Cory Ench'den 'Glow' isimli çalışma Diğer Çalışmaları Sitesi |
Bazı günler yazacağım konuyla arama kalın plastikten
bir zar girmiş gibi geliyor. Aslında o konuyu günlerdir beynimin elleriyle yoğurmuş, gerekli baharat ve malzemeyi içine katmış, kıvama geldikten sonra bir
‘köftelik’ miktarı avuçlarımda yuvarlamaya başlamış durumdayım. Ama işte o lanet plastik adeta elime şu hijyenik eldivenlerden geçirmişim gibi ‘köftenin’
dokusunu hissetmemi engelliyor. :) Dünyaya buldok olarak gelecekken insan
doğmaya son anda karar verenlerden olmam sebebiyle bir kez tadını aldığım o konuya
kenetlenmiş çenemi açmaya yanaşmıyorum elbette. Çılgınlar gibi o ambalaj
plastiğinden bozma perdeyi itiyorum, tırnaklarımı, dişlerimi geçiriyorum,
yırtmaya, parçalamaya uğraşıyorum, ama o hiç tınmıyor. Hani kişileştirmeye, bir
karakter vermeye çalışsam; kocaman gözlerini merakla, fakat ilgisini her an bir başka konuya yöneltebilecek sığ bir dikkatle ‘köyün delisine’ dikmiş bir çocuk
olarak canlandırabilirim hayalimde bu zarı. ‘Delinin’ savruk hareketlerinin
kendisine zarar verebileceği aklına bile gelmiyor o çocuğun, havsalası almıyor
bu olasılığı… Öylesine rahat. Bizim ‘deli’ ise sayfalarca yazarak, o kelimeyi
silerek, bu cümleyi cilalayarak – gene de bütün bunlara rağmen bir arpa boyu
yol alamadığını bilerek – esrimeye kapılmış gibi döne döne o ateşin – dişlerini
geçirdiği konunun – çevresinde dans etmeye devam ediyor. Bu enerjinin de bir
sonu var tabii. Sonunda nefesi boğazına hapsolmuş bir halde dinlenmek için
durup medet arar gibi parçalamaya çalıştığı o perdeye yaslanan bizim ‘deli’, bu
esnek dokunun kendisini massettiğini fark ettiğinde çok geç kalmış oluyor.
Sonrası soğuk olmayan bir soğuk, havasız bir atmosfer (artık nasıl oluyorsa),
her şeyin hiçlikle yer değiştirdiği bir boyut… Bir ‘fikir ölümü’ hali ki,
işkencenin dik âlâsı. Beyin ölümünde bile bazı organlar başkasının işine
yarıyor hiç değilse… Fikir ölünce arkasından duasını okuyan, helvasını kavuran
bile yok. :) Sadece ağıt niyetine ağızdan yükselen mecalsiz bir mızırtı… Hadi
geçmiş olsun! Sonrası işin dedikodusu;
“Ya çok keyifsizsin, bir şey mi oldu?”
“Yoo!”
“E, ne bu halin? Sanki cenazeden geliyorsun.”
“Öyle gibi…”
“Ne gibi?”
“Büyük umutlarla peşine takıldığım bir fikir sizlere
ömür.”
“Ha?”
“Yazdığım konuyu gelirken yolda düşürdüm yani…”
“Ne?”
“Konumu kaybettim, hükümsüzdür.”
“…!!!???!!!...”
“Karalar bağladım, yastayım / çünkü konu harcamakta
ustayım… Veya şöyle desek; sahibinden az kullanılmış yazı konusu kiralanır.”
“Offff!!!! Sorduğuma soracağıma…”
“Bak, bu en güzeli! Dinle! Yazı konusu yüz yedi bin
beş yüz otuz üçüncü kez elinde patlayan AKA ağır yaralı olarak Fikir
Hastanesi’ne kaldırıldı. Olayı duyan hayranları (!) hastaneye hücum etti. Tam –
moda olduğu üzere – kurban edilmeye en
layık baş olduğunu düşündükleri hastane başhekiminin ellerini ayaklarını
bağlayıp bıçağı gırtlağına dayamışlarken, AKA’ya ilk müdahaleyi yapan Fikir
Transplantasyonu Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Fikri Sağlayıcı dışarı
uğrayıp şokfikir cihazının arızalandığını açıklayarak herkesi fikir bağışında
bulunmaya çağırdı. ‘Fikir grubu ne olursa olsun önemi yok. Biz o fikirleri
evirir, çevirir, dürer, büker… ehem şey… değerli (!) hastamıza uydururuz.’ diyen
Sağlayıcı, AKA’nın fikirsel tehlikesinin sürdüğünü belirterek; ‘Gene de beyinden
ümit kesilmez. Sinapslarınızı eksik etmeyin!’ buyurduktan sonra kaçar gibi
hastaneden ayrıldı. Aaa, dur, dur! Bu konu hiç fena değilmiş. Ben buradan devam ederim. Hadi eyvallah! Görüştüğümüze sevindim.”
“Ne görüşmesi ayol, daha kırk beş saniye bile olmadı…
Aaaaa, gitti!”
Bazen dedikodular bile işe yarıyor. Denemeyle sabit!
:)))Yavuz Sarıyıldız'dan 'Look Up' Sitesi |
İronik bir üslubum olduğunu biliyorum. Bu kelimeyi ilk
kez bir gazetenin yayınladığı sanat dergisine fasulyeden gidip gelirken
öğrenmiştim. (Üstelik bana söyleyen de benimle aynı yaşta, ama yazmada benim
şimdiki seviyemi o sıralarda dahi fersah fersah geçmiş birisiydi. Bereket ben
‘O da ne?’ diye sorunca gayet nazikçe açıklamıştı, yirmili yaşlarda hiç adet
olmadığı üzere…) Bu tarz yazmak insana fazlasıyla özgürlük tanıyor. Bir kere
anlatmak istediklerinizin çoğunu açık açık ve vurucu bir dille belirtmenize
gerek kalmıyor. Ki bu çok büyük ustalık isteyen bir şey. Bir fikri sağa sola
sapmadan, anlaşılır ve dürüst bir dille açıklayabilmek çok değerli ve az
rastlanan bir özellik. Bende zerresi yok. :)) Genellikle kafam hınzırlığa
çalıştığından benim için en kutsal ve değişmez bir ilke bile olsa – hatta sırf
bu özelliğinden dolayı – o fikri hafife almayı deneyebilirim. Çünkü fikirlerin
üzerinde konuşulmakla, eleştirilmekle, alay edilmekle, hatta karalanmakla
ortadan kalkmasının mümkün olmadığına inananlardanım. İnanç demişken, boş bir hurafeyi kastetmiyorum elbette. Bu inancımın nedeni fikirlerin üzerine ölü
toprağı atıldıktan asırlar sonra bile hiçbir şey olmamış gibi şöyle bir
silkelenip yeniden dolaşıma girmelerine defalarca tanık olmuş olmamdır. Eğer
bir ilke veya bir fikir en basit haliyle evrensel (Bu da ne kadar megalomanik
bir ifade. Sanki tüm evren dünyadan ve üzerindeki insanlardan oluşuyormuş gibi
büyüklenen bir laf… Hah, buyurun işte! Gene yaptım. Kendi kullandığım
kelimeleri bile makaraya alıyorum. :D ), daha doğrusu kapsayıcı ise siz
istediğiniz kadar ortadan kaldırmaya çalışın, alay edin, görmezden gelin yok
olmayacaktır. Mesela şu önerme; tüm insanlar eşittir. Şimdi ben şöyle desem:
Kendimizi amma önemsiyoruz. Dünyada sadece insanlar mı var? Biraz alçakgönüllü
davransak da ‘Tüm canlılar eşittir.’ desek…
Hiç olmazsa lafta… Çünkü pratikte bir insanla bir kedi, bir insanla bir
ağaç, bir insanla bir bakteri nasıl eşit olabilir ki? Duyulmamış şey!!! Dünyada
işler, böyle işler… (Bu özlü söz de benim edebiyata armağanım olsun. :D)
Bir insan kendisine yaşayacak bir yer ayarlamak için
ne yapar? Bir arazi seçer, mümkünse bir su kenarı… (Dakika bir, gol bir!) Sonra
kendisine barınacak bir yer yapar. Nasıl? Çevreden ağaç kesip bir ev yaparak
veya bir mağara falan bularak. (Dakika bir gol iki!) Hadi bu en temel
gereksinimlerden biri diyerek göz yumalım. Karnı acıkınca ne yapar? Gidip
avlanır veya çevreden ot yolup, sebze meyve toplayarak oradaki diğer canlıların
hayatlarına temelinden müdahale etmiş olur. (Siz golleri saymaya devam edin,
ben yoruldum. :D) “E, adam acından ölecek değil ya…” dediğinizi duyar gibi
oluyorum. Haklısınız. Bunu da geçelim. Yemek yedikten sonra işin biraz daha
alengirli kısımlarına geliyoruz mecburen. Hani ‘yedik, içtik’ten sonraki aşama… :)) Bu, her ne kadar doğal olsa da burnumuzun dibinde kalmasını
istemeyeceğimiz fazlalıklardan kurtulmak için ‘Benden uzak olsun, cehenneme direk olsun.’ anlayışını benimsiyoruz tabii. Kendileriyle yüzleşmemizi en aza
indirecek bir yöntemle ve fakat başka canlıların başına dert olmasını
umursamadan kurtulmaya çalışıyoruz. “E, mecburen.” diyorsunuzdur, yine
haklısınız. Etrafımızı dönüm dönüm gül bahçesine çevirecek halimiz yok ya,
dakika başı gübre gereksin. :)) O kısmı da geçtik. Akşam yattık, sabah kalktık,
kulağımızı fare kemirmiş. (Hemen suratınızı ekşitip gözlerinizi belertmeyin
öyle. Bütün gün çalıştık, o kadar iş hallettik. Yatağın daha ilk hecesini
seslendiremeden uyuyup kalmışız. Eh, uyku da ağır olunca…) Bir farenin ne
haddine!!! Bütün farelere ölüm!!! Birinci Fare Savaşı, İkinci Fare Savaşı… Ve
zafer ister istemez insanın!!! Bir de şu her tarafımızı sokup kaşındıran
sinekler olmasa. Sahi ya! Olmasa, di’ mi ama? Birinci Sinek Savaşı, İkinci
Sinek Savaşı… Beş yüz on dokuzuncu Sinek Savaşı… Bunlar biraz daha dayanıklı
çıktı, ama bizim elimizden bir kaçanla, bir de uçan kurtulur. Kaçana sözümüz
yok, yalnız uçanlar geri geliyor. Ama azimliyiz, uçanları da halledeceğiz. Ah,
bir de şu lanet sinekler sıtma mikrobu taşımasa… Karnımız altı aylık hamile
gibi şişti. Bazı günler öyle bir titriyoruz ki, uygun frekansı yakalasak
görünmez olacakmışız gibi geliyor. Demek ki neymiş? Sıtma mikrobuna ölüm!!!
Birinci Sıtma Savaşı, İkinci Sıtma…
Şimdi ben bütün bunları yazdım (Bıraksalar bir bu
kadar daha yazardım, ama size acıdım. :D ) diye ‘Tüm insanlar eşittir.’ ilkesi
değerinden kaybetti mi? Yooo! Hâlâ çok basit, çok özlü, evrensel (!) ve doğru bir ilke… Hatta münasebetsizin biri çıkıp ‘Tüm insanlar eşittir, ama bazıları daha eşittir.’ dese bile… :))
Geçmiş İşçi Bayramı kutlu olsun.
Laura Spector ve Chadwick Gray'in Nikolaos Gyzis'in 'Wishbone' isimli tablosuna naziresi :) Chadwick & Spector'un diğer çalışmaları N. Gyzis'in Diğer Eserleri 1 Diğer Eserleri 2 Diğer Eserleri 3 |
Eskiden günde üç yazıyı bir jonglör ustalığıyla
kuyrukları birbirine değmeden havada atıp tutarken, şimdi iki günde ancak bir
tanesini, o da sezaryenle doğurtunca ister istemez evvelki günkü yazı çıktı
ortaya. O bile kordon dolanması sebebiyle ölümlerden döndü yavrum. Oysa bu işe
nasıl da hafif başlamıştım. “Keyfim ister yazarım, keyfim ister yayarım.
Sırtımda yumurta küfesi yok ya…” (Bu yumurta da yakamdan düşmüyor bugünlerde…
:D ) demiştim. Hatta daha baştan kalender olduğumu vurgulamıştım ki, pat diye
ortadan kaybolursam kimse arayıp sormasın. Ama aklıma gelmeyen başıma geldi.
Yazdıkça sardı, yazdıkça sardı. Sonunda bir baktım; ağ dolanmış, ben de içinde kalmışım. Olur böyle vakalar, dedim. Çünkü arkası geliyordu. Kendimle ilgili
söyleyebileceğim (Aslında kendimden bahsetmeyi de hiç sevmem, bilirsiniz. :D ) şeylerden biri de bütün bu laf
kalabalığının beynimin hangi kıvrımından geldiğini benim de çoğunlukla
çözememiş olmamdır. Aynı şeyi resim yaparken de yaşarım. Millet bir resme
başlarken önce planlar, kendisine kâğıt üzerinde bir takım nirengi noktaları
saptar, perspektifi oluşturur, taslak çizgileri çizer. Ben ise kâğıdın bir
noktasını gözüme kestirip oraya kedi pislemiş gibi örneğin bir adam çiziverir,
sonra bütün kompozisyonu onun etrafına örerim. (Şimdi bu bir yetenek gibi gözüküyor olabilir, ama bir kere orantıyı veya perspektifi kaçırırsanız o resmi
bir daha toparlayamazsınız. Çünkü hiçbir rehberiniz yoktur. Boğaz geçişlerinde
kılavuz kaptan istememek gibi bir şey… Dümen arızasında (!) ilk yalıya küt!!!
:D ) Çoğu öğretmenim beni bu huyumdan vazgeçirmeye çalışmış; “Şimdi sana hoş
geliyor, ama ileride çok acısını çekersin.” diye uyarmak istemiştir. İçlerinden
sadece biri sormuştur “O adamı oraya neden koyuyorsun? Onu oraya çizmen
gerektiğini nereden biliyorsun?” diye. O ana kadar devamlı savunmada olduğumdan
gardımı düşürmüştür o soru. Nasıl söyleyeyim; “Bir şey bildiğimden değil, cahil cesareti işte!” diye? Şu ünlü TV ressamı Bob Rosse gibi (daha önce de
kendisinden bahsetmiştim) “E, çünkü o adam orada yaşıyor!” diye bilmiş bilmiş
cevap vermiştim. Oysa o sırada daha Bob Rosse’un esamisi okunmuyordu bizim
ülkede. Yani o sözün patenti bendedir. Bir kullandım, patladı gitti. :))
Yazılarım da resimlerime benziyor. Beynim aç bir kurt gibi algıladığı her şeye
saldırıp birer ısırık kopartıyor olmalı ki, sinek pisliği (önce kedi pisliği,
şimdi sinek, bir insan çalışmalarına bu kadar hakaret edebilir yani… :D ) kadar
bir mevzuya destanlar döşeniyorum. (Ama resim öğretmenlerimin ahı şimdi tutmuş
olacak ki, o ‘acısını çekme’ olayını yazılarımda yaşıyorum. Tıpkı resimde
olduğu gibi yazıda da ipin ucunu bir kaçırdınız mı, sizi heyecanlandıran o ilk
fikre dönmek giderek daha zor oluyor zira.)
Tabii bu tarz kendimi bildim bileli
uyguladığım bir şey olduğundan bana doğal geliyor, ama ilgi göreceği aklımın
ucundan bile geçmemişti. O yüzden şimdi kendi kendimi ve üslubumu sanki
dışarıdan bakarmış gibi gözlemlemeye çalışıyor ve şaşa kalıyorum. Hakikaten
nereden geliyor bu değirmenin suyu? Mübine Kılıkırkyarar ile önüne set çekmeye
çalıştık olmadı. Mertek Salgitsin’le saldık gitsin, gitmedi. Esin perilerinin
kuyusunu bile kuruttuk, tınmadı. :) Önünde sonunda bitecek, ama hayrettir, daha
HES meraklıları benim değirmenin suyunu keşfetmedi. Gene de bu gidişle göz
koyacaklardır, korkarım. :)) Oysa yenilenebilir enerji bakımından daha
zenginim. Kalemimin hareketlerinden (bir yazı için beş buçuk yazılık kelime
tüketiyorum) kaç mikrovat elektrik üretilir kim bilir? Veya bir tek yazı için
kafamda çakan sinapslar belki de koskoca bir şehri (Tamam, canıııım! Söz konusu
şehir bir nanokent!) aydınlatabilir. Pekâlâ! Söylemenize gerek yok. Gene çok
uçtum… Her halükarda içim kuruyana kadar yazmayı sürdürecekmişim gibi
görünüyor.
Eskiden İstanbul’da su kesintileri olurdu.
(Hatırlayanlar hatırlamayanlara anlatsın! :D ) Musluktan yükselen her sesin (genellikle
‘tsssss’ :D ) bir anlamı vardı. Örneğin iki saatlik kaçamak bir misafirlikten
döndüğünüzde musluktan kıkırtılar (nasıl da hain makara çeker o musluk,
günlerdir evde ‘Ha, geldi! Ha, gelecek!’ diye bekledikten sonra saat farkıyla suyu
kaçırmış olmanızla dalgasını nasıl keyifle geçer :D ) aşağı kattan bir haftadır
evyede bekleyen tabak çanakların dökme suyla yıkandığını gösteren şakırtılar
geliyorsa, geçmiş olsun. Sizin bulaşıklar yıllanacak demektir. İşte benim zaman
zaman verdiğim esler de bu seslere benziyor. Artık hangisinin suyun geldiğine,
hangisinin kesileceğine işaret ettiğini anlamak da size kalıyor. :)))
Edward Kinnally'den 'Controlled Turbulance' Diğer Çalışmaları 1 Diğer Çalışmaları 2 |
Geçenlerde bir arkadaşımın yönlendirmesiyle izlediğim Paralel Evrenler ve M Teorisi’nin işlendiği BBC belgeseli zaman zaman kafamın takıldığı
konuları yeniden düşünmeme yol açtı. Bu belgeselde ilk söylenen şeylerden biri
atomik partiküllerin tam yerini tespit etmekte çekilen güçlüktü. Yani o yaramaz
elektronları bir noktada tespit ettiğin anda gitmiş oluyor, “Aaa, gitti!”
dediğin süre içerisinde – atıyorum –
milyonlarca kez gidip geliyor. Çat burada, çat kapı arkasında, ama süpürge
değil. :)) Teoriye göre ‘kapı arkası’ paralel evren. Gene bu teoriye göre
birbirine dokunur dokunmaz mesafelerde (bu da benim uydurmam :D ) sınırsız
sayıda (teoriyi oluşturanlar üslü sayılarla kendi aralarında anlaşıyorlar, ama
dedik ya bizim kafamız anca bu kadarına basıyor) paralel evren var. Yukarıda
bahsettiğim o ‘dokunur dokunmaz mesafe’ genellikle âşıklar arasında
romantik-bilimkurgusal cilveleşmelere konu olur. “Sana hep bir önce
yaklaştığımın yarısı kadar yaklaşsam asla bir araya gelemeyiz, çünkü hep bir
önceki mesafenin yarısı kadar bir uzaklık kalır aramızda…” muhabbeti ve
akabinde kuramın aksinin ispatıyla :)) sona erer. On ila on beş yıl evli kaldıktan sonra ise “Gördüğüme inanacağıma, pozitif bilime inanmış olsaydım,
şimdi aramızdaki mesafe bunun birkaç katı olurdu. Çok da iyi olurdu.”
laflarıyla vahvahlanarak hatırlanır. :D Gırgırı kesip konumuza dönersek bu
partiküllerin bir ‘an’ da bizim evrenimizde var olurken, aynı ‘an’da başka
evrenlerde de var olduklarını söylüyor bilim adamları. O malum benzetmeleri de
yapıyorlar; bir evrende Waterloo Napolyon tarafından kazanılmış, bir başka
evrende İngiltere Amerika’yı kolonileştirmeyi başarmış (adamların en büyük
rüyası, n’apsınlar :D ), bir diğerinde Elvis hâlâ yaşıyormuş vs,vs, vs… Tabii
Napolyon’un, İngiltere’nin, Elvis’in hiç var olmadığı evrenler olma olasılığını
atlamamak kaydıyla. Böyle bir olasılığı düşünmek ne kadar zor geliyor değil mi?
Yani sizin olmadığınız, ama hayatın üç aşağı beş yukarı aynı şekilde sürüp
gittiği bir evren… Ama bir düşünün; bir yumurtayı milyonlarca spermden yalnızca
biri döllüyor. Yani milyonlarca potansiyel hayat daha en başından, hiç
yaşanmadan heba olup gidiyor. Oysa bu teoriye göre o milyonlarca potansiyel
hayat gerçekleşme imkânı, olasılığı, artık ne derseniz deyin, buluyor. Üstelik
bu var olma olasılığının da sayısız olasılığı var. Hatta neden konuyu sadece
insan bazında düşünüyoruz ki? Gözümüzle gördüğümüz görmediğimiz her şey için
sayısız olasılık, o olasılıklar için bile sayısız olasılıktan bahsediyoruz.
Böyle düşününce olayın muazzamlığı göz korkutuyor tabii. Tevekkeli İngilizlerin
kült dizisi Doctor Who’daki Doktor kafayı yemiş… :D İyi de böylesine büyük bir
olasılıklar ummanına nasıl yer bulunabilir ki? Az önce bahsettiğim dokunur
dokunmaz mesafeler ile ‘çat burada, çat kapı arkasında’ olayı bu konuda işe
yarıyor olsa gerek. :)) Belgeselde söylenenlerden anladığım kadarıyla her şey bir fizik denkleminin içinde var olabiliyor. Evrenimiz, evrenler, hadi daha
ileri gidelim öncesindeki tekillik, tekilliğin içinde bulunduğu olasılıklar bir
denklem haline getirilebiliyor, ama insanlar bunları sıradan bir şekilde deneyimlemekten
aciz… İyi de gerçekten öyle mi? İşte benim aklıma takılan yüz puanlık soru! :D
Sahiden böylesine muazzam bir şeyi tecrübe etmiyor olabilir miyiz? Yoksa ‘bu
ak, bu kara’ diye kabul ettiğimiz kurallar gibi ruhumuza işlemiş şeyleri
sorgulamayı düşünmediğimiz için mi bize öyle geliyor? Mesela durup dururken,
turp gibiyken insanın neden dirseği sancır? :)) En sakin ve huzurlu anınızda
neden gözünüz seğirir, hiç yoktan bacağınız boşalır? Ben iki gün boyunca
parmağı deli gibi kaşınan, doktor doktor gezdiği için herkes tarafından deli muamelesi gören birini biliyorum. İki gün sonra kaşıntısı kendiliğinden
geçmişti. Ne bir şiş, ne bir kızarıklık, ne de başka bir şey? Sadece uyku bile
uyutmayacak ve hiçbir yöntemle ve ilaçla kesilmeyen bir kaşıntı. Gittiği
doktorlardan biri haline acımış olacak ki; “Bu hayalet uzuv sendromuna
benziyor.” demiş. Yani uzuv kaybedildikten sonra sinirlerin yeni duruma alışana
kadar artık orada olmayan noktalarda bir rahatsızlık sinyali vermesi hali… İyi
de bizim arkadaşın uzvu sapasağlam yerinde. Ama ya ‘Paralel Evren Arkadaşın’
parmağına bir şey olduysa? Bu fikri açıklamadan evvel epeyce kafamda evirip
çevirmeme, söylememek için beynimin en derin çukuruna atmama rağmen yaydığı
ışıltı (on mumluk parlak bir fikir ya, o açıdan :D ) yüzünden dayanamayıp
arkadaşıma yumurtladım. O ise – iki gün boyunca tanıdık tanımadık herkesten
paranoit şizofren muamelesi görmenin de hırsıyla – bana oracıkta aklımı peynir
ekmeğe katık yapmışım gibi baktı. Tabii bu olay arkadaşımın kısa bir süreliğine
ve kendi kendine iyileşen bir çeşit uyuz olduğu anlamına da gelebilir. (Burada
uyuz kelimesi hem gerçek, hem mecazi anlamda kullanılmıştır. :D )
Eee, size n’oluyo’ şimdi? Siz de bi’ tuhaf
bakıyo’sunuz ama… Vallahi ben bilim adamlarının yalancısıyım. Yok sicim
teorisiymiş. Yok fizik kuralları evreni oluşturan sicimler senfonisindeki
armoniymiş. Yok boyut sayısı üç (hadi Einstein’dan sonra zamanın eklenmesiyle
dörde çıktıydı da, sesimizi çıkarmadıydık :D ) değil, tam on bir taneymiş. Yok
sicimler aslında evrenimizi oluşturan zarın yapı taşlarıymış. Yok on birinci
boyut bir milimetrenin trilyonda biri kadarmış. Yok onun sayesinde paralel
evrenler ispatlanıyormuş. Onca ayakları yere basan (Ki ayakların yere basması
için gerekli olan yerçekimi ile de pek anlayamadığım bir zorları var bu
adamların. Diyorlar ki yerçekimi kuvveti olması gerekenden azmış, çünkü… Offf!
Neyse siz de seyredin! Anlarsanız, bana da anlatırsınız. :D) fizik teorisinden
sonra benim deli saçması fikirlerim mi fazla geldi? Hem bu daha hiçbir şey
değil. Hani uzay yolculuklarına çıkmak, uzaydaki büyük mesafeleri daha kısa
sürede ve insan bedenine zarar vermeden almak için son teknoloji gemiler
yapmayı hedefliyor ya dünya. Ya buna hiç gerek yoksa? Ya biz hiç farkında
olmadan her gün – ne her günü, her an – fark etmeden evrenler arası yolculuklara çıkıyorsak. Atom parçacıkları çat burada, çat kapı arkasında
sürtüyor da, atomlardan oluşan insan eksik mi kalacak yani? :))
Iııııı…. Siz şimdi bunları düşüne koyun, yüzünüzdeki
ifadeler değişince ben tekrar uğrarım. :D
Jessie Wilcox Smith'den 'Mother and Child' Diğer Çalışmaları |
“Ay, şunun surata bak! Hık demiş burnundan düşmüş ayol
bu! Ama haklısın şekerim! Yani İngiltere Mingiltere, bunun yanında ne ki? Demek
Prof. Worthington’ın teklifini bu şişe mantarı yüzünden reddettin.”
“Aman, bırak! Şartlarını hiç beğenmemiştim zaten.”
“Ayol dünyanın sayılı üniversitelerinden birinde kariyer yapmanın nesini beğenmedin?”
“Aaa! E, çayın bitmiş senin. Ben hemen yenileyeyim.
Sen şu yaş pastadan aldın mıydı? Köşedeki pastane yapıyor…”
……………
“Eeee, nasıl geçti konser?”
“Çok tatlıydıııııı!!!!!”
“Üstüme iyilik sağlık! Elin kazık kadar piyanisti için
söyleyecek bir tek ‘çok tatlı’ sıfatını mı bulabildin?”
“Ama öyleydi. Önce pembe tütülüler çıktı. Böyle yerden
bitme beş tip… Bizimki de solist…”
“Sen neden bahsediyorsun yahu? Siz dün sadece bir gece
konser versin diye yalvar yakar getirtilen dünyaca ünlü şu piyanistin
resitaline bilet almamış mıydınız? Üç ay peşinden koştun, bir ay şafak saydın
hani…”
“Yok canıııım! Dün bizim ufaklığın okulda gösterisi
vardı.”
“Hani o gelecek haftaydı.”
“Son anda değiştirdiler zamanını. Öğretmenlerinden
biri mi gidiyormuş ne…”
“Tüh! Yandı sizin konser biletleri desene!”
“Bilet dedin de aklıma geldi; şehir içi ulaşımda bileti
tamamen kaldırmışlar, haberin var mıydı? Ben geçen gün…”
……………
“Tatil nasıl geçti? Yediğin içtiğin senin olsun, gezip gördüklerini anlat! Nasıl, çok mu güzel oralar?”
“Acayip güzeldi. Deniz, güneş… Bizim pansiyonun önü de
yeşillikmiş. Bayıldım, bayıldım. Bizimkinin şerefine güzel de bir gece yaptık,
vur patlasın, çal oynasın… Bu aralar pek somurtkan, ama o gece şöyle hafif bir
makyaj yaptı. Görsen, bir içim su! Tabii istediği okulu kazandığı için de biraz
şişindi.”
“Yaaaa! Bi’ de o var di’ mi başınızda? Gelecek sene göçeceksiniz o okula para yetiştirmek için… Bi’ dak’ka, bi’ dak’ka! Ne
pansiyonu bu?”
“Şu kuzeydeki kasabalardan birinde harika bir yer
bulduk. Nasıl ferah anlatamam. Hem sabah kahvaltısı da onlardan. Bir de kocaman
mutfakları var. Pazardan alışveriş et, istediğini pişir!”
“İyi de siz Avrupa sahilinde bir yerlerde güzel bir
otele rezervasyon yaptırmamış mıydınız? Ağzının suyu akarak anlatıyordun. Dört
değil, sekiz gözle bekliyordun. Kızın sınav hazırlıklarıyla boğuşmaktan canım çıktı
diyordun. Malak gibi yayıp, elini sıcak sudan soğuk suya sokmayacaktın hani?”
“Tüüüü! Görüyo’ musun? Ben bu sabah tesisatçıyı
arayacaktım. Şimdi sen sıcak su deyince aklıma geldi. Dur, ben o işi
halledeyim. Allloooooo…”
………….
“İtiraf et hanım! Sen bu evi hiç satmak istemiyorsun.”
“Ne alakası var? Ev dediğin on yılda bir
değiştirilmeli. Yoksa çok problem çıkarır.”
“Madem öyle, yedi yıl önce aklın neredeydi?”
“Aman! Müşteri mi vardı o zamanlar? Kriz, mriz…”
“Sanki şimdi var. Üç aydır emlakçıda, ancak iki kişi
geldi. Güzelim ev, ama piyasa durgun işte. Kız evlenmiyor olsa…”
“Saçma sapan konuşma! Kızın evlenmesiyle ne ilgisi
var? Çok büyük bu ev. Temizlenmesi dert. Üç yılda bir boya badana… Vallahi
bıktım. Hem her gün aynı manzara, sıkıldım artık. Biraz hayatımızı yaşayalım.
Şöyle güzel kutu gibi bir ev alırız.”
“Kalan parayla da kıza ufak bir ev için peşinat… Yoksa
altlarına bir araba mı?”
“Ya sahi, gazetedeki tuhaf arabayı görmüş müydün sen
bu sabah? Adam tek kişilik bir otomobil yapmış, yatarak kullanıyormuş. İlahi!
Ben daha otururken uyukluyorum…”
………….
“Telesekretere de bir mesaj bırakmış, dinleyince
beynimden vurulmuşa döndüm. Dur, bak! Kayıtlı hâlâ. Dinle!
‘Torunu okuldan alması için Müjgan’a rica ettim …
endişelenme… Akşamki davet için yaptıklarım dolapta… Biraz hızlı konuşuyorum,
çünkü şimdi gelirler…… Hah! Siren sesi geliyor… Kapı açık… Yatarak da
beklemiyorum… koltuktayım… merak etme… Korkma… bir şey olmayacak…. Olursa da…
fazla üzüleyim… deme... Ben de… benimkini… böyle kaybetmiştim… biliyor…sun… O… bana…
diye… medi… ben… sana… söyleye…yim… Seni… sev… meme… izin… ver…diğin… için…
teşekk…..’
Burada kesiliyor, bayılmış.“
“Nasıl? İyi mi şimdi?”
“İyi şükür! Hafif bir krizmiş. Eve çıkardık zaten. Yoğun
bakıma ilk girdiğimde ne dese beğenirsin? ‘ Vallahi çok güzel uyumuşum. Eve de
bu yataklardan almalı. Sahi n’oldu torunun okul işi?’ Boynuna sarılıp öpeyim mi, yoksa oracıkta boğazlayayım mı bilemedim, inanır mısın?”
“Bilmem mi? Benimki de aynı soydan. Ya soracağım,
soracağım unutuyorum. Sen buraya niye taksiyle geldin? Yoksa arabanın başına
bir şey mi geldi Allah korusun? Üniversiteden beri hayalini kurduğun otomobildi, nazar mı değdi?”
“Sorma, yaptık bir hata. Bir eve bir araba yeter
kardeşim. Müsrifliğin ne âlemi var. Sattım ben arabayı.”
“Aaaa, niye? Yağ gibi gidiyor diyordun. Gözünü
alamıyordun ayol arabandan. Yoksa… yoksa kızın okulu…”
“Yok canıııım! Bak, sen sen ol! O araba satıcılarının
palavralarına inanma! Her tarafı ayrı zangırdıyordu o nesnenin. N’oldu? Sen
neye bakıyo’sun öyle?”
“Kenarına bakıyorum.”
“Ha?”
“Hani ‘Kenarına bak, bezini al!’ diye biten bir atasözü vardır ya, işte o hesap!”
Cyril (Aquasixio) Rolando'dan Silent Prayer isimli çalışma Diğer Çalışmaları 1 Diğer Çalışmaları 2 Sitesi |
Geçenlerde bambaşka bir şeyler araştırırken bir sitede
gördüğüm ‘The Berlin Reunion’ veya orijinal ismiyle ‘Das Wiedersehen von
Berlin’ isimli gösteri beni alıp 70li yıllara götürdü. Ama önce 2009 yılında
sergilenen bu gösterinin Jean Luc Courcoult tarafından 1979 yılında kurulan
Royal de Lux isimli kukla topluluğu tarafından gerçekleştirildiğini söyleyeyim.
Zannediyorum televizyon haberlerine de kısaca konu olmuştu. Beni götürdüğü yer
ise Pilli Bebek isimli bir çocuk programı… Türkiye’de televizyon deneme
yayınları düzenli yayına dönüşmeye başladıktan sonra haberler ve koro halinde
şarkılara (!) ek olarak çocuk programları da devreye girmeye başlamıştı. Pilli
Bebek de bunlardan biriydi. O zamanlar bizim pek de farkında olmadığımız ölçüde
başarılı bir kukla filmiydi. Bir süre fenomen haline gelmişti. Hem de sadece çocuklar arasında değil, büyüklerin dünyasında da yer bulmuştu kendine. İki balıketi
kadını kendi bünyesinde buluşturup birbirine kaynaştırmış bir hanım olan
halamın kollarını bacaklarını iki yana aça aça ve biraz da (haliyle)
yerçekiminden bağımsızmış gibi hareket eden, başını abartılı biçimde iki yana
oynatan Pilli Bebek karakterini taklit ederek biz çocukları kahkahalara
boğduğunu çok iyi hatırlıyorum. Öylesine girmişti ki günlük yaşantıya (tıpkı
televizyonun kendisini çabucak kabul ettirmesi gibi) bir zamanların ünlü
şarkıcısı Şenay’ın (Sev Kardeşim, Hayat Bayram Olsa) eşi besteci Şerif
Yüzbaşıoğlu’nun lakabı bile Pilli Bebek olmuştu bir ara… :) Bunlar aklıma
gelince araştırayım dedim. Google sağ olsun :)) orijinal adının ‘Torchy the
Battery Boy’ olduğunu internetin dibini azıcık kazıyarak da olsa buldum. (Malum
Pilli Bebek adında bir müzik grubu var. Onlardan bizim gariban kuklaya sıra
gelmiyor. :D ) YouTube’da ilk bölümünü de görünce iyice emin oldum. Fakat o
zamanlar ayıla bayıla önüne oturduğumuz filmi şimdi seyredince Pilli Bebek
nasıl olup da gece rüyama girmemiş, kâbusum olmamış şaştım doğrusu… Siyah beyaz
ekranda bile tekinsiz görünen açık renk gözler (Vallahi çakır olmama rağmen
beni bile irkilttiler. Hatta haminnem gibi ‘Tü tü tü! Dağlara, taşlara…’
diyerek nazar duası okuyasım geldi. :D ) aykırı bir kaş şekli, bir çocuğa ait
olamayacak kadar mükemmel bir telaffuz (Meğer İngilizcesinde de aynıymış. Basit
bir ‘anywhere’ sözcüğünü bile enivhherr diye telaffuz ettiğini duyunca insanın
kanı donuyor. :D ) ve kulak tırmalayan bir ses. İşte o yüzden aklımda mal
bulmuş Mağribî gibi hemen paylaşmak varken son anda çark ettim. Neme lazım?
Hatırlayanlardan biri evladını çağırıp ‘Bak çocuğum, biz küçükken bunları
seyrederdik.’ deyiverir. Çocukcağızın yetişkinlik yıllarını terapistte
geçirmesinin sebebi olmayayım durup dururken. :))
Hadi Pilli Bebeği geçtik, ama hepimizin
karakterlerinin özenli fiziğine, dekorun yaratıcılığına hayran olduğumuz bir
başka kukla film daha vardı. Stingray… Jenerik müziğini ıslıkla çalmaya uğraşır
tok sesli sunucunun söylediklerini tekerleme gibi dilimize dolardık. :))
Oradaki kuklalar – hakkını vermek lazım – taş bebek gibiydi. Adonis ile Venüs
gibi vücutlar, Clark Gable ve Kim Novak benzeri suratlar… (Meğer hepsinin bir
modeli varmış gerçekten. Troy’unki James Garner, Marina’nın ki Sylvia Anderson,
ki kendisi aynı zamanda kuklaların yaratıcısı. Hele de Claude Rains’in hık
demiş burnundan düşmüş olan Ajan X20…) Eh, konusu da zaten bilim kurgu. Gerektiğinde
bir düğmeye basıp yer altına gizlenen koskoca binalar (Tabii o zamanlar onların
el kadar maketler olduğuna kafamız basmıyordu. :D ), sudan yükselen roketler,
Stingray’in peşindeki o kötücül, metalik balıkla kaçma kovalama sahneleri…
Hepsini ağzımızın suları akarak seyreder, sonra sokağa fırlayıp ‘Sen Troy’sun,
ben Fons’um.’ diye bağıra çağıra Stingraycilik oynardık. Oysa şimdi
seyrettiğimizde ne kadar donuk kalıyorlar. Tabii onların üzerinden ne çizgi
filmler, ne bilgisayar hileleri geçti. Artık aynı hayranlıkla seyretmenin
olanağı yok. Hatta Pilli Bebek beni benden aldı yukarıda da bahsettiğim üzere…
:)) Gene de bizim kuşağımıza televizyonun kökünü kazımaya çalıştığı eğlence ve
sanatları tanıtmış olması bakımından önemli dizilerdir. Bir de televizyonda tiyatro
vardı ki, Nisa Serezli’yi kendine has konuşması ile Tatlı Kaçık’ta seyretmenin
tadı hala dimağımdadır. Ama artık o da başka bir yazıya kalsın.
Michael Oswald'dan 'Soul Searching' Diğer Çalışmaları Sitesi |
Dünkü yazımı okuyunca Presbiyopik Hafıza Sendromuna
düşündüğümden erken yakalanmış olduğumu fark ettim. Bir gün önce hangi muhteşem
(!) diziyi seyrettiğimi hatırlamazken otuz küsur yıl önceki televizyon
programının ayrıntılı çözümlemesini (!) yapmaktan daha esaslı kanıt olur mu?
Nasıl saçlar beyazlayınca gözler uyum yapma yeteneğini kaybediyor (Bu saç göz
ilişkisi de pek hoştur doğrusu… Saçlar kuzguni siyah ve tüm gelecek ayaklar
altındayken uzakları görmekte zorlanırsınız. ‘Onlar beyaz değil, meç, meç!’sakızı ağza dadandığında ve o nurlu (!) ufuklar artık yakına gelmişken birden Kaf
Dağı’nın ardını dahi görmeye başlarsınız. :D ), hep önümüzdeki erişilmesi zor
mesafelere ayarlı kalıyorsa, hafıza da ters yöndeki uzaklıklara kilitleniyor.
Tabii bunun sonucu aşağıdaki gibi konuşmalar olabiliyor.
“Mirim hatırlar mısınız, 1366 kışında Zühdü Bey’in
üçüncü göbekten kuzini Sabahat Hanımların Merkepbağırtan Sokağı’ndaki yeşil pancurlu
evine gitmiştik? Hani bahçe kapıları da dertliii dertli inilderdi.”
“Nasıl unuturum? Sabaha kadar çalıp söylemiştik. Hatta
tipi olmuştu, şimal-i şarkîden pek kuvvetli poyraz esiyordu. Ertesi gün öğlen
vaktine kadar kesilmediydi. Sizin üzerinizde pek afili bir İngiliz’den yeni
diktirdiğiniz takım vardı.”
“Zühtü Bey’de pek keyifsizdi de, ben akşama kuru
fasulye var, diye zorla ikna edip getirdiydim. Keh keh keh! Bir de ayakkabılarını
giyerken o yüzden bir kaza olmuştu.”
