayarak onun yorumuna katıldığınızı görmedim sanmayın. :D ) Sadece o mu? Ne zamandır yazılarımı kendisine emanet ettiğim kelime işlemcim de aynı telden çalıyor. Her uzun cümlenin altını mini mini yeşil zikzaklarla süslüyor. O rengin kibarca ima ettiği ‘Böl şu tümceyi!’ emrine uymamak için ekrandan başka her yere bakmak zorunda kalıyorum. Aman! Sanki ben bilmiyorum bir çeki sözcükten bir dirhem anlam ürettiğimi. İyi de, bir tek ben mi böyle uzun ifadelerle yazıyorum? Dönüp demezler mi yazılıma; “Sen önce kendi dilinde yazanlara bir bak!” diye… Bazılarının tek cümleyi üç paragrafa bile ayırdığı oluyor. (Çevirdiğim kitaplarla sabit!) Tümcedeki özne ve nesnelerin izini sürmek profesyonel ajan peşine takılmaktan daha zor. Öyle ki, bir süre sonra ‘he’lerin, ‘she’lerin hangi ismi işaret ettiğini anlamak olanaksız oluyor. ‘He’ ‘hers’ e gidiyor. O sırada ‘she’ ‘his’ endamını düşlüyor. Derken nereden geldiği belli olmayan bir ‘it’ çıkıyor. ‘Their’ aşkına musallat oluyor. ‘She’ kendinden geçip ‘it’in üzerine düşüyor. ‘He’nin ‘it’ten haberi yok. O ‘his’ dertleriyle uğraşıyor. Birdenbire yepyeni bir ‘he’ peydahlanıyor. Cümlenin ortalık yerinde ‘he’ler kavgaya tutuşuyor. Okur ‘he’lerden ‘hiiiiiii!’ beğeniyor. Neyse ki içlerinden birinin oraya yanlışlıkla düştüğü, aslında bir önceki cümlenin öznesi olduğu anlaşılıyor. Peki, ‘she’ ‘them’i umursuyor mu? Hayır! O, ‘her’ keyfinde, yepyeni bir ‘he’ buluyor ve ‘its’ dertleri unutmaya çalışıyor. Bulduğu ‘he’nin de iki cümle önceden kalma bir ‘she’si yok muymuş meğer? Kafalar hepten karışıyor. Allahtan cümlenin üçüncü paragrafında ‘he’ler ve ‘she’ler birbirlerini kendi aralarında üleşiyorlar. Boy boy ‘it’leri oluyor. Daha doğrusu doğana kadar ‘it’. Sonra ‘its’ cinsiyet ortaya çıkıyor ve ‘he’ ile ‘she’ sayısını güncellemek, bir sonraki cümlede kaç tane ‘esas (oğlan veya kız) kişi zamiri’ olacak diye karalar bağlamak da okura kalıyor. Ey, kelime işlemci! Asıl o paragrafların altını yeşille çizsene boylu boyunca! Bula bula benim naçizane tuğla… pardon cümlelerimi mi buldun?  
O kadarla bitse yine iyi! Bir de ikilemelerime takmış. Aynı sözcüğü yan yana gördü mü, basıyor kalay kırmızısını. Hayır, sana ne kardeşim? SA-NA-NE? İster ‘uzun’ yazarım. İster ‘uzun uzun’. Hatta çok kafam bozulursa, ‘uzuuuun uzuuuuuun uzun’! Keyfime kâhya mı atandın? Bu ne gayretkeşlik! Bütün bunların sonucunda ne oluyor dersiniz? İşim bittiğinde kırmızıdan yeşilden kendi yazdığımı göremiyorum. Yetmezmiş gibi noktalama işaretlerinin de sıkı takipçisi… Tırnak içindeki konuşma cümleleri soru veya ünlem işareti ile biterse mesele yok. Ama konuşan kişi lafına nokta koydu mu, yandı gülüm keten helva. Tırnağın peşine bir ‘dedi’ takmak için yapmadığım şaklabanlık kalmıyor. Üstelik özrü, kabahatinden büyük! Neymiş? Eğer yanlış yazmakta ısrarlıysam (Bak, bak, bak!!!) ‘geri al’ yapabilirmişim. Söylemesi kolay! ‘Geri al’ işlemi için imleci kelimenin ilk harfinin altındaki tireye rastlatmaya çalışmaktansa, bir deveyi hendek zengini İstanbul sokaklarında dolaştırmayı yeğlerim. O mini mini çizgiye isabet kaydetmek, keskin nişancı olsan bile, ne mümkün! Göz, gez, arpacık… Sonuç; ıska da, fıskaaa, kapuskaaa! Bıraksam cümleler şöyle çıkacak: “Çocuk acı ağladı. Arkadaşı usul yanına yaklaşıp ‘Güle! Yaz tatilinde görüşürüz.’ Dedi.”  Okuyan anlamıııış, anlamamıııış, kim takar? Yeter ki kelime işlemcinin gönlü olsun.
Bazen de olmadık yerde kısacık bir cümleyi yeşilliyor. Şeriat Mahkemesi mübarek! Yine ne oldu? Kötü bi’ şi’ mi dedim acaba? (Onlara da fena takmış. Biraz evvelki ‘ıska’ sözcüğüne “Argo bu! Katiyen kullandırtmam.” buyurdu örneğin. Bünyesindeki Yazım ve Dilbilgisinden Sorumlu İşgüzarlar Dairesi’nde dolaşmadığım masa kalmadı o yüzden. Bundan sonraki iki yazıda ‘Gözden Geçir’ fonksiyonunu kapatmayı vaat ettim de, zor razı ettim memurları. Aman canıııım! Çok yoruluyorlar zaten. Bari bir haftacık tatil yapsın garipler! Ben de kafamı dinleyeyim. :D ) Üç kelimelik şeyle ne alıp veremediği olabilir, diye düşünürken mahkemenin hükmü kesinleşiyor. Karar: Yüklemsiz tümce! ‘Bunu görmek zor.’ denmezmiş. İlle de ‘Bunu görmek zordur.’ diye yazılmalıymış o cümle. Offff! Karışmayın kardeşim işime! Düşün yakamdan! Uzun cümleleri keyfimden mi kullanıyorum ben? Buyrun! Buraya kadar kısa cümlelerle yazdım da ne oldu? Bana sorsalar ‘Kekemenin Günlüğü’… Haa, “Kısa ifadelerle şiir gibi yazanlar yok mu?” diye sual edilecek olunursa, var elbet. Kabiliyet meselesi… Bende fıssss! Oysa fiilden bir kementle kaç isim ve sıfat yakalayabileceğimi keşfetmek; bir noktalı virgülün kaç sade :)) virgülü peşine takabileceğine bahse girmek; cümle arası sandviç olmuş antrparantezlere Gılgamış Destanı’nı sığdırıp sığdıramayacağımı denemek; bir paragrafın birbirine aykırı kaç fikri kaldırabileceğini sınamak; uyduruk sözcüklere anlam yüklemenin, cümleleri kendini yutan ejderha misali bükmenin, yazıyı Minotauros’un Labirenti’ne çevirmenin mümkün olup olamayacağını görmek; bu baş döndürücü (!) yazının okuru tutup tutmadığını hayal etmek gibisi var mı? Oh be! Şimdi rahatladım vallahi… Neydi o mıy mıy mıy tümceler? :)))
İşin şakasını geçersek, yazılarımın zorlayıcı olduğunu (hatta bazı durumlarda imkânsız seviyesini tutturmayı başardığını) biliyorum. Herhalde – parantez muhteviyatını görmezden gelebilmek için – kimi yerde gözünüzün tekini (bazen ikisini birden :D ) kapatmak zorunda kalıyorsunuzdur. Şöyle de söyleyebiliriz; benim yazılarım OKUNMAK için değil, okunmak için… Yani bir başkasına sesli okumaya kalkarsanız ne o bir şey anlar bu enigmatik metinden, ne de siz bu, sözcük tıknazı yazıdan niye hoşlandığınızı [Efendim? O, benim hüsnü kuruntum mu? Ayıp oluyor ama…  Bari alıştıra alıştıra (Hah! Hadi bakalım kelime işlemcim, sana gün doğdu! İkinci ‘alıştıra’nın altını kırmızıyla çizmeyi sakın ihmal etme!) söyleseydiniz.] açıklayabilirsiniz muhatabınıza. İşte o yüzden yazılarımı içinizden okumayı sürdürmenizi tavsiye ediyorum. Benim adım inmiş deliye, çıkmaz yarım akıllıya… Bari siz hâlâ sahip olduğunuz ‘aklı sağlam ve selim’ unvanından olmayın! :)) Bu arada biraz evvelki cümlede uzun zamandır istediğim bir şeyi gerçekleştirerek köşeli parantez içi yay ayracı kullanmış bulunuyorum. Vatana, millete hayırlı olsun! Bundan sonra sıra daha karmaşık formüllere de gelecektir. Mesela üslü isimler, karekök sıfatlar, diskriminant tamlamalar, integral cümleler, trigonometrik paragraflar, haftayaaaa buradaaa! :)))