“Yok canım! O on gün sonra Bedrettin Beylerde olmuştu.
Sabahat Hanımlarda kuzu kapama yemiştik biz. Geçen gün karşılaştık onunla da.
Epey hoş beş ettik.”
“BABAAA, SEN SABAHAT HANIM’LA YEDİ YIL ÖNCE
KARŞILAŞTIN. KADIN ÖLELİ İKİ YIL OLUYOR.”
“Hadi oradan! Sen önce dün akşam yaptığın bamyaya tuz
koymayı öğren, sonra karışırsın büyüklerin lafına!”
“BABAAA, SEN DEĞİL MİSİN SAFRA KESEME DOKUNUYOR DİYE
ÜÇ YILDIR EVE BAMYA SOKMAYAN?”
“Ne bağırıyorsun? Karşında sağır mı var?”
“Neyse, bu akşam mücver yapacağım, altı aydır
sayıklıyordun. Afiyetle yersin.”
“Kaç defa söyleyeceğim kelimeleri ağzında geveleme
diye. Bu yaşına geldin doğru konuşmayı öğrenemedin.”
“DİYORUM Kİ AKŞAMA MÜCVER VAR!”
“İyi, pek severim. Yalnız o kadar sık yapma! Daha iki
gün önce yediydik. Doktor kızartma iyi gelmez diyor, bak!”
Aslında her zaman bazı savantlarda olduğuna inanılan
(yüzde yüz kanıtlanamamış) fotoğrafik hafızaya özenmişimdir. Bir şeye bakıyorsunuz
ve fotoğrafını çekmişsiniz gibi istediğiniz zaman kişisel arşivinizden çağırıp
yeniden bakabiliyor, okuyabiliyor, değerlendirebiliyorsunuz. En çok da şiir,
anekdot, isim hatırlamakta usta olan kişilere rastladığımda bu hırs ve kıskançlığa kapılırım. Hani bir sohbet açarsınız, gayet sıradan, günlük bir
konuda… Adam pat diye ünlü bir şairin o konuya gönderme yapan şiirini
okuyuverir. Böyle bir hafızaya hayran kalmamak elde mi? Herhalde bu insanların hafızalarındaki
arşiv memurları çok titiz ve dakik olsa gerek. Google’un daha akıllı ve sorumlu
olan bir çeşidi gibi. Konuşmada geçen sözcükleri tarayıp arşivden ilgili ne var
ne yok indirip önüne seriyor. Üstelik ‘Siz böyle dediniz, ama onun doğrusu şöyledir. Biz size yüz elli bin kadar sonuç çıkaralım. Belki kafanıza yüz elli
bin defa vurarak doğrusunu belletebiliriz.’ gibi ukalalıklarla moralini de
bozmuyordur büyük ihtimalle. :)) Benim arşiv memuru ise şu şekilde çalışıyor:
“Bugün hava pek güzeldi.”
Trık! Cümle bizim memurun önüne gidiyor ve tarama işlemi
başlıyor.
“Bugün… günün tarihi… ııııı… bugün ayın kaçıydı?
Buralarda bi’ takvim olacaktı. Beyin duvarına iliştirmiştim. Tabii kıvrımlar
düzleştikçe patır patır düşüyor astıklarım. Hah! Buradaymış. İyi de bu 1993
yılının… Olsun! Oradan saya saya geliriz. Yeter ki o yıl hafızaya başvurulmuş
bir tarih bulalım. Hmmmmm…. Vallahi bilemedim. Bari hangi günde olduğumuzdan haberimiz
olsaydı. En son bir salı hatırlıyorum, ama acaba o zamandan bu yana kaç gün
geçti? Salı günü sallanır derler, biraz sallasam birkaç dut… şey yani… ipucu
düşer mi acaba? Amaaaan, neyse! Bu kelimeyi atlayıp öbürüne geçelim biz. Vakit
kaybetmeye gelmez… Eee, ikinci kelime neydi?... Sahi neydi yav’?”
Sonunda kelimelerden biri – o da kazara – bir çağrışım
yaptığında söz konusu cümle sarf edileli yarım saat geçmiş oluyor. Yani sohbetle
ilgili anlamlı (anlamsızları bolca var da) alıntı yapamıyorsam, bunun tek
suçlusu benim tembel arşiv memurumdur. :)) Bill Gekas'tan 'Retro Child' Diğer Çalışmaları 1 Diğer Çalışmaları 2 Sitesi Blog |
Bu fotoğrafik hafıza konusuna kafam fena takıldı.
Hakikaten hafızanın bu şekilde işliyor olması çok ilginç. Aslında biraz da
dalgın olduğunuzda yarı istemli olarak başvurduğunuz hatırlama tekniklerine
benziyor. Hani telefonla konuşuyorsunuzdur da o anda ilgilenmeniz gereken, ama
bilinçli dikkatinizi yöneltemediğiniz bir başka konu (Eğer söz konusu kişi bir
kadınsa konu sayısı en az üçten başlar: ‘Saçım düzgün mü?’ ‘Kızın veli
toplantısı bugün müydü?’ ‘Mutfaktan yanık kokusu mu geliyor?’ ‘Holdeki saat
kaçı çaldı öyle?’ ‘Hiii, işe geç mi kaldım?’ vs.) vardır. Telefonu kapattıktan
sonra o sürede bilinçaltına kaydettiğiniz görüntü, ses, koku, his gibi verileri
çağırır ve genellikle oldukça sağlıklı bir bilgiye ulaşmayı da başarırsınız. Fotoğrafik
hafızada bu durum daha bilinçli ve uzun süreler için yapılabiliyor sanırım.
Aradan on yıllar geçtikten sonra bile söz konusu bilgiye ulaşabiliyorsunuz. Hem
de eksiksiz, fotoğrafını çekip muhkem bir yerde saklamışçasına net… Eh, insan beyninden daha muhkem bir kasa da daha icat edilmedi. Düşünüyorum da; keşke
biriktirdiğimiz paraları da o kasada tutabilsek. Hatta daha ileri giderek bir
Beyinbank oluşturup faiz bile tahakkuk ettirebilirdik. Ne iyi olurdu. Yalnız
İsviçre’nin ekmeğiyle de oynamamak lazım. Durup dururken saat ve çikolatayla
geçinmek zorunda bırakmayalım adamcağızları. :))
Böyle bir hafızayı insanlara sonradan kazandırmak
mümkün olsa kim bilir şimdi teknoloji ne kadar değişik bir yöne ilerlemiş
olurdu. En azından fotoğraf makinesini envanterden düşmek lazım. İstediğim şeyi
tek bir anını bile unutmadan zihnimden pırıl pırıl, üstelik sesli, kokulu,
hisli bir biçimde çağırıp bakabildiğim bir dünyada bütün bunları suni ve
eksikli olarak yapabilecek bir makineye neden ihtiyaç olsun, değil mi? Ama
diğer yandan şu insanoğlu çok tembel… Mesafeleri iki bacağıyla aldığı süreye
fena halde (!) ihtiyaç duyduğundan yemeyip içmeyip otomobilleri yaptı. (Yani şu
fıkradaki gibi ‘Bir aylık işi bir günde halledersem, kalan yirmi dokuz günde ne
yapacağım?’ diye soran, eden olmamış demek.) Hatta o da yetmedi; yürüyüş
mesafesinde kullanmak üzere bir Zencefil (Ginger) düşünüp, üstüne üstlük bunu
toplumun yüzde altmışlık bir kesimine (Aziz Nesin ölçeğiyle konuşuyorum, çünkü
bu şekilde az da olsa kendimi kurtarma ihtimalim var. Yoksa Heinrich Heine ölçeğine göre ölmüşüm, ağlayanım yok! :D ) çağın buluşu diye yutturdu. Bu
durumda yukarıdaki çıkarımı bir kez daha düşünmek lazım. Belki de herkesin fotoğrafik hafızaya sahip
olduğu bir dünyada (yoksa paralel evrende mi desem :D ) fotoğraf makinesi için
şöyle bir reklam kampanyası dahi yapılabilirdi: “Hayatınızın her anını beş
duyunuzla hatırlamaktan bıktınız mı? Hafızanızı boşaltın! Size o anları dikkat
dağıtan ayrıntılardan uzak, sadece bir görüntü olarak sunacak ‘asrın keşfi’
fotoğraf makinesi ayağınıza geldi. Üç bin milyon on yüz bin lira, üstelik kredi
kartına hiç taksit!” :))
Tamam, tamam! Paralel evrenden çıkıp öz be öz
evrenimize giriş yaptım. Yalnız gelirken ajan olarak kullanmak üzere yanımda
birini daha getirdim. (Bir düşünün fotoğrafik hafızaya sahip bir ajan ne kadar
kullanışlı ve ekonomik olurdu. Taksitli modellerimiz de mevcuttur. :D ) Girsin böyyük devletlerin en gizli kuruluşlarının en gizli odalarındaki en gizli bölmelere… Bakın Wikileaks falan para ediyor mu? (Gerçi ona da ismini kim
yakıştırdıysa? Bence Wikifall veya Wikiflood daha uygun düşerdi.) Adamımız bakar
bakmaz çıt diye flaşı çakar ve hafızasına nakşeder belgeleri, sonra da koşup
her şeyi teeeek tek anlatırdı:
“… Sonra belgenin ikinci paragrafına geçiyoruz abi.
Yeniden Keşfetmeye Hiç Gerek Olmayan Yapışık Elli Birler Devleti zıpırıfınış
cıbısınç’daki hiç okunmuyor devletine kocaman kahverengi bir leke tarihinde
saldıracak ve kendi ülkesini korkunç bir yıkımdan son anda kurtardığı
iddiasıyla, zeytinyağına açık fark atacak özgül ağırlığını tüm dünyaya ilan
edecektir.”
“Ooolum, bu ne biçim fotoğrafik hafıza? Zıpırıfınış cıbısınç ne? Hiç okunmuyor devleti diye bir yer yok! Kahverengi bir leke tarihi
ne demek? Sen paralel evrenden buraya geçerken arıza mı yaptın, yoksa bize eski
modellerden birini mi kakaladılar?”
“Ben n’apiim abi? Birisi çok gizli evrakın üzerine
kahve dökmüş.”
Ehem… şey… Galiba yazıyı bitirme vakti geldi. Hava
muhalefeti nedeniyle bir süre her türlü araca uçuş yasağı konmuş. Kendime
inecek bir yer bulsam iyi olacak. :))
Chuck Close'un 'Brad' ve 'Kate'inden detay, 'Lorna Simpson' ve 'Cindy Newman' portreleri ile kendi portreleri arasında pozu Diğer Çalışmaları 1 Diğer Çalışmaları 2 Sitesi |
Bu haftanın oldukça yoğun bir gündemi varmış ajandama
bakılırsa; 10 Mayıs Engelliler Haftası, 12 Mayıs İşitme ve Konuşma Engellileri
Günü… Bizim zamanımızda ‘sakat’ denirdi. Sonra düşündüler taşındılar, bu
kelimenin aşağılayıcı olduğuna karar verdiler ve ‘özürlü’ dediler. Şimdilerde o
kelimeyi de bozuk para gibi harcadığımızdan (daha önce de bu konuda yazmıştım;
kelimeler masumdur, onları kirleten insandır diye…) dilimizi dişlerimize
değdirmekten dahi sakınarak, terbiyeli terbiyeli ‘Engelli’ diyoruz. Bunu da
yıprattıktan, üzerine kendi ön yargılarımızı yığdıktan sonra bir başka sözcük
buluruz hayırlısıyla. Sözlükte kelime mi yok? Hele de insanları kategorize eden
ifadeler söz konusu olduğunda ibadullah; uzunlar-kısalar, sarışınlar-esmerler
(kızıllardan bahsetmiyorum, onlar bir süper grup, kumrallar da ortaya karışık
:D ), beyazlar-siyahlar, sağcılar-solcular, haçlılar-aylılar-heksagramlılar-tekerlekliler-lotuslular
vd., iyiler-kötüler, kadınlar-erkekler, engelliler-……. Sahi engellilerin
karşısına kimi koyacağız biz? Engelsiz insan var mı bu dünyada? Engel
dediğimiz; çıplak gözle görünmeyen bir DNA kodundan gezegenler, galaksiler
arası mesafeye kadar değişen boyutlarda; yanlış yerde, yanlış zamanda çıkan bir
sivilceden ömür çalan bir tümöre kadar geniş bir önem yelpazesinde; bir iki
saniye kaybettiren bir aksilikten hayatı kökünden silkeleyebilecek bir felakete
kadar uzanabilecek olasılıkta bir şey… Zaten yaşamın kendisi engelleri yenmek,
yenemediklerimizi ya kabul etmek ya da başa çıkmak için yeni yöntemler
geliştirmek demek değil mi? Yani ana karnına düştüğünüz andan itibaren bir
engellisiniz. O zaman toplumun kendini ‘normal’ (!) diye tanımlayan kısmı ile
aynı engellerle savaşırken daha fazla zorlanması sebebiyle izole etmeye
tevessül ettiği kişileri ‘engelli’ (!) diye nitelemek biraz anlamsız kaçmıyor
mu? Görenlere göre düzenlenmiş bir dünyada engel; görmezin sahip olamadığı duyu
mudur, yoksa görenin düşüncesizliği mi? Duyanlara hitap eden bir sistemin
dayatılması duymazların kaderi mi, yoksa duyanların zihinsel engeli mi? Hazır laf açılmışken; sevgi dışındaki bazı konuları geç kavrayan bir zihin mi
engellidir, yoksa kendi var olma biçimini normal (!) ilan edip farklı olana
geçit vermeyecek kadar sevgisiz olan mı? Bir başka açıdan düşünelim; bir
uzvundan, duyusundan, yeteneğinden mahrum kalmak mı engeldir (ki bu durumda
dünyanın en engelli kişileri yaşlılar olmaktadır, zira bütün duyuları, zekâ ve
beden kapasiteleri azalmış veya giderek azalmaktadır), yoksa saniyenin onda biri kadar kısa bir anın ‘Engelli’(!) ile ‘Engelsizi’ (!) birbirinden ayıran
inceciiiik bir zar olduğunu hayal edemeyecek kadar izansız olmak mı? (Ki
hepimiz bu açıdan az veya çok engelliyiz.) Sorun bakalım inşaat tepelerinde
türkü çığırarak keklik gibi seken ‘İbo’cuklarımıza; “Düşmekten korkmuyor
musun?” diye. Çoğu yalancı bir kahramanlık gösterisiyle; “Acı patlıcanı kırağı çalmaz. Bana bir şey olmaz.” diyecektir. Düşerse – Allah göstermesin – ölür,
işte o kadar… Çok azının aklına ölmezse neler olabileceği gelir. O ihtimali de
‘ölmekten beter’ diye tanımlayarak zihinlerinin en derin çukuruna gömerler. Ah,
biliyorum; cahil diyeceksiniz, genç diyeceksiniz, daha da ötesi yoksul
diyeceksiniz. (Bunlar da adını anmadığımız diğer engeller, öyle değil mi? :D )
Peki ya son model arabasının direksiyonuna oturup en basit güvenlik önlemini
bile almaya lüzum görmeyen saçı başı ağarmış olanlar? Onlar da mı cahil, yoksul,
genç? Kanunen en azından ilköğretim mezunu olmaları gerekiyor da (ehliyetli olanları
kastediyorum elbette :D ), o açıdan söylüyorum. Hatırlıyorum da; bir keresinde
iki üç dakika kazanmak için çok riskli bir hareket yapan arkadaşımı uyardığımda
üşenmemiş bana o durumda bir aksilik çıkmasının olasılık hesabını yapıp vermişti. Bilmem kaç yüz binde birmiş… Ben de o kâğıdın üzerine şu soruyu
yazmıştım; bu bilmem kaç yüz binde bir olasılık gerçekleştiğinde hayatta kalma olasılığı nedir? Daha hayatta kalınırsa ne gibi koşullarla karşılaşılacağı
olasılığından bahsetmeme gerek kalmadan konu kapanmıştı. :)) Çünkü kabul etmek
ne kadar zor gelse de, milyonda, trilyonda, katrilyonda bir başınıza
gelebilecek bir olayda milyonuncu, trilyonuncu, katrilyonuncu olma olasılığınız
her zaman… HER ZAMAN birde birdir. Asıl engel ; ‘Bana da olabilir.’ kavrayışına
sahip olmamızı kısıtlayan samimiyetsiz merhamet gösterileri ve davranışlarıdır.
Engel tanımayan tek şey ise insanı ‘Engelli’ (!) kategorisine sokacak
koşulların niteliği ve niceliğidir.
Engelini aşmaya çabalayan bir ‘Engelsiz’den, engelsiz ‘Engellilere’ selam olsun…
Zadok Ben-David'den 'Looking Back' isimli eser Diğer Çalışmaları Sitesi |
Dünkü yazıma bazı resimlerini koyduğum Chuck Close bir
insanın engellerini aşmakta nelere kadir olabileceğinin canlı kanıtlarından
biri. Hayır, 1988 yılında sanatını elinden almaya yeltenen ‘Vakıa’yı (The
Event) kastetmiyorum. Aslında öncesi de var. Close hiperrealist bir ressam.
Yani ayrıntılarla tutkulu bir aşk :)) yaşayan sanatçılardan. Fotoğraf gibi
manzara, natürmort, mimari çizimler yaparsınız da portre çalışmak daha zordur.
Çünkü yaptığınız manzara resmindeki dağlar, natürmorttaki portakallar veya
binaların kolonları dile gelip; “Burnumu çizememişsin işte. Ne o öyle? Karl
Malden’e benzemişim yahu.” demez, ama insan denen nankör mahlûk :)) öyle mi?
Hemen yapıştırır dilinin ucundakini; “Armut kafa çizmişsin beni yaaa!” (Portre
ressamı olmak istiyorsanız, sakın yaptığımı yapıp; “Kafan armuda benziyorsa ben
n’apiim?” şeklinde cevap vermeyin. Saatlerce kan ter içerisinde uğraşarak
yaptığınız çöp adamı anında kafanıza ekliyorlar. :D ) Chuck Close’un portrelere
yoğunlaşması ise olağandan daha zor, çünkü yüzleri tanımasını zorlaştıran Prosopagnosia’dan (Yüz Körlüğü) muzdarip. Her
sabah aynaya baktığında “Hiii, eve hırsız girmiş.” diye bağırmasına sebep
olabilecek cinsten bir illet. :)) Şimdi, sizin böyle bir sorununuz olsa tutup
da; “Ben ille de portre ressamı olacağım.” diye inatlaşır mıydınız hayatla?
Close inatlaşmakla kalmamış, bir de hiper başarılı :)) olmuş. Tabii bu konuyu
resim yapan biri olarak değerlendirdiğinizde dezavantajı avantaja çevirebilecek ayrıntıları da fark edebiliyorsunuz. Neden avantaj? Çünkü çizdiğiniz yüzle
sübjektif hiçbir ilişkiniz kalmıyor. Benzetmek veya benzetememek sizin için
fazladan bir kaygı ve / veya baskı olmaktan çıkıyor. (“Abi, adama her gün
portresini yaptığı adamı yeniden tanıştırıyorum. Tablo bittiğinde dağa kaçmış ineğe benzerse hiç şaşmam.” diyen çevrenizin de sizden beklentisi olamayacağına göre
alabildiğine özgürsünüz yani. :D ) Bütün yapmanız gereken gördüğünüz çizgileri,
noktaları, lekeleri, renkleri, gölgeyi, ışığı (artık herhangi bir eşyayı nasıl
algılıyorsanız) doğru yere konumlandırdığınızdan emin olmak. Bunu Close’un
başarısını küçümsemek için değil, bir engeli aşmak için kullanılabilecek yol
yordamın çeşitliliğini vurgulamak açısından söylüyorum. (Hadi, hadiiii! Kedi
ulaşamadığı ciğere… :D ) Sanatçının daha sonra yaşadığı ve ‘Vakıa’ (Olgu) adını
verdiği felci bile adeta yok kabul edip resme devam etmesi ise zaten başlı
başına bir destan… Böyle bir adama bakıp hayran olmamanın olanağı var mı? Peki,
bunca şey başarmış biri olarak kendisi kim(ler)e hayran acaba? Ah, evet! Yarı
tanrı, çok muktedir gördüğümüz kişilerin birilerine hayran olması biraz tuhaf
geliyor, ama insana bu duyguyu yaşatacak öylesine basit şeyler var ki… Aslında
hepimiz hayran olunası insanlarız. Muhtemelen kendileri bilmese bile :)) pek
çok hayranımız da var. Ama kimse duyduğu hayranlığı açıklamaya yanaşmıyor.
Örneğin ailemizin demirbaşı kabul ettiğimiz ebeveynlerimize söyleyebiliyor
muyuz takdirlerimizi? Hiç olmazsa çoluk çocuğa karışıp (mecburen :D ) elimiz
ekmek tuttuktan sonra ayıldığımız bazı konularda başardıkları veya
başaramasalar da gayret ettikleri şeyler için onlara hayran olduğumuzu dile
getirebiliyor muyuz? (Gerçi ben anneme söylemiştim. Yanılmıyorsam şöyle bir
cümleydi: “Bütün gücümle sana benzememek için uğraşıyorum, çünkü hesapsız
kitapsız vericiliğin asla benim harcım değil.” Kadıncağız sevdim mi, dövdüm mü
anlayamamıştı. :D ) Çevrenize bir bakın! Kendilerini takdir etmenizi, hiç
değilse yaptıklarını fark etmenizi ve tabii bunu onlara da söylemenizi dileyen,bekleyen, isteyen ne kadar çok insan var. Her gün aksatmadan kapınıza gazetenizi
getiren kapıcınız veya bakkalın çırağı mesela… (Evet, yaptığı iş için para
alıyor, ama hem o parayı alıp, hem de Ali’nin gazetesini Veli’ye, Veli’ninkini
de Ali’ye götüren modelleri de var onların. :D ) Sadece grev yaptıklarında, o
zaman da pek hayırla anmadığımız çöp toplayıcıları… Gün boyu bin bir çeşit
insanla karşılaşıp, üstü ve astıyla didiştikten sonra size fazla içten olmasa da kibar bir gülümsemeyle ‘Hoşgeldiniz!’ diyen memurlar… Elinizde torbalarla,
yürümekten çok yuvarlanır gibi yaklaştığınızı görüp kapıyı size tutan kırk kat
el insanlar… Havadan sudan sebeplerle asfalyayı attırıp şerareler saçarak
infilak ettiğinizde anlayış ve sabırla her kıvılcıma yangın söndürücü sıkmaya
çalışan yakınlarınız… :))
Sanırım Alacakaranlık Kuşağı
dizisinin bir bölümüydü. Hikâyenin kahramanı patronundan zerrece takdir
görmeyen bir sekreterdi. İçinde olduğu sektör gereği şahit olduğu ünlülerin
gördüğü muameleye imrenirken, bir sabah uyanıp kendisini sekreterlere film
yıldızı gibi davranılan bir paralel evrende buluveriyordu. Para, şöhret, hayranlık, takdir, sınırsız pohpohlama… :)) Arada sırada çevremizdeki insanlara
böyle bir paralel evrende yaşıyorlarmış gibi davransak, belki de dünya daha iyi
bir yer olurdu, ne dersiniz?
Hazır bu parlak fikir aklıma
gelmişken yemedim içmedim, pop yıldızı muamelesi görmek için sağa sola haber
saldım. Bugün beni her gören çığlık çığlığa bağırıp üstünü başını parçalayacak.
Gerçi ikna etmem biraz kolay oldu gibi geldi. ‘Yeni elbiseniz benden.’ dediğim
için olabilir mi, acaba? :))
Jaume Plensa'dan 'El Alma del Ebro' Sitesi Diğer Çalışmaları |
Geçen gün kendisinden
bahsetmem hafızamı kontrol eden arşiv memurunun hiç hoşuna gitmemiş. Ona on beş
dakikalık şöhretini kazandırmış olmamı bile umursamadan basmış dilekçeyi beyne…
AKA Beyinle İlişkili İşler
Bölümü Hafızadan Sorumlu Hipokampus, Amigdala, vs. Nöronları Başkanlığına,
Bir tarihte (Maalesef hâlâ
93 takviminden günümüze gelme işlemi sürdüğü için tam tarih veremiyorum.) halen
görevli olduğum arşiv sorumluluğumu layıkıyla yerine getiremediğim yönünde
dedikodular yapıldığına dair duyumlar almış bulunmaktayım. Esasen benim şikâyet
ettiği türden bir çalışan olmamın müsebbibi düpedüz bu dedikodunun kaynağı olan kişidir. İşbu sebeple kendisi hakkında beynî işlem başlatılmasını, mümkünse
kovuşturma sonucunun tarafıma yazılı olarak iletilmesini (Yalnız ana kapıdan
getirmesinler. O taraf ismi lazım değil bazı dedikoducular tarafından
gönderilen talepler yüzünden tıkanmış durumda. Pencereyi tıklasınlar, ben
alırım.) arz ederim.
İmza: Hafıza Arşivi Kıdemli
Baş Memuru Arızî Çipsi
Ek: Haklılığımı gösterir bir
dinleme kaydı.
1.Arkadaş: “Ya geçen gün
yolda kimi gördüm dersiniz?”
2.Arkadaş: “Kimi?”
AKA: “Aaa, ben biliyorum.
Sonra biz şeyde karşılaştık da, o zaman söyledi. Şeyde ya… hani kocaman bi’
yer…”
1.Ark. “Park mı?”
AKA: “Yok canım, ne parkı…
Şehrin göbeğinde. Caddenin, sokağın ortasında…”
2.Ark. “Meydan gibi yani…”
AKA: “Hah! Meydan! Şey
Meydan’ı… ııııııı… aman bilirsiniz! Hani hep geçeriz.”
2.Ark. “Nereye geçeriz?”
AKA: “Karşıya canııııım.”
2.Ark. “Kadıköy Meydanı mı?
Vapur iskelesinin orası. Sen ne kadar zamandır vapurla karşıya geçmedin
allasen? Oranın meydanlığı mı kaldı? Açık hava Yedikule Zindanları gibi bir yer
oldu orası. Tüneller, geçitler. Geçen gün bir geçide girdim. Çıktığımda
Galata’da Deniz Kızı Eftalya’nın afişinin karşısındaydım. Vallahi uzay zamanda
solucan deliği açmanın yolunu keşfetmiş adamlar.”
AKA: “Biraz destekli atsan
diyorum. Hem araya laf karıştırma! Kadıköy Meydanı doğru tahmin. İşte orada
eskiden şeylerin olduğu yerde karşılaştık. Hani şeyler vardı ya, böyle bi’
sürü…”
1.Ark. “Seyyar satıcılar.”
2.Ark. “Gaz’teciler.”
Yan Masa: “Dolmuşlar.”
Garson: “Otobüsler.”
AKA: “Satıcı doğru. Oradan
devam edelim.”
1.Ark. “Çakmak gazı
satanlar.”
2.Ark. “Cep tarağı?”
Üç masa öteden: “Burhan Pazarlamaaaaa….”
AKA: “Yok artık. Ya canlı
bi’ şi’ler satıyo’lardı. Hani her sabah kalkınca sesini duyarsın.”
2.Ark. “Çalar saat.”
AKA: “Canlı diyorum yav’! Senin
başında horoz falan mı duruyor? Ay, inanamıyorum. Horozu hatırladım. Garson
kafedeki herkese benden bir horoz… aman… çay yani! Neyse biz konumuza dönelim.
Bu canlı şeyler de horoza benziyo’ da, biraz daha küçüğü… Hani birbirlerini pek
sevdikleri söylenir.”
1.Ark. “Haaaa, muhabbet kuşu
satıcılarını diyo’ bu!”
AKA: “Tombala! İşte orada
karşılaştık şeyle… Hani kırmızı montu var. Saçını da hep atkuyruğu yapar.”
1.Ark. “Vallahi hatırlayamadım. İşin kötüsü, lafın buraya nasıl geldiği de aklımdan çıkmış.”
Yan masa: “Siz biriyle
karşılaşmıştınız hani. Sizin arkadaş da onunla daha sonra görüşmüştü. Zaten
onun adını hatırlamak için başlamıştı bu kör dövüşü…”
1.Ark. “Allah Allaaaaah!
Kimdi acaba?”
AKA: “Ne demek o ‘kör
dövüşü, mör dövüşü’? Ayıp oluyo’ ama… Hem siz bizi mi dinliyo’sunuz bakim?”
Yan masa: “N’olur hatırlayın
artık. Yarım saattir kalkaca’m, kalkamıyorum. Takıldım kaldım burada. Haa, bu
arada çay için teşekkürler. Vallahi iyi geldi.”
…..
Ooof of! Nedir benim bu
beyin işlevlerimden çektiğim. Hayır, sinirden iyice kekeme zihinli oldum.
Kahvaltıda ne yediğimi bile unutuyorum artık. Ay, dur, dur, dur! Hatırladım!
Hani siyah oluyo’ da, içinden odun çıkıyo’… :))
Franzi'den 'Seaweed' Diğer Çalışmaları |
Dün ailemin ilk yıl havai
fişekler ve fener alaylarıyla karşıladığı, on iki ila on üç yıl sonra bu kararlarını
yeniden sorguladıkları, yirmi dokuz ila otuz yıl geçince umutlarının tükendiği
ve otuz beşinci yıldan itibaren karalar bağlayıp yas tuttukları bir günün
seneyi devriyesi dolayısıyla yazamadım. Artık tertemiz bir sayfayı önüme açmış
olaraaaaak…… kaldığım yerden devam ediyorum. :)) Bir gün önce “Bari o gün beni
görenler korkmasın.” diyerek ilk iş kendimi kırkıcıya (bkz. Kuaför :D ) attım.
Her sene aramızda benzer konuşmalar geçer:
“Buyurun, hoş geldiniz!” (Bu
sırada yüz ifadesi ‘Gözüm seni bir yerlerden ısırıyor.’ der gibidir.)
“Hoş bulduk.”
“N’apılacaktı?”
“Kırkıla… şey yani kesim!
Kesim!”
“Sizi şöyle alalım. Nası’
bi’ şi’ ol’caktı?”
“Ekose, iki düğmeli,
truvakar kollu… ehem… yani öyle bir ceket giyecektim, ama hava işte… Amma sıcak
var, di’ mi?”
“Hııı… Öyle hak’katen! Eee,
nasıl yapalım saçınızı?”
(Önce kuşbaşı doğrayalım.
Soğanları yağda hafif pembeleştirdikten sonra bilahare…) “Kısaltalım iyice
lütfen.”
“Peki! Nası’ bi’ model
düşünmüştünüz?”
(Dartz Prombron’dan Nagel
nasıl? Hani önden görünüşü kuru kafanın sırıtışına benziyor.) “Kısa!”
“Kısa derken…”
“Kısa! Nası’ diyiim? Kısacık…
Böyleeeee…”
“Kısa!”
“Vallahi ağzımdan aldınız.
Bravo!”
İşte diyalogun bu noktası
kırkıcının kopma noktasıdır. (Benimki daha sonra… :D ) Bunun sebebini açıklamak
için yaklaşık yarım asır geriye gitmek gerekiyor. Benim iki ayda bir içeriden
alarm düğmesine basmamdan yorulan bir kadın doğumcunun sonunda kafamdaki
kulplara asıldığı gibi beni dışarıya çektiği güne yani… İşte kırkıcının tükürür
gibi ‘Kısa!’ derken gözlerini diktiği bölge kafamdaki o iki kulp… sevgili
kepçelerim… şey yani kulaklarım… :))
“Siz onları kafaya takmayın.
Nereye gitsem yanımda gelir onlar. Haa, emir vermedikçe de ısırmazlar, merak
etmeyin.”
“Efeeem? Haaaa! Aman efen’im
estağfurullah! Şimdi ben arkaları kısaltayım. Ön tarafa gelince bilahare…”
“Kısaltmaya devam
edersiniz.”
“Hıııı… bakarız.” ........ Şıkıdı
şıkıdı şık şık! Şıkıdı şıkıdı şık şık!
“İşte olduuuuuu! Şimdi kulak
üstlerini nasıl yapalım? Böyle iyi mi?”
“Bu sene Yahudi Lülesi mi
moda?”
“Efen’im?”
“Kısaltın, kısaltın…” ........
Şırrrk!
“Nasıl?”
“Are you lonesome tonight?
/ Do you miss me tonight?... Vallahi bu
Elvis favorileri de yakışmadı değil, ama siz biraz daha kısaltın.” ........ Şırrk!
“Bu defa oldu ama… Di’ mi?”
“Güzeeeeel… Mireille Mathieu’nün
70li yıllardaki saç uzunluğuna eriştik. O da bir şeydir. Ama 60lı yıllarda daha
kısasını kullanıyordu aynı saçın. Beatles’ın ilk hali gibi yani… Hadi bi’ gayret!
Yaratana sığınıp atın bir makas!”
“Ama yani…”
“Şöyle yapalım. Siz ben dur
diyene kadar kısaltmaya devam edin. Yavaş yavaş, alıştıra alıştıra gidelim.”
“E, peki madem…” …….. Şırk!
“Öhö!”
“Dur mu dediniz?”
“Yööö!!!!” …….. Şık!
“Siz daha önce geldiniz miydi bize?”
“Evet!”
“Tamam, durdum.”
“Kardeşim devam etsene!
Allah Allaaaaah!”…….. Şık!
“Ne sıklıkta gidiyorsunuz
kuaföre?”
“Bi’ düşiniim… Sanırım her yıl bu zamanlarda bir uğruyorum fırsat bulabilirsem.” …….. Şııııııırrrrrrrrrkkkkkk!
“Ay, biraz fazla oldu,
kusura bakmayın. Ben hemen iki tarafı eşitlerim. Yılda bir kez dediniz gibi
geldi de… Keh keh!”
“Bienal de olabiliyor.”
“Efe’nim?”
“Yıl aşırı demek istedim.”……..
Şıııııııııııırrrrrrrrrrrrrrkkkkkkk!
“Amanın, bu taraf da uçtu!
Ama korkmayın halledilemeyecek bir şey değil. Şimdi, şuradaki saçları alır, buradan dolaştırır, şunun üzerine dolar, oradan çekerseniz hiç belli
olmayacaklar…”
“Neler?”
“Yaaaa… di’ miiiii? Bakın
siz bile fark edemediniz çanak ant… ehem kulakları. Hiç merak etmeyin, ben size
nasıl tarayıp fönleyeceğinizi gösteren bir kroki çizip vereceğim.”
“Sen bana versene o makası!”
…….. Şıııırrrrrrrrrrrrrkkkkkkkkkkkkk, şıııııııııııııırrrrrrrrrrrrkkkkkkkk!...
“Oh be!”
“Ay, bana bi’ şi’ler oluyo’…
N’aptınız han’fendiiiiiii? Gitti güzelim model…”
“Arkalar eh, yanlar
mükemmel, geldik önlereeeeee… Hadi bakalım gazanız mübarek olsun kuaför bey!”
Mustafa Kemal Atatürk * |
Hani bazen öyle durumlar
olur ki, önünüzde gerekeni yapmaktan başka seçenek kalmaz. Ama bu hareket sizin
yok oluşunuz anlamına geliyor da olabilir. Yani lazım geleni yaparsanız büyük
ihtimalle öleceksiniz, yapmazsanız yaşayacaksınız, ama işte… O noktada kişisel
iradeniz devreye girer. İrade bazen cesaretten bile üstün bir özelliktir. Hatta
çoklukla cesaret sırtını ona yaslar. İradeniz size hangi yönü gösterirse o
tarafa gidersiniz. O kritik zaman, yer ve koşullar bütünü çerçevesinde iradeniz
size ölümünüz (Bu ille de dramatik anlamda bir ölüm anlamına gelmek zorunda
değil, bazen ilkelerinizden taviz vermek bile bir çeşit ölümdür.) anlamına
gelebilecek ve fakat gerekli hareketi işaret ediyorsa büyük bir insan olma
mayasına sahipsiniz demektir. İster önünüzde el pençe divan durulsun, ister
üzerinize basılıyor olsun…
Öğrenim hayatımız boyunca
bir silindir gibi defalarca beynimizi düzleyen İnkılâp Tarihi derslerinden
aklınızda kalanları hatırlamaya çalışın. Bizlere anlatılan nedir? Mustafa Kemal
Atatürk 19 Mayıs’ta Samsun’a çıkarak ülkeye bir güneş gibi doğmuştur. Sonra
gelsin Erzurum, Sivas Kongreleri, Ankara’ya avdet etmeler, meclis çalışmaları…
Biraz düşününce bize adeta çocuk tekerlemesi kıvamında belletilen İnkılâp
Tarihi’ne göre adeta daha Samsun’a ayak bastığı anda Mustafa Kemal Paşa Türkiye
Cumhuriyeti’ni kurmuş sayılmalıdır. Zaten gerisi hiçbir aksilik olmadan
birbirini takip eden öngörülmüş olaylar manzumesidir. Tabii şöyle de
diyebilirsiniz; “Sen ne diyorsun kardeşim? Elbette her şey Samsun’a çıkmasıyla başladı. Atatürk bunu kendi eliyle Nutuk’un ilk cümlesinde yazmadı mı?”
Haklısınız. Peki, neden anlatmaya başlamak için ille de o anı seçmiştir. Daha
sonra kendisinin de açıkladığı gibi ondan günler önce zaten kararını vermiştir.
O karar anından başlayabilirdi anlatmaya… Veya hem ülke, hem de kişisel
tarihinde dramatik bir yer tutan Çanakkale Savaşları’ndan girebilirdi. Ne de
olsa ülkenin karar verdiği tarihteki duruma gelmesinin hayati sebeplerinden
biri sayılırdı o, savaştan çok sömürme bağımlısı ulusların arkadan vurma
konusunda kendilerini bile aştıkları bir kıyamet olan muharebelerin her biri…
Ama hayır! Orayı da seçmemiş. Neden 19 Mayıs?
Çünkü 19 Mayıs bir irade
gösterisidir. Önünde uzanan güzergâhın ne derece tehlikeli olduğunu görerek,
bilerek, anlayarak ve buna rağmen o yola girerek yapılan bir meydan okumadır.
Önce kendine, sonra karşısında yer alacaklara ve en sonunda da yanında durmaya
gayret edeceklere… Yoksa bize ezberletmeye çalıştıkları gibi; kongre tarihleri,
verilen kararlar, avdet edilen şehirler kendiliklerinden serilmemiştir
ayaklarının altına. Hepsi, her biri sarsılmaz bir iradenin eseri ve sonucudur.
Dağınık ve zararsız güneş ışınlarını büyüteçle odaklayarak yangın çıkartmak
gibi Atatürk de ulusunun dağınık ve etkisiz görünen emellerini kendi iradesinde
toplayıp odaklamış ve sömürme bağımlısı ülkelerin canını hiç ummadıkları kadar
yakmıştır. İşte 19 Mayıs o büyüteç gibi iradenin ulusunun karşısına ilk kez çıktığı gündür. Belki o tarihe Gençlik Bayramı titrinin verilmesinin sebebi de
budur. Gençler kendilerinden önce gelenlerin yaptıklarını büyüterek ve
odaklayarak gösteren, gören ve düzeltme iradesine en fazla sahip olan kesimidir
toplumun. Alçak gönüllülükle “1919 yılı Mayısının 19'uncu günü Samsun'a çıktım.”
şeklinde betimlenen o muhteşem iradeyi en iyi anlayabilecek olanlar da
onlardır.
Tüm gençlerin ve her anlamda
genç kalanların 19 Mayıs Bayramı kutlu olsun.
……..
“Baylar, bu durum karşısında
bir tek karar vardı. O da ulus egemenliğine dayanan, kısıntısız, bağımsız yeni
bir Türk Devleti kurmak.
İşte daha İstanbul’dan
çıkmadan önce düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz
uygulamaya başladığımız karar, bu karar olmuştur.
… Temel ilke, Türk ulusunun
onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu, ancak tam bağımsız olmakla
sağlanabilir.
Öyleyse; ya bağımsızlık, ya
ölüm.”
Mustafa Kemal Atatürk
Söylev 63 Basımı Sf.9
Achmad 'asit' Munasit'ten 'Broken Hearth' Diğer Çalışmaları 1 Diğer Çalışmaları 2 |
‘Eski sevgili’ şarkıları
bilir misiniz? Duyar duymaz vurulduğunuz, tutkulu bir birliktelikten sonra iki
tarafın da kendi yoluna gittiği, ama unutulmayan, unutulamayan şarkılar…
Bunların bazıları arsız çıkar gerçi. Girmedikleri kılık, kapısını çalmadıkları
müzisyen, arkasına saklanmadıkları tarz kalmaz. Hep şu veya bu şekilde etrafınızdadırlar. Başka bir şarkının ölçülerinin arasında birkaç nota, bir
cıngılın ezgisinde esinlenme (!), hatta bazen araba kornalarında bir ölçü…
Hayır, havalı kornaları kastetmiyorum! Bazen üç araba peş peşe korna çalar da
Yesterday’in girişini duyuverirsiniz örneğin. Haykırasınız gelir; “Devamını da getirin!” diye. Düşünüyorum da bunu deneyen hiç oldu mu? İnsanlar her şeyden
saz ürettiler, ama araba kornalarından bir çalgı yapmak… Hatta daha da ileri
gidelim, bizi kim durdurabilir? :D Arabalardan bir orkestra… Gözlerinizi
kapatıp hayal edin, büyük bir alışveriş merkezinin kendinden büyük park yerine
toplamışsınız arabaları ve Beethoven’in 5. Senfonisi’nin girişini çalıyorsunuz.
:D Güzel olmaz mıydı? Gerçi benim hınzır hayal gücüm her zamanki gibi fazla
mesai yaptığından beynimin ekranına (Renkli, sinemaskop! Aslında üç boyutlular çıktı şimdi, ama benim
başımı ağrıtıp, göynümü döndürüve’yo’ onlar… :D ) şöyle bir görüntü takılmıyor
değil: Çevredeki binalardan birinin penceresi açılıyor. Dışarıya başında soba borusundan bozma bigudilerle bir kadın çıkıyor ve avazı çıktığı kadar
bağırıyor: “Bana bak! Çek elini o kornadan, yoksa…!!!!!” :)) Dağılan konumuzu
büzgü dikişi yaparak toparlayalım demişken… Bir ara bizim mahalleye uğrayan
‘Overlok makinesi ayağınıza geldi!’cilerden birinin müziği ‘Hotel
California’nın nakaratını andırıyordu. O yüzden aracın her geçişinde balkonlara
uğrayıp hayraaaaan hayran seyrederek; “Welcome to the Hotel California haaaaalııııııııı,
such a lovely place kiliiiiiiiim, such a lovely face passssspaaaaaassss…” diye
devam eden tekerlemeye eşlik ediyordum. :)) Sonra ne olduysa (Belki Eagles
telif istemiştir. :D ) değiştirdiler müziği de, her defasında “Overlok mu lazım
abla?” diyen adama “Yooo, ben çöp atmaya çıkmıştım.” veya “Yeğeni yolcu
ediyo’dum.” gibi bahaneler uydurmak zorunda kalmaktan kurtuldum. Toparlıyorum, toparlıyorum. :)) Bazen de bu şarkılar kendilerini bir tarzın içine öylesine gömerler
ki, dinlerken kulağınızın ucuyla yakalayacak olursunuz, ama oradan dilinizin
ucuna yetişmez bir türlü. “Şey değil mi bu? Hani şey canıııım…” diye diye bir tereddüt, bir kekemelik, bir bunamış olma korkusu kalır içinizde. :)) Veya
dilinizin ucuna kadar yetiştirdiğinizi pat diye söyleyecek olursunuz, bu sefer
de kimseyi inandıramazsınız. “Yok artık! Arabeskin introsunu da Bach’ın kantatlarından yapmazlar herhalde…” itirazlarıyla geri püskürtülürsünüz hüsran
içerisinde.
Bazı ‘eski sevgili’ şarkılar
ise yıllarca ortadan kaybolurlar. Öyle ki; “Eh, dönem şarkısıydı onlar tabii… O
yılların gençliğine hitap ediyordu.” diyerek, arada tozlu plakları
karıştırırken isimlerine rastladığınızda burnunuzun direğini sızlatmakla
yetinirsiniz. Veya şakülü kaymış bir kasetin eski setinizde oryantalize ettiği
(Nasıl da güzel göbek atar o eski kasetlerdeki müzikler… Nesrin Topkapı yanında
vitrin mankeni kalır vallahi. :D ) bant kaydını dinlerken uzaklaraaaa dalar gidersiniz.
Ortadan öylesine yok olmuşlardır ki, ne reklam müziği olarak tozları alınır, ne
yorumlayıcıların ağzına uğrar, ne de müzik dünyasında esamisi okunur. Adeta o
şarkı konusunda topluca amnezi yaşanmaktadır. Ne zaman şarkıyı meşhur eden
yorumcu veya müzisyen “Ben oldum artık!” der ve ‘best of’ yaparak bitpazarına
nur yağdırmaya karar verir, o zaman bizim şarkı birden kıymete biner. Üzerinde
bir karış toz birikmiş kayıtlar raflardan indirilir, yeni düzenlemeler,
elektronik eklemeler, vokaller, sazlar, perküsyon derken yeniden paçal (=remix)
yapılır ve piyasaya salınır. O şarkının eski meftunları bu yeni haline bir
türlü alışamazlar hâlbuki. Çok mu makyaj yapmışlardır? Üzerine biçilen tarz
sağında solunda pot da yapmış sanki. O güzelim afro tınıların üzerinden
silindir geçirip pembe beyaz düzenlemeler yaparak rengini de birkaç ton
açmışlar, olacak şey değil. Saçına başına taktıkları o pırıltılı vokaller de ne
kadar eğreti duruyor. Oysa onca takıp
takıştırılan, sürüp sürüştürülenlerin altında hâlâ ‘eski sevgili’ durmaktadır.
İntrosunda yeni haline alışamamış tedirgin ve zoraki bir neşe, nakaratlarında
abartılı yavanlaştırılmaya meydan okuyan bir isyan ve notalarında eski heyecanını hatırlatan bir pırıltıyla yeniden hayatınıza girmek için eşiğinize
gelmiş beklemektedir. Bu paçal yeni nesli meftun etmek için yapılmış olsa da
‘eski sevgili’nin eski âşıkları yakaladıkları her yeni yetmeye; “Bu da bir şey
mi? Sen onu eski günlerde görecektin.” diyerek arşivlerindeki sararmış resim…
pardon kayıtları indirip dinletmeye başlayıverirler. İstenen olur, yeni yeni
âşıklar eskilerinin saflarına katılır, ama bizim paçal olsa olsa eski makyajsız, sade sevgiliyi yaşatır. :)))
Mike Glagolev (Михаил Глаголев)'in kamerasından Vlado Milunic ve Frank Gehry tarafından yapılmış 'Dancing House' Glagolev'in Diğer Çalışmaları |
Buldum! Mütemadiyen yazmamı
sağlayacak sihirli formülü sonunda keşfettim. Evet!..Evet!... Çok teşekkürler….
Teveccühünüz… :)) Çok zorlu bir süreçti… Çok çalıştık arkadaşlarla… Ama artık
bu çalışmaların semeresini topluyor olmaktan duyduğumuz engin memnuniyetin
güçlü dalgalarına kapılmadan :)) önce bana bu fırsatı tanıyanlara teşekkür
etmeyi borç bilirim.
Öncelikle; her gün telefonla
halimi hatırımı sorarmış gibi yaparak ilkin künyemi okutan, sonra da bir şeyler
satmaya, sigorta, banka hesabı, kredi kartı, ihtiyaç (!) kredisi, tarife,
sağlık kontrolü ve nice nice aklıma hayalime gelmeyen imkânları benimle
buluşturmak için dillerini son tüyüne kadar feda eden operatörlere hassaten
teşekkür ederim. Onları bazı yazılarıma başkahraman yaparak onurlandırmaya (!) çalışıyorum
zaten. Bu konuda ileride de çalışmalarıma devam edeceğimi, akşam gece kuşları
(artık martılar gece kuşundan sayılmaya başladı gerçi) uçmaya başladıktan veya
sabah kargalar kahvaltılarını hazırlarken yaptıkları her aramanın telefon
pazarlamacılarına yol, su, elektrik ve özellikle kanalizasyon olarak döneceğini
buradan açıklamaktan düpedüz zevk alı… şey yani memnuniyet duyuyorum.
İkinci olarak; ‘İnsan
dediğin makinelerle değil, insanla muhatap olur.’ yanılsamasıyla bankalara her
gidişimde önüme yepyeni yokuşlar çıkararak günümü aydınlatan, kuyrukta beklemek
istemiyorsam diğer insanların haklarını hiçe sayma pahasına her bankadan bir
kart alma gerekliliğini gırtlağıma dayanmış bir sustalı nezaketiyle hatırlatan,
hiç kullanmadığım, ömrüm oldukça da kullanmayacağım (Büyük konuşma AKA efendi!
Bankalarda bu azim varken, her fani yüzde sıfır (!) faizli ihtiyaç (!)
kredilerini tadacaktır.) ürünleri (Ben demiyorum, onlar diyorlar. Domates,
patlıcan gibi bi’ şi’ herhalde.) temcit pilavı gibi önüme koyan Hepbanabank’a
minnettarlığımı ifade etmekten geri kalmayayım.
Üçüncü teşekkürü ise her gün
sağlık, beslenme, hastalıktan korunma, bitki, ot, sebze, meyve, et ve
benzerinin genellikle içler dışlar toplamı sayesinde birbirini götüren yarar ve zararlarını tefrika etmekten ve bunları beynimde açık gördükleri her boşluğa
tıkıştırmaktan vazgeçmeyen basın yayım kuruluşlarına sakladım. Bence Stephen King, Dean R. Koontz, Bram Stoker, Ray Bradbury, Clive Barker, H.P. Lovecraft
boşuna ömür çürütüp kafa patlatmışlar insanların ödünü patlatacağız diye.
Gazetelerin sağlık sayfalarını okumak, televizyondaki uzmanların (!) vahiy
inmiş veya her bir ayrıntısı titizlikle Nevada (!) Üniversitesi’nde
araştırılmış gibi ahkâm kesmesini (Meslek hastalığı… Çekemiyorum işte, n’apayım?
:D ) seyretmek dudak uçuklatmaya (Herpes virüsü tüm kötülüklerin anasıdır. Hemen ilk gördüğünüz sağlık kuruluşuna
başvurun. Altı ayda bir kontrole gelin. Aslında üç ayda bir diyecektik, ama
size acıdık.), gece ışıklar açık yatmaya (Zinhar! Aydınlıkta melatonin
salgılanmıyo’. Vallahi sinir stres olursunuz.), tüm tırnaklarınızı kökünden
kemirmeye (Bu alışkanlıktan kurtulmak için acı biber merhemi vaaar, hipnoz
vaaaar…) yeter de artar. Dolabı her açtığımda içinden canavarlar çıkacakmış
gibi kapısının arkasına sinmemi ve bu şekilde iğne ipliğe (İğne temel
çivisinden bozma, iplik de bildiğiniz gemi halatı, ama olsun…) dönmemi
sağladıkları için özel bir teşekkürü daha borç hanemden silmiş olayım.
Ama en büyük, en hak edilmiş
teşekkürü evime borçluyum. Ne zaman ‘Artık bitti! Yazamıyorum.’ desem hemen bir
bahane üretmemi sağlayan sevgili evim… Telefon pazarlamacıları, banka ve
medyanın önüme serdiği yazı imkânlarını değerlendirmemi sağlayan yegâne ilham kaynağım kendisidir. Nasıl mı? İşte size sihirli formülü açıklıyorum. Yemek
yapmak mı lazım? AKA soğan, domates ve bilumum sebze hakkında yazar. Ütüler mi
birikti? AKA ütü niyetine kalemi çamaşır niyetine kâğıdın üzerinde gezdirmeye
başlamıştır bile. Ayşe Hanım’ın (bulaşık makinesinin müstear adı) karnı mı
acıkmış? AKA’yı koyduysan bul! Bir köşeye büzülmüş döktürmekle meşguldür. Toz
mu alınacak? Elbette! Ama önce kelimelerin tozunu bir alalım da… Silmek süpürmek?
“Sağa sola attığım müsveddeleri toplasam yeter miiii?” Alışverişe mi çıkılacak?
“Şimdi geliyoruuuuum. Sadece üç yazıcık daha…” Apartman aidatı mı yatacak? “Ama
daha bugünün yazısı bitmedi ki!!!” Vergi? Vermigi, yazgi… :)) Evin işlerini
kaytarmak olsun da, yazı bahanesi hazır…
Evim, evim, güzel evim. :D
George Tooker'dan 'Landscape with Figures' Diğer Çalışmaları 1 Diğer Çalışmaları 2 |
Size de olur mu? Hani
yaşantınız hafiften basmaya başlar; kapıyı vurup çıkasınız, işten istifa
edesiniz, ‘Kafama saksı düştü, hafızamı kaybettim ben.’ numarasıyla evden kaçasınız, tası tarağı toplayıp güneye yerleşesiniz gelir. Bahar coşkusu
bünyemi terk edip yerini yaz bezginliğine bırakırken durdurun dünyayı, inesim
var bu aralar. Kendimi çitilene çitilene yıkanıp dolana dolana sıkılarak yedi
yıl yirmi dört saat halı silinmiş bir yer bezi gibi hissediyorum. Böyle bir
durumda ne yapılabilir? Kısa dönemli çözümler arıyorsanız; kendinizi dışarı atar,
havadaki iğrenç, genize yağlı ilmek misali yapışan egzoz dumanından kurtulma
amacıyla çim, çiçek, toprak kokusu aramak, şehrin hâlâ yeşil kalmış yerlerinde
gezinirken vahşi ormanlarda dolanıyormuş gibi davranmak türünden yöntemlere
başvurabilirsiniz. Veya daha genç kuşaktansanız; bir alışveriş merkezine gider,
dükkan dükkan dolaşarak zerrece işinize yaramayacak şeylere dünyanın parasını
döktükten sonra yorgunluktan perişan halde bir kafeye oturur, beyninizi Emanetçi
Sultana’ya bırakmış misali boş bakışlarla kahvenizi yudumlar ve etrafta deli
danalar gibi dönenen diğer yaşam firarilerini seyredersiniz. Ama merak etmeyin!
Benim – her zamanki gibi – çok daha iyi bir çözümüm var. Şimdi şöyle arkanıza
yaslanın, gevşeyin! Gözleriniz kapanmaya çalışıyorsa tartışmayın, bırakın kapansınlar… Efendim? Haaa… Doğru ya, o zaman da yazıyı okuyamazsınız. Neyse bu
konuda sonra endişeleniriz. Siz gevşemenize bakın! Ve hayal edin!
Elinizde aile hekiminizden
(!) alınmış ‘Acilen yaşam değişimi önerilir.’ yazılı dosyanızla bir Tebdil-i Hayat Dairesine giriyorsunuz. Suratında plastikten yapılmış gibi duran ekşi bir
gülümsemeyle memurlardan biri bekletmeden yaklaşmanızı işaret ediyor. (Perşembe
günleri pek kalabalık olmuyormuş Allahtan. İyi de olmuş. Telefonla, internetle
numara alacağım diye iflahınız kesilmiş yirmi gündür zira… :D ) Her gün suratınızdaki
bezgin ifadenin birçok varyasyonunu görmeye alışmış birinin duyarsızlığıyla
dosyanızı alıp bilgisayara girişinizi yapıyor. On dakika kadar görevi gereği
size bazı sorular soruyor. Annenizin kızlık soyadının beş buçukuncu rakamı,
kimlik numaranızın yedinci harfi gibi şaşırtmaca sorularla bezginliğinizi
derecesini ölçmeyi de ihmal etmiyor. (Eee, kaynakları idareli kullanmak lazım.
Her yaşam değiştirmek isteyene de “He!” diyecek hali yok devletin.) Nihayet
seçenekleri sıralamaya başlıyor.
“Elimizde sizinki gibi acil
kodlu bir CEO yaşamı var. Adam iki saate kadar yaşamını değiş tokuş yapmazsa
derin depresyon teşhisiyle bir akıl hastanesinde alacak soluğu. Tabii onların
kaldığı yerlere ‘rehabilitasyon kliniği’ deniyor, ama bizim konumuzla alakası
yok. Hemen beraberinde gelen promosyon paketinin içeriğine bakıyorum. Evet,
işte burada! Bahamalarda bir yazlık, New York’un en prestijli rezidansında bir
kat, son model beş otomobil, bir kıtalararası jet, hepsine ek olarak da bir yıl
ücretsiz verilecek koruma hizmeti… Vallahi ben olsam bir saniye bile durmazdım.
Kelepir! Üstelik katkı payı olarak sadece bir buçuk milyon Yokistan Doları
veriyorsunuz. Sudan ucuz!”
“Ha… şey yani hö… amaaaaan…
hooop hop! Bi’ dak’ka! Yaşamımızdan bezdik dediysek, intihara meyilliyiz
demedik. Ben o kadar parayı nereden bulayım? Etim belliiii, budum belli!”
“Eh, maşallah bayağı belli
hak’katen. Öhö… pardon! Ama adam CEO sonuçta. Yani ev diyoruuum, yazlık diyoruuum…
Satar satar ödersiniz. N’olmuş?”
“Ben de kalp diyoruuum, stres diyoruuum. İki güne kalmadan hücceten giderim diyoruuum. Hem bu sistemde
para peşin kırmızı meşin değil miydi?”
“O da doğru. Siz gelmeden
önce araştırma yapmışsınız anlaşılan. O zaman size sahibinden az kullanılmış
Fransız bohemi yaşamı vereyim. Pakete neler dâhilmiş bakalııııım…”
“Bakmayın! Ben Fransızca
bilmem.”
“Ayol adam kendisi Fransız
zaten. Sular seller gibi konuşuyor Fransızcayı. Araştırmışsınız dedim, ama o
kısımları atladınız mı ne? Yaşam değiştiriyorsunuz beyefendi, yani o kişinin
hayatı sizin olacak. Siz daha önce hiç yaşamınızı…”
“Değiştirmedim ya!!! Değiştiremedim.
Hep sizin gibi memurlar yüzünden bir türlü kısmet olmadı.”
“Siz alın o Fransızı, alın!
Pişman olmazsınız. Bakın, daha geçen gün Monaco Sarayına tebdil-i yaşam yapan
bir müşterim arayıp teşekkür etti. Orası da Fransa civarında ya, o açıdan
söylüyorum.”
“Ne CEOsu, ne bohemi, ne
sarayı yav’? Ben şöyle sessiz, sakin, kendi halinde bir yaşam istiyorum.”
“Peki, bakalıııııım… Buda
rahibi?”
“Himalaya Mimalaya… Yok,
olmaz! Ben yüksekten korkarım.”
“Ne alakası var canım?
Neyse… Ferrarisini satan bilge?”
“Favori arabamdır. Mümkün değil, satamam.”
“Maori balıkçısı?”
“Deniz tutar.”
“Hint fakiri?”
“Yakınımda karınca gezse
hastaneye yatıyorum. Yılan sokarsa, kesin tahtalıköy… Olmaz!”
“Sade fakir?”
“Yoğurtlusunu tercih ederim.
Ne bu böyle? Siz bu konuda uzman olduğunuza emin misiniz?”
“Hakaret etmeyelim lütfen.
Aaa, bi’ dak’ka! Tam size göre bir yaşam var elimde.”
“Eh, hadi bakalım.”
“Mütevazı bir iş, çekirdek
aile, krediyle alınmış bir ev (on yıl daha ödemesi var), senede bir hafta
tatil, arada hafta sonları yakın banliyölere kaçış, büyük şehir yaşantısı, her
türlü kültürel ve sanatsal imkânla göz teması (dokunmak yasak!) bir yaşam…
Nasıl gidiyor?”
“Vallahi tam on ikiden!
Aldım gitti.”
“İyi o zaman! Alın
dosyanızı, yaşamınıza geri dönün!”
“Of ya! Gene yaptınız di’
mi? Hep böyle oluyo’… Önünde sonunda kendi yaşamımı sıkıştırıp koltuğumun
altına gönderiyorsunuz gerisin geri…”
“Hadi kardeşim, hadi! Dükkânın önünü kapama! Sıradakiiii…”
Hiiiiç öyle bakmayın! Benim
hayalim anca buraya kadar… Siz daha iyisini hayal edin, yazın da okuyalım, di’
mi ama? :)))
Steve (Mudpig) Kelly'den 'And There Was Light' isimli çalışma Diğer Çalışmaları Site - Blog |
Telefonun sinir bozacak
kadar neşeli melodisiyle uyandı. Nedense en sevdiği şarkının mahut üç ölçüsü bu
sabah sinirlerinin üzerinde zımpara kâğıdı etkisi yapıyordu. Eliyle her notada
zonklayan başını tutarak paslı dilini kupkuru ağzında hareket ettirmeye
çalıştı. “Hımam! Pıhğama! Ğeyiyo’m.” dedi cızırtılı bir gırtlak notasından.
Aralarına gece koyduğu odalara rağmen gündüz onsuz kendini çıplak hissettiği
telefona doğru sendeleyerek ilerlerken içkiyi fazla kaçırıp kaçırmadığını
düşündü. Aygıtın beynindeki her bir hücreyi içten parçalamaya azimliymiş gibi
giderek tizleşen sesi yüzünden bir türlü zihnini berraklaştıramıyordu. Sonunda
elinin altında telefondan çok suda sektirme taşına benzeyen zırıltıcı aletin
serin ve pürüzsüz yüzeyini hissedince birden hatırlayıverdi. İçmemişti ki o bu
gece… Telefonu kulağına götürene kadarki kısa sürede etrafındaki binlerce minik
ayrıntıyı kaydetti zihni. Salon diye girdiği odanın minimalizmin doruğuyla
karaktersizliğin ilk basamakları arasında bir tarzı olduğuna göre burası onun
evi değildi. Pencerelerin dışı karanlık, ama uğursuz bir vişneçürüğü
rengindeydi. Gözleri kendisine aşina gelecek bir şey yakalayabilmek için uyku
mahmurluğu ve bulanık görüşü üzerinden atmak üzere tam kapasiteyle çalışırken
yanağına hafiften gözyaşı sızdırdığından elmacık kemikleri nemlenmişti. Tam o
sırada ‘karanlıkta bile aydınlık’ gökyüzündeki tekinsiz ışığın bütün perspektif
kaidelerini hiçe sayarak koltuktaki bir yığınla arkada, masanın üzerinde duran
yuvarlacık sürahiyi birbirine kaynaklayıp oluşturduğu kocaman saydam kafalı iri
yarı adamı fark edince kalbi duracak gibi oldu. Refleksle telefonu açtı, ama
‘Alo!’ demek yerine ağzından çatlak bir ‘Fuuuu!’ fırladı. Beyni gözlerinin
ilettiği bilgiyi birkaç saniye farkla işlemeyi başarmış, ağzı midesine kadar
kurumuş kadın su gördüğünü idrak edince telefonun mikrofonuna haykırdığını fark
etmeden o yöne atılmıştı. Telefondan ikinci ‘Fuuu!’ya da yanıt gelmedi. O
sırada az önceki saydam kafadan kopup düşmüş bir uzuv gibi sürahinin yanında duran
içi dolu bardağa uzanan kadın suyla ağzını çalkalar, dilinin üzerindeki pasın
çatlayıp dağıldığını hissederken telefon dile geldi.
“Şaziment Büyükyaylagillerden
ile mi görüşüyorum?”
Kadın onaylar gibi başını
sallayarak suyla dolu ağzının içinden homurdandı. Beriki nasıl olduysa bu sesin
‘Devam et!’ anlamına geldiğini sezmişti.
“Merhaba Şaziment Hanım. Ben
Şırınımıfırçeğlerden Burcu. Siz önemli ve özel müşteri adayımızla kaçırmak
istemeyeceğiniz bir fırsatla ilgili bilgileri paylaşmak isterdim. Müsait misiniz?”
Kadın duvardaki saatin altı
altmış altıyı gösterdiğini göz ucuyla gördü. İkinci bardak suyu doldururken bir
taraftan bozuk saate bakarak gerçek vakti anlamaya çalışıyor, diğer taraftan
anlaşılır bir şey söylemeye çalışıyordu. Oysa ağzının içinde çevirmekte hâlâ
güçlük çektiği dili sözcüksüz bir ses üretmesine izin verdi ancak. Karşı taraf
bunu da onaylama olarak aldığı için makineli tüfek gibi konuşmaya başladı.
Şehirdeki gelişmekte olan bir bakir bölgeden, bunun üzerine yapılmakta olan
Afrika’nın en nadide elmasından bile değerli siteden bahsediyor, her bir
ayrıntıyı tek tek, hiç sıkılmadan, takılmadan, yorulmadan, bir yerlerden
okuyormuşçasına, hatta daha da kötüsü okumasına gerek kalmayacak ölçüde
içselleştirmişçesine sayıp döküyordu. Kadın bu sözcük yağmurunun kızın yayvan sesiyle yükselip alçalan ritmi dışında tek bir kelimesini bile anlamlandırmaya
çalışmadan ikinci bardağını da içti. Şırınımıfırçeğlerden Burcu bir an nefes
almak için durunca hemen atıldı.
“İlgilenmiyorum.”
Sesi öylesinde kendinden
emin, berrak ve keskin çıkmıştı ki içtiği su sayesinde kanlanmaya başlayan beyin
dokusunun sonunda kendine hatırlattığı üzere arkadaşının evinin salonunda
dimdik ve kaskatı kesilip ‘İşyerinde niye böyle çınlamaz ki bu ses?' diye
düşündü bir an. Kendi taktığı ismiyle ‘ezik enik sesi’ hiç bu oktavı bulmamıştı
sanki daha önce. “Belki de salonun akustiğindendir. Bizim büroda her yer raf,
dolap, dolap,raf… Oysa burası takır takır dört duvardan ibaret.” diye geçirdi
aklından. O sırada kısa bir sessizliği takiben küstah bir tonlamayla “Nedenini
sorabilir miyim acaba?” diye soran Şırınımıfırçeğlerden Burcu’ya yeniden
terslenmeyi denedi. “Hayır!” diye kükredi konuşmak için başkasının ses tellerini ödünç almış gibi davranan gırtlağı.
Arkası yarın… :)))
Steve (Mudpig) Kelly'den 'The 2010 Winter Solstice Lunar Eclipse over Jersey City, NJ' isimli çalışma Diğer Çalışmaları Site - Blog |
Cesur haykırışını takiben hissettiği
tanrısal tatmin duygusu telefondaki duvar gibi sessizlikle aniden hafif bir
tedirginliğe dönüştü. Önce bunu muhatabına hiç alışık olmadığı kadar sert
davranmasının vicdan yüküne bağladıysa da hattın karşı tarafındaki duraksamada nedensiz
bir uğursuzluk sezmeye başlamış, kalp atışları hızlanmıştı. İlk on
saniyeden sonra vücudundan buz gibi bir ter boşanınca artık düpedüz korktuğunu
kendisine itiraf etmek zorunda kaldı. Sonunda telefon yeniden hayata döndü.
Ancak biraz önce cıvıldayan ses şimdi cam kesmeye hazırlanan bir elmas kadar
keskinleşmişti.
“Az önce iki bardak su
içtiniz Şaziment Hanım. O suyun nereden geldiğini biliyor musunuz?”
Kadın soluğunu ve dilini
yutmuş bir halde sürahiye dikti gözlerini. ‘Saydam kafalı adamın beynini içtim
ben!’ diye düşündü dehşetle. Peki, karşı taraftaki bütün bunları nereden ve
nasıl bilmişti?
“Hiç şaşırmayın!” diye
ekledi muhatabı düşüncelerini okumuş gibi. “İçerken çıkardığınız seslerden
gırtlağınızda kaç boğum olduğunu bile saydım. Bana verdiğiniz cevapların süresi
ve üslubu düşünülürse, bu sayı kesinlikle dokuz değil.” Şırınımıfırçeğlerden
Burcu’nun sesi artık camı kesmekten vazgeçmiş çatur çutur kırmaya karar vermiş
bir çekice benziyordu. Kadın şaşkınlık ve dehşetle tuttuğu soluğunu içine mini
mini bir hıçkırık ekleyerek salıverdi. Cevabı kendi hıçkırığına eklenmiş gibi
usulca ve yumuşacık başlayan, ama uzayıp giderken tedricen yükselen bir kahkaha
olarak geldi karşı taraftan. Bu, nedensiz şiddete maruz kalmış masumların
çığlıklarıyla büyük bir zevkle onlara işkence eden zalimin zevk haykırışları
arasında gidip gelen gülüş asırlarca sürmüş gibi geldi kadına.
“O su, siyanürlü bir yer
altı kaynağını kullanmak için cemaziyülevvelde izin alan bir şirketin ultra
modern (!) tesislerinde şişelendi. Şişelendi dediysem, plastik bir damacanaya
doldurdular. Ağır metallerden, arsenikten ve diğer tehlikeli bulaşıklardan da
yüzünün akı… pardon iyonlarının saflığıyla çıkmıştı Allah sizi inandırsın. Çünkü
pozitif bilimin inandırma ihtimali yok. Ama damacananın plastiği nasıl diyeyim…
birazcık, ufacııık şüpheli bir kaynaktandı. Bu kadarcık kusuru kadı kızı bile
üzerine almaz yani…”
Kadının boğazı her cümlede
daha fazla kuruyor, karşısındakinin tonlamasındaki keskinlik ise her sözcükle
artıyor gibiydi. Telefondaki ses kâğıt kesiği kadar can yakıcı bir üslupla
konuşmaya devam etti.
“Damacanayla buluşan suyumuz
bir kamyonetin arkasına atıldı. Diğer arkadaşlarıyla beraber Temmuz güneşinin
altında bronzlaşarak (!) altı yüz kilometre yol geldi. Tabii bunun sizin
sağlığınıza yapabileceği olumsuz etki ne akça pakça suyumuzun, ne de atık
plastiklerden tekrar ve tekrar üretildiğinden artık kendisi bile nesebini
hatırlamayan damacananın umurundaydı. Çünkü onlar bu yolculuk boyunca aşklarını yaşamak ve tepelerindeki güneşin katkısıyla bu aşkın meyvelerini az önce iki
bardağını kana kana gövdeye indirdiğiniz sapasaydam suyunuzun içine salmakla
meşguldüler.”
Kadın kalktığı zamanki kadar
kuruyan gırtlağını zorladı ve ‘ezik enciğin sırtındaki kene’ kadar etkili bir
sesle;
“Kimsin sen? Bunu bana niye
yapıyorsun?” diye sordu. Telefondaki ses yeniden cıvıldayıverdi;
“Ama Şaziment Hanım! Siz çok
özel müşterimizi bilgilendirmek bizim en sevdiğimiz, neşe ve şevk içerisinde yaptığımız
görevlerimizden biridir. Şimdi muhteşem Şırınımıfırçeğler sitemizde en muhteşem
dairelerimizi satmak için düzenlediğimiz toplantıya gelecekler listesine sizin
adınızı da ekliyorum Şaziment Hanım. Tanıtımdan önceki kokteylde moloz
yığdığımız boş arazide organik olarak ürettiğimiz antioksidanı bol meyve ve
sebzelerden taze taze sıkılmış, tadı güneşte kalmış at tersine benzemekle
birlikte çooook sağlıklı olduğu altı aktar, altı kabzımal ve altı hıh deyici
tarafından onaylanmış karışımımız da olacak. Bu en az sizin kadar özel içecek
sayesinde az önce tüketerek on beş yıl sonrası için az bilinen bir kanser
türüyle tahtalıköye tek yön bilet satın aldığınız suyun kötücül etkilerini
bedeninizden temizlememizin kesin olduğunu eklememe gerek yok herhalde Şaziment
Hanım. Hele de en muhteşem dairelerimizden satın alırsanız binaların yapımında
kullanılan kanserojen malzemelerden doğacak sorunları kapsamaya hiç niyetli
olmayan bir sağlık sigortası yaptırmaya da hak kazanacaksınız. Siz yeter ki
parayı verin, biz profesyonel ağlayıcılarımızla arkanızdan ağıdınızı yakarız
Şaziment Hanım. Meskenlerimize gelince… Hepsi ISO 666 sertifikalı ve altı
sağlık kuruluşu, altı deprem uzmanı, altı bakanlıktan imzalı mühürlü belge
sahibidir. Omen’i seyrettiyseniz olayın başından beri karşınıza çıkan bu
altıların önemini bilirsiniz Şaziment Hanım. Size panik ataklı bir sabah ve bol evhamlı bir ömür diliyorum.”
Andreas Fuhrman'dan 'Caden James and his mom' isimli çalışma Diğer İşleri |
Düşünün ki, onu kokusu burnunuza geldiği anda
sevdiniz. Daha görür görmez onunla geçecek ömrünüz bir film şeridi gibi
gözlerinizin önünden aktı. Koliğini, ateşlenmelerini, huysuzluklarını,
geçirdiği ufak tefek kazaları, okul sıkıntılarını, hormon hücumlarını, büyüme
sancılarını, aranızdaki kişilik savaşlarının dehşet verici, ama aslında önemsiz
ayrıntılarını, sarf ettiği laflardan doğan telafi edilebilir kalp
kırıklıklarını seyrederken ‘Hızlı Geç’ düğmesine bastınız. Sarılıp
kıkırdamalarını, sırtınızı tıpışlamalarını, minicik bir hareketinize büyük bir
coşkuyla sevinmesini, bir dokunuşunuzla acısını, ağrısını geçireceğinize olan
su katılmamış inancını, bir şeyi ilk kez yaparken attığı o güvensiz ve korku
dolu bakışın başarıya ulaştığı anda kolayca ve çabucak içinden ışıklar saçılıyormuşçasına bir gülümsemeye dönüşmesini, zaferlerinin kıvancını sizle
tamamlamasını, hayatında her merhaleyi geçerken bir şekilde sıcacık, yumuşacık
size yaslanmasını seyrederken bol bol ‘Durdur, Tekrar İzle’ özelliğinden
yararlandınız. O minicik surata her baktığınızda geleceğin değişik bir
fragmanını gördünüz. Bazı günler size çok büyümüş göründü, bazen de doğduğundan
beri hiç yaş almamış gibi. Ama hep geleceğin bulutsu dokusuna sarıp
sarmaladınız, geçmişin arı bir muhabbetle dolu kundağından koparıp bağrınıza
bastınız. Ona kendi umutlarınızı, isteklerinizi, yaptıklarınızı,
yapamadıklarınızı, geçmişinizi, anınızı ve geleceğinizi aynı anda sundunuz
farkına bile varmadan, sevgi adı altında. Her bakışını, her hareketini, her
kelimesini ezber ettiniz. Kalbinize, beyninize, benliğinize sindirdiniz.
Birmişsiniz gibi yaşadınız, öyle hissettiniz. Sonra bir gün biri çıktı; “O,
hasta!” dedi. “O, çok hasta!” Kalbiniz bir anda nükleer bir reaktöre dönüştü,
damarlarınıza sıvı uranyum pompaladı kan yerine sanki. Binlerce cehennem biraraya gelip beyninizde patladı. ‘Bu gerçek değil.’ dediniz, gerçekti. ‘Bu
olmuyor.’ dediniz, oluyordu. ‘Bu bana nasıl olabilir?’ dediniz. Sonra ani bir
suçlulukla çevirdiniz lafı. ‘Bu ona nasıl olabilir? Daha çok küçük.’ dediniz.
Ve o anda zihninizin gözünde çocuğunuzu saran geleceğin buğulu dokusu
parçalandı. Geçmişin sevgi dolu kundağı eriyip hiçlere karıştı. Sanki hiç orada
olmamışçasına, öylece, bir anda. Çocuğunuzu ilk kez ‘Şimdi’de gördünüz. O
dehşet dolu, acımasızca gerçekçi, normalde hiç orada olmadığını zannettiğiniz
ana hapsettiniz onu. Belki de oradan hiç çıkaramayacağınızı idrak ederken her
hücreniz işkence içinde haykırdı.
Düşünün ki, hep güvende olduğunuz bir yerdesiniz.
Seviliyorsunuz, kollanıyorsunuz. Her yeni şey tüm duyularınızda aynı güçle
patlıyor. Ve zaten her şey yeni geliyor size. Aynı harekete binlerce kez
tekrarlansa da aynı coşkuyla gülebiliyorsunuz, bir ağız dolusu. Canınız
yandığında, sıkıldığında sığınacak bir kucak hep hazır. Hayat upuzun geçen
günlerle ulaşılacak çok uzaklardaki aydınlık bir ufku hayal ederek devam edip
gidiyor. O ufuk sizi kollayıp sarmalayanları yankılıyor sanki. Kendinizi oraya
ulaştığınızda onlar olmuş gibi görüyorsunuz hep. Yine birlikte olacaksınız,
yine sevilecek, mutlu olacaksınız. Hayat hep upuzun geçen günlerle uzaktaki
ufuklara ulaşmaya çalıştığınız hiç bitmeyen bir gündüz düşü olacak. Onların sizi
hep şimdiki gibi; hissettiklerine inanamıyormuş gibi, yanlarında olmanız
beklenmedik bir mucizeymiş gibi, istediğiniz kadar büyüyün hep açılmamış bir hediye paketi misali vaat dolu, umut verici ve esrarengiz kalacakmışsınız gibi
bakacaklarından eminsiniz. Çünkü bütün hücreleriniz size bunu haykırıyor. Öyle
güçlü ki bu ses, bazen çevrenizdekiler de duyuyor ve bu coşkulu avaza onlar da
katılıyor gibi geliyor. Tadına doyulmaz bir ruh festivali bu. Her gün, her
saat, her dakika. Aksilikler, rahatsızlıklar, ufak tefek hayal kırıklıkları
bile arka plandaki bu kıvanç fırtınasının sesini kısamıyor. Sonra bir gün
sevdiğiniz, tarafından sevildiğiniz, yanında güvende hissettiğiniz, onunla
eğlendiğiniz, ona ihtiyaç duyduğunuz kişi yüzünüze bir tuhaf bakmaya başlıyor.
Hani her sabah cilveleşirken işe gitmesi gerektiğinde baktığı gibi; ayakları geri geri gidiyormuşçasına, içi sökülüyormuşçasına, her şeyi uğrunuza feda edecekmişçesine,
sizi daha gözünün önündeyken özlemişçesine. Ama daha yoğun. Çok daha yoğun.
Sanki canınız çok yanacakmış, ama artık onda bunu engelleyecek sihir kalmamış
gibi. Sanki sizi içine sokmak, sonsuza dek orada tutmak istiyor, ama bu gücü
kaybettiğini düşünüyor, daha da kötüsü öyle bir güce hiç sahip olmadığını daha
yeni anlıyor gibi. Sanki size bundan böyle hep o şekilde bakacakmış, son
zamanlarda içinizdeki sesi biraz kısılmışa benzeyen o akıp çağlayan yaşam sevincini artık duyamıyormuş gibi. ‘Bana gene eskisi gibi bak!’ diyecek
oluyorsunuz. Yaramazlık yapmışçasına bir suçluluk hissediyorsunuz. ‘Bir daha
yapmayacağım.’ diye söz veresiniz geliyor, kabahatinizin ne olduğunu bilmeden.
Yeter ki, her şey eskisi gibi olsun. Hayat hızlı ve acılı günlerle giderek
yaklaşan karanlık bir ufka doğru yol aldığınız bir kâbusa dönüşmeden önceki
gibi… Ama umut hep orada. Gözlerinin içinde. Sizinkini yankılıyor. Güneş
gerçekten doğana kadar ufku aydınlık tutmak için.
Bugün Lösemili Çocuklar Haftası başlıyor. Niels Christian Wulff'dan 'Midnight Blue' isimli çalışma Diğer Çalışmaları Sitesi |
Bazen dokuz ayın çarşambası bir araya geliyor. İşler,
sorumluluklar, zorunluluklar boncuk gibi diziliyor. Daha biri yeni biterken
diğeri kapıdan destursuz giriyor. O yetmezmiş gibi bir de siz ‘Aaa, onun zamanı
gelmiş miydi? Eh, n’apalım? Bari yanında şu işi de hallederiz. Hepsi bir arada çıkar.’ diye düşünürseniz, yandı gülüm keten helva… Gerçi böyle zamanlarda
bedene bir güç, zihne bir parlaklık, ruha bir irade geliyor ki sormayın. Ama
yapılacakların hepsi bitip toz duman durulduğunda bilinçaltı ‘Her şeyleri
kotardın, artık yayma zamanı!’ fikrini ta beyin sapından girerek işlemeye
başlıyor ve bütün bu koşuşturmacanın intikamını sizi bir hafta yere sererek
alıyor. Beyin sapı işin içine karıştığından olsa gerek :)) sadece göz
kaslarınız çalışır halde kalıyor. Kalpli, ciğerli, beyinli, kokoreçli ve
sağında solunda bir takım işe yaramaz çıkıntılar olan bir paluzeye
dönüşüyorsunuz. :)) Ben de son günlerde bir taraftan Ali’nin külahını Veli’ye,
Veli’nin yemenisini (Burada bahsedilen yemeni ‘bir tür hafif ve kaba ayakkabı’
anlamındadır. Veli’yle ilgili bir şeyler ima ettiğim sanılmasın. :D ) Ali’ye
giydirir, bir taraftan sular seller gibi yazarken, her şeyi bitirip eleğimi
duvara astığım andan itibaren ‘Dur batarya, dur! Takım topla, takım kaldır!’
oldum. :)) Parmağım bile yerinden kalkmak için rüşvet ister oldu. :))
Peki, o günlerde büyük fedakârlıklarla (!) yazdığım
yazılar beğenildi mi? Hayır! :) Geçen gün bir arkadaşım kaidemin yer gördüğü
ender zamanlardan birinde durup dururken çıkışıverdi.