Reklamları izledikten sonra – zor olacak, ama – konumuza dönelim. Demem o ki; yazmak konusunda çok kırılgan bir dengem var. (Diğer konulardaki dengemi bu tartışmaya dâhil etmek istemiyorum. Nedenini bu yazıyı okuduktan sonra az çok tahmin etmişsinizdir. :D) Dışarıdan müdahalelere şiddetle tepki veren (hani hastasının diz kapağına vururken yanlış yerde pozisyon alan acemi doktorun başına gelebilecek felaket benzeri) refleksif bir de kalemim… O yüzden yazının başındaki cümleyi kuran arkadaş tarihin ilk kalemlenen (Yazı programımın bu sözcüğe de itirazı var bittabi… :D ) kişisi olarak suç ve tıp literatürüne geçti. Şu sıralar kelime işlemcimin üzerinde çalışıyorum. Bu yakınlarda ‘minikyumuşak’ yazılımcısı yeni güncellemeler ve yamalar çıkarırsa sakın şaşırmayın! :)) 



Art Kane'den 'A Great Day in Harlem' ve önemi
Diğer Çalışmaları                            Sitesi
Yazıları yüklemeden önce son kez okurken birden güvenimi yitirdiğim çok oluyor. Kafama bir yığın şüphe üşüşüyor. “Laf salatası!” diyor aklımın bir köşesi. Diğer köşe hemen cevabı yapıştırıyor; “Hepsi öyle zaten. Anca mı anladın?” Onlar aralarında itişirken, – o köşe kış köşesi, bu köşe yaz köşesi olunca bittabi ortada kalan – su şişesi derinlerden gelen hön hön bir sesle lafa karışıyor; “Okuyanlar memnun ki eserinden (!), gelmiyor ses hiç birinden! Madem öyle, sana ne?” Ama doğuştan muhalif kış köşesini susturmak ne mümkün! Mızırdanmaya; önündeki metnin sağına, soluna, ortasına, osuna, busuna, şusuna, boyuna, bosuna, huyuna, (şişeye inat) suyuna kulp takmaya devam ediyor. Ta ki, zihnimin Keşanlısı ‘köşeleri’ dönüp ‘su şişesini’ masada kırarak hepsine meydan okuyan bir nara atana kadar… “İiiieeeeiiiiiiyyyyyt! Daa’lın leyn!” Ama Keşanlıyı bilirsiniz; yufka yüreklinin tekidir. Yüzü çabuk yumuşar. Haldun Taner dâhiyane bir buluşla çizmiş karakterini o, zoraki kabadayının. Hatta kendi sözleriyle şöyle anlatıyor Keşanlıyı:
“… Altmışlı yıllarda ders vermek için Ankara’ya giderken incelediğim gecekondu mahallesi Altındağ’ın kabadayısı pusuya düşürülüp öldürülmüştü. Kişiliği ilgimi çekti. Beni oyunu yazmaya iten de bu oldu. Ama oyunun kahramanı yazılış sırasında çok değişti. O, başkasına değil, kendine benzemek istiyordu…”
Bence biraz yazarına benzemek istemiş. Çünkü araştırdığım ve eserlerini okuduğum kadarıyla tam bir İstanbul Beyefendisi olduğu izlenimi edindiğim Haldun Taner, Keşanlı Ali Destanı’nın yurt içinde ve dışında kazandığı başarılarda ülkesinin ilgili (!) ve yetkililerinin (!) attığı çelmelere mizahi bir yaklaşımla da olsa zehir zemberek cevaplar vermek zorunda kalmış, tıpkı kahramanı gibi. Şöyle bir örnek verelim: Keşanlı Ali Destanı’nın İngiltere’de Corbett Tiyatrosunda sahnelenmesi için çalışmalara başlandığında yönetmen olması öngörülen ve İngiltere’de yaşayan bir sanatçı olan Gündüz Kalıç’tan oyunun yazarıyla görüşmesi istenmiş. Kalıç iletişim kurabilmek için en mantıklı yolu seçerek Londra’daki Türk Kültür Ataşeliği’ne başvurmuş. El cevap: ‘Haldun Taner ismindeki şahsın adresi bilinmemektedir. Bulunması mümkün değildir.’ Bereket başka bağlantılar sayesinde Haldun Dormen’e ulaşılmış da, onu vasıtasıyla adaşı yazarla irtibat kurulabilmiş. İlk temsilden önce Gündüz Kalıç – muhtemelen uzun yıllar ülke dışında yaşamış olmasının unutkanlığıyla :)) – İngiltere’de profesyonel bir tiyatroda ilk kez modern bir Türk Oyunu sahnelenmesinin mutlu bir olay sayılması gerektiğini düşünerek Türk Elçiliği, Kültür Ataşeliğine davetiye yollamış. Bundan haberdar edilen Taner’in cevabı ise gayet veciz: “Gelmezler. Daktilonun şeridine yazık!” Ve haklı çıkmış elbette. Burada kalmamış, sonrası da var. Bu olaydan yıllar sonra Almanya’da sahnelendiğinde oyundan övgüyle söz eden eleştirmenlere cevaben; “Keşanlı, sayın eleştirmenin dediği gibi, iki ulusu kaynaştırabiliyorsa ne mutlu bana. Bir yazar daha ne ister? Elbet sevindim… Atatürk Yılının uğurlu geldiğine inanıyorum. Ben uğura inanırım. Nitekim Keşanlının her ülkedeki (AKA Notu: Keşanlı Ali Destanı yurt dışında en çok sahnelenen Türk Tiyatro Eseri unvanına sahip bu arada…) başarısında naçiz şahsımdan çok oyunun kendi uğurunun payı büyük. Bu oyun nerede oynandıysa her zaman çok iyi rejisörlerin ve oyuncuların eline düştü. Onur daha çok onlarındır.” diyecek kadar alçakgönüllü olan bu insanı dahi çileden çıkaran vefasızlık örnekleri sürüp gitmiş. İngiltere’deki temsilden sonra elçilikteki bir öğrencisine uğrayan, kapılarda karşılanmak yerine, ‘elçiyi görmek istiyorsa beklemesi gerektiği’ söylenen Taner sefire protokol selamlarını iletmelerini rica etmiş ve eklemiş: “Emin olun beni şahsen görmekten çok daha memnun olacaklardır.” Bir taş bu kadar “İstil ilen, nezaketlen!” atılabilir mi?:)))
Oyun İngilizce’ye (Bu dile çeviren de bir Türk. Nüvit Özdoğru. Hem de düz bir tercüme değil bu. Tıpkı Türkçesinde olduğu gibi halk ağzının tadını verebilmek için Cockney argosu ve Milenstreet şivesi kullanılmış.), Almanca’ya, Fransızca’ya, Rusça’ya, Çekçe’ye, Lehçe’ye, Bulgarca’ya çevrilmiş daha ilk on yılın içinde. Haldun Taner’in oyunun onuncu yılını doldurması şerefine yeniden sahnelendiği sırada kaydettiği sözler ise tam çerçevelik…
“Keşanlı Ali Destanı dünyanın her yerinde geçerli olan beşeri bir temayı işliyor. Evrenselliği, eskimezliği bundandır. Oyun yalana dayanan bir efsane. Çevrenin baskısıyla efsaneyi doğrulayan bir yalancı kahraman var.
Aslında ‘mithe’ yaratmak geri kalmış ülkelerde bir ihtiyaçtır. Uygar bir toplum bu ihtiyacı duymaz. Bu oyun ‘mithe’lere daha alaylı, dolayısıyla daha kritik bir gözle bakmamızı öneriyor.”