“Hafiflet artık şu yazılarını!”
“Allah Allaaaah! Konuları biraz daha hafifletirsem
okuyacak şey kalmayacak. Benim yazıların arasından kuyruğuna transatlantik bağlanmış dinozor bile sığar. Neresinden kısayım?” diyecek oldum. Efendim,
konuların incir çekirdeğini bile doldurmadığı doğruymuş. Ama yazılarım eski
pamuk yastıklara benziyormuş. Nası’ yani???!!!??? Eskiden pamuk yataklar varmış
da, bu yataklar her bahar boşaltılır, pamukları havalandırılır, hatta hallaç
çağırılarak attırılırmış. Sonra pofuduk pofuduk olan pamuk çıktığı yere sığmaya
yanaşmazmış da, artan kısmı yastıklara paylaştırılırmış. O yüzden yataklar
yıllar geçtikçe incelir, yastıklar kalınlaşırmış. Beş on yıl sonra o yastıklara
baş dayamakla beton bir duvara kafa atmak arasında pek fark kalmazmış. İşte
benim yazılar da o tıkız yastıklara benziyormuş. Gözümün içine baka baka;
“Kafandan her çıkanı yazmaya kalkarsan yakında beynin de pamuk yataklara
dönecek, ona göre!” demez mi? Sesimi çıkarmayıp, boynumu büktüğümü görünce de
:)) gazı iyice kökledi.
“Neydi şu geçen gün yazdığın telefon pazarlamacısı,
Burcu mu ne karın ağrısıysa, onun sesi? Yok, cam kesen elmasa benziyormuş da…”
“Aaa, öyle deme!” diye atıldım hemen. “Tahtaya tırnak
sürtmesi bir, cam kesmek iki… Çeneni kilitlemezsen, bütün dişlerini kucağına
döküverir o ses, sen ne diyorsun? Öyleyken bile kafanın derisi dolabın altına kaçıp bir yıl orada kalmış erik gibi büzüşür. Burun deliklerin lodosta göndere
çekilmiş bayrak gibi dalgalanır. Göz kapakların, ucu bırakılmış rulo gibi kendi
üzerine kıvrılır. Saçların köpek görmüş sokak kedisi sırtı gibi havalanır.”
“Al işte! Kardeşim mecbur musun her şeyi benzetmeye?”
“Ama sen sordun. N’apiim?”
“Hadi onu geçtik. Kızın her konuşmasına ayrı kulp
takmışsın. Cam kıran çekiç ne demek? Cam şangır şungur kırılır da, çekicin sesi
n’ola?”
“Sen hiç duvardaki çivi yerine senin parmağına
ineceğini bir nano saniye kala anladığın çekicin sesini dinlemedin mi? Böyle
havayı yararak gelir hani. Adamın kanını dondurur. Kemik iliğin bile fazla
mesai yapar da, ömürlük kök hücreyi iki saniyede üretir. Avuçların terler,
ayakta durabilmek için dizlerinin bağına Gordion düğümü atmak zorunda
kalırsın.”
“Off, bi’ sus ya!”
“Dur, dur! Sen sormadan söyleyeyim. Üçüncü
konuşmasında da sesini kâğıt kesiğine benzetmiştim, di’ mi? Kâğıt kesiği
hayatta görüp görebileceğin en hain, en sinsi, en acımasız ve en can yakıcı
kesiktir. Haindir, çünkü masum görünen o papirüs var ya, kendisine en
güvendiğin anda ve yerde Brütüs’ten beter arkadan bıçaklar seni. Sinsidir,
çünkü bir tomar kâğıdın arasındaki bir milimcik çıkıntı, kötü kullanılmış bir kitabın köşesi kıvrılmış sayfası, dosyaya girmemekte inat ediyormuş gibi rol
kesen bir evrak kılığında her zaman saldırmaya hazırdır. Acımasızdır, çünkü
kanın tadını bir kere aldı mı, Dracula’dan bile deha aç, daha sabırlı ve daha
ısırgandır. Can yakıcıdır, çünkü hem fiziksel (Mikro testere gibidir mübarek.
Deriyi öyle bir paralar ki, günlerce sızlar o yara.), hem de psikolojik olarak
(bkz. Hainlik maddesi. :D ) zarar verir. Yaa, n’abeeeer?”
Dedim ya; insanın bedenine bir güç, aklına bir
parlaklık, ruhuna bir irade geliyor öyle zamanlarda diye. Çenesine de kaynana zırıltısı gayreti geliyormuş. Böylece gene üste çıkmayı başardım. :)))
Yury Pustovoy'dan (Юрия Пустового) 'All-Seeing Eye' isimli çalışma Diğer Çalışmaları 1 Diğer Çalışmaları 2 Sitesi |
Bazen nette gezinirken çok güzel resimlere,
fotoğraflara rastlıyorum. Bazıları metafiziksel bir kezzap misali ruhumu
dağlıyor adeta. Hemen bir mim koyup ileride bir şekilde paylaşmak umuduyla
dosyalıyorum. Keşke her birine uygun bir şeyler bulup yazabilsem, ama benim
makine öyle işlemiyor maalesef. İçimde bir stat dolusu güvercin uçursa da tek
resimle ilham perisinin marşı basmıyor, basamıyor bir türlü. :)) Yoksa ben
istemez miyim, tabloları, fotoğrafları teknik ve artistik açıdan
değerlendirmeyi? ;) Bir de başka yönü var tabii o konunun. Bana cennet taamı
gibi görünen bazı sanat eserleri bir başkasına mermer deseni, masa örtüsü, halı
motifi (Pollock ve Miro’nun eserleri ile ilgili olarak çok daha kötülerini de
duymuşluğum vardır :D ) gibi gelebilir, ar ve hayâ duygularını rencide edip,
Türk Örf ve Adetlerine ters düşebilir. :)) Bu türden tepkilerle sıklıkla
muhatap olduğumdan temkinli davranmak zorundayım. Bazı sanat eserlerini uzaktan
sevmek aşkların en güzeli. :)) Hatırlıyorum da Picasso’nun eserlerinin olduğu
bir kitabı incelerken anneanneme basılmıştım. :D Kitaptaki resimlere baktıııı,
baktııı, baktı. Sonra “Kurban olduğum Allahım. Bak, iki çizgiyi bir araya
getiremeyen adama bile resim çizmeyi öğretmiş.” diyiverdi. “Yok, öyle di’il
an’aane! Bunlar (Mavi Dönem) önce, onlar (kübist) sonra…” İkinci yorum birincisinden bomba! “Tü, tü, tü, tü! Dağlara taşlara… Adama nüzul inmiş zahir.
Ama aferin bak! Sanatından da vazgeçmemiş. Allah şifasını da verir inşallah!”
:))
Hani bir dönem Osmanlıda da tartışması olmuş ya, sanat
sanat için midir, yoksa toplum için midir konusunun. Benim derdim – her zamanki
gibi – tam tersi… Toplum veya basitçe insan sanat için midir? Bence öyle. (Haa,
sorunsalın ikinci yarısını da uyarlarsak; insan aynı zamanda insan içindir de…
:D ) Çünkü yarattığı – veya yeniden ürettiği diyelim – şeyleri sanat diye
isimlendiren başka bir yaratık yok. Siz hiç sağdan soldan çöp ve çamur
taşıyarak yaptığı mimari harikası yuvayı hayraaan hayran seyreden fularlı bir
kırlangıç gördünüz mü? Veya kendi oğulunu tavaf ederek şuraya bir kanat, oraya
bir iğne darbesi dokunduran bereli ve pipolu bir arı? Gerçi kediler bazı
şeyleri uzuuuun uzun ve dikkatle inceleyebiliyorlar, ama sonuçta çıkardıkları
işten memnun kalmadıkları aceleyle üzerini örtmelerinden belli oluyor. :D Peki,
ya gene insanoğlu tarafından doğanın sanat eseri diye takdim edilen yer
şekilleri, bitkiler, manzaralar? Ay, sakın Afrika Menekşeleri’nin kendi
çiçeklerinin etrafına toplanmayı adet edinmiş yeşil yaprakları aslında büyük
bir sanat kongresi olmasın…
“Mirim, sağdan beşinci çiçeğin arkaya bükülen taç
yaprağının eğimi hemen yanındakinin güçlü moruyla nasıl da uyum içerisinde görüyor
musunuz? Yalnız şu arkadaki genç goncaları biraz düzene sokmak gerek. Bazılar
kompozisyonun bütünselliğinde izlenimci bir kara delik oluşturmuş…”
“Muhtemelen haklısınız azizim. Yalnız benim durduğum
yerden güneş fena halde gözümü alıyor. Bir de kendine insan diyen bu sanattan anlamaz hödüklerden biri sabah sabah kahverengi-sarı tonlamasıyla esere güçlü
bir realizm katan bölümü hiç acımadan söküp attı. O da yetmiyormuş gibi
başımdan aşağı bir bardak su boca etmez mi? Yani iki şafaklık ömrüm kaldı şunun
şurasında. O yüzden uzmanlığımı hemen dibimden çıkan bir piçe aktarmaya
uğraşıyorum. Bir daha sanatsal teatide bulunamazsak özsuyunuzu helal edin!”
Veya yer şekilleri ve manzara açısından şöyle bir
sahne nasıl?
“Abi, Grand Canyon haber gönderdi. Bu aralar ziyaretçin
artmış diye duymuş. Kendini dev aynasında görmesin diyor. Zaten Ürgüp’te
bacalarının şapkası düşmeye başlamış. Üstelik balon turlarını da ondan kopya
çektiğini iddia ediyor. ‘Bacak kadar boyuyla benimle aşık atmaya kalkmasın o
Kapadokya, muhteşem sanatıma asla erişemez.’ dedi. Hiç öyle karartma taşını
toprağını! Yıldırımlar üzerime olsun ki, öyle dedi. Iııı... Aslında bu aralar
biraz fazla çakıyorlar zaten, ama neyse...”
“Bana bak dedikoducu Boranbulut! Geçen gün de
Stonehenge’den laf taşımıştın. Sonra Grimsvötn Yanardağı’nın serpintilerine
sordum. O ayı kapanı kılıklı dikili taş sürüsü bana ‘Huni Kafa’ dediğini
katiyetle reddediyormuş.”
“Valla, elçiye zeval olmaz. Ben buharıma sinenleri
söylüyorum. Zaten kuzeyden soğuk hava dalgası geliyormuş, yoğunlaşıp üzerine
yağacağım anlaşılan. İşin eğrisini doğrusunu benim damlalardan soruşturursun
artık.”
Sonuç; sanat insan için olduğu kadar, insan da sanat içindir elbette. Biri olmazsa diğeri de var olamaz. Tersinde ise işler biraz
karışıktır. Sanat sanat için yapıldığında kendini istediği ölçüde dağıtabilir,
ama insan insan içindir kısmına gelince; işte onun biraz daha akıllı uslusu,
durmuş oturmuşu, kelli fellisi, abuk sabuk konularda yakası açılmadık yazılar
döktürmeyeni tercih ediliyormuş. Bana da Boranbulut (Kümülonimbüsün Türkçesi…
Sizi bilmem, ama ben çok sevdim.) söyledi. Vallahi onun yalancısıyım. :)))
Rachel Grande'dan (Beyond.the.Box) 'Riding off into the Sunset' Diğer Çalışmaları 1 Diğer Çalışmaları 2 |
Yeni şeyler ilginçtir. Genellikle dünyaya bizim pek düşünmediğimiz bir açıdan baktıkları için olsa gerek. Bir de günlük, sıradan,
üzerinde ikinci bir kez düşünme gereği duyulmayacak ölçüde normal kabul
ettiğimiz konuların aslında ne kadar gizemli, karmaşık ve olağandışı
olabileceğini hatırlattıkları için… Sanat da geniş anlamıyla budur işte.
Örneğin üzerinde binlerce gölge ışık oyunu barındıran bir cam sürahi üç yaşında
bir çocuğa bile ilginç gelmeyecek kadar sıradandır. (Bebekler bu görüntüyle
saatlerce oyalanabilirler hâlbuki. Yeğenim bebekliğinde bazen dakikalarca
pencereden gözüne giren güneş ışığıyla oyunlar oynardı mesela.) Oysa bir ressam o sürahiyi alıp iki karışlık bir beze öyle
bir geçirir ki, katman katman sırrını veren bu saydam remile bakarken sözcüksüz
kalırsınız. Dünyanın en kadim GPS cihazı olarak kullandığımız bazı sözcük
dizilerini ozanın biri alır ve öyle bir evirip çevirir ki, ‘uzun ince bir yolda
gündüz gece gitmeyi, ne halda olduğunu bilmemeyi’ hem onun öznel durumundan,
hem de kozmik, metafiziksel bir nesnellikten görebilmeye başlarsınız bir anda.
İş yaparken gayrete gelmek için sakız gibi ağzınızda gevelediğiniz bir ezgiyi
öyle bir düzenler ki münasebetsiz :)) bir besteci, terinize katık ettiğiniz
notaların ne kadar uzun ve görkemli bir geçmişi olduğu adeta kokleaya uğramadan
telepatik olarak iletilir beyninize. Heykeltıraş bir kıvrımın cilvesini öyle bir
oyar ki taş yerine ruhunuza, daha fazlasını isteyerek heykeli defalarca tavaf
etmekle yetinmeyen gözünüz her yerde o cilveyi arar durur. Fotoğrafçı her gün
binlercesini kafamızdaki ‘hoş, ama boşlar’ bölümüne kaldırdığımız anlardan iki
üç tanesini – sabah güneşinde denizin üzerine yayılan pusun sanki havada
yüzüyormuş görüntüsü verdiği adada virane bir evin bahçesinde öylece duran ve o
sırada aklından ‘Allah Kahretsin! Bu evi nasıl adam edeceğim ben? Elde yok,
avuçta yok!’ diye geçirmesine rağmen :)) zamanın üç haline aynı anda
bakabiliyormuş gibi görünen bir adamı fotoğraflayarak örneğin – aynı karede
buluşturup öyle bir silkeler ki zihnimizdeki görüntü ağacını, dökülenlere biz
bile şaşarız. Öykücü kalbimizi veya beynimizi bir salisede yalayıp geçen duygulanımları
öyle bir ağır çekime alır ki kelimelerle, uzay-zamanda minik bir kabarcık olan o hikâyeye sarılıp yatmak, hiç uyanmamak ister insan.
Ama – ah, şu ‘ama’ ve
benzerlerini sözlükten bir çıkarabilsek – her şeyin yeniliğini, ilginçliğini
kaybettiği, kanıksandığı bir zaman hep vardır. Er ya da geç gelir bulur insanı.
Hem sürahideki ışık-gölge oyununa bir bebek gibi kapılıp gitmiş, başkaları da gördüğü
sırlara vakıf olabilsin diye elinden geldiğince aktarmaya çalışmış kişiyi
bulur, hem de o içine girilesi, ören yeri gibi gezilesi tuvallerden daha, daha
ve biraz daha isteyen kişileri. Kelimeleri harman savurur gibi benliğinin
yeline katıp ruhlara çakan ozanın rüzgârı kesiliverir aniden veya onun
dizelerinde kaybolup yolunu bulmaya çalışanlar sağda solda gördükleri yeni ve
ilginç başka patikalara sapmayı seçerler. Yüzyılları yankılayan notalar
yorabilir bazen besteciyi, başa dönmek ister. İçine ilk düşen ezgilere… Veya üç
gün önce ‘Yeni beste ne zaman?’ diye kapısının aşındıranların ayağı kesilir
başka ‘sound’ların peşine düştüklerinde. Heykeltıraş çalımlarla uğraşırken
birden gözü hareketlere takılıverir, ruhu o yöne kanat çırpar kendiliğinden. Ya
da yıllardır büyümesini, evrenselleşmesini övüp duranlar birden eserlerini
salam gibi doğramaya, altın yumurtlayan tavuğu boğazlamak misali kırıp döküp
içine cin kaçmış mı diye bakmaya başlarlar. Fotoğrafçı günün birinde aslında
hep aynı anı dondurduğu zehabına kapılıp hayatın gizemli eteğinin altına
saklanmış diğer kareleri merak etmeye başlayabilir veya takipçileri artık
kâğıtlara açtığı pencerelere değil de, herkes kadar acemice yaşarken ardında
bıraktığı izlere bakmayı seçebilir.
Sonuçta her ne olursa olur,
iki taraf için de bir ara verme zamanı gelir. Mümkünse yeniden doğmak, değilse
ardında hoş bir sada bırakmak için…
Bu kadar duygusallıktan
meramım; bir süre yazılarıma ara veriyorum, herkes gülsün, eğlensin, (Ben
yazmıyorum diye değil haaa, yaz geldi diye!!! :D ) sıcağın ve yapabiliyorsa
tatilin tadını çıkarsın. Bakalım zaman ne gösterecek. :)))
Emma Hack'ten 'Owl in the Woods' Diğer Çalışmaları Sitesi Blog |
“SEN N’APIYO’SUN ORADA
ÖYLE PARMAK UCUNA BASARAK?”
“şşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşş!!!!
küçük harfle konuş! duyacaklar…”
“Söyleyene bak! Az önceki
nidada abecedeki bütün ünlülere taş çıkartacak kadar gürültü yapan tek ünsüzü
kullanarak asıl kıyameti sen kopardın bir kere… Yarım kilometre çapındaki
herkes duymuştur o uzatılmış 23. harf solonu.”
“cümle başlarındaki büyük
harfleri de çıkarsak diyorum. fısıldayalım, hatta en iyisi hiç konuşmayalım.”
“N’APTIĞINI SÖYLEMEZSEN
ŞŞŞŞŞŞŞŞURADAN ŞŞŞŞŞŞŞŞURAYA GİTMEM!!!”
“tamam, tamam!
söyleyeceğim. linç edilmeden paylaşımda bulunmaya uğraşıyorum, oldu mu?
merakınızı tatmin edebildim mi yüksek takdirlerinizce?”
“Allah Allaaaaah! Yahu
sen bu yazıyı görülsün, okunsun diye yüklemiyor musun zaten?”
“şu büyük harf konusuna biraz
dikkat ama…”
“Taktın büyük harflere
sen de! Büyük harf kullanmayınca cümle nerede başlıyor, nerede bitiyor belli
olmuyor ki… Sen 003,5çuluk oynayacaksın diye bunca yıllık noktalama ve imlâ kurallarından mı vazgeçeceğiz?”
“bunca yıl dediğin türkler
için topu topu bir buçuk yüzyıl! oysa insanoğlu altı bin yıldır yazıyor. zaten aristophanes
kelime sonlarına koyduğu üç çeşit noktayı keşfetmeseydi, gutenberg ‘matbaa,matbaa…’ diye tutturmasaydı belki de şu anda yazılarımız noktalardan,
virgüllerden, tırnak, ünlem veya soru işaretlerinden bağımsız özgürce yaşıyor
olurdu.”
“Ukalalık ederek konuyu
gargaraya getirmeye çalıştığını fark etmedim sanma! Bırak şimdi noktasını,
virgülünü de, yumurtla bakayım, nedir bu gizliliğin hikmeti?”
“gizlilikten değil
canıııım, ben kimse rahatsız olmasın diye şeettiydim…”
“Az önce linç minç
diyordun. N’oldu da ağız değiştirdin?”
“o sırada sadece bir
resim yükleyip altına üç beş satır yazmayı düşünüyordum, ama sen gelip hesap
sormaya kalkınca bütün emeklerim boşa gitti. artık kimse görmeden uzaklaşabilirsem kendimi şanslı hissedeceğim.”
“Şu işi başından
anlatsana bakayım sen!”
“… pekâlâ… dünyanın
güneşten kopmasından milyonlarca yıl sonra ilk tek hücreli canlılar…”
“AKAAAAAA!!!! Doğru
dürüst anlatmazsan, avazım çıktığı kadar durum güncellemesi yapar, sayfadaki
her videonun altına abuk sabuk yorumlar yazar, üyelerin tümüne mesaj atarak
grupta paylaşım yaptığını ilan ederim, ona göre….”
“tamam ya, tamam!
n’apsaydım yani? hazirandan beri grubun adresine uğramıyorum. eski yazılarıma yorumlar
yazıldı, bitpazarına nurlar yağdırıldı, durduk yere bir yığın pohum oldu, buna
rağmen benden tık çıkmadı. millet döner bıçaklarını bileylemiş beni bekliyo’.
n’apiiim? ben de haftanın en sendromlu gününün en ölü saatini seçtim,
çaktırmadan geri dönebilir miyim, diye uğraşıyordum. ama tabii bilinçaltımı
hesaba katmayı unutmuşum. işte, karşımdasın… ve her zamanki gibi başımı, yok
ya, başımızı derde sokmakla meşgulsün.
bari bir kez olsun halime acı da, kimse fark etmeden şuradan sıyrılıp gideyim.”
“Keh keh keh! N’oldu?
Haziranda son yazıyı yükledikten sonra ‘Avaramu’yu söyleyerek evde değme Hintlilere
taş çıkartacak figürlerle dolaşırken, göz süzüp, gerdan kırarken demedim miydi
ben sana ‘Bunun bir de geri dönüşü olacak.’ diye? Ahım tuttu işte! Ooooh, yüreğim
kat kat yağ bağladı vallahi…”
“Hooop, hop! O yürek aynı
zamanda bana ait. O bağlattığın yağları söküp atabilmek için her sabah
annemizin bebekken altı saatte bir vermeye zor razı olduğu beyaz renkli sıvıyı
koklama organımdan geri kusuyorum senin haberin var mı?”
“Ne o? Bakıyorum büyük
harflerine kavuştun.”
“Eeee, sen bu kadar
patırtı koparınca benim parmak uçlarıma basmamın bir hikmet-i harbiyesi
kalmadı. Bari kalan insanlık onurumu kurtarayım.”
“Bu konudaki yorumumu
biraz sonraya saklayarak, herkesin merakını mucip olan şu malum soruyu sorayım
da, hazır onur monur kurtarırken belki dürüst bir de cevap lütfedersin; sahi
sen niye bu kadar uzun zaman ara verdin?”
“Ya, abi ben sandım ki
gruptakiler biraz değişiklik ister. Hep aynı üşütüğün yazı yazmasından
sıkılmışlardır. Eee, ne de olsa başka üşütük… ehem şey yani başka saygıdeğer
girişimciler benim bıraktığım boşluğa hücum ederek (şimşeğin açtığı boşluğa
üşüşen havanın çıkardığı gök gürültüsü misali) bir sinerji yaratırlar. Ben de
tereyağından kıl çeker gibi sıyrılırım bu işten.”
“Ah, benim kendini şimşek
sanan çakmak kıvılcımım, ah! O boşluğu yaratacak hava nerede sende? Kendi
kendine gelin güvey olmaya çalışırken yarı yolda madara olanlara ne denir,
bilemedim. Ama eminim sen derunundan bir sıfat bulup çıkarırsın.”
“Zalim!”
“Yok artık!”
“Çin işkencecisi!”
“O kadar ileri gitme
canım! Her ne kadar yazmaktan alıkoyarak kendine bunca zamandır işkence etmiş
olman az sonra gırtlağına sarılacak olanları yumuşatacakmış gibi gelse de biraz
daha insaflı ol rica ederim!”
“İnsafsız… Acımasız!..
İZANSIZ! SAYGISIZ!!!”
“N’oluyo’ ya?”
“Bir bilinçaltı kendi
bilincinin değersizliğini böyle herkesin önünde alenen açıklar mı? Alçak!”
“Ay, iltifat ediyorsun!
Adım üstümde bilinçALTI… Yüksek olacak halim yok! Haaa, unutmadan söyleyeyim,
senin bilinçaltın olmam hasebiyle söylediklerimi sadece sen duyabiliyordun,
başkasının bilmesi imkânsızdı. Tabii bütün bunları yazıya döküp herkese ilan
etmeseydin… Artık görevimi yerine getirmiş olmanın gönül rahatlığıyla terk-i
diyar edebilirim. Bir dahaki vicdan muhasebene kadar şen ve esen kal!”
“Neeee? Ben bunları kendi
ellerimle yazıp, bir de üzerine gruba mı yükledim şimdi?..... Hu huuuu!
Bilinçaltıııııı! Canım bilinçaltı, cicim bilinçaltı! Beni de bekle, burada
yalnız bırakma!”
“O zaman arkana bakma!”
“Niye ki?”
“Bakarsan taş olursun.”
“O, kutsal kitaptan bir
hikâye değil miydi?”
“Valla’ onu bilmem de, grubun bütün üyeleri
klavyelerine abanmış sustalı, süngülü, katanalı, döner bıçaklı, altı patlarlı,
Magnumlu, Stenli, AK-47li yorumlar döşeniyorlar. Okuyunca taş kesilmezsen eğer, kesin kıymaya döneceksin.”
Kevin Best'ten 'Still Life with Stoneware' isimli çalışma Diğer Çalışmaları Sitesi |
Yerli malı, yurdun malı
herkes bunu kullanmalı…
Hatırladınız mı? Yarı
şaka, yarı gerçek epey bir süre kullanıldı bu ibare. Şimdilerde ise unutuldu.
Altmışlardan, yetmişlerden kalma diğer öğretici özdeyişlerin arasına karışıp
bitpazarı müzesinde yerini aldı. Durup dururken nereden mi aklıma geldi? Geçen
gün kafamı kaldırıp almaca (televizyon) baktığım seyrek anlardan birinde dizi
dizi dizilerimizden birinin oyunluk (sahne) arkasında “yerli malı kullanarak
yurdumuzun üretim ve işlendirmesine (istihdam) katkıda bulunalım” anlamında bir
duyuru görür gibi oldum. Her ne kadar yabancı bir markaya ait satış yerinin önüne yerleştirilmiş olması nedeniyle azıcık içtenliksiz bir görünüş yaratsa
da, (İnsanoğlu kendine yasaklanan veya yasaklanmaya kalkışılan şeylere
yönelmeyi kendine ülkü edinmiş olduğundan, eminim o duyuruyu görenlerin çoğu
yabancı satış yerine girip alışveriş yapmıştır.) uzun yıllar sonra böyle bir
girişimde bulunulmuş olması bile hoşuma gitti.
Bizim zamanımızda ‘yerli
malı, yurdun malı’ dendiğinde okullarda sıralar birleştirilir, üzerlerine
öğrenci egelerinden (veli) kavga dövüş örtüler istenerek sınıf süslemekle işe
başlanırdı. Bütün öğrencilerin dizleri titrerdi, öğretmenleri örtü getirilmesi işine bu kez onu seçecek diye. Çünkü çocuk
için anneden okula götürmek üzere örtü istemek kış uykusundan yeni kalkmış bir
ayının ilk avı olmakla aynı anlama gelirdi. :D İşin yoksa bütün gün burnuna
kadar ev işine gömülmüş, şakülü kaymış annenin eşref saatini kolla, Ayşecik
veya Ömercik ayarında her dem güler bir yüz takınıp “Size anne diyebilir miyim
teyzeciğim?” tonunda bir sesle “Benim annem, güzel annem! Biliyor musun, bugün
sevgili öğretmenimiz bizden ne istedi?” diye sor. El cevap: “Biz bu ayın
kahverengi zarfını daha yeni doldurup göndermedik miydi?” – Bir de o kahverengi
zarflar vardı malum. :)) –
“Yok! Zarf değil………. örtü
sevgili anneciğim…”
“NeeeeeeeEEEEEEEEEEE??????????
(Nuri Kantar’ın dünürü Tijen gibi ‘Niiiiiiİİİİİİİİ?’ diye çığlıklanan modelleri
de vardı annelerin. :D ) Sen biliyo’ musun o örtülerin kaç saatte
temizlendiklerini bakiiim? Akşamdan suya bas, sabahın köründe kalk, kazanda
kaynat! Dumanı tüterken kocan öğle yemeğine gelsin ‘Ay, pek güzel koktu, akşama
mantı mı açıyorsun?’ diye sorsun. Haşlanmış ellerini adamın gırtlağından zor ayırıp örtüyü leğene fırlat! Biir, ikiiii, üüüüç çitile! Durula! Sararmasın
diye bas çiviti, bu sefer de mosmor olsun! Bas çamaşır suyunu, ellerinle
beraber örtü de paralansın. Tam o sırada çocuğun okuldan gelsin, ‘Hani bana,
hani bana?’ desin. Yooook öyle yağma! Bu sefer de Gülten’in anası göndersin
örtüleri!”
“Ama pek sevgili valideciğim…”
“Sen bu konuşmaları
İnanoğlu kardeşlere sakla! Vallahi de vermem, billahi de vermem! Alamazsın
örtülerimi!”
“Ya anne yaaaaaaaaa!....”
“Hah, şöyleeeee! Aslına dön evladım! Yerli malı, yurdun malı, herkes kendi malın’ kullanmalı!”
Hadi allem kallem aldınız,
serdiniz örtüleri, üstüne leblebi, nohut, kuru incir, kayısı, elmalar,
portakallar ne bulduysanız dizdiniz. Eeee, n’olacak şimdi? Otuz küsur her dem
aç gırtlak durur mu? Kırk beş dakika boyunca ‘aksırıncaya, tıksırıncaya, patlayıncaya’ kadar yer, ders arasına çıkıldığında da yanan içlerini
serinletmek için okulun her bir musluğu başına beşerli onarlı muz hevengi gibi
asılırdı çocuklar. :)) Sonunda mide bozukluğundan bağırsakları bal dök yala
olan :) miniklerin anneleri de bir daha örtü konusunda takaza etmemeye yemin
edecek kadar iç çamaşırı yıkarlardı bir hafta boyunca.
Meğer yerli malı
kullanmanın leblebi, nohut tüketimine katkıda bulunmakla ilişkilendirilmesi
noktasından ‘ülke üretimi ve işlendirmesine’ etkisini tartışacak düzeye gelecek
kadar ilerlemişiz. İlerledik de, ortada yerli malı kaldı mı ki ‘böyyük
özveriyle’ onları kullanalım; kesemiz daralsa da, hiç olmazsa yüreğimiz
genişlesin. Bir ara malların Türkiye’de üretildiğini gösteren çizgi im (barkod)
sayılarından söz ediliyordu. ‘Zinhar şu sayıdan başkasını almayın,
çarpılırsınız!’ anlamında çıkışlar yapılıyordu. İyi de o, elektron mikroskobu
olmadan okunmayan rakamları nasıl seçmeli? (Gözlük mü? Ne alakası var canım?
Benim görüşüm siz deyin şahin, ben diyeyim atmaca… Böyle dedikoduları da kim
çıkarıyor? Vallahi kuru iftira! İsterseniz bir tutuşturun kuru kuru! Bakın,
nasıl yanında yaş da yanıyor! Zaten kırk beşten sonra bütün yaşları yakmalı!...
Biz bu yaş konusuna nereden geldik şimdi?... Hah, hatırladım. Gözlükmüş,
peh! Asıl sorun gözlerde değil ki, kollarda
arkadaş! Kollarım biraz daha uzun olsa sular seller gibi okuyacağım her türlü
karınca duasını, ama nerdeee? İnsanın kırkından sonra burnu, kulakları falan
büyüyormuş, benim kulakların kıkırdaklarından bir kısmını kola kaydırabilsek
hiç sorun kalmayacak. :D )
İşte dizide gördüğüm tek
bir kare bana bütüüüüüüüün bunları düşündürdü. (Bir de diziler beş para etmez
diyorlar… :D ) Bu konuyla ilgili ben ne yapabilirim diye epey kafa patlattım ve
sonunda bir çözüm buldum. Tutum, Yatırım
ve Türk Malı Haftası’nda ben de tuttum, yatırdım (Çok ayıp!!! :D ) bu yazımı ve
içindeki yabancı sözcükleri Türk Malı olanlarıyla değiştirmeye çalıştım. İyi yapmış mıyım? :))
Jerico Santander'den 'Own World' isimli çalışma Diğer Çalışmaları Sitesi |
Bir düşüncenin ne kadar
kaygan ve kaypak olabileceğini bir önceki yazım da göstermediyse, başka ne
ispatlayabilir bilmiyorum? Bir tek fikir tomurcuğu bile uygun sinapsı gözüne
kestirmeye görsün, hemen kemendi boynuna geçirdiği gibi, sırtına atlar ve o
nöron senin, bu nöron benim at koşturmaya başlar. Bizim tomurcuk vahşi (!) sinapsını eyerlediği andan itibaren bir kıvılcıma dönüşür ve orman yangınından bile hızlı
yayılır. (Bunun üç rakamlı bir ihbar hattı bile yoktur, hazırlıksız
yakalanırsınız.) Üstelik gezdiği bütün nöronlarda yeni fitiller… şey pardon
fikirleri de tutuşturur. Öyle ki; a ile
başlayıp sonunda kendinizi ‘e eşittir em ce kare’ civarında bulursunuz. (Bkz.
Albert Einstein :D ) Ben ise b’nin yarı yoluna bile gelmeden “Oh be! Bugün de amma çalıştım.”
diyen veya dolap beygiri gibi hep aynı direğin.. pardon nöronun etrafında dönen
kıvılcımlardan muzdaripim. Benimkiler, değil diğer nöronları, kendilerini bile
ateşe vermekten aciz. Yoksa Higgs Miggs sollar geçerdim, ama… Hoş o da bozonunu
bulamamış. “Olsun, alanı daralttık.” diyorlarmış Cern dolaylarında. Ona bizim
burada züğürt tesellisi deniyor canım! Bilimsel mitimizden geriye Pandora’nın Kutusu
misali bir tek umut kalacak sanki. Neyse Higgs ile Cern’lü bilim insanlarını
çuvaldızla muhatap ettikten sonra kendimize de biraz akupunktur yapalım bari…
Benim hınzır beynimin
tembel fikir tomurcukları en yavaş sinapslardan beğendikleri binitlerine atlayıp koşuşturmak için genellikle bedenimin rutin işlere daldığı zamanları
seçiyorlar. Evin hiç bitmeyen işleriyle ilgili ayinler :)), bankalarda huzuuur
(!) içinde ve koyunsu bir teslimiyetle kuyruk beklemeler, arabada trafiğin
gaz-debriyaj- fren transına girdiği anlar, ama en çok sabah jimnastiği…
Bir / iki / üç / dört / beş
– Bir / iki / üç / dört / beş – Dön / yaylan / üç / dört / beş – Kolaysa / sen /
yaylan / dört / beş – Belim / koptu / üç / dört / beş – Kopar / tabii / üç / dört
/ beş – Marketi / eve / taşırsan / dört / beş – Ev / tam / takırdı / ama / beş
– Dolaba / fare / düşse / dört / beş – Balta / kesmez / buz / olur / dört / beş
– Hoppalaaa / şaşırdık / üç / dört / beş – Atasözünü / düzelt! / Sayıyı / eksilt!
/dört / beş – Ay / gene / şaştı /dört / beş – On / kere / söyledim / on bir /
on iki – Jimnastik / yaparken / düşünme / diye / on üç – Eyvah / uğursuzluktur
/ on dört / on beş / on altı – Uçak / koltuklarından / belli / on yedi / on
sekiz – Çinturato / Pirelli / elli bir / elli iki / elli üç – Oooh / aldık /
gidiyoruz / elli dört / elli beş – Hadi / or’dan / koca / gebeş / beş / beş /
beş – Yankı mı / var? / üç / dört / beş – Hah / ucundan / yakaladım / dört / beş – İyi de / hâlâ / ilk / hareketteyim / beş – Otomatik / vitesten / çık /
artık / beş – Dön / ve / yaylan / diyorum / beş – Vallahi / yapamıyorum / üç /
dört /beş – Bari /durayım / artık / dört / beş – Yok / olmuyor / üç / dört / beş
– Hangi / beş / üç / dört / beş – Yüz / olmuştur / şimdiye / yüz bir / yüz iki
– Yok / bin! / bin bir / bin iki / bin üç – Üslü / sayılara / gelmeden /
durabilsem / bin üzeri dört – Geç / kaldım!/ bin üzeri beş / bin üzeri altı /
bin üzeri yedi – Kaç / ediyo’du / ya / bin üzeri sekiz / bin üzeri dokuz –
Aradan / asır / geçti / bin üzeri on / bin üzeri yirmi – Unutmuşum / bunları /
bin üzeri otuz / bin üzeri kırk / bin üzeri elli – Bir de / karekökler / vardı
/ bin üzeri altmışın karekökü / bin üzeri yetmişin karekökü – Kök / hücrelerime
/ kadar / yoruldum / bin üzeri seksenin karekökü – Fakat / şimdi / biri / görse
/ bin üzeri doksanın karekökü – Acayip / sükse / yaparım / bin üzeri yüzün karekökü
/ bin üzeri yüz onun karekökü – Şimdi / gaza / geldim / işte / bin üzeri yüz
yirminin karekökü – Karekök de / yetmez /
arttırıyorum / bin üzeri yüz otuzun küp kökü – Kırk / küp / kırkının da…
/ kırk bir küp – Biri / beni / durdursun / kırk iki küp / kırk üç küp –
İmdaaat! / kırk dört hırk!........
En zoru da gelen sağlık
görevlilerine laf anlatmak.
“İnanın, doktorum hareket
salık verdi!”
“O zaman yanlış doktora
gidiyo’sunuz han’fendi!”
“Nası’ yani?”
“Bir psikiyatr deneyin.
Hem jimnastikten de yırtarsınız. Basarlar trankilizanı, salyalar akıta akıta
boş gözlerle koridorları arşınlar, bir buçuk ayda hiç olmadığınız kadar fit bir beden ve kafayla taburcu olursunuz vallahi…”
Böyle yorumlarla muhatap
olmak istemiyorsanız bedeniniz meşgulken beyninizin yularını elden
bırakmayacaksınız. Özellikle de alışveriş yaparken… Eve döndüğünüzde
poşetlerden hiç ummadığınız şeyler çıkabiliyor zira.
Domates, biber, patlıcan,
Barış Manço CD’si, İspanyol paça pantolon, batik bluz, envai tür kumaş boyası, tiriz fırçası, perdelik kumaş, cam silme deterjanı, el kremi, krem peynir, zeytin, ekmek, un, el değirmeni, Don Kişot’un son baskısı, tıraş tası, diş
fırçası, ruj, döküm döküm makyaj malzemesi, yüz temizleme kremi, pamuk, çırçır
fabrikası hisseleri, “Hanımın Çiftliği”nden yirmi ila yirmi beş dönüm… Promosyon olarak da boyna geçirmek üzere tasarım
bir çalar saatle, son modaya uygun haute couture bir huni… :))
Marco Benedetti'nin isimsiz bir çalışması Diğer Çalışmaları |
Hani derler ya; “Bu aralar
işim başımdan aşkın, gecem gündüzüme karıştı.” diye, dünyanın işi de o hesap…
Yalnız onun baharı kışına, kışı yazına, Aralığı Martına karıştı. Yılbaşına
şunun şurasında bir buçuk hafta kaldı, bırakın ‘Beyaz Noel’i, daha ıslak bir
hafta bile geçirmedik. “Aman, dikkat! Bu hafta Nuh’un Gemisinde kendinize
ucuzundan bir kamara ayarlayın!” diyorlar, ama ya şöyle bir ıslatıp “Hadi benim işim gücüm var. Gerisini siz aranızda halledersiniz. Söyleyin o pireyi deve
yapan ve dinozorun sırtına musallat eden medyanıza, birkaç arşiv görüntüsü
ayarlasın. Üzerine de döşenirler bangır bangır gerilimli bir müzik, hepinizin
dudağına bir uçuk konduruverirler. O gün yağmur görmemiş yerlerdekiler bir
yandan felakete uğrayanlara ahlanıp vahlanırken, diğer yandan ‘Oh be! İyi ki
orada yaşamıyormuşum.’ diye şükrederler. Şehrin alt yapısı ile yetkili ve fakat
(b)ilgisizlerin üst yapısının yetersizliği yüzünden üç buçuk damla suda
boğulmaktan son anda kurtulan semtlerin sakinleri de (Tabii seyredecek,
okuyacak, hatta bakacak halleri kaldıysa) ‘Vay be! Adamlar sorunlarımızı nasıl
dile getiriyorlar ama…’ diye avunmuş gibi yaparlar. Yuvarlanır gidersiniz.”
nutuklarıyla buharlaşıyor yağışlar veya sanki az cezalandırıyormuş gibi fakir
semtleri rahmet(t)e boğup zengin semtlere “Geldi de, uğramadı demeyin istedim.”
gibilerden serpiştirip gidiyor. Şimdi diyeceksiniz ki; “Ne yani, tepemize çığ
düşsün mü istiyorsun?” Valla’ istemek, dilemek, olsun diye dua etmek (inancınız
her ne yöndeyse) biraz tehlikeli… Ben gelemem öyle riskli işlere. :)) Gerçi
arada sırada rüzgâr yüzünü kessin, dilini çıkarıp birkaç kar tanesi yakalamaya çalışsın, ayakkabılarından cork cork sesler gelsin diye aklından geçmiyor da
değil insanın. Tabii bütün bunlardan sonra dönüp ısınabileceğiniz,
barınabileceğiniz, bir tas sıcak yemek bulabileceğiniz bir dam altınız olması
şartıyla… :)
Sanıyorum 99 Depremi’ni
ucundan yaşamış olan İstanbullular, Van da aynı felakete uğrar uğramaz hep
beraber bilinçaltı bir dilekte bulundular; “Aman, havalar soğumasın, oradaki
insancıkları bir de hava şartları vurmasın.” diye. Ama diyorum ya bu dilek
kipine pek güvenilmez, hafif (!) bir hedef sapmasıyla İstanbul’a manasız bir
mevsim musallat oldu. Pencereden bakınca dışarısı asık suratlı, tüm renkleri
solmuş (son “tufan” – iki gün kadar çiseledi – ertesinde ağaçların güzelim
altın rengi asfaltlara sıvandı) haliyle gardını almış, güneşi görür görmez kombine
yumruk çıkarmaya hazırlanan dev bir boksör misali kaşlarını çatmış bekliyor
gibi görünüyor. Bu manzaraya aldanıp sarınıyor, bürünüyor, sadece burnunuzun
ucunu gösterecek şekilde dışarı çıkıyorsunuz ki, havada pısırık bir ısı… Soğuk
asla değil, ılık hiç değil, şöyle üşümek ve terlemekle ilgili anılarınızı dahi
aklınızdan sökebilecek bir vakum yaratan cinsinden bir Celcius, Fahrenheid veya
Kelvin düşünün… (Çevirme işini bilahare hallederiz, lisede öğrenmiştik. :D )
Nasıl desem? Hah, buldum! Öyle ki; bilimkurgu romanlarında çok kullanılan o; kolunuz
nerede, bacağınız nerede ayırt edemediğiniz beden hararetine ısıtılmış su
tanklarından birine girmişsiniz sanki… Havada bırakın rüzgârı, esinti bile yok.