Ülkemizde yalana dayanan efsaneler ve çevrenin baskısıyla (ve/veya desteğiyle) bu efsaneyi (!) doğrulayan yalancı (ama Keşanlı kadar naif olmayan) kahramanlar hâlâ var olduğuna, hatta bir kısmı devletin çeşitli kademelerini işgal ettiğine göre demek ki henüz uygar bir toplum olamamışız. Yani;

Sineklidağ burası
Şehre tepeden bakar
Ama şehir ırakta
Masallardaki kadar
Bir yanımız mezbele
Bir yanımız yokuş, yar
Önümüzden sel gibi
Şır şır akar lağımlar
Of oooof! Sinekli’de durulmuyor yastan
Sağından vuruldun soluna yaslan
Analar doğurmaz böyle bir aslan
Böyle Bir Aslan

Morgol gömlek giyerdi
Gümüş köstek takardı
Of ooooof! Onsuz bizler bilmem şimdi ner’deydik?
Ner’deydik?

Hoppalaaaa! Gene kalemim kaymış gitmiş. Bir Keşanlı de, bin ‘Aaaaah!’ işit! Oysa bambaşka şeylerden bahsedecektim ben. Eh, ne yapalım? Artık önümüzdeki yazılara bakacağız. :)))



Tom Baker'dan 'Dancing Under A Golden Sun'
Diğer Çalışmaları                                      Sitesi
Pırıl pırıl güneşli bir gün. Gerçi hava buz gibi, ama meteorologların kum falında (bazen tahminlerini öyle yaptıklarından kuşkulanıyorum) çıkan kar, tipi, fırtına bizim adrese gene hiç uğramadı. Tek faydası (!) çığ düşecek, yollar kapanacak korkusundan faturaları biran önce ödemek için banka banka, kurum kurum gezen bendenize oldu. Tabii cerre çıkmış hoca misali (aslında benim durum bunun tam tersi oluyor ama…) gördüğüm her kapının ipini çekip; “Abi benim size önümüzdeki yıl içinde hiç borcum var mı? Kış kıyamet kopacakmış. Bi’ ödi’im, gidi’im.” dediğim için muhataplarımın garip bakışlarından nasibimi aldım. Zaten her ay kart borcumu kapatmamı içerlemiş ifadeler ve aşağılayıcı ses tonlarıyla protesto eden banka memurlarına alıştım artık. Ama yine de bu kez beden dilleriyle ‘yılın kaçığı’ ödülünü bana layık görenlere burada gönülden teşekkür etmeyi bir borç biliyorum. (‘En İyi Seyirci Ödülü’ vermeye başlamadıkları sürece Oscar kazanmam uzak ihtimal, her ne kadar ara sıra yakınsam da, kendi ülkeme çakma konusunda yaya kaldığım için Nobel almam imkânsız olduğuna göre böyle bir şükran konuşması yapma fırsatını kaçırmayayım dedim de…) Bu bapta her türlü davranış, bakış ve yorumu tecrübe ettiğimi sanıyordum. Ta ki hesaba para yatırmam sorgulanana kadar…
 ZRRRN ZRRRN!
“Alo!”
“Ben …. Müşteri İlişkileri Bölümünden Burcu. AKA’yla görüşmek isterdim.”
“Allah Allaaaah! Gene mi Burcu? Sizi klonlayarak mı çoğaltıyorlar? Her neyse! Buyurun, ben AKA!”
“Siz bu ay kart hesabınız bip bip bip de bip bip TL para yatırmışsınız.”
“Doğrudur.”
“Iııı… Bakıyorum da, hesap kesim tarihiniz bile gelmemiş daha. Biliyorsunuz, kart borcunuz yatırdığınız miktarı aşabilir.”
“O biraz sı… ehem zor!”
“Yani bu parayı sizin gül hatırınız ve çok özel müşterimiz olmanız hasebiyle kerhen kabul ediyoruz, ama kart borcunuz bundan fazla gelecek olursa…”
“Dedim ya; zor dostum, zor!”
“Ya o miktar yetmezse?”
“Ya yeterse?”
“O zaman zaten mesele yok ki han’fendi!”
“Güzeeeeel. En azından en büyük ortak bölende buluştuk. Bakalım en küçük ortak katı da bulabilecek miyiz? Şimdi siz bankanızın çok değerli paracıklarına kıyıp bana telefon ettiğinize göre şu ağzınızdaki baklayı bir çıkarsanız…”
“Di’cektim ki; madem sokağa atacak paranız var, size yaşam sigortası verelim, bari saçtığınız para defninizi finanse etsin.”
“Tuz kavuruyorum! Tuz kavuruyorum!”
“Aa’namadım.”
“Gaipten tuhaf bir teklif duydum gibi geldi de, önlem alıyordum.”
“Hııı… Ferdi Kaza Sigortası?”
“Sizin yerinizde olsam, hiç o taraklara bez vermezdim. Biliyorsunuz, kazaların büyük çoğunluğu evde oluyormuş. Bu durumda ben en riskli grupta sayılırım.”
“O zaman abuk sabuk şeylere endeksleyip Sülün Osman’ın legal versiyonu tadında pazarladığımız fonlardan verelim.”
“Fonları sadece kâğıdın başına geldiği zaman satın alıyorum. Rengârenk oluyorlar, üzerlerine resim yapmak hoş oluyor.”
“Madem resimden hoşlanıyorsunuz size üzerine fotoğraf basılabilen kartlarımızdan verelim.”
“O zaman kaşlarımı kaldırmış, kafamı iki yana sallar ve ‘Hayır!’ derken çekilmiş fotoğrafımı yolluyorum, onu basın!”
“Hiiii, sahi mi? Hemen işlemlere başlıyorum. Annenizin kızlık soyadı?”
“Hayır!”
“İlginçmiş! Bildiğimiz gibi mi yazılıyor?”
“Bilmediğimiz gibi yazılanı da mı var? Aman! Ben ne diyorum yav’? Kart mart istemiyorum. Aslında bundan önceki cevabım da o manaya geliyordu, ama siz anlamazlıktan gelince lakırdı uzadı. Bakın, benim yapılacak daha önemli işlerim var. Sizin dilinizle söylersem, ‘vakit nakittir.’ Şimdi kusura bakmazsanız…”
“Hmmm… Zenginiz demek!”
“Vakitten yana öyleymişim ki, bahtıma siz düşmüş…”
“Hadi kafiye yapalım! Gümüş?”
“Beyaz maden sevmem! Hoşça kalın.”
“Altın?”
“Tek taş olmazsa teklifinizi kabul etmem imkânsız Burcu Hanım. Hem mahallemize geldik, peşimi bırakın!”
“Tüketici kredisi!”
“İstemez! Kapatıyorum telefonu!”
“Ama niyeeee?”
“İşim var Burcu Hanım.”
“Yok, ben onu kastetmedim. Niçin istemediğiniz soruyorum.”
“Bakın, bu annesinden izin koparmak için sözel işkence teknikleri uygulayan ergen ayaklarını bırakın! Siz daha helyuma elektron olmak için dilekçe verirken ben o yollardan dönüyordum. Sanal ürünlerinizin hiç birini istemiyorum. İhtiyacım olursa ben sizi ararım – ki o durumda da zaten siz yan çizersiniz. Hoşça kalın!”
“Ama niyeeeee?”
“Veda ederken sıklıkla söylenir de o bakımdan… Ayrıca ‘HOŞÇA kalın!’ dediğime şükretmenizi tavsiye ederim.”
“Hayır! Onu demiyorum. Niçin ihtiyacınız yok? Oysa benim var.”
“Buyur?”
“Size ürünlerimizden birini kazık… pardon satabilirsem, bana prim yazacak.”
“Haaaa, öyle desenize!”
“Yani? Yardımcı olmayı kabul mü ediyorsunuz?”
“Yok! Sohbetin yönü değişsin dediydim, ama yararı olmadı. Muhabbetinize doymaya karar verdim Burcu Hanım. Görüşmemek üzere…”



Zoot Cadillac'tan Headache isimli çalışma
Diğer İşleri
Hiç yapılması gereken binlerce iş varken aklınıza yirmi beş mumluk bir fikir geldi mi? Ne o? Yirmi beş mumu parlaklıktan saymıyorsunuz galiba, suratlar değişti… Oysa başucumuza koyduğumuz okuma lambalarının aydınlığı genellikle o ölçektendir. Okumak için kâfiyse, fikri parlatmaya neden yetmesin? Ayrıca benimkilerin maksimum ışıltısı bu! Sizinkiler kaç mumluk? :)) Her neyse, konumuza dönelim.