Oksijenle azot başta olmak üzere bütün bileşenler kendi aralarında hararetli
bir sohbete dalmışlar, arada birbirlerinden hırsızlama birkaç elektron ütüp
tellendiriyor, kalan atom altı parçacıklarını da ayaklarında sallayaaa sallaya uyutuyorlar adeta. Böyle bir havada yürümek küçükken gözlerimizi kapattırıp,
burnumuzu da parmaklardan oluşan bir mengenenin arasına sıkıştırarak zorla
yutturdukları ballı-yumurtalı ve sümüklü (burun püresi ve “İçmicaaaaaaam!” diye
zırıl zırıl ağlamanın yan etkisi) sütte yüzmeye benziyor. Birkaç dakika içinde
yapış yapış oluyor, hareket etmeye uğraşmaktansa ferahlamak adına sağınızda
solunuzda yüzen diğer insanlarla “Mirim hatırlar mısınız, hani Boğaz’a da buzlar
inerdi?” cinsinden sohbetler açmak evlaymış gibi gelmeye başlıyor.
Pusula o kadar şaştı ki,
sıcak ve kurak geçen kışlarda ‘global ısınmaaaaaaa!!!!!!’ diye çığırtkanlık
yapan, şehre iki üç kristal kar düşünce ‘Hadeeee, buzul çağına bir
ikiiiiii!!!!’ bağırtılarıyla dolmuş kahyalığına soyunan medyamız bile lâl oldu.
Elbette bunun da her hava koşulu gibi bir faturası olacak. Önce çiftçiye,
üreticiye çıkmış gibi rol kesse de, tüketici de nasibini almakta gecikmeyecek.
Ama ders alınacak mı? Veya alınmalı mı? Veya iyice saçmalayalım, almanın bir
faydası olacak mı?
Dünya, insanları
Şamama’ya (son zamanlardaki Keşanlı Ali Destanı fırtınalarından sonra ilk
aklıma gelen köpek ismi bu oldu, ne yapayım :D ) dadanmış kenelermiş gibi
üzerinden atmaya çalışırken bir taraftan da kurbağayı ürkütmemek için suyu
yavaş yavaş ısıtıyor zahir. Hani bütün Hollywood marka filmlerde dramatik
gelişmeler iki taşın arasında olu oluverir de herkes gafil avlanır, ama sonunda
bir avuç da olsa insan sağ kalır ya. Belki de yaşlı ve deneyimli dünya bunu
engellemeye çalışıyordur. “Son ana kadar başlarına ne geleceğini bilmesin bu
tufeyli takımı, asırlardır beni inim inim inlettiler de, sesimi duymazdan
geldiler madem…” diye intikamı ılık ılık yemeyi kuruyordur. :))
Ey dünya! İşbu yazı
içimizden hiç olmazsa birinin bu ayak oyunlarını yutmadığını göstermek için
yazılmıştır. Gerçi ‘Aferin oğlum A’met, sen bu yolda devam et!’ usulü
birbirimizin omuzlarını tıpışlayıp yaşam tarzımızı değiştirmeden var olmayı
sürdürdüğümüze göre makûs talihimizden kaçamayacağız, ama olsun, kulağında
bulunsun. :))
Peter Jansen'den 'Human Motions Heel Daoyin' isimli çalışma Çalışmaları |
Güleç Asab*
“Güleç Asab’a hoş
geldiniz! Aboneyseniz biri, abone değilseniz…”
“Bir…”
“…ikiyi…”
“Biiirrr…”
“Abone olduğunuz numarayı
söylüyorum; na nuuuu na na… na nuuu na na na na na na. Doğru ise biri, başka
bir numara…”
“Bir…”
“ile işlem yapmak…”
“Biiiiiirrrrrrrr…”
“Teknik destek için bire,
abone işlemleri…”
“Biiiiiiiiiirrrrrrrrrrr…”
“Bağlantı problemi
yaşıyorsanız bire, şifre…”
“BİİİRRR…”
“Bağlantı kopmalarında
modeminizi kapayıp fişten çektikten sonra bilgi…”
“BİİİİİİRRRRRRR…”
“Teknik destek alabilmek
için modeminizin ve bilgisayarınızın başında olmanız gerek…”
“BİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİRRRRRRRRRRRRRRRRRRR…”
“Sizi müşteri temsilcisine aktarıyorum, lütfen ayrılmayın. Bizzat sizin kendinizin, yani
tamamen sizin için bütün konuşmalarınız kayda alınacaktır, o yüzden bize
söverken… şey yani arızanızı bize söylerken iki kez düşünmenizi hassaten
tavsiye ederiz… BAM!... Bam ba ba ba bam! Bam ba ba ba bam! Dattiriditdat
dattiriditdat dom bo bo bo bom! Lalala lalala laaaa lalala laaaaaaa… Bütün
müşteri temsilcilerimiz başka abonelerle ilgileniyor ayaklarında büyümüş
gözlerle ağzına kadar telefon numaralarıyla dolu ekranlarına bakıp ‘O piti
piti…’ yapmakla meşguller. Madem cep telefonundan arayacak kadar alıksınız sizi
bir güzel bekleteyim de kardeş şirketler de bu işin kaymağını yesin!.......
Bam!... Bam ba ba ba bam! Bam ba ba ba bam!
Dattiriditdat dattiriditdat dom bo bo bo bom! Lalala lalala laaaa lalala
laaaaaaa….…………”
“Alllooooo…”
“BAM!... Bam ba ba ba
bam! Bam ba ba ba bam! Dattiriditdat dattiriditdat dom bo bo bo bom! Lalala
lalala laaaa lalala laaaaaaa… Bütün müşteri temsilcilerimiz başka abonelerle
ilgileniyor… BAM!... Bam ba ba ba bam! Bam ba ba ba bam! Dattiriditdat
dattiriditdat dom bo bo bo bom! Lalala lalala laaaa lalala laaaaaaa……………………”
“Alloooo…”
“BAM!... Bam ba ba ba
bam!...”
“Biiip!...”
“Bam ba ba ba bam!
Dattiriditdat dattiriditdat dom bo bo bo bom! Lalala lalala laaaa lalala
laaaaaaa… Bütün müşteri temsilcilerimiz başka abonelerle ilgileniyor………..”
“Alo!”
“BAM!...”
“Biiiiiiiiipppppp!”
“Bam ba ba ba bam! Bam baba ba bam! Dattiriditdat dattiriditdat dom bo bo bo bom! Lalala lalala laaaalalala laaaaaaa………………..”
“Hah! Aloooo…”
“BAM!... Bam ba ba ba
bam!”
“Biiiip biiiiiiiiip
biiiiiiiip biiiiiiiiiiiiiiiiip…”
“Lalala lalala laaaa
lalala laaaaaaa…….”
Kırk beş dakika ve on
üzeri beşinci “biiiiip”ten sonra…
“Zrrrrrr….”
“Amanın! Çalıyor!”
“Güleç Asab’a hoş geldiniz!
Ben Burcu. Nasıl yardımcı olabilirim?”
(Ben bu Burcu’yu bi’
yerden çıkaracağım. ???)
“Ben de AKA. Şu rutin
kontrollerinizi bir yapın hele, sonra ben sizin yuvanızı yapacağım.”
“Efen’im? Aaanamadım.”
“Anlarsınız, anlarsınız.
Sizin ASAB ışığınız da mı yanmıyor yoksa?”
“Pardon?”
“Boş verin! Siz yapın şu
kontrollerinizi…”Peter Jansen'den 'Human Motions Arabesque' isimli çalışma Çalışmaları |
“Abone olduğunuz telefonun numarasını başında sıfır kullanmadan alan koduyla rica ediiim.”
“Neden? Başında sıfır
kullanınca kısa devre mi yapıyorsunuz?”
“Efen’im?”
“Yok bir şey! Nananana
nananana nana nana… Tonlamayı pek band kayıt gibi tutturamadım, ama…”
“Eh, n’apalım
katlanaca’z. Teşekkür ediyorum. Abonenin ismini alabilir miyim?”
“Başta söylediydim, ama
olsun, ağzım mı aşınır; AKA canımın içi, AKA!...”
“Aaanamadım.”
(Şu yazı bitsin,
aaanayacaksın, merak etme!)
“Ahkâm Kesici Adayı.
Aaanadınız mı?”
“Bunu da bildiniz. Tebrik
ediyorum. Peki, annenizin kızlık soyadı?”
“Güleçasabamıaboneoldunabenimsalakevladım.”
“Ay, çok uzunmuş! Anlamı
ne?”
“Sen boş ver anlamını da,
benim sorunuma gelelim.”
“Gelelim, gelelim!!!”
“Benim bütün kayıtlarım
önünüzde mi şu anda?”
“Evet. Hepsini tabak gibi
görüyorum ekranımda…”
“Ekrana on, sana dört
buçuktan beş! Peki, ne görüyorsun?”
“Ayın yirmi dördünde
teknik servis isteminde bulunulmuş sizin için.”
“Sahi mi?”
“Valla’ bak!”
“Ben bakmiiim, sen bak!
Şöyleeee, daha gerilere doğru bir bak! Mesela yirmi üçüne bak! O gün sabahın
köründe ‘Size bugün teknik servis gelecek.’ diye telefon edildiği yazıyor mu?”
“O kadar ayrıntılı…”
“Tabii canıııııım! Kim sığdıracak
o kadar lafı oraya… Geçelim. Peki, bugünün tarihi ne?”
“Yirmi altısııııııı…”
“Yani bana teknik servis geleceğini
söylemelerinden bu yana ne kadar geçmiş?”
“Ay, biliyorum,
biliyorum. Dur, sakın söyleme! Yirmi altı eksi yirmi üüüüüüç… Taaaaam üç gün…”
“Brava!!! Peki, bu
biiiiipini biiiiiiplediğim teknik servis nerede kaldı?”
“Lütfen ağzımızı
bozmayalım. Bütün konuşmalarımız kayda alını…”
“Tamaaaaam, tamammmmmm! Bak,
bakim! Ben size ilk ne zaman arıza kaydı vermişim?”
“Hemen bakıyorum…
Bakıyoruuum… Bakıyoruuuuuum… Bakıyoruuuuuuuum… Kayıtlarınıza ulaşmaya
çalışıyorum şu anda. Bakıyoruuuuuum… Ulaşıyoruuuuuuum… Ulaşmaktan vazgeçtim, hâlâ bakıyoruuuuuuum…
Bulmaya çalışıyoruuuuuum… Şimdi bulacaaaaaaam… Bulacaaaa… Ahanda buldum.
Vallahi de buldum, billahi de buldum. Altısında. Altısında, di’ mi? Di’ mi?”
“Evet! Evet!.. Peki, ilk
arıza bildiriminde bulunduğumda bana ne demişler? Yazıyo’ mu orada?”
“Yok! Ama ben biliyorum
kiiiiii…”
“A canım benim! Neymiş o
bildiğin?”
“Şey demişlerdir… kırk
sekiz saat içinde bu konuda size geri dönülecektir. Bildim mi? Bildim mi?”
“Bildin! Bildin! Peki,
geri dönmüşler mi?”
“Ne biliiiim? Yazmıyo’!”
“Ben söyliiiim… – Ay,
iyice dilim çalmaya başladı bunların lisanına… Bu arızayı hayırlısıyla
hallettirirsem, en az bir buçuk ay hiçbir çağrı merkezini aramamam gerek. Yoksa
dil de elden gidecek, yarım akıl da... – Dönmediler. Peki, canımın içi, Güleç
Asab’ım benim, sonra neler olmuş? Bak bakiiiiim ekranından!”
“İki gün sonra bi’ da’a
aramışsınız. Bi’ arıza kaydı daha alınmış.”
“O kaydı alırken bana ne
demişler peki? Kaydı kuydu, notu motu var mı?”
“Kayıt var, ama kuydu
bulamadım. İsterseniz ariiiim.”
“Aman ha! Ammmman ha!
Arama! İstemem! Ben sana söyleyeyim; yetmiş iki saat sonra size döneceğiz
dediler.”
“E, normal. Şimdi, ilk
aramada kırk sekiz saat haklarını kullanmışlar. Rakip potu arttırınca bob
diyecek halleri yoktu, onlar da arttırdılar mecburen yani…”
“Aaaaanamadım. ???”
“Zzzzzzttttt… Erenkö… şey
yani size yardımcı olabileceğim başka bir konu var mıydı?”Peter Jansen'den 'Thomas Flair' isimli çalışma Çalışmaları |
“Devam edelim, canım,
cananım! Sonra ne olmuş?”
“Siz her kırk sekiz ve
yetmiş iki saatlik sürenin sonunda aramışsınız. İkinci kırk sekiz saatin
sonundaki aramanıza DP, yetmiş ikinci saatin sonundakine ise TBC notu
düşülmüş.”
“Hayırdır inşallah! Bana
verem teşhisi koyan hanginiz evladım?”
“Aaaaaaaanamadım.”
“Çocuuuuuum, TBC’nin
açılımı tüberkülozdur. Eskiden aşısı vardı bu meretin. Kolumuzu çiziktirirler,
sonra da şimdiki dövmelere taş çıkartacak bir iz olmasını beklerlerdi.
Şimdilerde kökünü kuruttuk diye pek bir kasılıyorlar, ama bakma! Üç kere arka
arkaya hapşırınca insanlara antibiyotik yazdıkları için yeniden hortlamasına
çeyrek kalmış. Offfff! Ben ne anlatıyorum ya?”
“Bilmem. Güleç Asab’ı
aradığınız için teşekkür…”
“Hayrola?”
“Ben kapatıyo’sunuz
sandımıdımdım da… o yüzden… Size yardımcı olabileceğim başka bir konu var
mıydı?”
“Başlatma şimdi yardımından… Gargaraya da getirme! Ne demek o DP ile TBC bakiiim?”
“Haaa, siz ‘Değmeyin Patlar’la ‘Tam Bir Cadı’yı soruyo’sunuz, ama söylemem. Patron kızıyo’.”
“Hazır patron demişken,
sen beni daha yetkili birine veya teknik servise falan bağlasana Burcucucuğum.
(Bir cu fazla kaçtı galiba. Anlaşılan beyin fonksiyonları stabilitesini
yitirmeye başlıyor. On dakikaya kadar bu telefonu kapatmam gerek, yoksa gül gibi
dimağımdan olacağım.)”
“Bu mümkün değil.”
“Niye?”
“Öyle biri yok çünkü. Ay,
benim bunu söylememem gerekiyordu. Sayın abonemiz! Bu bir bant kaydıdır.
Methiyelerinizi elemanlarımıza, şikâyetlerinizi gulecasab@sillymail.com’a
gönderiniz. Sanal âlemin bilinmezlerinde kaybolacak bu elektronik postalarınız
için hiçbir sorumluluk kabul etmeyeceğimizi söylememe gerek olduğunu
sanmıyorum.”
“Peki, benim teknik
servis ne zaman gelecek Burcucucucucucucuğuuuuuuuum?”
“Sizin arıza neydi?”
“Aaaaaaaanamadım.”
“Arıza diyorum, arıza.”
“Önce pepepe ışığı
gidiyo’. ASAB ışığı da onun peşine takılıyo’. Sonra saatlerce karşılıklı kasap
havası, zeybek, kolbastı döktürüp duruyo’lar. Bi’ biri yanıyo’, öbürü
pırpırlıyo’. Bi’ öbürü sönüyo’, biri pırpırlıyo’. Pır pır pır pır pır pır pır pır pır…”
“Güleç Asab’ı aradığınız için teşekkür eder, iyi günler dileriz.”
ÇAĞRI MERKEZİNDE
“Vallahi pes
Burcuuuuuuuu! Hiç bu kadar gerçekçi bir salak rolüne şahit olmamıştım.”
“Teşekkürler efen’im.
Teveccühünüz.”
“Seni bu yaz bizim
çömezleri eğittiğimiz kursa hoca olarak alalım. Şu … bankasının kolsentırındaki
Yavşak Ömer’den beri bu kadar yetenekli birine rastlamamıştım. Onu da ayartmaya
çalıştım, ama biraz rahatsızmış galiba.”
“Haaa, o mu? Geçen gün
modemi arızalanmıştı da, bizim servisi aradı. Aksi gibi karşısına da ben
çıktım, pert oldu çocuk.”
EVDE
“Pıııııır pır pır pır!
Pıııııır pır pır pır!”
“Aman da hanimiş? Gel bakiiim! Giy şu gömleği, sonra da kırmızı arabamıza biniceeeeez, dadi dadi
gidiceeez.”
“Çevirgesini almayı
unutmayın. O olmazsa tutamazsınız vallahi.”
“Nevirgesini, nevirgesini?”
“Yavrum, onca yıldan
sonra eve internet gelince modemine tutulmuştu. TDK’nın sözlüğünden modemin
Türkçesinin çevirge olduğunu öğrenmiş; o günden sonra çevirge aşağı, çevirge
yukarı dolaşır olmuştu. Gittiiiii evladım çevirge diye diye… Yapanların boyu
çevirgesin!”
“Beddua etme bey amca!
Hem ne yavrusu yahu, kazık kadar kadın bu!”
“Pııııır pır pır pır pır!
Pııııır pır pır pır pır! Çevirgeden çıktım da Burcucucucucucum, aman başım
belaaaaadaaaaa….”
* ASAB: Adsl açılımının (Asymmetric
Digital Subscriber Line) AKA tarafından dilimize uyarlanmış (Asimetrik Sayısal
Abone Bağlantısı) halinin kısaltmasıdır ve yazıya cuk oturmuştur. (Bu konuda
alçakgönüllülük yapamayacağım doğrusu. :D)
Bu yazıda yer alan karakterler ve
kurumlar hiçbir evde, mahallede, ilçede, şehirde, ülkede, gezegende, güneş
sisteminde, galakside, evrende ve paralel evrende bulunmamaktadır. Sadece
yazarın sapık hayal gücünün ürünüdürler.
:))
Cyra R. Cancel'den 'Black Cat and Raven Crow Halloween Night' isimli çalışma Diğer Çalışmaları |
Geçen gün az kullandığım bir güzergâhtan eve dönerken belki de bütün anlaşmazlıkların odağını ve / veya
sebebini açıklayabilecek bir sahneye şahit oldum. İstanbul’un manasız
mevsiminden en çok faydalanan kesimi olan minik insanların oyun parkından büyük
insanlara mahsus dert ve tasalarımı omuzlarıma, ama en çok da üç ila dört
gramlık gri hücrelerime yüklenmiş bir halde, baktıklarımı görmeden, gördüklerimi ise birdirbir oynatıp beyne ulaşmadan kulağımdan çıkarmaya çalışarak :)) geçiyordum.
Hiç apartman arası sandviç çocuk parklarına alıcı gözüyle baktınız mı? Apartman
çocuğu kavramını ancak ucundan yakalamış olan bizim nesil ana-babaların ceberut
diktasından (aaaah, hele o misafirlikler… burnunun üzerinde kesme şeker sektirerek
sahibine (!) yaranmaya çalışan susta durmuş bir köpekten tek farkımız dilimiz
dışarıda salyalar akıtarak solumuyor oluşumuzdu herhalde :D ) soyunmuş, her
türlü oto sansürden azade, yaka bağır açık, avaz avaz haykırarak, düşe kalka
oynardı sokaklarda. Şimdiki nesil ise terbiyeli terbiyeli salıncaklarında
oturup (zaten çocuğun güvenliği için, diyerek sağına soluna taktıkları emniyet fazlalıkları yüzünden tek bir pozisyona mahkûm garipler) donuk gözlerle
etrafını seyrediyor (oysa biz bir salıncağa kaç çocuk binebilir bilmecesinin
cevabını Volkswagen’e fil sığdırmaktan çok evvel öğrenmiştik), güdük
kaydıraklarda bir saniye bile sürmeyen uçma hazzını tatmaya çalışıyor,
eğlendirmekten çok sıska çocuk kaidelerinin dayanıklılığını ölçmek için
tasarlanmışa benzeyen tahterevallilere uzaktan bakıp burun çekiyor, kendi
başlarına asla tırmanamayacakları (refakatçilerinin de aslında kendi bel ve
sırtlarını düşündükleri halde “Çok tehlikeli çocuğum orası!” gevelemeleriyle
yasakladığı) borulara asılan mahallenin bıçkın ergenlerine güneşe tapınan ilkel
insan kıvamında bakışlar fırlatıyor. Dolayısıyla normalde neşeli, heyecanlı,
korkulu veya (kaydıraktan popo üstü yere çakılınca haliyle) ağlamaklı çocuk
sesleriyle dolu olması gereken oyun parkları çok daha kart seslere ev sahipliği
yapıyor artık:
“EeeeEEEeeeeEEEemmmmreeeEEEEEeee! EmreeeEEEEeeee! Bak, bakiiiim buraya! Hanimiş salıncak? Aman da oğlum
sallanıyo’ muymuş? Annesi oğluşunun fotoğrafını mı çekecekmiş? Gül bakiiiim
anneye! Aaaaa, ama niye öyle samut duruyorsun oğlum?
EeeeeeEEEEEEmmmmreeeeeeeEEEEEeeeeee!”
“Yahu bi’ dur be çocuuum!
Buraya koşmaya mı geldin? Salıncağa bin, kaydıraktan kay! Hönk, hönk, hönk! Git
kendine kendin gibi birini bul! Bekl…öhhhhhhö… Hık diye kalaca’m, o olacak!”
“Ay, dokunma o kuma! Pis!
Öğğğğğ! Kaka! Zaten her gelişimizde yapay plaj yapmaya yetecek kadar kumu
ayakkabılarına doldurup eve götürüyo’sun. E-ee o, e-ee! Kötü, pis! Uf olursun
bak!”
“Salıncak da salıncak
diye kudurdun kız evde, şimdi burada şu kıytırık bir buçuk metrelik kaydırağa meftun
oldun. Ne o öyle? Kurulu oyuncak gibi; kay, dön, iki basamak çık, kay, dön, iki
basamak çık! Benim başım döndü, midem bulandı, sen daha bıkmadın mı?”
“Hanimiş Emre?
EeeeeeEEEEEEeeeeemmmr… BeeeeEEEEeeeerkeeeeEEEEeeee, koşma bak! Fena olacak!…. Gökçesuuuuuuu!
Kızım kafandan aşağı boşaltacak kum dolu kovadan başka şey bulamadın mıııııııı?....
Kaydırağından da başlayacağım şimdi! Yürü eve gidiyoruz. MineeeeeEEEEEeeeee!
Kime diyoruuuuuuuum?”
İşte benim içinden
geçtiğim çocuk (!) parkı da aynen böyle bir yerdi, ama benim dikkatimi çeken
bütün bunlar değil, bambaşka bir şeydi. İnsanların bağırış, çağırış ve
koşuşturmalarına aldırmayan bir hayvan topluluğu geri plandaki yeşil alanı
mesken edinmişti. İkisi tekir, biri alacalı, diğeri sarman dört kedi Afrika Savanlarındaki
iri hemcinslerine nazire yapar gibi çayıra çimene yayılmış, dört beş tane karga
da sanki can düşmanı değilmiş gibi tam bir lakaydiyle onların arasında
dolanıyorlardı. Ne kedilerde bir tetiktelik, bir avlanma dürtüsü, ne de
kargalarda o alışıldık, meraklı hınzırlıklarından bir iz… Olağandışı bir huzur
tablosu… Öylesine çarpıcıydı ki manzara, adımlarım kendiliğinden yavaşladı. Bu
sürpriz cennet provasının tadını çıkartmak, iyice sömürüp içinden birkaç damla
yaşam sevinci damıtabilmek, eh, biraz da anlatacak ilginç bir şeyler bulabilmek
(eee, sosyalleşmek şart! :D) amacıyla bütün antenlerimi onlara çevirdim. On ila
on beş saniye kadar kargalar Schengen vizesinin hayvanlar âlemine özgü olanına
sahiplermiş gibi dört adet dokuz canlının (yanı toplamda otuz altı kedi vardı
orada :D ) arasında iki ayaklı ve gagalı bir kedi türü rahatlığında dolaştılar.
Derken kargalardan biri sarman kedinin nazlıııı nazlı sallanan kuyruğunu fark
etti. Önce merak saikıyla, sonra “Amanın! Bu hayatımda gördüğüm en iri, en nefis ve en leziz solucan değilse n’olayım?” düşüncesiyle o tarafa yöneldi. Sarman
onun yaklaşmasından herhangi bir tehdit algılamamıştı, rahattı, sadece kedilere
özgü o, en tembel insanı bile utançtan yerin dibine geçirebilecek aldatıcı
miskinliğiyle esnedi. Kuyruğunu, beğenilmiş olmasının gururundan olsa gerek,
Nesrin Topkapı’ya taş çıkartacak figürlerle karganın burnuna doğru uzattı.
Karga ise görüş alanında küstahlıkla devinen, “Âlemlerin solucanı benim!" edasıyla kıvrılıp bükülen pembemsi sarı nesnenin (kalıbımı basarım “Ohhhhşşşş!
Yemek!” diye düşünemeyecek kadar aklı başından gitmişti o sırada) cazibesine
kapılıp başıyla takibe geçti. Bir süre yılan oynatan Hint Fakiri yanılsaması
yaşandı... Ve sonunda bu ihtişamlı yemeğin albenisine dayanamayan karga gagasını
“solucanın” en besili yerine çaktı. Kızılca kıyamet koptu tabii! Sarman olduğu
yerde kutusundan fırlayan yaylı bir oyuncak misali otuz - otuz beş santim
havalandı, ama kanat yerine sadece esnek bir omurgası olduğu için o süreyi en
yakın ağacın dalına tünemekte kullanan kargaya yetişemedi. Diğer kediler pek
istiflerini bozmadılarsa da, kargalar savulup uçtular hemen. Huzur tablosu
eksik kaldı. Sarman kedi de şaşkın bir ifadeyle ortalıkta biraz salındıktan
sonra yeniden dönüp yerine yattı. Aklından geçenleri sanki kafasının üzerinde
bir konuşma balonu varmış gibi anlayabilirdiniz:
“Bu kuş benim kırk yıllık
(malum; dokuz çarpı on dört … ııııı…. neyse kırktan fazla eder işte!!! :D )
kuyruğumda ne gördü ki saldırdı şimdi?”
Bu, sadece hayvanları değil, insanları da gafil avlayan bir şaşkınlıktır. Kendimize ait gördüğümüz,
uzantımız kabul ettiğimiz kişilerin, ilişkilerin, eşyaların, anlayış ve / veya
düşünüş biçimlerinin başka birine ağzının suyunu akıtan bir imtiyaz veya sakınılması yetmez, saldırılması elzem bir
tehdit gibi görünebileceği olasılığından o kadar bihaberiz ki, karganınkine
benzer bir davranışla karşılaşınca tıpkı bizim sarman gibi refleksle neredeyse
(hayvanların en akıllısı payesini kendimize yakıştırmamız, orada “tümüyle”
kelimesini kullanmamı yasaklıyor :D ) masum bir tepki veriyoruz. İnsanın
hayvandan en önemli farkı bu çeşit saldırıları hafızasına nakşetmek ve
gelecekte tekrar tekrar gündemine alarak kinlenmekte çok daha kabiliyetli
olması… Keşke şu güzelim sarman gibi başımıza gelen bu türden olayları yalnızca
bir yaşam dersi kabul edip, bir dahaki sefere kinli değil, sadece temkinli
olmayı başarabilsek.
Bu yılın safiyane dileği
de bu olsun… Kin değil, temkin!!! Vay
be! Gene çaktım sloganı! :D
Herkese sağlıklı, mutlu,
huzurlu ve temkinli :)) bir yıl dilerim.
Sukanto Debnath'tan 'Beautiful Old Lady from Darap Village' isimli çalışma Diğer Çalışmaları 1 Diğer Çalışmaları 2 Blog |
Eh, sonunda yeni yıla da girdik. Üstelik bu yılla ilgili bilmem kaç asırlık bir dedikodunun en kötü
versiyonunu ele alan az anlamlı, kıt bilimsel, ama bol efektli bir Hollywood
geyiğini seyrederek… İçimiz açıldı, yüreğimiz ferahladı, moraller bin beş yüzü
vurdu, hızını alamadı, bir de burnumuza çaktı. :) Hâlâ salonun penceresinden
iki gram kadarı görünen denize endişeli ve şimdiden dargın gözlerle bakıyor,
her geçen geminin tonajını tahmin etmeye çalışarak tepeme çakılacak olurlarsa
kaç santimetre karelik bir püre yığını olacağımın denklemini kuruyorum. :)) Bu
arada filmdeki felaket senaryosuna inandığımızdan olsa gerek; yılbaşı
sofrasındakileri son yemeğimiz olacakmışçasına tıka basa atıştırıp, şeker
yükselmesinden mütevellit baygın gözlerle TV’deki birbirinden anlamsız (Andrea
Bocelli’nin nefis konseri hariç) programları seyrederken hiç yoktan bir yaş
almamız var ki, esas ona tutuluyorum. Doğum günüm değil, bir şey değil,
kardeşim! Niye durup dururken buçukluk olmama bir kalsın, di’ mi ama? Hayır
efendim! Buradaki buçukluk Tolkien’in Hobbitlerine verilen lakaba benzeyen bir
şey değil. Daha çok şöyle;
“Efen’im, tevellüt kaç
acaba?”
“Tevellüt kadar… ehem
şey… yani buçuk canım, buçuk!”
“Kaç buçuk?”
“Kaç buçuk değil, buçuk
kaç?”
“Nası’ yani?”
“Buçuk asır evladım,
buçuk asır! Oldu mu? Memnun musun? Sonunda söylettin de boyun arşa mı erdi?”
Neyse ki bu sabah
gazetede tam üç cümlelik gayet ciddi ve bilimsel (!) bir makale okudum.
İngilizler yaptıkları bir araştırma sonucunda kadınların özgüvenlerini elli iki
yaşından sonra kazandıklarını saptamışlar. (Elli değil, elli beş değil, elli
iki. Ne kadar bilimsel bir araştırma olduğunu ispatlamak için zahir. Ama bence
şöylesi daha iyi olurdu; elli bir yıl, yirmi dokuz gün, on yedi saat, otuz bir
dakika, yirmi üç saniye, altmış iki buçuk – biliyorsunuz, spor
karşılaşmalarında bir saniye yüze bölünüyor :)) – salise.) Vallahi yüreğime su
serpildi! Üç yıl sonraki doğum günümde “Tutmayın beniiiii!” durumları var yani…
Hatta doğum gününü beklemeye ne hacet! 1 Ocak 2015 saat 00:00:01’de şöyle bir
nara duyulacak;
“Hiiiiiieeeeeeeiiiiiiiiyyyyyyyyttttt!
Var mı bana yan bakan? Düzler sayılmıyor, çünkü katarakttan önümü göremiyorum.
Anca’ yanları kollayabiliyorum.” :))
Böylece hiç olmazsa
çocukluktan sonra ilk ve son defa yılbaşının yukarıda yakındığım tuhaf etkisini
lehimize saydırabiliriz. Hani yılbaşı geçip tarihe yeni rakam işlenir işlenmez aldığınız
sanal yaşla beraber boyunuz büyümüş, etrafınızdakilerin size bakışı değişmiş
gibi gelir ya…
“Aman, pek de cici bir
ablaymış bu! Kaç yaşında?”
Anneniz: “On dört!” Aynı
anda siz: “On altı buçuk!”
“Bir yaşıma daha girdim.
Evladım, on beş desen anlayacağım. On altı buçuğu nereden buldun?”
“Böyle diyeceğini
biliyo’dum zaten. Sen bir yaşına daha girerken bizim elimiz armut toplamıyor
herhalde. Bir yaş oradan. Eh, yılbaşından bu yana iki gün geçti bile. Ne kaldı
şunun şurasında on yedime?”
Yirmi beş yaşına kadar
böyle devam eder, sonra gidişat tersine işlemeye başlar.
“Biliyorsunuz, biz genç
arkadaşlarımıza fırsat vermek istiyoruz bu sektörde. Yalnız siz özgeçmişinizde
doğum yılınızın yerine bir formül yazmışsınız, bir türlü içinden çıkamadık.”
“Gayet basit oysa…
Biliyorsunuz dört senede bir artık yıl ayağına bir gün ilave ediyorlar hayatımıza. Laf aramızda bunun tek sebebi kadınların bu konudaki çalışmalara dâhil
edilmemesidir. Bir kadın hangi bilimsel gerekçeyle olursa olsun böyle bir
koşulu kabul eder miydi yoksa? Her neyse, biz konumuza dönelim. Yıl rakamını
dörde bölerek vicdansızca her kadının yaşına fazladan eklenen gün sayısını buluyoruz. (Aslında dört yüze bölünemeyen yüzyıl başlangıçları sayılmıyor, ama
biz bilmezden geldik.) Eee, üzerinden onca yüzyıl geçmiş, bu kadar kadının
ahını almış. Yaşımızı… şey yani ahımızı yerde bırakır mıyız? Yüzyıl başına
yüzde bir buçuk faizimizi de ilave ederiz üzerine… (Bileşik faizi de düşündük
önce, ama çoğunluk unuttu gitti o formülü. Bankadaki memurlar bile söyleyince
bön bön bakıyor.) Gelelim anne karnında pineklediğimiz günlere… Biz mi istedik
‘sarışın olsun, gerdanında beni de olsun’ diyerek orada oyalanmayı? Hayır! 280
günü de yaşımızdan çıkacak rakamın üzerine ekledik. Burada özgeçmişe
yapıştırılan resimde gösterilen yaş baz alınır haaa, karışıklık olmasın. (Püf
noktası da orada zaten. Fotoğraf zinhar yirmi beşten yukarı göstermemeli… O yaşın
vesikalıkları saklandıysa mesele yok, ama mevcudu kalmadıysa Photoshop ne güne
duruyor?) Peki, o rakamın tamamı yaşanmış kabul edilebilir mi? Asla! Yarısını
uyuyarak harcıyoruz, öyleyse böl ikiye, gerekirse tam sayıya yuvarla, – hadi o
da bizden olsun! – ama altı ayı da düşülecekler listesine ilave etmeyi unutma!
İşte bu kadar!”
“İyi de bu durumda on bir
yaşında oluyorsunuz.”
“E, gençlere imkân tanımak isteyen şirket de bundan yakınırsa artık…”
Yine bizim aşırı bilimsel
(!) makaleye dönersek, canımı sıkan tek bir konu var: O da milli bir mesele…
:)) Bu adamlar araştırma yaptıkları kadınları Patagonya’dan ithal etmediler
herhalde. Eğer İngiliz Kadınları bile ancak 52 yaşında özgüvenlerini tamamına
erdiriyorlarsa, yılbaşı partisine gitmek için izin alamadığı babasını
bıçaklayan yirmi sekiz yaşındaki, yediği dayaklardan kurtulmak için sığındığı
karakol tarafından “Karı koca arasında olur böyle şeyler!” denilerek evine gönderilen ve tıpış tıpış geri dönen kırk ikisindeki, geç geldi diye oğlu
tarafından kendi evinden atılan elli sekizindeki Türk Kadını’nı ne yapsın?
Şöyle manzaralarla
karşılaşmak işten bile olmaz herhalde…
“Bfılagın, Bfılagın bfeni!
Acılınnng bfaagiiimfff! İlg megtebi de bfitilece’m, idadiyi de… Ndogdol olacam
bfen! Fonra da ellilig bfil mfilyaldel bfulup cadır cadır pfalasını yemeffem
n’oliiim?”
“Bu da özgüven sahibi doksanlıkların
sonuncusu! Bugün aniden başladı belirtiler, kapıp getirdim hemen.”
“Bari getirmeden önce
dişlerini taksaydın. Vallahi bir sabun, iki kese atacak kadar ıslandım…”
“Bu bir şey değil! Geçen
haftaki haminneyi göreydin. Özgüveni tavan yapınca ‘Ben böyle bakımevinin…’
diye bağıra bağıra bütün binayı gezdi. Tam bir hafta her yeri kırklamak zorunda
kaldık.”
Jeremy Geddes'in 'A Perfect Vacuum' isimli çalışması Diğer Çalışmaları Sitesi Blog |
Yazmakla ilgili hemen her
sorunu halledebilecek yeterliliğe sahip olduğumu düşünmeye başlamışken en
önemlisini değil çözmek, kabul bile etmekten kaçındığımı fark edince
şaşakaldım. Yazan (yazar değil!) o gün yazmak istemiyorsa ne yapar? Keyif
aldığımı sandığım, hata bu zevke kaçabilmek uğruna diğer tatlı
meşguliyetlerimin (mesela; çizmek, okumak, seyretmek, dinlemek) kapladığı
alanları daralttığım yazma işi basit bir bıkma haline bile ulaşamayacak kadar
düzeysiz, çocuksu, sorumsuzca ve en önemlisi akut bir “canım yazmak istemiyor”
(Benimki Çetin Altan’ınkine pek benzemiyor. Eğer ucundan dahi akrabalık
kurabilseydi, herhalde memleketin durumuna bakan kalemimin mürekkebi çoktan
kendi içine kaçardı.) halet-i ruhiyesine dönüşünce bugün, ne yapacağımı
bilemedim.
Düzeysizdi; çünkü isteksizliği somut bir gerekçeye dayandıramayınca ne kapsamını, ne yüzeyini, ne de düzeyini saptayabiliyorsunuz. Bu, belki de sizin için hepsinin en korkuncu! Hastalığı teşhis edemeden nasıl tedaviye başlarsınız ki?
Düzeysizdi; çünkü isteksizliği somut bir gerekçeye dayandıramayınca ne kapsamını, ne yüzeyini, ne de düzeyini saptayabiliyorsunuz. Bu, belki de sizin için hepsinin en korkuncu! Hastalığı teşhis edemeden nasıl tedaviye başlarsınız ki?
Çocuksuydu; çünkü en
kaprisli olduğunuz ve buna rağmen en fazla müsamahayla karşılandığınız o
dönemdeki kadim ve tozlu alışkanlıklarınıza geri dönüyorsunuz bir anda…
Örneğin; “Ban’ ne, ban’ ne, yazmiiicam işte!” cümlesini tekrar ederek evi
turlamak, durduk yerde en mendebur suratınızı (inanın bana, hiç de
çocukluğunuzdaki şirin hallere benzemiyor o yüz, görenler süngüye davranıyor :D
) takınarak köşeden size göz kırpan kağıt kaleme abartılı biçimde omuz silkmek,
hatta daha da ileri gidip bir duvara dönüp gözleriniz kapalı, kulaklarınız tıkalı
avaz avaz ve bet bir sesle şarkı söylemek gibi… Bu da, çevreniz için en dehşet
verici durum! Onlar hem hastalığınızı teşhis edemiyor, hem de en kötüsünden
korkuyorlar zira. “Bir tahtasının zıngırdadığını hep biliyordum zaten. Sonunda
koptu işte! Hem tahtası, hem kendisi…”
Sorumsuzcaydı; çünkü
benim yazma serüvenimin tamamı bir sorumluluk ilkesine dayanıyor. Hayır
efendim! Sizlere karşı olan sorumluluğumdan bahsetmiyorum daha. Bir de oraya
girmeyelim, bi’ ağlamaya başlarsam, susturamazsınız. :)) Bu daha iptidaî, daha
bencil, daha zorlayıcı bir sorumluluk ve kendime karşı… Ayrıca Id’den (Bilinç
altının afili adı. İngiliz dilinin aşağılamak istediklerine kullandığı
cinsiyetsiz üçüncü şahıs zamirinin takla attırılmış hali…) geldiğinden şüpheleniyorum,
canımı yakmayı çok iyi biliyor zira… (Öyle bir film vardı; başrollerinde halim
selim, oturaklı Walter Pidgeon, o günlerin afet-i devranı, dudağı benli Anne
Francis ve ellili yaşlarında içindeki komedi canavarını keşfedeceği aklının
ucundan bile geçmeyen genç ve yakışıklı Leslie Nielsen’in rol aldığı Forbidden Planet. Id’den gelenlerin birbirine kattığı bir gezegende olanları anlatıyordu.
TRT’de ilk yayınlandığında ben henüz düşünce bakiri çağlarımı yaşadığımdan,
günlerce konuya kafa patlatmış, sağa sola sorup ansiklopedi karıştırarak ‘Ne
dedi bu film şimdi? İyi bi’ şi’ mi dedi, kötü bi’ şi’ mi dedi?’ sualini
cevaplamaya çalışmış ve başarısız olmuştum. :D Oysa garibim film – şimdi
klasiklerden sayılmasına rağmen, çekildiği yıllarda – en basitinden B grubu bir
bilim kurguymuş, otuz beş yıl sonra yollarımız tekrar kesiştiğinde hayal
kırıklığıyla fark ettiğim üzere…) Konumuza dönersek; bu, işkenceci sorumluluk anlayışımı dahi yok sayan yazma isteksizliğim fazlasıyla kaygı verici, çünkü
Demir Lady’ye bile pabucunu ters giydirecek bir kontrol manyaklığı sendromundan
muzdaripim. Ve eğer buna da tutunamıyorsam, “yok mudur kurtaracak bahtı kara
maderini?” :))
Gelelim akut olmasına…
Nasıl söylesem? Pazartesiden beri kafamda iyi yağlanmış saat zembereği misali
(Tabii eski saatlerden bahsediyorum. Şimdikilerde sadece o ruhsuz devreler var.
Gerçi onlara da meraklıları mikroskobik sanat kapsamında bir takım sürprizler
saklayabiliyormuş, ama onları ancak pil değiştirenler görüyordur, görüyorsa…
Oysa eskiden saatin arka kapağı açıldığında ortaya çıkan manzara “çıkı-tı-tı çıkı-tı-tı çıkı-tı-tı” sesleri eşliğinde yediden yetmiş yediye herkesin zihnini
de, salyalarını da peşine takar Fareli Köyün Kavalcısı’nın mağarasına kadar
götürürdü dakikalarca. Hele de o şimendiferli cep saatleri… Hobaaaaa! Yine
nereden geldik buralara? Derhal çark ediyo… Ay, hele o mini mini çarkları
seyretmek… Hareketi nereden alıp, nereye taşıyor diye takip etm… Aaaa, ama biri
beni bu parantezden çıkarsın artık.) Nerde kalmıştık? Hah! Akut yazma isteksizliği… Daha dün gece yatağa kafamda bir yazının iskeletini oluşturmuş
olarak girmiştim. Sabah kalktığımda ise yazının ilk cümlesi, ortasındaki vurucu
bölüm ve son zevzeklik hazırdı. (Araları tamamlamak kolay! Doktor Who’nun
Tardis’ine rahmet okutan incir çekirdeğini çağırdım mı, tamam. Ondan sonra
istediğin kadar saçmala, dur! Nasılsa dolmayacak… :D ) Kahvaltı sofrasını
toplarken ilk “seçme saçmalarımın” notlarını beyin kıvrımlarıma iliştirmiştim
çoktan. Hatta mutfak bloknotu ile yanındaki çakaralmaz tükenmez kalem bile
korkulu gözlerle benden tarafa bakmaya başlamışlardı. Lisan ve benim konuyla
ilgili âli (!) görüşlerimi içeren bir yazı olacaktı bu. Büyük ümitler
bağlamıştım kendisine. Yedi delikli tokmağım her bir kovuğundan şerareler
saçıyordu… Ne olduysa evde yılbaşından kalma leziz ve fakat sağlığa zararlı
atıştırmalıkların tükendiğini, acilen yemek yapmam gerektiğini fark ettiğim
zaman oldu. Boş buzdolabının içinde kafam yarıla yarıla dolaşır, sade suya tirit çorbasına atılacak bir şeyler bulabilmek için örümcek ağı bağlamış
köşelerine göz gezdirirken yazma isteğimi de düşürmüş olacağım.
KAYIP İLANI
Tüm sanatkârane (!)
duygularımı kendisine hasrettiğim, çatlaklık sertifikalarımın en kıymetlisi
olan ve derunuma saldığı köklerinden saçak saçak yolunarak beynim ve kalbimden
sökülüp alındığından şüphelendiğim YAZMA İSTEĞİMİ kaybettim. Hükümsüzdür.
Bulanların en yakın Bomba İmha Ekibi’ne haber vermeleri önemle rica olunur. :))
Guerra de la Paz'dan (Alain Guerra ve Neraldo de la Paz) 'Indradhanush' Sitesi Blog |
Bezirgân züğürtleyince
eski defterleri karıştırırmış. Ben de zaman zaman eskilerini okuyup ukalalıkta
çığır açacak bir vazifeşinaslıkla kendi işlerime burun kıvırıyor; “Bak şimdi! O
hiç öyle yazılır mıymış?” veya “Şişirme iş daha üçüncü cümlede belli olur
zaten.” gibilerinden ‘mundar ciğer’ numaralarıyla yazılarımda fazladan
bırakılmış esin payı arıyorum. Siz şimdi bu tuhaf şey de ne ola, diyorsunuzdur.
Anlatayım. Eskiden, hazır giyim bu kadar yaygın değilken, hanımlar elbiselerini
kendileri dikerdi. Üstelik dört başı mamur olsun diye göz nuru dökülür, aksi
halde arkasından “Gördün mü bak? Sen al o güzelim ekoseyi, sonra da yan
dikişleri çizgisi çizgisine getireme… Rezil etmiş caaanım kuponu vallahi ve tallahi!”
veya “Ne biçim etek boyu almak o öyle! Evaze etek değil, çalı süpürgesi sanki.
Arkası sarkıyor, yanlar desen bir taraf uzun, öbür taraf kısa kalmış. Ayol
sağından solundan kombinezonu gözüküyor, ondan bile haberi yok!” diye teneke
çalınacağını bilirdi dişi kısmısı. (Şimdi her şey salkım saçak olmayınca adamı
dövüyorlar. Kombinezon tarihe karıştı gerçi, ama sutyen askıları bir de yetmez
beş tane, beşi de ayrı renk ortada olmayınca ‘in’ olamıyorsunuz. Çizgisi
çizgisine ekoseler devri çoktan geçti, şimdi kumaşlar o kadar elastik ki, artık
pek çok parçayı ters çevirip kendi üzerine dikerek ‘stil’ yaratıyor modacılar.
:D ) Bir de kilo problemi vardı. Şişmanlamak şimdiki gibi dünyanın sonu
olmadığı, özellikle evlendikten sonra balıketini bulamayan hanımlara ‘karnında
kurt var zahir’ diye acındığı o dönemde elbiselerin de bedenle birlikte kilo
alıp verebilmesi için dikiş payları olması gerekenden geniş tutulurdu. (Hatta
çoluğuna çocuğuna o paylardan etek ceket çıkarabilecek kadar mahir anneler bile
vardı. Bkz. Benim valide… :D) Gerçi genellikle beden genişlemeye başlayıp o
paylardan yararlanmaya kalktığınızda çitilene çitilene defalarca yıkanmış
giysinin içinde kalan parçası ile giyile giyile hışırı çıkmış kısmı arasında
bir akrabalık tesis edecek kadar bile benzerlik kalmazdı, ama olsun. İşte ben
de yazılarımda o paylara benzeyen fazlalık esin parçaları arıyorum, ama
maalesef o konuda pek eli açık davranmamışım. Hatta bazılarına hiç pay koymamış
olsam gerek, yanlarından kelebek uçsa her harf başka bir köşeye savruluyor. :)
Yine de demokrasilerde (her ne kadar benimki oligarşi rejimi olsa da) çare
tükenmez. Kendi bitpazarıma yarım mumluk nurlar yağdırırken rastladığım bir
cümle yeni yazıma tohum oldu. Lisanla ilgili olarak geçenlerde Portekizce bir
şarkının altına yaptığım yorum da can suyu… (Aman ha, bu yazıda pay aramaya
kalkmayın! Bazı yerleri sadece tükürükle yapıştırdım zira. :D )
Ezelden beri lisan
konusunda bir sümtüklüğüm (Arsız, açgözlü, başkasının yediğinden isteyen
manasına geliyor. Bambaşka bir sözcüğün yanlış yazılışı falan zannedeyim
demeyin! :D ) vardır. İzmirli olan anneannemin Rumca konuşmalarını ağzım açık
dinlerken mi başladı, yoksa gece yarısı kulak uydurulan kısa dalga radyo
yayınlarında ıslık-parazit introsuyla başlayan gizemli lisanlardaki şarkıların
büyüsüne mi kapıldım bilmiyorum. Her zaman başka dilleri dinlemekten, hepsinin
parmak izi misali (Bir de retina var, biliyorduk. DNA zaten baş belirleyici.
Son birkaç yıldır kulak izinin de benzersiz olduğu, hatta bu konuda arşiv
oluşturulmaya başlandığı söyleniyordu. Ama geçen gün rastladığım haber hepsine
rahmet okuttu. Efen’im kaidelerimizin izi de eşsizmiş. :D Yakındır, onu da seri
katil profillerine katmaya başlarlar. “Bakın, bununki kemikli, ayrıca hafif
sağa yaslanırken öne doğru eğilerek oturuyor. Amirim gördünüz mü? Ahanda
şuradaki de çataldaki beni. Aman incelemek için fazla yaklaşmayın, dün akşam
fasulyeyi biraz fazla kaçırmış.”) kendilerine has ezgilerini keşfetmeye
çalışmaktan hoşlanırım. Edith Piaf ve Mireille Mathieu ‘R’leriyle kıtaları
yutacak cesamette anaforlar yaratırken, Johnny Hallyday ile Gilbert Bécaud’nun her kelimesini makineli
tüfekle atabildiği Fransızcayı; Mina ve Al Bano’nun şarkılarında bala bulanmış kedidiline
(burada bahsi geçen; pastane mamulâtı olan kedidilidir, kimse yanlış anlamasın
:D ) dönüşürken, Rita Pavone ve Adriano Celentano’nun gırtlağından mısır
patlatılıyormuş gibi saçılan İtalyancayı; haber spikerlerinin kuru lisanında
kavrama yapmayı yeni öğrenen birinin bir bağırtıp, bir stop ettiği araba motoru
sesine benzerken, opera solistlerinin üç oda bir salon ses tellerinden her harfi
bir oratoryo azametiyle yükselen Rusçayı; konuşurken süper hızda çalışan iki
halı dövücünün asla örtüşmeyen sesi gibi gelirken, fandangolarda tuhaf bir
yalelliye dönüşüp asli görevi olan dövme işini avuçlara, topuklara ve
kastanyetlere bırakan İspanyolcayı; sevgilisine aşkını ilan ederken bile kulağa
bölgecilik yapan köpeklerin havlaması gibi gelen (Anjinsan’daki Toshiro Mifune’yi
hatırlayın! Konuşmasına ne hacet, kaşlarının doğal hali bile odada bir yerlere
sinmenize yeterdi. :D ), ama nasıl
yapıyorsa, şarkılarında insanı boyutlar arası yolculuğa çıkarmayı başaran
Japoncayı; alfabesinin tamamı çatlayan veya şıngırdayan sessizlerle bademcikler
civarında turistik geziye çıkmış olanlar arasına katıştırdığı üç beş sesliden
ibaretmiş gibi görünen, oysa türküleri lodosta göndere çekilmiş çıngırak, zil
ve kristallerden oluşan bir bayraktan geliyormuşçasına dinlenen Çinceyi hep
imrenerek dinledim. Xooang Choi'den (최수앙은) 'The Islet of Asperger' Type VII' isimli çalışma Diğer Çalışmaları 1 Diğer Çalışmaları 2 Diğer Çalışmaları 3 |
Elimde olsa bütün dilleri konuşabilmek ve anlayabilmek isterdim. Türkçe hariç. Çünkü kendi dilimin bir
yabancıya nasıl bir his verdiğinden habersizim. (Her şey gibi bunu da bilmek
isterdim tabii. :D ) Acaba Arapçada olduğu gibi virtüöz bir gargara
sanatçısının resitaline mi benziyor, yoksa eskiden okul kapılarında satılan
alacalı, boğazınızı gıdıklayacak kadar tatlı ve ısındıkça yumuşayan o güzelim
macunları andıran Azeri Türkçesine mi? Mesela yabancı biri Türkçeye kendi
dilinden geçen kelimeleri ayırt edebiliyor mu kolayca? Restoran(t) (o sondaki ‘t’
hep tahtaya sürtülen tırnak sesi gibi gelmiştir kulağıma, ama neyleyim?) denildiğinde
bunun rrrestoğoğn diye telaffuz ettikleri şeyle aynı, süveter kelimesinin ter
kokulu sweater’larının yıkanmış hali, kuruşun Groschen’in Türk Kardeşi olduğunu
fark edebiliyorlar mı?
Bunları ne zaman düşünsem
aklıma lise İngilizcesiyle Amerika’ya giden birinin anlattığı bir hatırası
gelir hep. Her ne sebeptense bir notere ihtiyaçları olmuş kendisiyle birlikte giden
arkadaşlarıyla. Aralarında ‘Yes’ ve ‘No’dan fazlasını bilmemesini medeni
cesaretiyle kapatanlar da varmış, bana bu anıyı aktaran gibi uzaktan bir
Amerikalı görünce İngilizcesiyle birlikte Türkçesini de unutup Tarzanca
anlaşmaya çalışanı da. Basmış mı bunları karalar? Yok, yok! Yabancı ülkede
hukuki otoriteyle ilk kez müşerref olacaklarından dolayı değil, noteri Allah’ın
Amerikalısına nasıl anlatacaklarını bilemediklerinden. Sonra öğrenmişler ki,
İngilizler de o kelimeyi tıpkı biz Türkler gibi Fransızlardan araklamış. Bunun
rahatlığıyla kendilerini sokağa atıp karşılarına çıkan ilk Amerikalıya imece
usulüyle “Abi en yakın noter nerededir?” mealinde bir soru sormuşlar. Amerikalı
söyledikleri her sözü anlamış da bir tek ‘noter’ kelimesinde takılmış.
Adamcağızı aynı sözcüğün değişik telaffuzlarıyla bombardıman etmiş, son olarak
da (Türkçe) galiz bir söz dizisini takiben; “Koskoca Amerikalı olmuşsun, ama
bir noteri bile bilmiyorsun.” diye kalayı basmışlarsa da yararı olmamış. İkinci
teşebbüslerinde de epey Karagöz Hacivat oynamışlar, ama sonuç değişmemiş.
Üçüncüsü ise ikinci Amerikalının bizimkileri ‘bilse bilse o bilir’ diye
gönderdiği, ama aslında sadece hamburger meraklısı olduğu göbeğinden belli bir
adammış.
“NoTER?”
“Yes, noter!”
“What is this? Something to eat?”
“Yok, deve! Göbeğinden
utan be adam! Hâlâ yemek düşünüyorsun. No be anem! Dis iz e pleys end e men!”
Siz varın Amerikalının
şaşkınlığını düşünün. :)) Sonunda bizimkiler noterin ne iş yaptığını anlatmayı
akıl etmişler.
“Oooo you mean notary!”
“Ne ağacı, ne yoku be
adam. Noter, noter!”
Sonunda ‘ağaçsızın’ (notri)
noter demek olduğu anlaşılmış da Amerikalı bizimkileri en yakın ‘e pleys end e
men’e yollayabilmiş. Eh, adam haklı. Ben de grik yıgırt’ın kırk yıllık yoğurt
olduğunu anlamakta güçlük çekmiştim. Ama en aşırı örnek Çin’de çay istemeye
kalkıp on beş dakika boyunca “Ça! Ça! Ça!” diye haykırdıktan sonra doğru vurguyu tutturamamanın bezginliğiyle pes edenler olsa gerek… Orada sözcüğü
doğru aksanla söylememenin en hafif cezası bu, herhalde aynı sebepten bir araba
sopa yiyen (Şimdi gel de bunu tercüme et! “Var ya, you eat a wagon full of sticks!”
:D ) yabancılar da olmuştur. Bereket ömrü billâh çay içmeye tövbe eden
bizimkiler ‘yuvarlak’ gözlerinin hatırına dayaktan kurtulmuşlar. :))
Aslında bırakın başka
dilleri, Azeri, Türkmen, Özbek Türkçesini bile anlamakta güçlük çekiyor,
konuşmaya çalıştığımda resmen çuvallıyorum. Geçenlerde bir Türkmen Halk
Şarkısını yorumlayan bir Alman grubun telaffuzu bile benden iyiydi. Hatta bu
sayede aynı dilin değişik söylenişlerinin müziği nasıl etkileyebileceğini bir
kez daha hatırladım. Bu durumda örneğin Fransızca bir şarkıyı ruhuyla bir bütün
olarak Türkçeye çevirmeye çalışmak imkânsıza yakın bir zorlukta olmaz mı? Sözleri
birebir tercüme etmeye kalksanız şiirsellik bir tarafa, prozodi öbür tarafa
yatar, ortada sap gibi bir melodik kabuk kalır. Müziği ön plana çıkarıp
Türkçenin kendi şiirini içine katmaya uğraşsanız, Fransızcanın şiirini es
geçmiş, üstelik bir hiç uğruna Türkçeyi Fransız müziğine katık etmiş olmaktan
ileri gidemezsiniz.
Eeee, geldiniz mi hepiniz
benim dileğime? Ah, keşke herkes birbirinin dilini anlayıp konuşabilseydi!
(Gerçi bir de her milletin nev-i şahsına münhasır bir işaret dili var.
İtalyanların şu başparmak tırnağı ve diş ilişkisine dayalı ünlü hareketlerini
uzun süre kürdan veya ortodonti uzmanı ihtiyacına bağlamış biri olarak, Yeni
Zelanda Halk Dansları Topluluğunun köklerine kadar çıkardıkları dillerini neredeyse
gözüne sokmasını veya dirseklerinden kavradıkları kollarını burnuna burnuna
uzatmasını taş gibi bir suratla izleyen devlet büyüklerine hak vermemem mümkün
değil. :D ) Belki de anlaşmazlıkların pek çoğu “Aaa, siz de mi ona öyle
diyorsunuz?” müşterekliklerinde boğulur, bir daha izlerine rastlanmazdı. Fena mı olurdu yani?
Alan Sailer'den 'Lime Light Out' isimli çalışma Diğer Çalışmaları 1 Diğer Çalışmaları 2 |
Ekşi biriyim. Evet,
biliyorum! İçinizden, kendini tanımlamadığın bir bu kalmıştı, diyorsunuz. Ama
bu konu önemli. En azından benim için. Eh, yazıyı yazan ben, okuyan siz olunca
konu hakkında pek de seçim hakkınız kalmıyor. (Amanın! Şu anda on mumluk hidayet
anlarımdan birini daha yaşıyorum; niçin yazdığımın yüz on sekiz bin üç yüz
yirmi yedinci sebebine da sonunda vakıf oldum. Güüüüüç bende artııııııık!!!)
Efendim? Bir an önce sadede gelmezsem okumayı bırakacak mısınız? Hııııı… E,
peki madem!
Son günlerde gerek (artık
pek de özelliği kalmayan) yaşamımda, gerekse yazılarımda ironi dozunun
arttığını fark ettiğimden dolayı yazmıştım yukarıdaki ilk cümleyi. Ama bir defa
yazınca üzerinde düşünmekten (ve saçmalamaktan) kendimi alamadım. Dört ana tat
varmış. Tatlı (şekerli), acı, ekşi ve tuzlu… (Bir de umamiyi kattılar
aralarına, beş etti. Ah, şu Kikunae Ikeda, ah! Başımıza monosodyum glutamat
denen bu, tatsal zevk vanası açıcıyı o musallat etmiş. Ne vardı şu Allah’ın
yosunundan yapılmış çorbayı sadece Zagor’un Çiko’su gibi ‘Gnam! Gnam!’ diye
içmekle yetinse, ‘Abi, ne var bunun içinde böyle? Bata çıka içiyorum, yetmiyo’!
Boşanıp karımı bile yiyebilirim.’ demese… Elinin kimyasıyla her işe karışmasa…
) İnsanların üzerimizde bıraktıkları etkileri de bu tatlara benzetmek mümkün. Ben
kendimi bildim bileli ekşiyimdir mesela… Her ne kadar çocukluğumu hatırlamayı
başarabilen ve hâlâ yaşayan :) bir iki kişi beş altı yaşlarıma kadar çooook
tatlı olduğumu (o yaştan sonrasıyla ilgili yorum yapmıyorlar, doğrusu ben de
pek meraklısı değilim :D ) iddia etseler de, kendimi hiç öyle hissettiğim
olmadı. Ekşi-acı olduğum vakidir. Ekşi-tuzlu da… (ki o halimi hiç tavsiye
etmem!) Ama anadan doğma ekstra şekerli bir insanın (validem) dizinin
dibindeyken bile ekşi-tatlı olduğum görülmemiştir. Aslında ekşi insanlar belki
de en tahammülfersa grubudur beşeriyetin… Çünkü dünyanın en güzel, en tatlı, en
saf şeyini, olayını, kişisini bile iki kelimede ekşitme, eğer o kadarını
beceremiyorsa, en azından buruklaştırma kabiliyetine sahiptir. Bir de aynı yeteneği çirkin, tatsız ve yoz olanlarda kullandığını düşünün, ne demek
istediğimi daha iyi anlayacaksınız. :)) Diyeceksiniz ki; ya diğerleri? Acı
insanlar da var. Var! Var da, onların yanında fazla kalan olmaz zaten. Yani
zararları daha çok kendinedir o grubun. Devamlı karalar bağlamak bir süre sonra
etraflarının boşalmasına neden olur. Her şeyi depresif bir pencereden görmeyi
kendine felsefe edinen, hatta buna yediği yemek, içtiği su kadar ihtiyaç duyan
birisinin yanında ancak şekerinden gırtlak kamaştıracak kadar tatlı olanlar
kalabilir. Onları da acı olan istemez zaten. Eee, canlı ruhu, güleç yüzü,
sarsılmaz iyimserliğiyle yaşam sebebinizi her an yerle bir edebilecek veya en
azından hayatınızda dokuz şiddetinde bir depreme (Tsunamileri saymıyorum. Bilim
insanları o konuyu hâlâ tartışıyor zira. İnsan ruhunda tsunami olur muuuuuu,
olmaz mı? Buna karar verebilirlerse, Marmara’yı da incelemeye alacaklar. :D )
yol açabilecek birini yanınızda ister miydiniz, siz olsanız? Buradaki acı
tanımına sulfata acısı girmektedir, yanlış anlama olmasın. Biber acısı konumuz
dışındadır. (Zaten biber acısı insana da hiç rastlamadım! :D ) Gelelim tuzlu insanlara… Bu grup yaşamlarındaki her şeyin bir tadı olması ve bu tadın sonsuza
kadar saklanması gerektiğine inananlardan oluşur. (Tuzlayalım da, kokmasın
hesabı…) Örneğin; seyahate mi çıkılacak? En çok yerin gezileceği (güzergâhın ne
kadar girift olduğunun hiçbir önemi yoktur, çok gezen çok bilir!), en anlamlı
(bu anlam, ihtiyaç molasının gerektirdiği nokta ile insanlık tarihinin mihenk
taşları arasında gayet geniş bir yelpazede olduğundan sırrına vakıf olmak pek
kolay değildir) mevkilerin görüleceği, en renkli, neşeli, hareketli (genellikle
başka taraflara bakarak hayatlarına tat katacak bir şeyler ararken yakalanırlar
objektife) fotoğrafların çekileceği gezilere çıkılır. Elbette bu durumda hem
seyahat, hem de keyifli olması gereken bu faaliyetin geride bıraktığı izlenim
fena halde tuzlu olur. Çünkü her ‘anlamlı’ durağa uğramaktan helak olmuş ve
tadı kaçmış insanları “Aaa, bu civarda bilmem ne dizisinin çekildiği umumi lavabo
:)) varmış. Muhakkak gitmemiz, görmemiz, iki flaş fotoğraf çekmemiz lazım.”
diyerek peşlerine takıp dolaştırabilirler örneğin. E, bunu tatlı insanlar da
yapar, diyeceksiniz. Ama onlar halden, “dur, otur!”dan anlar. Tuzlular için ise
her şey bir tat alma objesi olduğundan, ‘hayatın anlamı’ ile aralarına girmeye
cüret edenlere öyle bir tuzlanırlar ki, muhatapları şapa oturur. :)) Elbette tuzluların en sevdiği grup tatlılardır. (Onları kim sevmez ki?) Üstelik bir arada en iyi
ve en uzun uyumu yakalamayı da başarırlar. Biliyorsunuz; her tatlıya bir tutam tuz, yemeğe azıcık şeker katmak lezzeti arttırır. :) Madem karışık gruplardan
bahsediyoruz, biraz da onları irdeleyelim. Tatlı-Acı karışımı; yukarıda yazdığım
üzere Tatlı’nın bütün şefkatli ısrarlarına rağmen Acı’nın şiddetle dirsek
göstermesi sebebiyle uzun sürmez. Tuzlu-Acı ilişkisinde ise birinciler ikincileri
o kadar dayanılmaz addeder ki, düpedüz görmezden gelir. Dolayısıyla (ve
Allahtan) Tuzlu-Acı karışımına insanlık tarihinde çok ender rastlanır. [Bkz.
Halkın Tapınağı. Yetmişlerin sonunda bütün dünya gazetelerine aynı anda uğursuz
bir manşet attıran tarikat hani. Tuzlular’ın (baş Tuzlu, suratında meymenet
olmayan Jim Jones olmak üzere) Acılar’da namevcut olan hayattan tat alma kabiliyetinde
bile bir anlam aradığı ve tabii bulamadığı, Acılar’ın ise Tuzlular tarafından
sağa sola çekiştirilmekten bıktığı o meşum topluluk. Sonunda iki grup da hüsranın
dibini bulmuş, çocuklarının dahi canını alacak kadar gözleri dönmüş ve topluca intihar
etmişlerdi.] Ekşi-Acı her ne kadar iki
tarafı da tatmin eder gibi dursa da; ne Acı Ekşi’nin hayatın tatlı yönlerine
olan özlemini çekebilir, ne de Ekşi Acı’daki kara delik benzeri, bütün
lezzetleri masseden o sonsuz vakumu… Tuzlu-Ekşi karışımı uygun bir paçal yapılırsa
leziz olur. Yalnız uzun süre maruz kalmak susatır. Tuzlular karşısına çıkan
şeyleri burmadan, çimdirmeden tadını alamayan Ekşiler’i fazla yoldaş edinmeye
kalkarlarsa, kendi sineğin yağını çıkartma huyları yüzünden hayattan sadece
olgunlaşmamış hurma lezzeti almaya başladıklarını fark edip, sirke satmayan
birilerine aşererler. :) Ekşiler ise bir taraftan özlerken, diğer taraftan
limonileştirmeden duramadıkları hayatın tadının sodyumunu çıkarıp :) salamuraya
basan Tuzlular’ın gayretine konu mankenliği etmekten sıkılır, özgürce ağız
sulandırmaya öykünürler. Sonuç olarak; “Kısa birlikteliğimiz çok verimliydi,
ancak artık önümüze bakmak istiyoruz.” tarzı bir karışım olur turşu… şey yani Tuzlu-Ekşi.
:D Tatlı-Ekşi ise (Tuzlu-Tatlı kadar uzun ömürlü olmasa da benim favorimdir.)
oldukça uyumludur. Yalnız bu karışımda rol alan Tatlılar’ın çok üretken,
gayretli ve çalışkan olması gerekir. Karışım için daha fazla emek sarf eden
onlar olacaktır çünkü. Tatlı çalışıp çabalayıp hayatın güzelim lezzetini
damıtırken, Ekşi bir çift sözü, bir bakışı veya sadece dudak bükmesiyle bunları
buru buruverecektir.
“Her şeyi yazdın, her
gruba bir… tat attın :), ama ekşileri hiç anlatmadın.” diyeceksiniz. E, burada
her işi ben mi yapacağım? Satır aralarındaki imalar ne güne duruyor! Hatta şu
son dört cümlelik paragraf bile yeter. :D
(Tatlı J&B grubuna ve özellikle grubun bol şekerli olanlarına ithaf edilmiştir.)
(Tatlı J&B grubuna ve özellikle grubun bol şekerli olanlarına ithaf edilmiştir.)
Marc Adamus'tan 'The Clearing' isimli çalışma Sitesi |
Beklenen kar sonunda
yağdı. Yağar yağmaz da medyanın bütün dileklerini gerçekleştirerek “Bir kâbus
gibi şehrin üzerine çöktü!”, “Kenti beyaza gömdü!”, “Trafiğe nüzul inmesine
sebep oldu!” Birkaç hafta öncesine kadar “Doğru dürüst kar yağmazsa bu yaz
susuzuz arkadaşlar!” gamlı baykuşluklarındayken, daha havada birinci kristali
görür görmez “E, yağ dedikse, kafamıza çığ düşsün demedik!” çığırtkanlığıyla
ağıtlar yakmaya hazırdılar zaten. Oysa kar dikte ettiği pek çok çetin koşulun
yanında ve aynı zamanda güzel bir doğa olayı değil midir? (Siz bakmayın bunun böyle
dediğine, hiç istemez kar yağmasını…) Affetmişsin sen onu antrparantez efendi!
Kar severim ben. Bir tek o basık, kapalı, geceden rol çalan gündüzleri; uslu
uslu yağarken birden rüzgârın kudurup Mary Poppins taklidine dönüştürdüğü
insanların bir de ağzına burnuna kar tanelerini tıkarak boğmaya çalışmasını; pencereden
bakınca çamaşır makinesinden yeni çıkmış masmavi bir çarşaf manzarasındaki
gökyüzü ve limonla ovulmuş pirinç misali ışıldayan güneşle satışa sunulan, dışarı
çıkılınca aslında Sülün Osman’ınkilerden beter bir dolandırıcılık şaheseri olduğu
anlaşılan o pırıl pırıl kar toplama havalarını sevmiyorum. Haaa, dona çektiği gecenin
sabahında sokağa çıkıp yumurta kabuklarına basmaya korkar (aslında çanağı
kırmaktan çekiniyoruz ya… :D ) gibi parmak ucunda dolaşmaktan da pek hoşlanmam.
Boylu boyunca uzanıp karda melek yapmaya her kalktığımda apartmanın en kerli
ferlisinin çıkıp bir taraftan cıkcıklanıp, diğer taraftan tek kaşını Mistır
Spak’ı kıskançlıktan Vulkan’daki bir volkana :) oturtacak bir açıyla rekor
yüksekliklere kaldırmasından, mahallenin veletleriyle akıllı uslu (!) kartopu
savaşlarına kalkıştığımda o zirzopların beni eve kardan adam kılığında postalamasından
ise nefret ederim. Sonrasında evde el ve ayaklarımı ağzıma sığdırıp ısıtmaya uğraşırken,
bir Tibet rahibi adanmışlığıyla “Dondum anam, dondum!” mantrasını tekrarlayarak
parmaklarımı takır takır atan çene ve dişlerimin gazabından korumak için
uğraşmaya veya dışarıdaki beyazı daha karşıdan görünce bedenin kol, bacak gibi
lüzumsuz (!) uzantılarını kademeli bir ricat ile terk eden kanımın içeri girer
girmez sıcağın rehavetiyle büyük taarruza kalkıp kılcallara süngü zoruyla
girmesini müteakip dokularda yapılan şenlik ve kurtuluş günü merasimlerine
“Yandım anam, yandım!” gazeliyle eşlik etmeye de pek bayıldığım söylenemez. Hele
de her şeyin üzerini kaplayıp hatlarını yumuşatarak dünyanın Walt Disney çizgi
filmlerinden fırlamışa benzeyen saf, temiz, yuvarlacık, sevimli bir yer haline
gelmesini sağlayan o güzelim örtünün akça pakça iffetini her türden ayak
koruyucunun gaflet anını tespit edebilen ve daima kendisine bir giriş deliği yaratan
şu buz gibi, sinsi, gri-siyah bulamaca teslim ederek eriyip gitmesi yok mu?
Cinnet getiririm! Yoksa nesini sevmeyeyim karın? :))
Şaka bir yana, büyük
şehirde kar sevmek bir lüks. Çünkü yağarken bir sorun; insanlar nedense havada
uçuşan beyazlıkları görür görmez her türlü aklî melekelerini ve mantıklarını
kaybedip romantik hülyalara dalıyorlar. Ancak “Madem işe arabamla geldim, arabamla
dönerim arkadaş! Zaten iki adımlık yol. Başıma ne gelebilir ki?” diyerek
ısrarla direksiyona geçip anında trafik balçığına saplanınca uyanıyorlar
daldıkları bu gündüz düşünden. Sonra gelsin şehrin göbeğinde ve fakat çevre
yolunun ıssızlığında donma tehlikesi atlatmalar, gitsin kayan arabaları
Superman edasıyla önüne dikilerek durdurmaya çalışmalar… “Hadi yağsın madem,
razıyız bir tek günlük ufak tefek arızalara…” diyeceksiniz, ama uygun ısıyı
yakalarsa (ki büyük şehirlerde ürettiği sıcaklığı kendini ısıtmaktansa havaya
salmayı tercih eden bina kılığında bu kadar çok devasa soba varken biraz zor
oluyor) bir de tutuyor bu münasebetsiz (!). O da ayrı sorun; büyük şehir
sakinleri olmamız hasebiyle anamızın karnından bacak, ayak gibi işe yaramaz
uzuvlar yerine dört tekerle çıktığımızı düşündüğümüz için “İşi, okulu veya gideceği
yer yakın olanlar lütfen tabanvay aboneliklerini yenilesinler!” şeklindeki
direktifler yedi ceddimize ahlaksız teklifte bulunulmuşa çeviriyor bizi. Üstelik
dışarı çıktığınızda artık sadece bir aksesuar olarak kullandığınız cicili
bicili şapka ve atkıların koruyucu hiçbir vasfı olmadığını keşfetmek, uzun
zamandır özel arabalarınızla yanlarından geçerken görmezden geldiğiniz (gerçi ensenize
çıkan bir otobüsü veya bir milimin milyonda biriyle farınızı sıyırarak önünüze
atlayan minibüsü fark etmemek bayağı zor oluyor, ama…) toplu taşıma araçlarının
her santimetrekaresini yakından tetkik etme fırsatını yakalamak (birisi
sırtınıza oturmuş yanındaki arkadaşına patronunu nasıl madara ettiğinden bahseder,
iki kişi kafanızı otobüs şoförünün ensesine bastırarak tavandaki tutamakların
üzerine tırmanmaya çalışır, bu sardalye… pardon insan konservesinde – haklı
olarak – annesini kaybetmekten korkan bir yer cücesi dizle bilek ortasındaki o
en hassas noktaya müteselsil tekmeler atar ve çorap, pantolon, kazak, manto,
hatta atkı sarkıntılarıyla zırhlandığı halde hâlâ en zayıf noktanız olan
karnınıza çalışırken mecbur kalıyorsunuz da…) veya direksiyondan ellerini
çekmiş ve gözleri dehşetle büyümüş sürücüsünün idaresindeymiş gibi rol yapan
bir arabanın ağır çekimde üzerinize geldiğini görüp altında çöp konteyneri olmayan
bir kar yığınına rastlayacağınızı umarak plonjon yapmaya hazırlanmak da pek hoş
bir tecrübe sayılmasa gerek… Kayıp düştüğünüzde gülmekten sizi yerden
kaldıramayan arkadaşınız ile “çanağın acısı mı, kendine gülünmesinin utancı mı”
tahterevallisine dayanamayıp kolay yolu seçerek bulaşıcı hastalık gibi yayılan
kahkahalara katılan hain :) zihniniz de cabası… :D Eh, şu erime işlemiyle
ilgili iğrenç aşamalardan bahsetmeme gerek yok sanırım. Kısaca değinirsek;
sokaklarda kar yokmuş gibi görünen esmer izlere basarsan kayarsın, tepeleme kar
yığılı diye ‘güvendiğin dağlara da kar yağmış’ :)) ve altında belediyenin
yüzyılın başında açtığı bir çukur gizlenmiş olur… Bilmem anlatabildim mi?
Şimdi, gel de Adamo’nun
ünlü şarkısını gönül rahatlığıyla dinle! En iyisi küçükken radyodan Fransızcasını
duya duya ev ahalisinin küçük dilini yutturacak bir kabiliyetle (!) yazdığım
özgün (!) güfteyle anmak kendisini…
Tombula neşe (Adamo
sondaki ‘e’yi ‘ö’ gibi söylüyor, ama adam Fransız, olacak o kadar… :D)
Du’ ne bi’ anda paslı su
ya!
Tombula neşe
E, nankörse bile dua!
Sen şuraya koy taşı!
Tut onları baloncu?
(Baloncu kelimesindeki ‘a’ duyulur duyulmaz telaffuz edilecek! :D )
Lo! Ağza sür bronşu!
Pul ör leş örtülere!...
Yürümek karda zordur… :))
Franz Xaver Messerschmidt'ten 'Köpfe' serisi.. Matthias Rudolf Toma'dan seriyle ilgili Eskiz Hakan Topal'ın F.X. Messerschmidt Belgeseli |
Ne zamandır şarkı
türlerine ara vermiştik. Geçen gün içlerinden bir kapıma… pardon temporal
lobuma dayandı. Daha doğrusu yorumlarından birini göndermiş. Fakat ben bir
türlü çıkaramadım. Az kalsın “Allah versin!” deyip kokleamı dangadanak sol
anahtarına çarpıyordum ki, notalarının arasından bir tema çıkarıp göstermeyi
akıl etti. “Hamili ölçüler yakinimdir.” melodisinin altındaki imzayı derhal
tanıdım, ama karşımda… pardon kulağımdakiyle yakından uzaktan bir ilgisini
kuramıyorum. Saçında başında bir yığın dımtıs, o güzelim girişini kesip
attıkları yerde hiç kapanmayacakmış gibi duran iğrenç, iltihaplı bir atonal
girdap, Latin ezgilerini budadıkları belli olmasın diye transplantasyon
niyetine bir disko ritmi… Solistin sinir uçlarımı rendeleyen çığlıklarını
saymıyorum bile. Tipik bir ‘evsiz şarkı’ vakası. Anlaşılan sığınmaya gelmiş. Teşhisi
koyduk koymasına, ama ‘Singing in the Rain’ filmindeki Lina Lamont (Niye bu
cırlak sesli, imladan nasibini almamış, zır cahil, sinsi ve şımarık kadını
hatırladıysam şimdi…) karakterinin deyişiyle dinlemek zorunda kaldığım bu… bu… şeye
“teğamül edmeg ımkansız!” (Orijinalinde Jean Hagen’in “en’ıay kiiieend steğnd’
im” şeklinde dişçi matkabından hallice ve duymalara seza bir performans var ki,
Oskar adayı olmasına sadece o replik bile yetmiştir. :D ) Birincisi; geçtiği
her yere sağından solundan dökülen kokuşmuş, leş gibi piyasa nağmelerini
bulaştırıyor. Öyle ki; benim örs, çekiç ve üzengi birbirlerine dokunmaya
iğreniyorlar artık. Bir şey değil, üzerimden tren geçse duymayacağım. İkincisi;
dolaştığı yerlerden topladığı sesleri – kâğıt
hışırtısı, inek böğürtüsü, trafik uğultusu, kapı gıcırtısı, mide gurultusu – tutmuş
karıştırmış, giysi diye üzerine geçirdiği elektronik yavanlığın es verdiği her
boşluğa doldurmuş. Tam bir kakofoni. Ağır işkenceye uğradım diye AİHM’ne dava
açsam, birinci celsede oy birliğiyle boşanı… yani kazanırım. Üçüncü ve en
korkuncu; dinlemeye devam ettikçe bu ahenksiz ses çorbasının arasında benden
yardım istemeye çalışan asıl şarkının acıklı ezgilerini duymamak olanaksız hale
geliyor. Bir duyunca da kulağınızdan gitmiyor o umarsız çığlık. Islıkla, bet
sesimle, bulduğum her yüzeyde (hiçbir şey bulamazsam kafamda dümbelek çalıyorum)
ellerimi parçalayacak bir şiddetle tempo tutarak başka şarkılar söylemeye çalışıyorum,
ama bütün yollar Roma’ya çıkar misali bütün ezgiler onunkilere dönüşüyor sanki.