Peki, başınıza böyle bir talihsizlik :) gelince ne yaparsınız? İki eliniz kanda da olsa o fikrin peşine mi düşersiniz? Yoksa aklınızın bir köşesine yazıp; “Önce şu yapılması gerekenleri bir halledeyim de…” diye mi düşünürsünüz? Veya ortaya karışık; bir taraftan elzem işleri kovalarken diğer taraftan elinizin, ayağınızın, aklınızın ucuyla fikrinize cila mı çekersiniz? Defalarca üçünü de denemiş; sütten ağzı yanınca yoğurdu üflemiş, yoğurt gaz yapınca peynir dişlemiş, sonunda Bruselloz (hayvanî ürünlerle bulaşan bir çeşit humma) tehlikesi baş gösterince “Amaaaan, başlarım bir mumdur, iki mumdur fikrine… Hem osteoporoz da neymiş?” diye türkü çığırıp fikir peşi kovalamaktan vazgeçmiş biri olarak herkesin başına böyle şeyler geliyor mu diye merak ediyorum doğrusu. Geçen gün yine böyle bir – ikilem yetmez, üçlem, hatta fikri tümüyle görmezden gelmek gibi dördüncü bir seçenek daha olduğuna göre en doğrusu – dörtleme düştüm. Önceki acı :)) tecrübelerim sebebiyle ilkin ışıl ışıl parlayan bu fikre toptan karartma uyguladım. Yapılması gereken işlerimin (ki evdeki ve dışarıdaki zorunluluklar birikim neticesinde gayet kesif bir tabaka oluşturmuşlardı) boranbulutunu yirmi beş mumluk ziyasının üzerine saldım. Bir süre işe yaradı. Hatta el çabukluğuyla mecburiyetlerimin arasına – bilgisayar güncellemesi diliyle söylersek – “önerilen” iki işi de katmayı ve kotarmayı bile başardım. Ama bitirdiğim işlerin bulutu doğal olarak fikrin üzerini örtmekten istifa edince sağından solundan huzmeler sızdırmaya başladı yeniden. Anladım ki; oracıkta önlem almazsam o ışık, zorunluluklarını sıraya sokmaya çalışmaktan yüz yirmi beşe bölünmüş aklımı kolayca çelecek, fotonlarının peşine takıp mantığın olmadığı, sadece dürtülerle hareket edilen “Karanlık Tarafa” geçirecek, ondan sonra Yoda bile kâr etmeyecek. Derhal irademi mesaiye çağırarak bu parlak fikri beynimin makul bir köşesine kaldırmasını, üzerine de fosforlu bir hatırlatma notu yapıştırarak etrafa saçtığı nuru (!) sansürlemesini emrettim. Hakkını yemeyeyim; iradem topuk vurup selam çakarak derhal görevinin başına marş marş yaptıysa da işlem sırasında fikrin yaldızlarından birini yolda düşürdü. Binde bir olacak bir aksilik işte… Yine de böyle şeyleri asla hoş göremem. Derhal soruşturma açılmasını, bir inceleme komisyonu kurulmasını talep ettim. Beş yaşında sokakta oynarken ihtiyaç molası için eve dönmeye üşendiğimden bir kum yığınının üzerine oturup sorunu kısa yoldan çözmemle ilgili soruşturma ve onu takip eden yüz yirmi sekiz milyar iki yüz elli milyon dokuz yüz altmış yedi bin üç yüz kırk bir irade ihlâlinin kovuşturmaları bitince bu konuya öncelik tanıyacaklarına söz verdiler. :)) Bu arada o yaldızın gözümü almaması için gereken bütün önlemleri de aldım elbette. Algılayıcılarımı ikinci bir emre kadar her türlü fikre kapattım öncelikle… Mecburi işleri yaparken elde olmayan sebeplerle beklemek zorunda kaldığımda ise aklımın gözünü pırıltının aksi yönüne çevirip kerrat cetvelini, Periyodik Tablo’yu, Misak-ı Millî’nin şartlarını, bir işletmenin fizibilite raporu için gerekenleri, mavinin çeşit ve isimlerini, fiil kiplerini tek tek saydım. Topu topu kırk beş saniye sürdü. Kerrat cetvelinde yedilere gelince şapşırdım. Periyodik Tabloda helyumdan sonrasını asla öğrenememiştim zaten. Misak-ı Millî akla direkt olarak Atatürk’ü getirdiği için bugünlerde hatırla(t)mayı sakıncalı (!) buldum. Fizibilite raporunu daha üniversitedeyken bir türlü kafama sokamadığımdan olsa gerek toptan unutmuşum, o yüzden kelimenin kökenini merak ettiğim (Latince facere’den Eski Fransızca’ya faire – yapmak fiilinden kaynaklı faisable olarak geçmiş, oradan ver elini Middle English dönemindeki fesable, sonra da okuna söylene feasible… Türkçede ise ‘yapılabilirlik’ demek birinci dereceden cinayetle eşdeğer kabul edildiğinden, ayrıca bunu meslek jargonu zannedip hafiften şişindiğimizden uzun süre ağzımızı doldura doldura ‘fizibilite’ sözcüğünü kullandıydık.) üç saniyenin konuyla ilgili düşünmek için yeterli olduğuna kanaat getirdim. Mavi – ki bilerek o rengi seçmiştim – ve tonları en uzun süren oldu. Çünkü yaptığı ilk çağrışım caz olduğundan keyfim yerine geldi. Hatta tam bir iki nota mırıldanmaya başlamıştım ki, kasa sırasında önümde olan şahıs suratında allak bullak bir ifadeyle ellerini kulaklarına götürdü. Mecburen ondan da vazgeçip son çare kiplere dadandım. Adamcağız gırtlağımdan yükselen bir takım ahenksiz ve detone seslerin ardından bir de “Di-li geçmiş, miş-li geçmiş, şimdiki zamanın hikayesi…” diye saymaya başladığımı duyunca aldıklarını kasadan nasıl geçirdiğini bilemedi zaten. (Buradan ona sesleniyorum: Süt ile donmuş pizzaları markette unuttunuz, huu! :D ) Maalesef ne yaptıysam olmadı. Böylece ilk iki seçenek (parlak fikri tümüyle ve kısmî ret) elendi. Çaresiz, geriye kalan iki alternatif arasından kötünün iyisi olanı seçtim. Bir taraftan yapmam gerekenlerle uğraşırken, diğer taraftan önce benim parlak fikri aklımda evirip çevirmeye, ardından biraz daha ileri giderek sızdırdığı ışıkları mecburiyetlerimin arasına katıştırmaya başladım. Kerevize limon yerine portakal ve mandalina suyu koymak (Tavsiye ederim; keskin kokusunu büyük oranda yumuşatıyor.), bankada sadece faturasını ödeyip çıkacakları örgütleyip “kontuara göbek yaslayıcılardan” arta kalan bir gişede işlerini daha çabuk halletmelerini sağlamak (Biraz höykürünce neler yapabileceğinize kendiniz bile şaşıyorsunuz.), eski püskü bir pantolon giyip bir taraftan salonu süpürürken diğer taraftan sehpalara, büfeye oturarak toz almak (Benim gibi cesametiniz müsaade ediyorsa mükemmel bir çözüm. Hiç olmazsa bir kaideyle… şey yani bir taşla iki kuş vurmuş oluyor; hem çaktırmadan oturup dinlenmiş, hem de bu esnada bir iş halletmiş oluyorsunuz. :D ) gibi kazanımlarım oldu. Ancak markette kasiyer kartın şifresini isteyince donup kalmak (O sırada fikrimin ‘yapılabilirliğini’ hesaplıyordum ve tam da integrallere gelmiştim. :D ), yemeğin dibini tutturmak, sehpalardan birinin bacağını kırıp büfeye bir daha asla eski halini bulamayacağı bir biçim vermek (Çok bir hasar yok canım. Soldaki iki bacağın biri öne, biri arkaya kaykılırken, diğer yandakiler tahtasının içine göçtü. Belki biraz da ortadan bel vermiştir… :D ) gibi birkaç ufak tefek (!) yan etkiden de kaçınamadım. Ama asıl sorun beynimin aşırı yüklenmeye dayanamayıp kısa devre yapması ve bunu kafamın içinde 101 pare top atışı yaparak ilan etmesiydi. Sonuçta olan geçen haftanın ikinci yazısına oldu. Ne yazı yazacak, ne bilgisayarı açacak, ne de hafif bir kar körlüğü yaratan o beyaz ekranlara (Sahi bilgisayarda neden çoğu arka plan beyazdır? Hayatımıza ilk girdiği safhalarda siyah üzerine beyaz veya yeşil karakterli ekranlar vardı ne güzel. Böyle giderse bilgisayar kuşağı katarakta açık havada vakit geçirenlerden çok daha yatkın olacak korkarım.) tahammül edecek durumdaydım. Tabii fikrimin (yirmi beş mumlukçuk bile olsa :D ) parlaklığı da bu durumda bana pek yardımcı olmadı. Efendim? Fikir ne miydi? Vallahi bilmem ki! Onun peşine tam olarak düşmeye ne halim, ne vaktim kaldı. Başımın ağrısı geçtiğinde ise beynimin kıvrımları önce eski tip üstten beslemeli bir çamaşır makinesinde ırgalana ırgalana iki su yıkanmış, ardından ite kaka üç kez merdanesinden geçirilmiş, son olarak da sanayi tipi buharlı bir ütünün sıcak ve şefkatli (!) kollarının arasından dumanı üzerinde çıkmış gibiydi zaten. Şu durumda adımı hatırladığıma bile şükrediyorum. :)))


Antonio Javier Caparo'dan 'Orishas' isimli çalışma
Diğer Çalışmaları 1         Diğer Çalışmaları 2            Sitesi
Geçen sene bu zamanlarda Dünya Kadınlar Günü nedeniyle üç beş yazı birden döktürmüş, bir tanecik :)) günümüzü neredeyse bir haftaya uzatmıştım. Bu yıl da aynı geyikleri yapmak, aynı kapılardan geçip çıktığım karanlık koridorlarda aynı duvarlara toslamak istemedim. Zaten insanları kadın erkek diye iki cinse ayırarak düşünmek çok doğru da gelmiyor. Yine de kamplaşmak, onlar-biz ayrımına girmek, erdemleri sadece kendi cinsine (veya kampına) yontup nalıncı keserini karşı tarafın kafasına geçirmek beşeriyetin mayasında var. Üç kişilik toplulukta bile bir kişinin yanılıp “Ah, siz …… yok musunuz?” demesi yetiyor. Noktalı yere istediğiniz ismi veya sıfatı yerleştirin, sonuç hep aynı. Birkaç dakika içinde birbirimizin boğazına dalmış oluyoruz. İster gerçekten, ister mecazen… Geçenlerde televizyonda geçgeç yaparken rastladığım bir yarışma programında gencecik, pırıl pırıl, zeki olduğu akıl yürütme tarzından belli bir kızımız sorulan soru kapsamında sunucuyla fikir alışverişi kılığında zaman çalmaya uğraşırken aşağı yukarı şöyle bir laf etti: “Neden her şey kadın erkek ayrımı üzerinden kurgulanır ki?” Sonra yarışma sualinin uzaylılara kendimizi tanıtmak (Stephen Hawking’e bakılırsa belamızı aramak :D ) için gönderdiğimiz sondalardaki plakalarla ilgili olmasından yola çıkarak ekledi. “Bilimkurgu romanlarında bile bu ayırımdan vazgeçemiyor yazarlar. Oysa ben bu konuda daha yaratıcı şeyler bekliyorum onlardan. Mesela neden üçüncü bir tür olmasın. Hatta hiç böyle bir ayrıma sahip olmayan varlıklar bulunamaz mı evrende?”  [Evladım, biz daha iki cinsiyetle başa çıkamıyor, hatta ara yolu tercih edenlere bile kötü gözle bakıyoruz. Bir de üçüncü cinsle ilişkileri nasıl kaldıralım? :)) Onu ancak Spielberg kurcalayabildi. O da zekâsının yaldızını iki tanecik filme – ki bence ‘Üçüncü Türden Yakınlaşmalar’ kabul edilenin aksine ‘E.T.’den çok daha niteliklidir – ancak yetirebildi. Derken yıllar sonra tuttu, ‘Yapay Zekâ’yı çekti. Ve bizi filme kaynak olan orijinal hikâyenin sahibi bilimkurgu yazarı Brian Aldiss’den (Kendisi “Çocukluk öldüğünde arta kalan kadavralara 'yetişkin' adı verilir ve bunlar cehennemin kibar adı olan 'toplum'daki yerlerini alırlar.” gotik vecizesinin de sahibidir. :D), yıllarca bir yandan “Çekece’m, çekiyorum.” diye ağzımıza parmak parmak bal çalarken bir yandan senaryoyu yazdırmak için habire adam harcayan, ancak filmi göremeden başka boyuta göçen Stanley Kubrick’ten, Altıncı His’te hepimizin yüreğine dokunan çocuk yıldız Haley Joel Osment’tan, hatta bilimkurgunun kendisinden bile soğuttu. :D] Aslında ‘Karanlığın Sol Eli’ ismindeki kitabında bu konuyu tam da haklı olarak ‘daha yaratıcı şeyler bekleyen’ kızımızı tatmin edebilecek şekilde işlemiştir Ursula Kroeber Le Guin. Kendisi bir bilimkurgu /fantezi – ve bana sorarsanız, orta şekerli felsefeye et ve kemik giydiren öykülerin –  yazarıdır. Kitap Kış Gezegeni’ndeki hermafrodit insanlar ile dünyalarına elçi olarak gelen normal (!) bir adam hakkındadır. Yazar genelde toplumun cinsiyetin belirleyici özelliklerinden azade olunca nasıl özgürleştiğini, rahatlayıp hafiflediğini betimlese, cinsiyet çatışması yerine iki kültür ve yaşam felsefesi arasındaki giderek muğlaklaşan uçurumu sezdirirken aslen bir takım tuhaf, sebebi belirsiz (ve tabii cinsellikten sonra kitap sattırmakta açık ara birinci çatışma konusu olan :D ) politik ayak oyunlarını kurgulamayı seçse de, gezegenin neredeyse tek :) açık fikirli siyasetçisini tam da kızışma döneminde elçiyle birlikte otoritelerden kaçmaya mecbur ederek cinsel gerilimi kitabın sonuna yetiştirmeyi başarır. Demek ki sanatçı-düşünür bile ne kadar yenilikçi, devrimci ve aykırı olmaya çalışırsa çalışsın, bu yola girmesi veya bu tuzağa düşmesi – artık hangisini kabul ederseniz :) – kaçınılmaz. Bir nevi insan olmanın kör noktası… Veya detayı arka plandan ayırmayı değil, tam tersine bütün planı tek seferde görmeyi engelleyen bir çeşit renk körlüğü. Öyle bir körlük ki; “Kadındır, yapMALI!” ve “Erkektir, yapAR!” karanlıklarında debelene debelene yolumuzu aramamıza neden oluyor, ama endişeyle, korkuyla veya can havliyle el ele tutuştuğumuzda aydınlanan patikayı aklımızın gözünden gizliyor. Üstelik genlerimize işlemiş olduğu için kuşaktan kuşağa fazla gayret sarf etmeden de aktarıyoruz bu kusuru. (Hatta zaman zaman “Biz aslında ayrım yapmayız evladım, ama gerçek dünyada işler böyle yürümez! ONLAR başka türlü düşünür.” diyerek bir kamplaşma daha yaratıyoruz çocuklarımızın zihninde. Belki bilinçli, belki bilinçsiz…) Çünkü insan olmayı tanımlayan bir prototip yok elimizin altında. Hani Türkçede bir deyim vardır; insan gibi insan diye… Kendi görüşümüzce adil, mert ve dürüst davranan kişiler için sarf ederiz. Oysa her zaman bir karşı taraf olduğunu düşünürsek BİZİM ‘insan gibi insan’ın ONLARA ne ifade ettiğini, edebileceğini aklımıza getirmeyiz. Karşı taraf bizim ‘insan’ dediğimize “Kadın değil mi? Kancık cins! Sattı bizi.” diye hakaret etmekte veya “Bu erkeklerin hepsi aynı tornadan çıkmış kardeş. Boyları devrilsin!” diye ilenmekte olabilir. (Haaa, bu arada kadına hakaret edilir, erkeğe ilenilir. :D Alın size bir fark daha!) Bu, sadece kadın erkek ayrımı biçiminde gerçekleşmiyor elbette. Daha bir sürü çeşidi var, ama yine de cinsiyet en kapsayıcı kamplaşmalardan biri ve taraftar toplama konusunda eline kimse su dökemez… :D Hâlbuki insanlık bağlamında düşününce Dünya Kadınlar Günü kulağa ne kadar saçma geliyor, değil mi? Dünya Erkekler Günü var mı ki, Kadınlar Günü olsun? Ama bir dakika… Dünya Erkekler Günü de var aslında! Tarihinin saptanması da bayağı ilginç. Erkekler günlerini söke söke almaya :) karar verdikleri 60lı yıllarda bunu kadınların 8 Mart’ından hemen önce kutlamaya ahdetmiş ve kendilerine 23 Şubat tarihini beğenmişler. (Dünya Emekçi Kadınlar Günü Rusya’da Jülyen Takvimiyle şubatın son pazarında kutlanırmış. İşlerin resmileşmeye başladığı 1917 yılında bu tarih Miladi Takvime göre 8 Mart’a rastladığından kutlamalar o güne sabitlenmiş kalmış. Erkekler de bunu örnek almışlar.) Ancak bir iki yıl yapılan düzenlemelere – neyi