Geceleri kâbuslarımda bu mide bulandırıcı ses çöplüğüyle göbek attığımı görmem
yetmiyormuş gibi, gündüzleri de sık sık içinde yaşadığı albüm tarafından taciz
edildiğimi, kulağıma ve ruhuma kastedildiğini kurmaya başladım. Gözlerim hep o
yana kayıyor ve baktıkça Stephen King kitaplarından fırlamışa benzeyen halüsinasyonlar
başlıyor ufaktan. Sanki CD kutusunun plastik kapağı pes ve sinsi bir tıkırtıyla
kendiliğinden açılacak, içindeki parlak disk havada uçarak ağzıma girecek, o
anda bütün dişlerim ve küçük dilim birer lazer okuyucuya dönüşecek ve ben şoka
girip beyin ölümüm gerçekleşene kadar o şark… ay, dilim varmıyor… tekrar,
tekraaar, TEKRAAAAAR çalıp duracak gibi geliyor. İsmi mi? Mümkünü yok,
açıklayamam. Ana tema perişan bir ritimle beynimi yiyor. Bu hırpani yorumundan
fena halde utandığı belli. Gerçi notalarına siyah bant çekerek veya
mozaikleyerek ifşa ederdim, ama onlar da hiçbir işe yaramıyor ki… Tanıyan
tanıyor! Ayrıca kendisi ile ilgili planlarım gereğince afişe etmek işime de
gelmez. Planlar mı? Okuyun efendim, okuyun! Bizde yalan yok! :D
Sonuç olarak; acilen bu
evsiz şarkıya bir yuva bulmak lazım. Bu yakınlarda en çok kime sinirlendiydim
ben? Şu, caddedeki bankanın memuresi mesela… Hiç fena fikir değil valla’. Hem
bu tür müziği pek sevdiğini de söylemişti. Ama yok, olmaz! Onun iki yaşında
çocuğu var. Bir sabinin bütün hayatını sınırda kişilik bozukluğuyla geçirmesine
sebep olmak istemem. Peki ya marketteki şu kasiyer? Hani şu, paketlemede yardım
isteyen yaşlıların yüzüne derin dondurucudan taze çıkmış bir suratla bakıp bir
sonraki müşterinin mallarını kafalarına atmaya devam eden… İyi de ben onun
yuvasını yapmıştım zaten. Şimdi derdimiz evsiz şarkının yuvasını yapm… pardon
evsiz şarkıya yuva bulmak. Lütfen hedeften sapmayalım! Aslında çağrı
merkezindekilere 7/24 dinletmek mümkün olsa, ne güzel olurdu. Dur ama… O da
düpedüz tehlikeli! Ya kazara içlerinden biri duruma ayılıp bu şarkıyı telefonda
bekletirken çaldıkları müziklere dâhil ederse? Toplu isteri krizleri… Yok, yok!
Neme lazım? Eee, kim kaldı kulağına kast… ehem şey… sahibinden az kullanılmış
albüm hediye edilecek peki? Geçen gün arabasından indiğimde toprağı öpmeme
sebep olan taksi şoförü? Ohoooo! Bu karda kışta onu nereden bulurum? Geçiniz!
Apartman toplantısında on beş dakika boyunca makineli tüfek gibi konuşarak,
hiçbir anlamlı cümle kuramadığı halde, dağları çenesiyle delebilecek kudrette olduğunu
ispatlayan komşuya versem. Tencere… kapak! Ama bu iki çalçeneyi buluşturursam
önümüzdeki yıl komşunun hışmından kurtulmanın imkân ve ihtimali kalmaz. Peki, her
zil çaldığında sormadan etmeden zırt diye kapıyı açan, ama evine hırsız girince
apartmanı birbirine katana versem… Hiç olmazsa hırsız alarmı yerine kullanır.
Hem hayır işlemiş de olurum. I-ıh! O da olmaz! Ya şifreyi unutursa, ya o uzun
bir tatile gittiğinde evine hırsız girerse? Allah muhafaza! Vallahi başka kimseye
de kıyamıyorum. Acaba gömsem mi? Offf! O da olmaz! Defin işlemini takiben bir
aya kalmadan birileri “Abla, bunu sen mi düşürdün?” diye muhakkak kapıma
dayanır… (Neden bir ay? Çünkü İstanbul’daki kazıların kuluçka devri taş çatlasa
o kadar. Sokak gıcır gıcır asfaltlandı demeye kalmıyor, on beş gün sonra rögar
kapaklarını yükseltmek için bir daha kesip biçiliyor, yirmi gün sonra çöken
bölümlerin onarımı için yeniden zımparalanıyor, bir hafta sonra kaldırım
taşlarının yüz on yedinci değişimi münasebetiyle tekrar kalkıp kopuyor, on gün
sonra apartmanlardan birinin su, doğal gaz veya lağım borularına zarar verilmesi
sebebiyle sokağa diyagonal bir çukur açılıyor ve kaderine terk ediliyor, beş
tam gün geçmeden evlere “Siz değerli vatandaşlarımıza canımız feda! Yollarınız
onarılmıştır, ahanda bu da ücreti!” yazıları geliyor, diyetinizi ödemeye
gidince bahçenizin bir kısmının istimlâk edildiğini öğreniyorsunuz, ertesi gün
bahçeye kepçe giriyor. Buyurun bakalım! Sizin gömü Salak Milyoner’deki
hikâyenin biraz değişik bir yorumuyla elinizde… :D ) Getirene “Al senin olsun!” desem, kesin
belediyeci çıkar. Bu sefer memura rüşvet vermekten… Yok vallahi, yok! Ben bu
işi yasal yollardan halledemeyeceğim. En iyisi cami avlusuna falan bırakmak…
Elbet ona layık olduğu yuvayı verecek biri bulunur. Terk Edilmiş Şarkılar için
bir sığınma evi (TEŞSE) açma zamanı çoktan gelmişti zaten.
“Sayın seyirciler yine
merhametsiz bir müzikseverin şehrin en işlek kafelerinden birinde terk ettiği
evsiz bir şarkı tam güneşin altında CD’si yamulmak üzereyken kurtarıldı. Hemen TEŞSE
yetkililerine teslim edilen şarkımız artık mutlu mesut şakımakta. Müzik kulağı
hiç olmayan kişiler arasından çok aşamalı ve özel bir sınavla seçilen sığınma
evi çalışanları ise bu zalimliği yapan kişiyi ağır bir dille, detone bir
biçimde eleştirmekten kendilerini alamadılar.”
Aaah, ah! Dımtısı sizi,
düzenlemesi beni sağır eder… :)))
Otto Preminger'in yönettiği Anatomy of a Murder isimli filmden bir kare Filmin jeneriği ve müzik Filmde Duke Ellington'un olduğu bölüm |
Mübaşir davudî sesiyle
haykırırken kasa gibi çenesini boynuna çekip, köşeli başını öne eğiyor.
“Hiiiiiyyyiii! Hiiiiyyyiii!
Duyduk duymadık demeyin!”
Arkamdaki salonun
uğultusu kademeli olarak azalıyor. Dönüp bakmasam da hınca hınç dolu sıralarda
oturanların hiddetle beni süzdüğünü bel kemiğimden aşağıya yılan kıvraklığıyla kayan
buz gibi ter damlalarından anlayabiliyorum. ‘Baca gibi kapkara, gece yarısından
bile siyahlar, dişleri ise ateşkes bayrağı’ … İyi de ben bu ‘Bir Cinayetin
Anatomisi’ filminden fırlamış mahkeme salonunda, üstelik de sanık mevkiinde ne
arıyorum?
Balyoz kafa mübaşir “All
rise!” diye bağırınca adamı birden tanıyıveriyorum. Bu, Dolph Sweet! Biraz
evvel attığı yırtıcı ‘hiiiyyyiii’ çığlığını (Finian’s Rainbow filminde şerifi
oynarken de aynı biçimde bağırmıştı) anında tanımalıydım, ama ardından gelen
Osmanlı Çığırtkanlığı kafamı karıştırdı. Hâkim Roy Glenn, salona gelişi mübaşirin
bas bariton sesiyle duyurulur duyurulmaz, kapıda beliriyor ve oyalanmadan
kürsüye çıkıyor. “Yahu ben Türküm. Amerikan Mahkemesi’nde işim ne?” diye bir
soru atıyorum ortaya, hâkim aklarını Zeus’un yıldırımları misali üzerime salmak
ister gibi iyice patlattığı gözleriyle aynı ‘Beklenmeyen Misafir’ filminde
Sydney Poitier’ye baktığı biçimde zımparalıyor suratımı. ‘Şimdilik Amerikan Filmlerindeki karakter
oyuncularıyla müşerref oluyoruz, assolistler… şey yani başrol oyuncuları
bilahare gelecek zahir.’ diye geçiriyorum içimden. Tam o sırada yanımdan suntaya
sürtülen kör havuç rendesininkine benzeyen bir ses; “Ain’t misbehaven!” diye fısıldıyor.
Doğru mu duydum diye yoklamak için; “ No one to talk with, all by myself!” diye
ilk mısraları mırıldanıyorum, muhatabım tatmin olmuş bir homurtuyla iç
geçiriyor. Sonra da “It’s been a long long time…” diyerek sırtıma bronşlarımı
ters yüz eden bir sümsük indiriyor ve “Hello Dolly!” diye ekliyor.
Öksürüklerimin arasında kendisini “Hello Nili!” diye düzeltmeyi ihmal etmiyorum.
Başını arkaya atarak etrafına su yerine yaşam enerjisi saçan muazzam bir
fıskiye misali melodik bir sesle ağız dolusu gülüyor. O melodi “What a
wonderful world!”e mi benziyor ne, salondaki gergin hava bir anda dağılıyor ve
arka sıralardan “Go Satchmo! Kim tutar seni!” sesleri yükseliyor. (Evet, evet!
Ben de sizin kadar şaşkınım, ama durum bu! Elin Amerikalıları arada
Türkleşiyorsa benim bunda suçum ne?) Derken sağ tarafımdan, biraz daha ileriden
derin bir saksafon sesi yükseliyor. Mahkemede çalgının ne işi var, hâkim bu duruma
ne diyor, demeye kalmıyor, notaların arasından bir ‘Mavi Tren’ çıkıyor. Önce
usul usul yaklaştığı duyuluyor. Sonra birden şehrin kenar mahallelerine uğruyor
sanki. Kimin ne şikâyeti varsa dile getirmeye başlıyor. Her nedense saksafonun
savcıya ait ve notaların da aleyhimdeki iddianame olduğu zehabına kapılıyorum. Hüzünlü
bakışlı siyahî adam her müştekinin derdini ayrı çalarken ben oturduğum yerde
giderek küçülüyorum. Kendimi birkaç santim daha içime çekebilirsem yargılayacak
kimse bulamayacaklar… Aniden biri giriyor salona. İki dirhem bir çekirdek
giyinmiş. Tavırlarında doğuştan gelen bir zarafet, yüzünde bilge bir gülümseme
var. Sanki mahkemenin sahibi oymuş gibi kendinden gayet emin, hâkim kürsüsünün
önündeki stenografın yerine geçip oturuyor. Tuhaf bir daktiloya benzeyen aletin
bir iki tuşunu okşamasıyla hafiften grotesk bir başkalaşım geçiren steno
makinesi bir piyanoya dönüşüyor. Dük (adamı görünce aklınıza derhal bu kelime
geliyor; soyluluk gözeneklerinden fışkırıyor adeta…) tuşlardan ses getirmeye
başlar başlamaz saksafoncuyu da peşine takıp iddianamenin bütün seyrini
değiştiriyor. İkili benim ‘duygulu halet-i ruhiyemi’ çalmaya başlıyor. Birkaç
dakika sonra hâkim de dâhil olmak üzere herkesin gözlerinde yaşlar var. Ben
salya sümük ağlıyorum. Meğer ne muhteşem bir romantikmişim. Arkamdan “Oh man!
Yaktın bizi!” nidaları… Derken anne eli gibi yumuşacık bir ses ‘yıldızların
odasına sızdığını’, ‘tuhaf, tatlı bir melodinin bir öpücüğün kanatlarında
sürüklenerek bu duygusal kutsanmaya katıldığını’ söylemeye başlıyor. Yumuşak
bir geçişle ‘bunu kimsenin elinden alamayacağını’ ilave ediyor. Avukatım da ona
katılıyor. Trompet ile o, baldan tatlı ses ipekten kurdeleler misali yekdiğerine
dolanıyor ve tutkulu bir kucaklaşmadan sonra istemeyerek ayrılıyorlar
birbirlerinden. Ooooh, dünyevi cennetteyim! Salon zaten güneşte kalmış
tereyağına döndü. Ama böyle ortamları bozmaya teşne birileri hep olur ya,
arkalardan ‘Küstah’ bir ‘Denizci’ pişmiş aşa su katıyor. “Bana acımasızca
davrandın!” diye basıyor kalayı… Sesi kadife gibi, ama laflar zehir zemberek.
‘Onun ağlamasını görmek hoşuma gidiyormuş.
Telefon ederim diye eve kapanıyormuş, oysa ne arayan varmış, ne soran…’
Sesli bir yutkunmayı takiben; “Bacım, cep telefonları çıktı artık. Sen de al
bi’ tane!” diyecek oluyorum, kaşlarını çatıyor. Amanın! Az önce şarkı söylerken
yüzünde güller açan kadın gitti, bir tek çatallı mızrağı, boynuzları ve kuyruğu
eksik bir hatun geldi. Mahkemece uçukluyoruz. O ise uzun tırnaklı parmağını
burnuma uzatarak “You!” diyor. “Var bana Banu Ufak demek!” (Bkz. 30 Kasım 2010
tarihli yazım) Bense üste çıkmak için bütün zeytinyağı genlerimi yardıma
çağırarak; “Adının Türkçe anlamı buysa ben ne yapayım?” diyorum. Vallahi
Türkçeyi benden iyi anlıyor ve anında kükrüyor; “How can you call ‘The Divine
One’ Ufak diye?” O yetmezmiş gibi az önceki ‘anne eli’ de suratıma bir Osmanlı
tokadı atıyor. Neymiş? Ona da sıklıkla gudubet diyormuşum. Ama usulca ve
sevecen bir sesle “Melek sesli gudubet!” diye fısıldadığımı duyunca yelkenleri
hemen suya indiriyor. Yine de artık çok geç! Salonda her kafadan bir (aslında
birkaç oktav) ses, her çalgıdan başka bir ezgi yükseliyor. Bu curcunanın
arasında bazılarının doğaçlamalara başladığını ve ortaya inanılmaz şeyler
çıktığını duyar gibi oluyorum. Mamafih bütün emprovizasyonlar aleyhime…
Şarkıları suistimal ediyormuşum, çoktan cennetteki caz orkestrasına katılanları
bazı kişileri tiye alıyormuşum, sözlü cazı kayırıyor, sazcazı (bir AKA
uyduruksiyonu daha :D ) görmezden geliyormuşum, kimi şarkıların altına yazdığım
yorumlarda bir on altılık bile saygı yokmuş… Daha neler, neler… Bu arada gözüm
savcıya takılıyor. O da yana yakıla hâkime bir şeyler anlatmaya çalışıyor, ama gürültüde
(hoş bu kulak ziyafetine gürültü demek en galiz küfürlerden sayılabilir) sesini
duyuramayınca soprano ayarında çaldığı tenor saksafonunu bir konuşturmaya
başlıyor, anında ayaklarına kapanasım geliyor. Yeter ki canımı bağışlasın. Adam
resmen idamımı istiyor. Barış Sevilenoğlu durur mu? O da kapıyor trompetini, sanki
içimiz yeterince kıyılmıyormuş gibi saksafona yardıma geliyor. ‘Yeşilde mavi’
notalar döktürüyorlar birlikte ve iki soğuk rengin arasında öyle bir bağrını
yakıyorlar ki tüm salonun, hanımlar rengârenk giysilerine uygun yelpazeleri ve
birbirlerine ikram ettikleri limon kolonyalarıyla serinlemeye çalışıyorlar.
Hoppala! Amerika’da limon kolonyası var mı ki? Koku da burnumun direğini
çekiçliyor sanki.
“Tamam!” diyor tanıdık
bir ses. “Ayılıyor.” Bir başka arkadaşın sesini duyuyorum. “Ben size hafta sonu
caz maratonu yapmayalım demiştim. Bu öbür müzik türlerine benzemez, adamı iki
şak eder. Bir yarın gündüz, bir yarın gece olur. Sonra o alacakaranlık mavisi
koyulaşır, koyulaşır, çaktırmadan ruhunu esir alır.” Müstehzi bir tonlamayla
atılıyor bir diğeri;
“İyi ya işte!” diyor.“Biz
de ruh çağırma seansıyla geri getirdik AKA’yı. Bakın gözlerini açıyor.”
Nasıl yani ya? Bunca
zamandır gözlerim kapalı mıydı? Nasıl gördüm onca kişiyi madem? Yani duyduğum o
doğaçlamalar da mı yalandı? Oooof of! Ben nasıl inandıracağım insanları şimdi?
Ingrid Siliakus'tan 'Cosmopolitan' isimli çalışma Diğer Çalışmaları 1 Diğer Çalışmaları 2 Diğer Çalışmaları 3 |
Kırtasiyeye ilgim okul
çağlarında başladı. Çocukken oyuncakçıların – ki öyle her sokağın başında bir
tane yoktu şimdiki gibi – önünden hiç aldırmadan geçerken, okul köşelerinin
vazgeçilmezi kırtasiye dükkânlarını görür görmez fara tutulmuş tavşan gibi
dikilir kalırdım. Üstelik o zaman kâğıt, kalem, defter babındaki seçeneklerimiz
şunlardan ibaretti: Kâğıtta; sarı veya beyaz hamur, çizgili veya çizgisiz,
pelür (A4 boyutunda) veya mulâj (tabaka halinde; hani annelerimizin patron
çıkardığı kâğıtlar)… Kalemde; natürel odun :), kırmızı, mavi veya yeşil cilalı
olanlar… Nedeeen sonra dallı güllü, afili (!) kalemler çıktı. Onlar da açarken
habire kırılır, sonunda düzgün bir uca ulaştığınızda kalem kürdan boyuna inmiş
olurdu. Anne babaların bunun karşısına koyabileceği tek seçenek saçma sapan
kalem süsleriydi. Böylece hiç olmazsa habire kalem almaktan kurtulabilirlerdi. Defterde
ise; bir veya çok ortalılar, çizgili veya kareliler (çizgisizleri de vardı, ama
öğretmenler kullanımına şeriat hükmü gibi bir yasak koymuşlardı), normal veya
harita-metot… Bunların karton kapakları da adeta ekmek hamurundan aceleyle
çırpıştırılmış gibi yumuşak ve kolay yıpranabilir olduğundan mutlaka kap kâğıtlarıyla
güzelce paketlenmeleri gerekirdi. Bizden önceki nesil kaba kâğıt veya ucuz ne
varsa onu kullanmıştı bu iş için, ama bizim ‘ö’rtmenlerimiz’:) “Gazete kâğıdıyla
kaplanmış defter kitap görürsem, yırtar atarım.” diyecek kadar güngörmüştü (!).
O yüzden kırmızı ve maviden başka rengi mevcut olmayan tuhaf, yağlı kâğıdın
üvey kardeşi gibi kap kâğıtları satılırdı kırtasiyelerde. Bir ara veliler ile
öğretmenler arasında ‘defterler kırmızı, kitaplar mavi (veya tam tersi) kaplanacak’
savaşları bile çıkmıştı. İşte ben bu güdük seçeneklere rağmen âşık olmuştum
kırtasiyeye. Kurşun kalemin üç rengini birden yan yana vitrinde gördüm mü
kendimden geçerdim. :)) Hele o kokulu silgiler… Çilek kokulu olanı sağ, muz
kokulu olanı sol burun deliğime yapıştırıp gırtlağım gıcıklana gıcıklana
dolaşayım isterdim. (Aslında bu silgiler de sonradan çıkmış ve hatta süsüne
püsüne, parfümüne rağmen bir harfi bile tam olarak silmekten aciz olmaları
sebebiyle büyükler tarafından lanetlenmişlerdir. :D ) Tabii bana genellikle
işine çok sadık ve araba tekerleği gibi kokan silgiler nasip olmuştur. Üstelik
kaybolmasın diye silgileri ortasından delip boyna asma modası çıktığında, bir
okul yılı boyunca cinsi belirsiz bir inek türü gibi (beyaz yaka, siyah önlük de
kostümü tamamlıyordu :D) göğsümde değirmentaşı kılıklı (boyutları aşağı yukarı
o civardaydı :D ) bir lastikle dolaşmıştım. Defter konusundaki tutarağımı daha
önce yazmıştım, merak edenler 5 Kasım 2010 tarihli yazımı okuyabilir. Bu konuda
en içerlediğim şey; gıcır gıcır alıp, misler gibi kaplayarak ilk sayfasına
özene bezene yazmaya başladığım her defterde iki kelime sonra bir hata yapmam
ve düzeltmeye kalktığımda ise silginin mutlaka bir azizlik ederek çapak kapan
hızar misali bütün sayfayı olmayan dişlerinin arasına alıp çiğnemesiydi. Birkaç
kez açıkgözlük edip o sayfayı yırtıp çıkardığım olmuştur elbette. Ama bunu ele
(öğretmen) güne (anne) çaktırmadan yapmanın da bazı püf noktaları vardı.
Yırttığınız sayfaya defter ortasında karşılık gelen diğer yaprağı çıkarmayı
unutursanız yandınız. Ya birkaç hafta sonra özene bezene döktürdüğünüz ödevin sayfaları
elinize gelir veya büyüklerden biri defteri kaldırıp sallama gafletinde
bulunursa elinde titizlikle kaplanmış bir kapaktan gayrisi kalmayacak şekilde
bütün yapraklar ayaklarının dibine serilirdi. Hadi gayet sinsi bir dikkatle çalışıp
kimseye çaktırmadık diyelim. O zaman da bazı öğretmenlerin toplu ödev
kontrollerinde işi gücü bırakıp defter ortalarının kalınlıklarını
karşılaştırmalarına takılırdık. “792 AKA! Gel bakiiim buraya!” dendi mi, bitti…
Daha baştan suçunu ikrardan gelen bir beden dili, korkudan pörtlemiş ve
öğretmenden başka her yere bakan gözler, takır takır atan dişler, bağı
çözüldüğünden değme jiroskopa pabucunu ters giydirecek bir küresel dönme
kabiliyetiyle esnekleşmiş dizler ile o günlerde tek notasını bile bilmediğimiz
halde üç aşağı beş yukarı temposunu tutturmayı başardığımız Chopin’in Cenaze
Marşı eşliğinde kürsüye yürürken defterin ikinci ortasıyla beşincisi arasındaki
iki mikron farkın sebeb-i mucibini açıklamak için ne uyduracağımızı düşünürdük.
Bir de nedense öğretmenlerin favorisi kırmızı ve mavi yazan kalemler vardı. Her
sene başında okul araçları kapsamında ısrarla istenir, bir yanı kırmızı, bir
yanı mavi kaleme de kerhen razı olunurdu. Her ne kadar boya kalemlerine kara
sevdam yüzünden bu çift uçlu kalemi bağrıma basmış olsam da, kullanım şekline
itirazım vardı. Sorarım size; sipsivri açılmış kurşun kaleminizle inci gibi
döktürdüğünüz yazıya, sırf öğretmen durduk yere “Burayı kırmızı kalemle
yazalım!” buyurduğu için, odun kütüğünden hallice kalınlıkta bir uçla devam
etmek zorunda kalmak hak mıdır? :)) O, renkli kalemlerin böyle bir handikabı
vardı. Ne kadar açarsanız açın asla ince, zarif bir yazı yazamazdınız onlarla.
Öyle ki; otuz tane kargacık burgacık yazılmış imtihan kâğıdının bir de “ö’rtmenim
beğensin” diye kırmızı veya mavi renkteki çivi yazısı örnekleriyle dolmaya
başladığını gören öğretmenler bile sadece kelimelerin altını çizmemize razı
olmuşlardı sonunda. Bunlar ve sonraki yıllarda üzerine eklenen başka
antikalıklara (Örneğin hocaların lisede günlük notlar ille de – sayfalarında
ancak iyi bilenmiş bir baltanın iz bırakabildiği – sarı kâğıtlı defterlere
alınacak diye tutturmaları veya üniversitede “Sınavda zinhar tükenmez
kullanmayın. Karalama gördüğüm hiçbir kâğıdı okumam!” dedikten sonra sınav
sorularını – bütün silme girişimlerinin arkasında hunharca işlenmiş bir cinayet
mahalline benzeyen alanlar bıraktığı – münasebetsiz parşömenimsilere
bastırmaları gibi…) rağmen kırtasiyeye ilgim artarak sürdü. Hele bugünlerde
beni benden alıyor kırtasiye malzemeleri. Marketlerdeki kıt seçenekli kâğıt
kalem reyonu bile transa geçmeme yetiyor. Şimdi bütün bunlar nereden çıktı
diyeceksiniz. Bu sabah şu ana kadar okuduklarınızla zerrece alakası olmayan bir
konuda yazmak üzere bloknotumu elime aldığımda gördüklerim ilham etti desem ve
manzaranın tasvirinden sonra yorumu size bıraksam… Bir önceki yazımın hal-i pürmelâlidir:
Başlangıç 0,5 uçlu mavi
kalemle yazılmış zarafet okulundan yeni mezun, tane tane harfler… Bir süre
sonra ses… pardon harf hızı aşıldığında (yani mevcut malzeme düşünce süratine
yetişemediğinde) yeşil yapıştırma kağıdı üzerine leylak rengi mürekkeple
alınmış karınca duası gibi notlar… Satır aralarından kırmızı kalemle ok
çıkarılan, sayfanın orasına burasına iğreti bir biçimde iliştirilmiş, kargacık
burgacık, bitişik nizam harfler yüzünden iyice gevrekleşmiş, değişik renkteki
pelür kâğıtlar… İpin ucu kaçınca geri dönüp okuyarak yazıyı rayına oturma
çabalarının sonuçları; gökkuşağının bütün renklerinde paragraf işaretleme ve
numaralandırma girişimleri… Sayfaların iki yanında kalmayı başarabilmiş boşlukların
yazıdan iyice kopulduğunu ele verecek şekilde zil, şal ve gül :)) desenleri,
manasız insan figürleri veya iyice uçulduğunun işareti olan Jackson Pollock
tarzı denemelerle süslenmiş görüntüsü… Yazının sonlarında yeniden hızlanan
düşüncelere eşlik eder gibi giderek eğilen (rüzgâr kesiyor da :D ) el yazısının
sağından solundan çıkan değişik renk, kalınlık ve stillerde eksik harf (vites
büyütünce kelimelerin bazı harfleri yetişmekte güçlük çekiyor tabii)
baloncukları… Sonda frenleme paraşütü açıldığını gösteren büyükçe bir desen
çalışmasını takiben maviyle yazılıp kırmızıyla iptal edildikten sonra etrafı
turuncuyla çevrilerek sığınma talebi başvurusu kabul edilen, morla mahkemede
davası görüldüğü işareti konulup en sonunda siyahla sınır dışı edilen bir takım
cümleler…
Ben size artık pek resim
yapamadığımı söylüyordum ya… Külliyen yalan! :)))
Nick La Rocca |
JG: “Bror, ırkçılık bu
yaptığı… Kaçak oynuyor. ‘Aftenland’da dolaşıyor, hiç aydınlığa çıkmıyor.”
CC: “Siz oturun kalkın, ayrımcılığına
şükredin. Hiç olmazsa genel anlamda kayırıyor bazılarını. Ya benim için yazdığı
yorumlara ne demeli… ‘Bir söylüyor, bir ağlıyor/ Bir vuruyor, bir duruyor.’
Batırdı yerin dibine beni.”
AMZ: “Ne ırkçılığı, ne
ayrımcılığı canım! Düpedüz etnik cazı görmezden geliyor bu! İnanın ’gözüme uyku
girmiyor’…”
KJ: “Hayır, bir şey
değil, sonunda hepimiz Al Jolson gibi dolaşmaya başlayacağız fark edilebilmek
için. Resmen Storyville tayfasını kayırıyor. ‘Yüzleşeceğim’, demedi demeyin…”
“Hak’katen ya! O zamanın
cazına bir tapınmadığı kaldı. Neymiş? Başlangıç zaten ‘big bang’in müzikal
haliymiş. İnsan olmak fiilinin en perişan kiplerini yaşayan siyahlar zehir
zemberek acıyana kadar içlerinde turşusunu kurdukları her şeyi notadan yapılmış
bir bomba gibi patlatarak açığa çıkarmışlarmış… O yüzden başlardaki rengi tıpkı
Afrika’nın en siyahî insanları gibi morumsu bir karaymış. Beyazların
ağızlarının ucuyla söyledikleri üzere ‘zenci müziğiymiş’ işte… Hatta
başlangıcın da başlangıcında sadece bir ritimmiş. Gerisi âşık (ozan)
atışmasıymış… Sözcükleri basit ritimler ve tekrarlanan melodiler eşliğinde
birbirlerine atıp tutuyorlarmış. Bazen okşar gibi, bir demet çiçek uzatır gibi,
kalbini avucuna bırakır gibi… Bazen de sırtındaki kırbaç izlerini dünya âleme
ilan eder gibi, kuşaklar boyu içinde biriktirdiklerini zorbasının suratına
çarpar gibi, kendini siyahîlerin sahibi saymışları onca yıl döktüğü kan ve
terde boğmak ister gibi… Sonra sözcükler mi yetmez olmuş, yoksa peynir gemisi
karaya mı oturmuş bilinmez; ağzı laf yapamayan, ama derunundaki ağıları
dökebilmek için enstrümanını resmî tercümanı olarak atayanlar – hem kelime
anlamıyla, hem de mecazen – almış sazı eline. Sözcüklerin zifirî gamını o
sazların içine üflemişler, tellerinde titreştirmişler, incecik zarlarının
üzerine yatırıp alabildiğine dövmüşler, zehrini akıtmışlar, çitileyip
ağartmışlar ve müziklerinin morumsu siyahından karanlıkları ve kan izlerini
temizleyip sadece gecenin son dakikalarındaki doygun, ezici, buruk, ama yine de
sabahın aydınlığını müjdeleyen umutlu mavi tonlarını yakalamışlar notaların.”
JG: “Ohooo! N’oluyo’ ya?
Sen kimsin søster? Şurada hakkımızı savunmak için toplandık, sen hakkımızı
yiyenin laf salatalarını bize satmaya kalkıyorsun… ‘Güneşin doğusunda, ayın
batısında’ kaldın, bilmem anlatabildim mi?”
“Hadi ya! Öyle oldu di’
mi? N’oluyo’ bana ya? Stockholm Sendromu mu yaşıyorum ne…”
GM: “Yapmayın ama
çocuklar… Söylediklerinde haklı olduğu taraflar
da var ‘nihayet’!”
GB: “Sen de mi Glennüs! Bakıyorum
gene ‘havandasın’. Bir yazısında cazın ilk balını onlar tatmış diye beyaz bir
grubun ne kopyacılığını bıraktı, ne küstahlığını. ‘Kristal sükut’ içinde
olmasam anlatırdım. İnanmazsan Nick’e sor!”
DJNL: “Doğru söylüyor.
Cazı icat eden kişi olarak…”
DH: “Hop, yavaş gel
‘yaygaracı kaplan’! Bizim buralara kadar gelip cazın uluslararası tanıtımında
öncü oldun diye hemen ‘atla’ma bakalım. Mucitlik falan… Yok artık!”
DR ile SG bir ağızdan:
“Sessiz olun s'il vous plaît, Bolden uyanmasın. Yeni sızdı, kafası ‘bulutlar’da
her zamanki gibi.”
“Mucidin Bolden olduğu da
kesin değil ki… Zira o tarihlerde sadece cazda değil, başka konularda da ağzı olan
konuşuyormuş. Mesela fast foot’u icat edene hâlâ karar verememişler. Niye?
Çünkü çifte Pierre’ler Michaux ve Lallement kafa kafaya vermiş. Fikir kimden
çıkmış, planı kim yapmış, ortaya kim çıkarmış belli değil. Hatta pedalın mucidi
birinci Pierre’in oğlu Ernest Michaux bile olabilirmiş rivayete bakılırsa.
Millet XIX. yüzyılın taşlı topraklı, çukuru bol, arızalı yollarında demir
tekerleklerinin tepesinde içleri dışlarına çıkarak gezmek zorunda kaldıkları,
hatta bu yüzden boneshaker lakabını yakıştırdıkları halde bir türlü vazgeçememiş
bu icattan. Sonunda canına – ve / veya kaidesine – tak eden Dunlop şişme lastik
fikrine patenti alınca zevkten dört köşe olmuş. Tam aklına o köşeleri dönmek
geldiğinde R.W. Thomson’un kendisinden kırk iki yıl evvel davrandığını öğrenip
eli böğründe kalmış. Lastiklerinin mucidi dahi şüpheli yani. Hadi daha yakın
zamanlara gelelim. Eğer James Starley “Ben artık yaşlandım. Penny-farthing’in
tepesine çıkmak ölüm. Oğlumla eyer heybesi usulü iki kişiliklere (arka arkaya
değil, yan yana oturuluyor hani) binmek ise tam bir komedi. Ben pedalıma
dokunana kadar bizim oğlan kendininkine on beş tur attırmış oluyor. Aynı
merkezin etrafında dolap beygiri gibi dönmekten yol alamıyoruz.” diyerek sırf
kendi rahatı için dişli takımını icat etmeseymiş kuzen John Kemp Starley
modernini biraz zor yaparmış. Hadi bakalım şimdi söyleyin; bunca adamın
arasında kimmiş mucit!”
“?????!!!!?????”
“………….”
JG: “Bror, bu ne diyo’
ya?”
KJ: “Kimsin? Ne
anlatıyo’sun? Cazdan konuşurken ne ara fast food’a geldik?”
“Fast food değil yav’
fast foot! Latince velocipede kelimesinin İngilizceye tercümesi buymuş. Ben de
geçen gün öğrendim, bi’ güldüm, bi’ güldüm…”
JM: “Hadi ya, ‘Qué
Alegria’! Velosi… ıııı… ne demiştin? O ne ki?”
“Velosipet, velosipet!
Bisikletin di’li geçmişi…”
JM: “Bıyır?”
“Genel kültür sıfır!”
JG: “İyi de, cazla ne
alaka?”
“Siz daha hangi grubun
AKA’sını eleştirdiğinizi bilmiyorsunuz kardeşim. Grubun adına bi’ bakın önc…”
GM: “Bi’ dak’ka, bi’
dak’ka! Laf karıştırmayın şimdi. Bizim burada toplanmamızın sebebi neydi
arkadaşlar?”
“CAZZZZZ!!!!!!!!!”
GM: “Başka?”
JG: “Bi’ de şu AKA’nın
siyah caza yaptığı ve pozitif ayırımcılık diye yutturmaya çalıştığı şey…”
BB: “Oysa biz de siyahlarla
birlikte ‘şarkısını söyledik hüzn-ü mavinin’.
Naaşımız yakışıklıydı diye unutulduk mu hemen? ”
“Hadi ama! Siyahların
yaptığı o yaramazlıkları, hınzırlıkları, kıvraklıkları o yıllarda hangi beyaz
müzik yapabilirdi ki…”
KJ: “Kim dedi bunu?
Çıksın ortaya! Arkadaşlar aramızda bir hain var.”
CC: “Bu deminki fast
food’çu… Fast food’a ölüm! Sağlıklı beslenelim, abur cubur yemeyelim!”
GM: “Bi’ dur Armando
Anthony ya! Öyle anlamadan, dinlemeden… Hem ben bu konuşanı bir yerden çıkaracağım
sanki… Tüüüü, bu AKA yahu! Tutun, yakalayın, kaçmasın! Şimdi oturur yazar bu
toplantıyı. Ortalık apartman toplantısına (Bu da ne demekse? Şu AKA da hiç
bilmediğimiz, söylemediğimiz şeyleri bizim ağzımızdan yazıyor, ama gel de
milleti inandır.) döndü zaten. Madara olacağız vallahi!”Qiang Huang'dan 'Onion Study' Diğer Çalışmaları Blog |
Bugünlerde bütün fikirler
soğan çuvalına düşmüş gibi…
Ah, şu anda halinizi
görmeyi ne kadar isterdim. Hani yüzünüzdeki şu, “Gene ne saçmalayacak bu?” ile
“Vallahi bu antika ‘anaforizmalar’ (bir AKA atmasyonu :D ) sayesinde literatüre
Amerikan Bilmecesi’nden sonra bir de Türk Bilmecesi girecek bu gidişle…”
arasındaki ifadeden bahsediyorum. :)) Tamam! Lafı dolandırmadan başlangıç cümlesinde
ne demek istediğimi açıklayayım. Siz hiç içi görünmeyen bir çuvaldan soğan
almaya çalıştınız mı? Körlemesine daldırdığınız eliniz kuru soğan kabuklarının
arasından bir yılan kıvraklığıyla süzülerek kendine yol açmaya uğraşır. Hatta
bu sırada kabuklardan jilete özenen bir tanesi tırnakla et arasına saplanmazsa
kendinizi şanslı hissedersiniz, öylesine keskindirler. Parmak uçlarınız sonunda
yuvarlak, dolgun gövdeyi sezince eliniz avına atılan bir kurdun kendine güvenen
ve hevesli gayretiyle soğanın üzerine kapanır… ve cırk! Soğan en dış kabuğunu
parmaklarınızın ucuna emanet ederek elinizden fışkırır ve çuvalın
derinliklerinde gözden… pardon elden kaybolur. (Çuvaldaki onca kabuk nereden
geldi sanıyordunuz? :D ) İşte benim fikirler de arkalarında kurumuş,
gevrekleşmiş, ama aldatıcı bir biçimde fikrin ana hatlarını taklit eden, işe
yaramaz kabuklar bırakarak firar ediyorlar. Hatta o artıkların bazıları, tıpkı
tırnak altını hedefleyen soğan kabuğu parçacıkları gibi, peşine düşmekte ısrar
edenleri hacamat etmeye bile yelteniyor. Bu alçaklar :)) genellikle tam uykuya
dalmak üzereyken bilincimin kapısını tıkladıkları için, o düşünceleri istediğim
kadar giriş-gelişme-sonuç döngüsünde işleyeyim, ne yapıp edip ‘Rüya Nakliyat’ın taşıtlarından birine
atladıkları gibi kapağı güneye, ‘Emekli Fikirler Mahallesi’ beyin sapı ile omurilik
civarına veya kavak yellerine otostop çekerek iyice kuzeye, kafamın birkaç
karış üstüne atmayı başarıyorlar. Sonuç olarak sabah uyandığımda benim fikirden
geriye bir ‘ince gül’ bile kalmıyor. En fazla beynimde ‘diken yarası’ gibi
sızlayan bir oyuk, o kadar. :)
Sonuç olarak en hayatî
soruya gelmiş bulunuyoruz: “Bugün ne yazacağım?” Acaba birleştirilse dört
kişilik aileye nevresim çarşaf takımı çıkarabilecek cesamette görünen iki demet
pazıdan (Bunlar bir zamanlar ufak tefek, hafif acımsı tadı olan ve koyu renkli
yapraklardı. Şimdi ne acısı kaldı, ne renginin doygunluğu… Bu açıklarını
yüzölçümüyle kapatmaya azmetmiş gibi çocuk battaniyesi boyutlarına kadar
abarttılar büyüme kabiliyetlerini son zamanlarda. Veya tarladaki bitkileri
tanımaktan aciz biz şehirliler pazı niyetine bambaşka şeyler yiyoruz belki de…
:D ) yarım tencere yemeği zar zor çıkarttığımı mı anlatsam? Yok artık! Zaten bu
minval üzere devam eder (soğan, ardından pazı), pirinç, yağ, tuz v.s. hakkında
da bir iki cümle çıkarabilirsem yazı değil, ama akşama bir kap daha zeytinyağlı
çıkacak. :))
Günün olayı Sibirya
Soğukları’ndan dem vursam; başka yerlere çığ düşerken buraya un eliyor… Soğukluğuna
soğuk tabii, ama televizyonlarda çığırtkanlığını yaptıkları kar gene bizim
semti es geçecek zahir. Bir tek sığırcıklara acıyorum. Tam bu sene yatıya
kalmaya niyetlenmişlerdi ki, kara kış misafirliğe geldi. Eee, misafir misafiri,
ev sahibi hiç birini sevmezmiş; İstanbul da birkaç merhametli ilçesi hariç bu
deyişin gereğini yerine getiriyor doğrusu. Zaten bu aralar kurdu kuşu görecek
hali de yok. Modaya uyma telaşında. Takıp takıştırıyor, sürüp sürüştürüyor. Botoks,
estetik gırla… Oyulmadık yeri, girilmedik çıkmazı kalmadı. Bir gün önce
geçtiğiniz yollar ertesi gün trafiğe kapanıyor. [Hatta asırlarca raylarını
ezberlediğimiz şehir garları bile tek dişi kalmış medeniyetin yere batasıca :)
metrosuna kurban edildi.] Üç gün sonra, o da ite kaka, yaya trafiğine açıldığında
üzerinde cicili bicili bir yığın dükkân… Eskiden evladiyelik açılan işyerleri artık
altı ay varlığını sürdürebilirse kendini şanslı sayıyor. Bazen bu şehrin daha
kaç tane yabancı kaynaklı ‘café’ kaldırabileceğini merak ediyorum. İşlek
caddeleri iki taraflı kaplayan cafcaflı ‘eğleşme mekânlarında’ kahvesini,
çayını, tostunu, pastasını mis (!) gibi egzoz kokuları, trafik gürültüsü ve
grinin çeşitli tonlarındaki manzaralar eşliğinde ‘tüketenler’ gün geçtikçe
çoğaldığına göre daha epeyce talep var herhalde. Hele de alışveriş
merkezlerinde bulunan, kafası kopuk tavuk kıvamında bir alışveriş çılgınlığına
kapılmış güruh manzaralı şubelerinin bile dolup taştığı düşünülürse… Yok, bu
böyle olmayacak! Daha fazla depresifleşmeden bu konuyu da kapatalım.