kutlayacaklarını bilemediklerinden olsa gerek :D – katılım giderek düşünce günün mana ve ehemmiyeti askıya alınmış. Sonunda Dünya Erkekler Günü’nü – diğer cinsinkinden mümkün olduğunca uzağa :D – 19 Kasım’a kadar geri çekmişler. İlkin 1999 yılında Trinidad ve Tobago’da kutlanmaya başlamış. Uygar (!) dünya ise 2003 yılında esneye gerine uykusundan uyanmış da, sonunda erkeklere bir gün tahsis etmeyi resmileştirebilmiş. Bu tip şeyleri hiç atlamayan ve hemen ekonomik çevrimine katan ABD bile ancak 2008’den sonra kıyısından köşesinden kutlamalara katılmış. :)))Aslında insanlar (kadın, erkek fark etmez!) her ne kadar kör, bağnaz, ön yargılı, takıntılı bir tür olsalar da yaptıkları her şeyin bir nedeni oluyor genellikle. Ama anlamlı, ama anlamsız… Ama geçerli, ama alakasız… Ama doğru, ama yanlış, hatta umumiyetle ortaya karışık… :)) Şimdi düz mantıkla yola çıkalım ve soralım; bu iki günün resmileşmesinin arasındaki seksen yıllık farkı nasıl açıklayacağız? Hani Julie Gold’un From a Distance (Bette Midler’in güzel yorumu unutulmaz) isimli şarkısında tarif ettiği üzere şöyle biraz uzaklaşıp yukarılardan bakacak olsak duruma; zavallı erkekler o kadar şiddet görmüş, o kadar aşağılanmış, o kadar ezilmiş, o kadar görmezden gelinmiş ki onlara bir gün ayırmak kadınlarınkinden neredeyse bir asır sonra akla gelmiş bile diyebiliriz. :)) Yine ters köşeye yatırdım sizi değil mi? Oysa neler ummuştunuz… “Yaşasın! Sonunda biri kadın erkek çatışmasının döşediği mayınlara basmadan insan olmaktan bahsediyor.” diye düşünmüştünüz. “Genelde pek dişe dokunur şeyler yazmaz bu, ama kim bilir? Ya anlamlı bir noktaya parmak basmayı başarırsa...” diye ümitlenmiştiniz. :) “Belki karanlıkta belli belirsiz, siyahtan az farklı gri bir iz gibi bazı fikir kırıntıları bırakmıştır arkasında! Hatta – olacak şey değil ama – BENİM gibi düşünüyordur, ONLAR gibi değil.” zannına kapıldınız. Ama olmadı. Sırtınızdan bıçaklandınız. 
Eee, kadın değil miyiz? Yakalamışız bir fırsatını – ve tam da gününü :D – yontacağız kendimize elbet! :)))



Steve Castle'dan 'Summer at the Lakes' isimli çalışma
Diğer Çalışmaları                     Blog                     Paylaşımları
Pamuk helvayı bilirsiniz. Hani genellikle pembe renkli olan ve pamuksu görüntüsünü bir de renginin frapanlığına, iyimserliğine ve neşesine bulayıp hem çocukları, hem de içindeki miniği susturmayı bir türlü başaramayan bir takım yetişkin kılığındaki afacanları şiddetle kendisine çeken sahte mutluluk bulutu… Eskiden açıkta satılırdı. Şimdi mikroplar, virüsler, toz, toprak bahane edilip naylonlara hapsediliyor. (“Hijyen! Hijyen!” diye diye yarım aklımızı da kaybetmek üzereyiz. Oysa mikrobu mikroba kırdırmak lazım. :D ) O güzelim şekerin plastik torbaya tıkıştırılmış hali; pırıl pırıl bir havada eve kapatılmış, dışarıda oynayan arkadaşlarını camdan seyretmek zorunda kalan bir çocuğun hüsran içinde ağlayarak burnunu cama yaslayıp sümüklerini pencereye sıvamasını hatırlatıyor bana. :) Her gördüğümde içim cız ediyor. Sanki özgür olmak için doğmuş bir ruhu zincirleyip zindanlara tıkmışız, çocuk olduğumuz zamanların büyüsünü de adı anılmayacak bir cinmiş gibi kulağından tutup Alaadin’in Lambasına hapsetmişiz gibi geliyor. (Bu arada şu Alaaddin’in Cini neden masalın hiçbir yerinde o kandile hangi sebeple tıkıldığını anlatmaz hep merak etmişimdir. Hâlbuki yaramazlıklarını askerlik anıları gibi hikâyenin sağına soluna serpiştirse veya lambadaki hapis hayatını anlatan bir kitap yazsa örneğin, masal biraz daha hareket kazanmaz mıydı? Niye hiç kimse bu konuya kalem oynatmamış hayret! Mesela Oscar Wilde’a pek yakışırdı…)
Bizim zamanımızda o şekerlerin nasıl yapıldığını seyretmek de mümkündü. Simdi de öyle arabalar var mı, bilmiyorum. Simitçi arabaları gibi camekânlı idi pamuk helvacılarınki de… Ama bunlarda tezgâh yerine genişçe bir çanak bulunurdu. Adam bir tahta parçasını çanağın içine doğru uzatır Macbet’in Cadılarının tuhaf bir taklidi gibi boş kazanı onunla karıştırırdı. Önce hiçbir şey olmazdı gerçi. Hatta makinenin bozulduğunu söylemesini bekleyerek hayal kırıklığı ve ağlamaklı bir suratla satıcının yüzüne bakmaya başlardınız bir süre sonra. Oysa o, kaygılarınıza aldırmaz, hatta bıyık altından gülerek yapmakta olduğu işe, bir çıtaya kazanın merkezinde yer alan metal bir çıkıntıyı tavaf ettirmeye, devam ederdi. Sonra aniden çanağın ortasından bir hayaletin kolu gibi hasretle uzanan şeffaf bir pembelik (veya beyazlık) çıtanın beline dolanmaya başlardı. Bu beklenmedik ‘yoktan var olma’ hali şekerin görüntüsündeki büyüyü iyice arttırır, adeta kutsal bir kişilik katardı yumuşak, hafif ve uçarı yapısına. Öyle ki satıcının işi bitip çıtayı pembe bulutsuyla tamamen kaplayarak (acemi veya kendisi de henüz çocukluğunu yitirmemiş bazı satıcılar öyle bir doldururlardı ki çubuğun üzerini, ucunu bulabilmek için sizin de parmaklarınızı buluta daldırmanız gerekirdi) elinize verdiğinde tadına bakmak ne kelime, füsunlu diyarlardan ziyarete gelmiş bir peri kızıymış gibi seyretmeye bile kıyamazdınız. Sonra aslında bütün yüzünüzü içine gömmeyi, böylece bulutun içinde ne gibi harikalar gizlendiğini görmeyi isteyerek, ama üzerinizi kirletmemeniz için tırnaklarını çıkarmış :)) bekleyen büyüklerden ödünüz patladığı için önce – görüntüsü hemen bozulmasın diye – alt ucundan akıllı uslu bir dil darbesi atardınız. Katıksız şeker tadı bütün korkularınızı, endişelerinizi ve tabii oto sansür gayretlerinizi alaşağı ediverirdi bir iki saniye içinde. Ağız burun demeden girişiverirdiniz o andan itibaren. Kademeli olarak önce ağız, burun ve kaşlar, ardından saçlar, derken bayramlık kıyafetlerin (Neden mi bayramlık? Çünkü pamuk helva ziyafeti özel günlerin sürpriziydi bizim zamanımızda? Şimdiki gibi her istediğinde yanı başında bitmezdi insanın o rüya. :D ) üzeri batar, sağınızı solunuzu tükürüklemekten (Bir de o vardı tabii. Kolonyalı mendil falan ne arasın o günlerde? En fazla küçük kolonya şişeleri ile kumaş ve köşesi işli mendiller bulunurdu el çantalarında. Böyle kapsamlı bir lekelenme durumda onlara da kıyılamaz ve anneler parmaklarının ucunu tükürükleyip birinci sınıf :)) temizlik yaparlardı suratımızda…) bir hal olmuş anneniz de bir süre sonra ‘Amaaaan! Sal, gitsin!’ kıvamında bir boş vermişliğe kendini kaptırır, hatta bir pamuk helva da kendisine alırdı. :)) Şimdilerde edepli, uslu çocuklar gibi içine hapsolduğu şeffaf torbanın şeklini muhafaza eden ve artık buluttan çok kıtıklaşmış yastık pamuğuna benzediğinden büyüsünün önemli bir kısmını yitirmiş şekerleri terbiyeli terbiyeli elleriyle koparıp yiyor herkes. Çocuklar da büyüklerini örnek almak isteyerek, ama meşrepleri gereği sallapati bir biçimde pamuk helvasını avuçluyor, bütün özgürlüğünü, onurunu ve asaletini kaybetmiş ve sıkıştırılıp ağda haline gelmiş iğrenç topaklara çevirerek yutuyorlar bu güzelim hülyayı. Yüzleri lekesiz, elleri kolonyalı mendillerin ağır kokularıyla sterilize edilmiş, kıyafetleri pırıl pırıl, yüzlerinde bozunmuş şekerin ağızlarında bıraktığı ekşi tada nazire yapan limoni bir ifade ile büyüyü bilgisayarda suni olarak üretilmiş animasyonlarda aramak üzere uzaklaşıyorlar. Gerçi çocuk için dünya her zaman sihirli bir yerdir. Bir tek şeyi elinden almakla etrafındaki büyüden kolay kolay koparamazsınız bir ufaklığı. O her zaman yenilerini bulmakta, coşkuyla – mesela basit bir cam sürahide bu kadar çıldıracak ne bulduğunu bir türlü anlayamayan – büyüklerine dünyanın kumaşına esrarengiz nakışlar gibi işlenmiş efsunu işaret etmeye devam eder. Ama esas kayıp sizinle çocuğunuzun arasındaki ortaklıklardan kemirdikleridir. Aynı şeylerden alınan ortak tadı kaybedersiniz. Çünkü onun pamuk helvasıyla sizinki aynı değildir. Elinin altındaki çok daha gösterişli imkânları denemektense sizin neden tuhaf bir şekilde bu şekerde ısrar ettiğinizi anlayamaz. Sırları dökülmüş bir aynadan geçmişe bakma ve bunu çocuğunuzla paylaşma imkânınız elinizden alınmıştır bir kere… Şimdiki çocuklar ballıbabaları bilmiyorlar mesela. Pisipisileri kolda yürütmeyi, hindiba kömeçlerini üfleyip minik paraşütçüleri seyrederken açık kalan ağzı, burnu, kulağı kollamak gerektiğini :)), arı sokunca üzerine tükürmenin ağrıyı azaltacağına inanmanın başlı başına yeterli bir teselli olduğunu, gazoz kapaklarından madalya yapılabileceğini (artık gazoz kapaklarının altına mantar koymadıklarından o bile yapılamıyor :D ), sokaktaki basit çakıllarla üç oda bir salon ev inşa edilebileceği gibi beş taş da oynanabileceğini, eskiden yaprak veya kır çiçeği koparmanın şimdiki gibi cinayetle eşdeğer tutulmadığını, bahçelerdeki ve yol kenarlarındaki yeşilliklerin üzerine basılmak için yetiştiğini, ağaçların çocuklar çalsın diye meyve verdiğini :)) bilmiyorlar. Doğanın çeşit çeşit kılıklara girip insanı insan yapan en önemli özelliklerden birini, merakı gıdıkladığından habersizler. Onunla ilgileri kalmadı gibi adeta. Artık bambaşka sihirleri var onların. Bilgisayarlara veya onların ekranlarına gizlenmiş çoğu. Onları da bizler; anneler, babalar, halalar, teyzeler, dayılar, amcalar bilmiyoruz. O yüzden dedeleri ve nineleriyle oturup bir zamanlar birlikte keşfettiğimiz büyülerden (demek ki onlarla ortak sihirlerimiz varmış bizim) bahsediyoruz. Çocuklarımız da tekerleğin keşfini anlatıyormuşuz gibi ağızları açık bizi dinliyor ve suratlarında “Siz de amma saftirik şeylermişsiniz. Hiç bilyeden oyuncak olur mu? Onlar cam saksıların, vazoların içinde duran veya tabakları dolduran bir takım dekoratif cam kürelerdir bi’ kere.” veya “Hiç çiviyle oyun olur mu? Ben yapmaya kalksam tetanostan girer, kangrenden çıkarlar, hatta evden aforoz edilirim. Oysa şu hallerine bak! Bi’ de anam babam olacaklar. Ağızlarını doldura doldura nasıl da anlatıyorlar; ‘Çiviyi atmanın da bi’ tekniği vardı.’ falan diye… Cık cık cık!” ifadeleriyle bakıyorlar. Medeniyet, daha doğrusu teknoloji denen tek dişi kalmış (Bu da züğürt tesellisi işte! Tek dişi kalmışken bunları yapabiliyorsa, otuz ikisi de sağlam olsa… Vay geldi başımıza! :D ) canavar bizim kuşağın kendi çocuklarıyla paylaşabileceği pek çok büyüye ambargo koydu.

Hepsine tamam! Ama ben özgür pamuk helvalarımı geri istiyorum. Geçen gün özenip aldım. Çıtasının toplam hacmi helvasına konan şekerden daha fazlaydı. Kendimi her anlamda ‘kazıklanmış’ hissettim. :)) İtirazım var!


Ayako Ito ve Randall Church'ün Erik Natzke ve Rachel Ducker'ın çalışmalarından esinlenerek oluşturdukları Scribbled Line People Project
Son zamanlarda yaşamımıza giren pek çok teknoloji harikasının salma süreleri giderek uzuyor sanki. Eskiden gece bir odaya girdiğinizde elektrik anahtarına basmanızla her yer hemen aydınlanıverirdi. Şimdiyse düğmenin tıkırtısını neredeyse sesli bir düşünme süreci takip ediyor. “Hmmm… Düğmeye basıldı, devre tamamlandı. Demek ki akım benden yana son sürat geliyor. Birazdan ışıyacağım, ama belli mi olur? Hele bir prosedürü takip edelim bakalım, eksik gedik olmasın. Balast, dikkkkkat! Doğrultmaçlar, kondansatörler, transistorlar görev yerlerine! Ay, işte alternatif geldi bile.  Balast doğrult şu Tesla’nın sinüzoidalini, çok fena gıdıklanıyorum! Hazırlanmam lazım oysa. Gazım ful mü acaba? Hah, sonunda doğru akım! N’apalım? Edward Hammer zamanında vurmuş bir kere, durma, sen de vur cıvama cıvama!” Öyle yanar yanmaz etrafı görebilmek gibi bir lüksümüz de yok hani. Önce kör kandil ışığı gibi kerhen bir loşluk. Ardından ancak etrafa bakınıp ortamın gerçekten aydınlanmaya gereksinimi olduğuna kanaat getirdikten sonra tedrici bir nurlanma süreci…  Yani odaya girer girmez görmeniz gereken bir şey varsa, yanınızda el feneri taşıyın daha iyi. Yoksa ampulün keyfine kalmışsınız. Canı ne zaman ve ne kadar isterse, o anda ve o miktarda aydınlatıyor ekonampul! :) Peki ya apartman içi merdivenleri aydınlatmak için taktırdığımız hareket sezicili lambalara ne demeli? Onları da tasarruf yapmak uğruna sokuyoruz yaşamımıza, ama işbu teknoloji de gündüzleri pırıl pırıl güneş ışığında yanından kelebek uçsa hemen alarma geçtiği halde, geceleri sezicinin karşısına geçip topluca halay çekseniz, kankan yapsanız, hatta kolbastı oynuyorum bahanesiyle bir iki kez sağına soluna vursanız bile; “Ay, hiç canım çekmiyor şimdi! Üstelik biliyorum ki, ışıldar ışıldamaz şu insan denen nankör yaratık başlayacak yine söylenmeye. Yok, gaz lambasından hallice ışık veriyormuşum. Yok, bastığı yeri göremezken anahtar deliğini nasıl bulsunmuş. Yok, o! Yok, bu! Vallahi hem cızbız olup, hem de bu kadar laf işitmek ağırıma gidiyor.” yakınmalarıyla iş işten geçtikten, siz el yordamıyla kapınızı açıp içeri girdikten on dakika sonra cılız bir ziya salıyor etrafına. Onları da geçelim. Marketin girişinde sizi görür görmez; “Aman efendim! Kimler gelmiş, kimler gelmiş? En özel müşterimiz mi buradaymış? Buyursunlar!” şeklinde yolunuza paspas olması gereken kapılar, tam tersine bir zamanlar TRT’de yayınlanan Hanna-Barbera çizgi filminde pis pis gülen ‘Değerli’ misali; “Açılmakta bir nanosaniye daha gecikirsem, burnunu camımdan toplayacak. Ondan sonra akşama kadar açık bıraksalar da gam yemem zaten. Değil mi ki, şu suratındaki kibirli ve amirane ifadeyi silmiş olacağım.” diye intikam planları tasarlıyor. (Oysa kendileriyle ilk müşerref olduğumuz Uzay Yolu dizisinde hiç de öyle davranmıyor, Atılgan’ın en düşük rütbeli mürettebatından Kaptan Kirk’üne kadar herkese Cihan Padişahı muamelesi yapıyordu.) Kapıda dikilip kaldığınıza mı, sanki bu numarayı bir tek size yapıyormuş gibi marketin içinden ve / veya dışından şahsınıza yönelen manidar, hatta müstehzi sırıtmalara katlandığınıza mı, yoksa alışveriş arabasını o, içten pazarlıklının iki kaşının… pardon iki kanadının ortasına çakamadığınıza mı yanasınız?