“Onun yerine bilgisayarı
açalım. Biraz sörf yapar neşemizi buluruz.” diyeceğim, ama o da son zamanlarda
pek asık suratlı. ‘İnanılmaz Posta Toplama Yazılımı’ Facebook’tan yağmur gibi
yağan mesajlara dayanamamış olacak ki, geçen gün durduk yere göbek atmaya
başladı ve benim ‘kucaklığı’ da (Laptop) kendisiyle birlikte zil takıp oynamaya
çağırdı. O rakkase yazılımı söküp attığımda bilgisayarım kolbastının ilk
figürlerine başlamış bulunduğundan, ‘Yeteneksizsiniz’ :)) jürisinin vetosunu
yemişe döndü. Doğaçlama da olsa pek özendiği bir sanatsal faaliyetin yarıda kesilmesi
hiç hoşuna gitmedi tabii. O yüzden emektar Posta Toplama, İşleme ve Hesap
Sahibinin Sinirlerinden Arp Yapıp Çalma Yazılımı ‘Canlı Pencere’ ile bir olup
ömrümden ömür araklamakla meşgul. Topu topu üç hesabı aynı yerde birleştireyim
diye aklıma düştüydü, düşmez olaydı. Şu içe aktarma prosedürü sırasında saatlerce
seyrine durmak zorunda kaldığım ve nedense hiç ilerlemeyen yeşil çubuktan her kafamı
kaldırdığımda etrafımı pembe ızgaralı görmeye başladığım için (Gözlerinizi uzun
süre yeşille muhatap kılarsanız, dünyaya pembe gözlüklerle bakmak için özel bir
araca ihtiyaç duymadığınızı siz de fark edeceksiniz. :D ) midem ‘Acil Dışa
Aktarma Harekâtı’nı başlatmak üzere. Tabii bunun tek müsebbibi her ‘iyileştirme’
(!) çalışmasıyla posta gönderip almayı ve / veya saklamayı daha da karmaşık
hale getiren yazılım mühendisleri değil. Benim bazı eski, hoş ve anısı olan
e-postalarımdan vazgeçmemekte direnen koleksiyoncu kafa yapım. Ama ne
yaparsınız, insan yaptığı hataların ardından dizlerini, göğsünü uzunca bir süre
dövebiliyor da, iş kafaya gelince durmak zorunda kalıyor. Malum, başa alınan
darbeler netameli… :) Peki ya postacılara ne demeli? “Duyduuuuuk duymadıııık
demeyiiiiin! ‘Sıcak’ ve ‘canlı pencere’ postacılarııııı ‘on üzeri yüz’
postacılarına karşııııı. Otuz iki kısııııım tekmili birdeeeen, her güüüün bu
sinemadaaaaa…” durumu sürüp gidiyor yıllardır. Onlar da artık aralarında bir
sulh olsalar da, biri diğerinin posta kutusuna üvey muamelesi yapmadan içine
aktarıverse olmuyor mu? Ben saklanası kabul ettiğim her elektronik postayı ağaç
mamullerini bir hızardan daha gürültülü ve müsrif bir biçimde işleyen yazıcıma
göndermek zorunda mıyım? Nerede kaldı o zaman ucundan iliştiğimiz çevrecilik?
Güzel resimlerin, müziklerin, fikirlerin bir araya geldiği sunumları
bilgisayarımın gigabytelarını kemirmesine müsaade etmeden erişimimde tutmam
olanaksız mı yani? Şikâyetim var, sesimi duyan yok mu? Yöneticimiz uyuyor mu?
:))
Yok, bunu da yazamam, çok
kişisel. Ah be fikrimin kabuğu! (Kabuklarından böyle bir yazı çıkan soğanın…
şey pardon fikrin de ne mene bir şey olduğunu varın siz düşünün!) Bak, beni ne
hallere soktun! İki satır yazamadım senin yüzünden. N’apalım, bugün de böyle
olsun!
Böylece bir dereden
tepeden yazımızın daha sonuna geldik sayın okuyucu ve okumayıcılarım. Bir
dahaki saçmalığa kadar şen (!) ve esen (!) kalınız. Valentine Cameron Princep'ten 'Sweet Repose' Diğer Çalışmaları 1 Diğer Çalışmaları 2 Diğer Çalışmaları 3 |
Paniklemiş durumdayım. Ne
yazacağım? Sonuncu yazıyı yüklediğimde kendimi ne kadar da rahatlamış
hissetmiştim oysa. Sanki kafam boşalmış, huzura kavuşmuştum. Meğer boşalış, o
boşalışmış… Üç gündür beynim alınmış gibi geziniyorum. Aslında bir şeylerin
ters gittiğinden şüphelenmem gerekirdi, ama her defasında üç aşağı beş yukarı
aynı aşamalardan geçtiğimden olsa gerek, bu işte bir çapanoğlu olabileceği hiç
aklıma gelmedi. Yazı cinim deli gibi döneniyor. Ben rutin işleri halletmeye
uğraşırken, o da kafamın içinde ne kadar çekmece, dolap, yüklük, tavan arası,
asma kat, bodrum varsa araştırıp yazacak bir şeyler bulmaya çalışıyor, ama ne
fayda! Tabii kafa başka bir telden çalarken ne kadar rutin olursa olsun iş
halletmek biraz zora giriyor. Örneğin markete gidip bütün rafları alışveriş
arabanıza yıksanız dahi asıl ihtiyacınız olan şeyi almadan eve
gelebiliyorsunuz. Sabah işe salonu süpürmekle başlayıp, öğleden sonra kendinizi
apartmanın cümle kapısının önünde bir taraftan kapıcıyla elektrikli süpürgeyi
iki ucundan çekiştirir, diğer taraftan da beşuş bir çehreyle arabasının
kapısını açmış temizliğe bıraktığınız yerden devam etmenizi bekleyen komşunuza
“Kapat, kapat! Dışarının tozu toprağı yine içine dolacak!” diye laf
yetiştirirken bulabiliyorsunuz. (Bahşişler bayağı iyi oluyor. :D ) Son yazı
sancılarımdan birinde evdeki saksıların topraklarını değiştirmekle başlayıp hızımı
alamayınca apartman bahçesini belleyerek fidan dikme seferberliği başlattığım
için kapıcı artık iyice temkinli yaklaşıyor yanıma zaten. Yönetici yaptığım
işlerin karşılığını onun maaşından kesecek diye ödü patlıyor adamcağızın. :))
Veya “Hazır aklım boşalmışken hesap kitap yapayım.” (!) diye düşünüyor; kendi
gelir giderlerinizi balansa oturttuktan sonra apartmanın on yıllık Nakit Akım
Tablosunu çıkarıp, ardından Devlet Planlamaya başvurarak beş ayrı parametreye
göre Gayri Safi Milli Hâsılayı hesaplamayı önerebiliyorsunuz. Hiç olmadı;
“Kendimi yemek yapmaya vereyim de bir işe yarayayım bari.” diye kuruyor ve
sağdan soldan ilgili ilgisiz tarifleri birleştirerek yaptığınız portakal reçeli
üzerine oturtulmuş kremalı bamya püresi veya közlenmiş patlıcan arası tavuk
suyunda marine edilmiş baklava tarzı buluşlarınızı yemek istemeyen ev halkına
diş bilemeye başlıyorsunuz. Tamam, yukarıda olayları biraz abartmış olabilirim,
ama kendimi patatesleri çöpe, kabuklarını yemeğe koymaya çalışır veya yağ
almaya gittiğim marketten limon sıkacağıyla dönüp gelirken bulmadığımı
söylersem yalan olur şimdi… :)) Üstelik bu tür krizler öyle pek nadiren de
olmuyor. Her iki üç ayda bir boş bakışlar eşliğinde bu türden pasif isteri
vakaları yaşanır oldu artık bizim evde. Sırf o yüzden çoluk çombalak fikir veya
konu bulma toplantıları düzenleniyor, beyin tayfunları (fırtına bir boy küçük
geliyor da, o açıdan… :D ) yapılıyor. Yine de bu defaki şimdiye kadarkilerin en
vahimi gibi görünüyor. Zira günlük işleri omuriliğin görev tanımına sokmuş
olsam ve beynimin bütün kullanım haklarını kalem tutan elimin hizmetine versem
de değişen bir şey yok. Sadece beynim değil, iyi saatte olsunlar enerjisiyle
kendi kendini şarj ettiğine ve kâğıtta iz bırakabilen herhangi bir şey gördüğü
anda otomatik olarak işlemeye başladığına dair derin ve yıkılmaz bir inanç
beslediğim elim bile durmuş bir halde. Oysa gözler fazla mesaide… Örneğin
yılbaşında alınmış bütün kitaplar (yedi sekiz tane tuğla :D ) okundu, filmler
DVD’nin menüsündeki bütün dublajlar ve alt yazılarla defalarca izlendi. Kulaklar
son caz maratonundan ağzının… pardon kepçesinin payını aldığından bir süre geri
hizmete çekildiyse de fazla atıl bırakılmadı. Televizyonda ne kadar akla ziyan
dizi varsa (seyretmeyi ne kafa, ne mide kaldırabildiği için) ‘nette sörf
yapıyorum’ bahanesiyle göz bilgisayardan ayrılmadan radyo tiyatrosu kıvamında
takip edildi. Son çare olarak bedeni çalıştırmanın beyne de iyi geldiği
dedikodusu [dedikodu diyorum, çünkü son üç günde aksini tamamen bilimsel (!)
bir biçimde ispat ettim :D] dikkate alındı. Günde beş kap yemek yapıldı, ev
baştan aşağı üç defa kırklandı, kazan kazan çamaşır yıkandı. Halıları makineye
atmaktan son anda, o da servise arızanın nedenini açıklamak zor olacağı için,
vazgeçildi. :) Sonuç olarak geceleri yatağa sürünerek girildi, sabahın dördüne
kadar gözler fincan tabağı gibi açılmış olarak tavandaki çatlaklar sayıldı.
Ertesi gün badana yapma konusu ciddi ciddi ve uzuuun uzun düşünüldü.
Postlarında abuk sabuk fikirler cirit atan koyunlar beyin kıvrımlarından
atlatılarak uyku çağrıldı. Sabahın yedisinde üç saat kadar bayılmış olmanın
suçluluğu ve iki kulak arasında ölümcül bir hareketsizlik ile daimi bir
sessizlik olduğunu fark etmenin hayal kırıklığıyla uyanıldı. Artık paniği
aştım, katatoni halindeyim. Aklıma bir fikir de gelse yazamayacağımdan
kuşkulanıyorum.
Ama ben bunların sebebini
gayet iyi biliyorum. Cazla ilgili o yazıları hiç yazmamalıydım. Hele hele
bisikletin tarihçesini kötü emellerime alet etmeye asla yeltenmemeliydim. İşte
olanlar oldu, hepsinin ahı tuttu. Ne semtime uğrayan bir şarkı var bu aralar,
ne de sazları, sözleriyle olmadık fikirler veren cazcılar… Hepsi benden elini
eteğini çekmiş; “Biz olmazsak sen bir hiçsin!” ifadeleriyle uzaktan sessiz
sessiz (çalmıyorlar, söylemiyorlar, öyle bakıyorlar) beni seyrediyorlar. Bense
“Ohooo, bende daha neler var? Sizin doğaçlamalarınıza mı kaldık? Elimi sallasam
ellisi, kolumu sallasam nefeslisi tellisi… Niye orada duralım ki; yağdırsam
sellisi, üfürsem yellisi, daha da olmadı, ondan kellisi…” şeklinde laf
ebeliğiyle cevap vermeye çalışıyorum ki, ümitsizliğim bellisi… şey yani belli
olmasın. Hâlbuki yiğitliğe ne kadar tereyağı (Ne dememi bekliyordunuz? Zaten
öbür şık hep itici gelmiştir. :D ) sürdürmemeye uğraşırsam uğraşayım nörolojik
faaliyetlerim giderek zayıflıyor. Bu böyle olmayacak. Acilen caz camiasının
gönlünü alacak bir şeyler yapmam lazım. Bu hafta da Sevgililer Günü var zaten.
En iyisi bir demet yasemen… yok gül alıp evlerine ziyarete gitmek ve…
My funny valentine
Sweet comic valentine
You make me smile with my heart
Your looks are laughable,
Unphotographable
Yet you're my favorite work of art
Is your figure less than greek
Is your mouth a little weak
When you open it to speak
Are you smart
Don't change a hair for me
Not if you care for me
Stay little valentine stay
Each day is Valentine's Day
Sweet comic valentine
You make me smile with my heart
Your looks are laughable,
Unphotographable
Yet you're my favorite work of art
Is your figure less than greek
Is your mouth a little weak
When you open it to speak
Are you smart
Don't change a hair for me
Not if you care for me
Stay little valentine stay
Each day is Valentine's Day
… diye türkü çığırmak.
Kim bilir, belki de ‘Susmamı istiyorsanız, esin vermeye devam edeceksiniz.’
şantajı işe yarar. :))
akapalodtusme'den 'Yazı Cinim' isimli çalışma :) |
Bir önceki yazımı tekrar
okurken satırların arasına saklanmış bir çift mini mini kömür göz görünce size
daha önce yazı cinimden hiç bahsetmemiş olduğumu hatırladım. Bunun en önemli
sebebi ilk cümlede gizli; cinler utangaç yaratıklardır. Ayrıca pek yerlerinde
duramıyorlar. Benimki genellikle tülümsü bir kurdele olarak görünür göze… Hayır,
ışık hızında hareket etmiyor! Dediğine göre birkaç santim :)) farkla bile
isteye ıskalıyormuş o sürati. Ona kalsa ‘azıcık ışıyacağım’ diye dönüşmesi
gereken kütleyi taşımaya değmezmiş. Ayrıca o kadar uğraştıktan sonra takyonun
tekine geçilince önce kıskançlığından morötesine düştüğünü, sonra hiddetinden kızılötesine
çıktığını ve bunun sebep olduğu ‘dalga boyu tutmasının’ hiç çekilmediğini itiraf
etti. “Hem öyle abartıldığı kadar bi’ şi’ de yok zaten o hızda.”diye de ekledi.
“Ensemi görece’m diye başta bi’ heves ettiydim, ama artık eskisi kadar genç
değilim. Fazla zorlayınca hıçkırık tutuyor. O hızda hıçkırmak da hiç hoş bi’ şi’
değil. Son seferinde az kalsın bi’ süper novanın göbeğine çakılıyordum, yedi
yudum yıldız tozu içtim de anca geçti kör olmayasıca…” Böyle dediğine bakmayın,
çok hareketlidir benim cin! Ancak şu aralar habitatında (Fikristan) genel bir
kuraklık yaşandığı ve işi gücü pek kalmadığı için fazla duraksıyor da kendisini
seçmesi biraz daha kolay oluyor. Yoksa geçen yazımda adından söz edebilmem dahi
mümkün olmazdı. Hoş, orada bile sadece iki kez özne olarak gösterebildim
kendisini, (Laf aramızda; kelimelerin arkasına gizlenme eğilimi var. Ayrıca sıkıya
geldi mi, cümlelerden çok esaslı barikatlar kurabiliyor. Paragraflardan inşa
ettiği şatoların, kulelerin mimarisi ise değme labirente taş çıkartır.) ondan
sonra koyduysan bul... Cin bir tarafa, yazı diğer tarafa gitti.
Konuşması da kendisi gibi
hızlı ve kaçamak. (Yukarıdaki lafları da aklımda kaldığı kadarıyla yazılmıştır,
yani herhangi bir falso varsa suçlusu katiyen ben değilim.) Hatta bazen cep
telefonu mesajları gibi konuşuyor. “Mrhb yn yz knsn bldm gzn ydn.” diyor mesela
veya çok acelesi varsa o kadar bile ara vermiyor; “Mtrbzdmcltvltytşmmlzm!” diye
vızıldayıveriyor. Konuşmasının seslileri arkadan sökün ediyor. (Malum; ses hep
sonradan gelir… :D ) Eğer tane tane (!) konuştuysa “Eaa ei aı ouuu uu öü aı.”
şeklinde bir uğultu duyuluyor. Yok, arkasından atlı kovalıyorsa “Oououaiuaeeeieaı.”
diye tanımsız bir çığlık olarak boşalıyor insanın kulağına sesliler. Neyse ki
beyin ne yapıp edip iki grubu birleştirmeyi başarıyor çoğunlukla. (Hani
‘Aşağıdaki metni insanların ancak yüzde birinden az bir kısmı olan dahiler
okuyabilmektedir. Bi’ deneyin bakalım, siz ne kadar dahisiniz…’ diye başlayan
ve insana kendini 180 IQ gibi hissettiren e-postalarda yazdığı gibi… :D ) İşte,
bakın! Bu da, benim cini yazamama sebeplerimden bir başkası. Ne zaman onu
anlatmaya niyetlensem başka konulara sapma katsayıma zam geliyor. (Efendim? O,
benim her zamanki halim mi? Hmmm…) Yine de bu kez kararlıyım. Sabote etmek için
bütün cin güçlerini kullansa da kâr etmeyecek. Öncelikle size onun dış
görünüşünü biraz tarif edeyim. Kömür gözlerinden bahsetmiştim. O kömürün türü
de linyit. :) Şaka bir yana, çocukken linyitin yüzeyinde puslu bir flaş ışığı
gibi çakan parıltılar beni büyülerdi. Hatta bazı gösterişli parçaları sobaya
atmaya kıyamaz, olur olmaz yerlere gizleyerek gün içinde çaktırmadan bakar,
peri padişahının ülkesinden dünyaya düşmüş bir mücevher olduğunu ve tabiiyetini
gizlemek için kömür kılığına girdiğini hayal ederdim. Sonradan elmasın
prematüre kardeşi olduğunu öğrenince haklılığım da kanıtlanmış oldu zaten. :))
Hoppaa, gene kalemimi kaydırdı benim zifirî cüce! Aaa, ben size onun siyahî
olduğunu söylemeyi unuttum değil mi? Neden bir beyaza yardım etmek istediğini
sorduğumda suratıma tuhaf tuhaf (Söz konusu cinler ise tuhaflık kavramı da
tuhaflaşıyor aslında. Belki de orada ‘her zamankinden daha tuhaf’ demeliydim.) bakıp
bunun benim seçimim olduğunu söyledi. Tamam, cazda siyahı tercih ettiğim
doğrudur, ama insan yazı cinini kendi ırkından seçmez mi? (Gerçi bir de resim
cinim var. O da rengine bir türlü karar veremediğim için mesleğine uygun bir
biçimde gökkuşağı gibi dolaşıyor garip… :D ) Bari korktuğum veya
endişelendiğimde rengini tutturmayı başarabilmem daha muhtemel olan sarı ırkı (onların
da gözlerine hastayım) seçseymişim ya. Hâlbuki bu durumda istediğim kadar
güneşin altında cızbız olayım yazı cinimin (İkide bir ‘yazı cini’ veya ‘cin’
demek benim de hoşuma gitmiyor, ama bu cin tayfası isimlerini verme konusunda
pek nekes. Rumpelstiltskin’i hatırlarsınız… Masaldaki kraliçe onun adını öğrenebilmek
için şarkı söylemesini beklemek zorunda kalmıştı hani. Oysa benimkinin sesi kargadan
beter. Yine de ben ısrar kıyamet sorunca adının sessizlerini ‘zzztrky’ şeklinde
lütfetti. Seslileri duymamı ise arkadan gelen ‘Hpşhpşhpşhpş!’ nidası engelledi.
Meğer o sırada ışık hızına çıkmaya çalışıyormuş ve bu sefer de hapşırık tutmuş.
Kasıtlı yaptığından şüpheleniyorum. :D ) kadife kahverengisine ulaşmama imkân
yok. En fazla Hair müzikalinin muhteşem şarkılarından biri olan Ain’t Got No’nun
başında Woof Daschund karakterinin söylediği gibi “I’m pink! I’m pink!”
olabilirim. :)) Bu arada ‘zzztrky’ ile müzik zevklerimizin fazlasıyla
uyuştuğunu söylemek isterim. Gerçi o, tipine biraz daha uygun olan füzyon, punk
veya asit caz türlerine yakın hissediyormuş kendisini, ama benim dinlediklerime
itiraz ettiğini hiç hatırlamıyorum. Hazır hoşlandıklarından bahsederken, son
olarak biraz da giysi seçimini anlatmak isterim. Böylece görürseniz şıp diye
tanıyabilirsiniz. (Hoş, bir görseniz, o kıyafetle unutmanıza imkân yok!) Aslında
gustosu son derece sağlam ve dominant, tek sorun bana hiç hitap etmemesi.
(Dikkat edin! Nefffffrrrrretttt ediyorum, demedim. :D ) Jean Paul Gaultier ve
Vivienne Westwood’un moda cinleriyle uzaktan akraba mı oluyormuş ne, onların
koleksiyonundaki kıyafetleri ucuza kapattığı için üzerindekiler insanın dişlerini
kamaştıracak kadar renkli. Gaultier’nin metalik döneminden kalma bir üstlüğü
var örneğin. Her ne kadar kendisi ‘ışık hızından birkaç santim eksik’ süratiyle
sağa sola koşuştururken o yelek sayesinde arkasında hoş ve zarif bir çınlama
bıraktığını düşünüyorsa da, kulaklarımdaki şıngırtı benim için inek çanından farksız.
(Gerçi son muayenemde KBB doktoru ‘Bu yaşta böyle kulak çınlamaları normaldir.’
diyerek cami duvarına isabet kaydetti, ama ben hiç üstüme alınmadım. :D ) Bir
de Westwood’un doksanlarda takılıp kaldığı ekose koleksiyonuna fena tutulmuştu.
Ama İskoç Etekleri’nin ışık hızında (o zamanlar daha gençti tabii) biraz (!)
rahatsızlık vermesi sebebiyle, istemeye istemeye de olsa, iki paçalılara dönüş
yaptı. Şimdilerde İskoç klanlarını simgeleyen tüm ekoseleri aynı kumaşa
toplayan taytlarla dolaşıyor. Külah konusu ise biraz karmaşık. Çünkü cin
sosyetesinde modası hiç değişmeyen, hatta üniforma kabul edilen bir şey varsa o
da yeşil şapkaları. Irlanda asıllı olduklarından (Leprechaun familyasından
benimki) yeşilden şaşmıyorlar – ki bu da ‘zzztrky’yi kudurtuyor. (Cildine hiç
yakışmıyormuş.) Kariyerinin başlarındayken sırf bu yüzden Noel Baba’nın
cinlerine katılmayı bile düşündüğünü söyledi bana. Bereket çimen yeşili şapkasının tenini
donuklaştıran etkisini, altına taktığı sıcak renkteki bandanalarla azaltmak
için izin kopartabilmiş. (Bana sorarsanız şahken şahbaz oluyor ya, hadi neyse…)
“Peki, bunca renk ve desene bulanmışken nasıl görünmez olabiliyor?” diye
soracak olursanız; “Ustalığı da orada zaten.” diye cevap veririm.
Sanırım kullandığım cangıl
gibi (benim balta girmemiş ormanda parantezlerin içinde yırtıcılar gizleniyor,
uzun cümleleri çekip bırakırsanız arkadan gelenin kafası gözü dağılıyor, benzetmelerin
üzerine zehirli yılanlar sarmalanıyor, fiiller özne ve nesneleri için AKA’ya av
oluyor, paragraflarda noktalama işareti safarileri düzenleniyor, sıfatlar
sözcüklerin arasında çığlık ata ata dolaşırken, edatlar belgesel çekiyor… :D) karmaşık
örüntülü ve janjanlı dilin ne işe yaradığını esas şimdi anlamaya başladınız.
:)))
Étienne-Maurice Falconet'ten 'Seated Cupid' (Fotoğraf : Eaton Walker) Diğer Çalışmaları 1 Diğer Çalışmaları 2 |
“Kısa tut şu cümlelerini,
kısa!”
Benim ukala dümbeleği
arkadaş yine iş başında… (Başlarınızı sallayarak onun yorumuna katıldığınızı görmedim
sanmayın. :D ) Sadece o mu? Ne zamandır yazılarımı kendisine emanet ettiğim
kelime işlemcim de aynı telden çalıyor. Her uzun cümlenin altını mini mini yeşil
zikzaklarla süslüyor. O rengin kibarca ima ettiği ‘Böl şu tümceyi!’ emrine
uymamak için ekrandan başka her yere bakmak zorunda kalıyorum. Aman! Sanki ben bilmiyorum
bir çeki sözcükten bir dirhem anlam ürettiğimi. İyi de, bir tek ben mi böyle uzun
ifadelerle yazıyorum? Dönüp demezler mi yazılıma; “Sen önce kendi dilinde
yazanlara bir bak!” diye… Bazılarının tek cümleyi üç paragrafa bile ayırdığı
oluyor. (Çevirdiğim kitaplarla sabit!) Tümcedeki özne ve nesnelerin izini
sürmek profesyonel ajan peşine takılmaktan daha zor. Öyle ki, bir süre sonra
‘he’lerin, ‘she’lerin hangi ismi işaret ettiğini anlamak olanaksız oluyor. ‘He’
‘hers’ e gidiyor. O sırada ‘she’ ‘his’ endamını düşlüyor. Derken nereden
geldiği belli olmayan bir ‘it’ çıkıyor. ‘Their’ aşkına musallat oluyor. ‘She’
kendinden geçip ‘it’in üzerine düşüyor. ‘He’nin ‘it’ten haberi yok. O ‘his’ dertleriyle
uğraşıyor. Birdenbire yepyeni bir ‘he’ peydahlanıyor. Cümlenin ortalık yerinde ‘he’ler
kavgaya tutuşuyor. Okur ‘he’lerden ‘hiiiiiii!’ beğeniyor. Neyse ki içlerinden
birinin oraya yanlışlıkla düştüğü, aslında bir önceki cümlenin öznesi olduğu
anlaşılıyor. Peki, ‘she’ ‘them’i umursuyor mu? Hayır! O, ‘her’ keyfinde,
yepyeni bir ‘he’ buluyor ve ‘its’ dertleri unutmaya çalışıyor. Bulduğu ‘he’nin
de iki cümle önceden kalma bir ‘she’si yok muymuş meğer? Kafalar hepten
karışıyor. Allahtan cümlenin üçüncü paragrafında ‘he’ler ve ‘she’ler
birbirlerini kendi aralarında üleşiyorlar. Boy boy ‘it’leri oluyor. Daha
doğrusu doğana kadar ‘it’. Sonra ‘its’ cinsiyet ortaya çıkıyor ve ‘he’ ile ‘she’
sayısını güncellemek, bir sonraki cümlede kaç tane ‘esas (oğlan veya kız) kişi
zamiri’ olacak diye karalar bağlamak da okura kalıyor. Ey, kelime işlemci! Asıl
o paragrafların altını yeşille çizsene boylu boyunca! Bula bula benim naçizane
tuğla… pardon cümlelerimi mi buldun?
O kadarla bitse yine iyi!
Bir de ikilemelerime takmış. Aynı sözcüğü yan yana gördü mü, basıyor kalay
kırmızısını. Hayır, sana ne kardeşim? SA-NA-NE? İster ‘uzun’ yazarım. İster ‘uzun
uzun’. Hatta çok kafam bozulursa, ‘uzuuuun uzuuuuuun uzun’! Keyfime kâhya mı
atandın? Bu ne gayretkeşlik! Bütün bunların sonucunda ne oluyor dersiniz? İşim
bittiğinde kırmızıdan yeşilden kendi yazdığımı göremiyorum. Yetmezmiş gibi noktalama
işaretlerinin de sıkı takipçisi… Tırnak içindeki konuşma cümleleri soru veya
ünlem işareti ile biterse mesele yok. Ama konuşan kişi lafına nokta koydu mu,
yandı gülüm keten helva. Tırnağın peşine bir ‘dedi’ takmak için yapmadığım
şaklabanlık kalmıyor. Üstelik özrü, kabahatinden büyük! Neymiş? Eğer yanlış
yazmakta ısrarlıysam (Bak, bak, bak!!!) ‘geri al’ yapabilirmişim. Söylemesi
kolay! ‘Geri al’ işlemi için imleci kelimenin ilk harfinin altındaki tireye
rastlatmaya çalışmaktansa, bir deveyi hendek zengini İstanbul sokaklarında
dolaştırmayı yeğlerim. O mini mini çizgiye isabet kaydetmek, keskin nişancı
olsan bile, ne mümkün! Göz, gez, arpacık… Sonuç; ıska da, fıskaaa, kapuskaaa! Bıraksam
cümleler şöyle çıkacak: “Çocuk acı ağladı. Arkadaşı usul yanına yaklaşıp ‘Güle!
Yaz tatilinde görüşürüz.’ Dedi.” Okuyan
anlamıııış, anlamamıııış, kim takar? Yeter ki kelime işlemcinin gönlü olsun.
Bazen de olmadık yerde
kısacık bir cümleyi yeşilliyor. Şeriat Mahkemesi mübarek! Yine ne oldu? Kötü
bi’ şi’ mi dedim acaba? (Onlara da fena takmış. Biraz evvelki ‘ıska’ sözcüğüne
“Argo bu! Katiyen kullandırtmam.” buyurdu örneğin. Bünyesindeki Yazım ve
Dilbilgisinden Sorumlu İşgüzarlar Dairesi’nde dolaşmadığım masa kalmadı o
yüzden. Bundan sonraki iki yazıda ‘Gözden Geçir’ fonksiyonunu kapatmayı vaat
ettim de, zor razı ettim memurları. Aman canıııım! Çok yoruluyorlar zaten. Bari
bir haftacık tatil yapsın garipler! Ben de kafamı dinleyeyim. :D ) Üç kelimelik
şeyle ne alıp veremediği olabilir, diye düşünürken mahkemenin hükmü
kesinleşiyor. Karar: Yüklemsiz tümce! ‘Bunu görmek zor.’ denmezmiş. İlle de
‘Bunu görmek zordur.’ diye yazılmalıymış o cümle. Offff! Karışmayın kardeşim
işime! Düşün yakamdan! Uzun cümleleri keyfimden mi kullanıyorum ben? Buyrun! Buraya
kadar kısa cümlelerle yazdım da ne oldu? Bana sorsalar ‘Kekemenin Günlüğü’… Haa,
“Kısa ifadelerle şiir gibi yazanlar yok mu?” diye sual edilecek olunursa, var
elbet. Kabiliyet meselesi… Bende fıssss! Oysa fiilden bir kementle kaç isim ve
sıfat yakalayabileceğimi keşfetmek; bir noktalı virgülün kaç sade :)) virgülü
peşine takabileceğine bahse girmek; cümle arası sandviç olmuş antrparantezlere
Gılgamış Destanı’nı sığdırıp sığdıramayacağımı denemek; bir paragrafın
birbirine aykırı kaç fikri kaldırabileceğini sınamak; uyduruk sözcüklere anlam
yüklemenin, cümleleri kendini yutan ejderha misali bükmenin, yazıyı Minotauros’un
Labirenti’ne çevirmenin mümkün olup olamayacağını görmek; bu baş döndürücü (!)
yazının okuru tutup tutmadığını hayal etmek gibisi var mı? Oh be! Şimdi rahatladım
vallahi… Neydi o mıy mıy mıy tümceler? :)))
İşin şakasını geçersek,
yazılarımın zorlayıcı olduğunu (hatta bazı durumlarda imkânsız seviyesini
tutturmayı başardığını) biliyorum. Herhalde – parantez muhteviyatını görmezden
gelebilmek için – kimi yerde gözünüzün tekini (bazen ikisini birden :D ) kapatmak
zorunda kalıyorsunuzdur. Şöyle de söyleyebiliriz; benim yazılarım OKUNMAK için
değil, okunmak için… Yani bir başkasına sesli okumaya kalkarsanız ne o bir şey
anlar bu enigmatik metinden, ne de siz bu, sözcük tıknazı yazıdan niye
hoşlandığınızı [Efendim? O, benim hüsnü kuruntum mu? Ayıp oluyor ama… Bari alıştıra alıştıra (Hah! Hadi bakalım
kelime işlemcim, sana gün doğdu! İkinci ‘alıştıra’nın altını kırmızıyla çizmeyi
sakın ihmal etme!) söyleseydiniz.] açıklayabilirsiniz muhatabınıza. İşte o
yüzden yazılarımı içinizden okumayı sürdürmenizi tavsiye ediyorum. Benim adım inmiş
deliye, çıkmaz yarım akıllıya… Bari siz hâlâ sahip olduğunuz ‘aklı sağlam ve
selim’ unvanından olmayın! :)) Bu arada biraz evvelki cümlede uzun zamandır
istediğim bir şeyi gerçekleştirerek köşeli parantez içi yay ayracı kullanmış
bulunuyorum. Vatana, millete hayırlı olsun! Bundan sonra sıra daha karmaşık
formüllere de gelecektir. Mesela üslü isimler, karekök sıfatlar, diskriminant
tamlamalar, integral cümleler, trigonometrik paragraflar, haftayaaaa buradaaa!
:)))
Reklamları izledikten
sonra – zor olacak, ama – konumuza dönelim. Demem o ki; yazmak konusunda çok
kırılgan bir dengem var. (Diğer konulardaki dengemi bu tartışmaya dâhil etmek
istemiyorum. Nedenini bu yazıyı okuduktan sonra az çok tahmin etmişsinizdir.
:D) Dışarıdan müdahalelere şiddetle tepki veren (hani hastasının diz kapağına vururken
yanlış yerde pozisyon alan acemi doktorun başına gelebilecek felaket benzeri)
refleksif bir de kalemim… O yüzden yazının başındaki cümleyi kuran arkadaş tarihin
ilk kalemlenen (Yazı programımın bu sözcüğe de itirazı var bittabi… :D ) kişisi
olarak suç ve tıp literatürüne geçti. Şu sıralar kelime işlemcimin üzerinde
çalışıyorum. Bu yakınlarda ‘minikyumuşak’ yazılımcısı yeni güncellemeler ve
yamalar çıkarırsa sakın şaşırmayın! :))
Art Kane'den 'A Great Day in Harlem' ve önemi Diğer Çalışmaları Sitesi |
Yazıları yüklemeden önce
son kez okurken birden güvenimi yitirdiğim çok oluyor. Kafama bir yığın şüphe
üşüşüyor. “Laf salatası!” diyor aklımın bir köşesi. Diğer köşe hemen cevabı
yapıştırıyor; “Hepsi öyle zaten. Anca mı anladın?” Onlar aralarında itişirken,
– o köşe kış köşesi, bu köşe yaz köşesi olunca bittabi ortada kalan – su şişesi
derinlerden gelen hön hön bir sesle lafa karışıyor; “Okuyanlar memnun ki
eserinden (!), gelmiyor ses hiç birinden! Madem öyle, sana ne?” Ama doğuştan
muhalif kış köşesini susturmak ne mümkün! Mızırdanmaya; önündeki metnin sağına,
soluna, ortasına, osuna, busuna, şusuna, boyuna, bosuna, huyuna, (şişeye inat)
suyuna kulp takmaya devam ediyor. Ta ki, zihnimin Keşanlısı ‘köşeleri’ dönüp ‘su
şişesini’ masada kırarak hepsine meydan okuyan bir nara atana kadar… “İiiieeeeiiiiiiyyyyyt!
Daa’lın leyn!” Ama Keşanlıyı bilirsiniz; yufka yüreklinin tekidir. Yüzü çabuk
yumuşar. Haldun Taner dâhiyane bir buluşla çizmiş karakterini o, zoraki
kabadayının. Hatta kendi sözleriyle şöyle anlatıyor Keşanlıyı:
“… Altmışlı yıllarda ders
vermek için Ankara’ya giderken incelediğim gecekondu mahallesi Altındağ’ın
kabadayısı pusuya düşürülüp öldürülmüştü. Kişiliği ilgimi çekti. Beni oyunu
yazmaya iten de bu oldu. Ama oyunun kahramanı yazılış sırasında çok değişti. O,
başkasına değil, kendine benzemek istiyordu…”
Bence biraz yazarına
benzemek istemiş. Çünkü araştırdığım ve eserlerini okuduğum kadarıyla tam bir
İstanbul Beyefendisi olduğu izlenimi edindiğim Haldun Taner, Keşanlı Ali
Destanı’nın yurt içinde ve dışında kazandığı başarılarda ülkesinin ilgili (!)
ve yetkililerinin (!) attığı çelmelere mizahi bir yaklaşımla da olsa zehir
zemberek cevaplar vermek zorunda kalmış, tıpkı kahramanı gibi. Şöyle bir örnek
verelim: Keşanlı Ali Destanı’nın İngiltere’de Corbett Tiyatrosunda sahnelenmesi
için çalışmalara başlandığında yönetmen olması öngörülen ve İngiltere’de
yaşayan bir sanatçı olan Gündüz Kalıç’tan oyunun yazarıyla görüşmesi istenmiş.
Kalıç iletişim kurabilmek için en mantıklı yolu seçerek Londra’daki Türk Kültür
Ataşeliği’ne başvurmuş. El cevap: ‘Haldun Taner ismindeki şahsın adresi
bilinmemektedir. Bulunması mümkün değildir.’ Bereket başka bağlantılar sayesinde
Haldun Dormen’e ulaşılmış da, onu vasıtasıyla adaşı yazarla irtibat
kurulabilmiş. İlk temsilden önce Gündüz Kalıç – muhtemelen uzun yıllar ülke
dışında yaşamış olmasının unutkanlığıyla :)) – İngiltere’de profesyonel bir
tiyatroda ilk kez modern bir Türk Oyunu sahnelenmesinin mutlu bir olay
sayılması gerektiğini düşünerek Türk Elçiliği, Kültür Ataşeliğine davetiye
yollamış. Bundan haberdar edilen Taner’in cevabı ise gayet veciz: “Gelmezler.
Daktilonun şeridine yazık!” Ve haklı çıkmış elbette. Burada kalmamış, sonrası
da var. Bu olaydan yıllar sonra Almanya’da sahnelendiğinde oyundan övgüyle söz
eden eleştirmenlere cevaben; “Keşanlı, sayın eleştirmenin dediği gibi, iki
ulusu kaynaştırabiliyorsa ne mutlu bana. Bir yazar daha ne ister? Elbet
sevindim… Atatürk Yılının uğurlu geldiğine inanıyorum. Ben uğura inanırım.
Nitekim Keşanlının her ülkedeki (AKA Notu: Keşanlı Ali Destanı yurt dışında en
çok sahnelenen Türk Tiyatro Eseri unvanına sahip bu arada…) başarısında naçiz
şahsımdan çok oyunun kendi uğurunun payı büyük. Bu oyun nerede oynandıysa her
zaman çok iyi rejisörlerin ve oyuncuların eline düştü. Onur daha çok
onlarındır.” diyecek kadar alçakgönüllü olan bu insanı dahi çileden çıkaran vefasızlık
örnekleri sürüp gitmiş. İngiltere’deki temsilden sonra elçilikteki bir
öğrencisine uğrayan, kapılarda karşılanmak yerine, ‘elçiyi görmek istiyorsa
beklemesi gerektiği’ söylenen Taner sefire protokol selamlarını iletmelerini
rica etmiş ve eklemiş: “Emin olun beni şahsen görmekten çok daha memnun
olacaklardır.” Bir taş bu kadar “