Bunların akıllandıkça hayatımızı kolaylaştırması gerekmiyor muydu?
İçlerinde en akıllı olduğu iddia edilen bilgisayarlar ise hepsinden beter. ‘Aç’ düğmesine bastıktan sonra gidip bulaşık makinesini yerleştiriyor, çiçek suluyor, bakkala sipariş yazdırıyor, servise gelen kapıcıyla komşuları çekiştiriyor, çamaşırları toplayıp nihayet önüne oturuyorsunuz bilgisayarın. Ekranda bir cümle: “Bana mı dedin?” (Hani söylerken limon yalamış gibi bir de suratını buruşturan ünlü aktörün meşhur repliği… :D ) Sonunda masaüstü ekranına vasıl olduğunuzda her şey bitti sanıyorsanız, çok yanılıyorsunuz. Açılış seremonisini takiben derununda ne varsa, hepsinin hatırını ayrı soruyor makine. “Hop, soldan yüz elli sekiz milyar on yedinci sıfır, yedi milyon otuz dört bin altıncıyla yer değiştir bakiiim! Birler, aranızda konuşmayın! İtişmeyin yav’, şaşırıyorum! Hah, hadi buyurun bakalım! Kaçta kalmıştım ben?” Tam sıfırları ile birlerinin ikametgâh ilmühaberlerini tamamlamışken; “Senin antivirüs programın mı var yav’? E, her şeye karışıyo’ bu!” deyiveriyor. Ha, bir de bu var. Yüklenmiş ne var, ne yoksa asaletmeaba her açışınızda yeniden göstermek, o da yetmez takdim etmek, hatta beğendirmek zorundasınız.  “Yahu daha iki saat önce açıktın. O zaman ne varsa, şimdi de aynısı var.” demeye hakkınız yok. Hemen cevabı yapıştırıyor; “Kes tatavayı! Çalıştıramadım işte bu Nuh Nebi’den kalma programı. Sen beni bi’ kapatıp aç bakiiim! Belki o zaman marş basar.” Panik atak kesekâğıdınızı burnunuza dayayıp içinizin en sıkkın yöresinden yükselen acıklı bir “Aaaaaaayyyyyyyyhhhhhh!” feryadıyla kendinizi bir koltuğa atarak bilgisayarınız sayması gereken bilgileri tamamlayana kadar oyalanmak üzere televizyonun düğmesine dokunuyorsunuz. Önce inceden bir sövgü… “Bre bip bip de bip bip! Sen aldığın cihazın el kitabını okumaz mısın? Ne diyo’ orada? Bu televizyonların kapatılması tehlikeli ve yasaktır. Yoksa neden ekran koruyucu işlevini koysunlar a benim biiiiipim. Hem sen ekonomi yapacağım diye her kapattığında benim neler çektiğimi biliyor musun? Onu kontrol et, şunu söndür, kırmızı ‘her dem göreve hazır ve nazırım’ lambasını yak! Sonra da devrelerini kemire kemire ‘Acaba beni tekrar ne zaman açacak bu ?’ diye aportta bekle! Böyle bir şeyin üzerimde ne kadar gerilim yarattığından haberin var mı? Nerdeeeee? Sen öyle malak gibi yayıl! Sırf düğmeye bas e mi? Bu evde bütün işi ben yapıyorum zaten. Canın sıkıldı, aç televizyonu! Yoruldun, dinleneceksin, yatıp uyumak yerine tut, beni uykumdan et! Haber almak istiyorsun, elinin on santim ilerisindeki gazeteye değil, benim kumandama uzan! Müzik? Aç bir dımtıs kanalı, gitsin! O seti niye almıştın ki zaten? Yavrucak CD’lere bile hasret kaldı, değil ki eski plaklar, kasetler… Hoş artık düğmesine dokunsan da kekelemekten başka bir şey yapamayacak garip. Dinlersin artık, vo-vo-vo-vorldün va-va-va-vat a va-va-va-vandırfıl olduğunu… Peki ya film? Git kardeşim, bastır on beş kâğıdı! Adam gibi sinema salonunda seyret şu filmlerini! Ama olur mu? Kölen var burada çünkü! Oooof of! Ne çileli monitörüm varmış. Vallahi kablolarımı süpürge ediyorum da yaranamıyorum. Seyredecek bir şey bulamayınca sövülen ben! Ekranım tozlanınca statik elektriğime anot katot düz gidilen ben! Yayın kesilince refleksle ağızdan fırlayan ‘Gene ne oldu bu aptal kutusuna?’ lafındaki tamlamanın birinci kelimesini katiyen üzerine alınmadığın gibi, üstelik beni kastederek vurgulayan sen! Yeter artık! Vallahi bıktım bu hayattan! Senin tüplü on beş yıl yine iyi dayanmış. Ben garanti süreme şafak sayıyorum. Bitsin de, bak başına ne dertler açacağım!” Bunca radyasyonu yedikten sonra (E, ne sandınız? Bunları kelimeler halinde söyleyecek hali yok ya. Zehrini, yaydığı radyasyonla saçıyor musibet. :D ) bitiyor mu dersiniz? Hayır! Bu yeni nesil televizyonların açıldığını anlaması bile bir iş. Haa, program düğmelerine de öyle sinirli sinirli, seri bir biçimde basmak yok. Uyku mahmuru ya, kafası karışıyor haşmetmeabın.
Sonuç olarak bu kadar akıllı aygıt varken hayatımız kolaylaşacağına zorlaşıyorsa, belki de üç robotik yasayı (Aslında sonradan toplum yararını da içeren bir dördüncüyü daha ekledi robotların peygamberi Isaac Asimov. Üstelik bu dört tanecik yasa makinelerin üzerinde insanların on emrinden çok daha iyi iş çıkarıyor teoride. :D ) uygulamanın zamanı gelmiştir, ne dersiniz? Yoksa ya makinelerden biri beni katledecek, ya da ben ilkel yaşama geri döneceğim. Hiç olmazsa çakmak taşı; “Ben kıvılcım falan çıkaramam, ocakta yemeğim var!” demiyor. Yıldızlar karanlıkta parlamaları gerektiğini, gündüz olunca nöbeti güneş ışığının devralacağını biliyor. Hatta gözlerim bile doğal ortamda aslî görevlerini hatırlıyor, hiç mırın kırın etmeden, sulanıp kaşınmadan yerine getiriyor. Ayrıca bilgileri kendim sayarsam aklımda daha çok kalıyorlar ve üç gün süren son baş ağrısı krizi gösterdi ki, televizyonsuz da pekâlâ yaşanabiliyor. :)))

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder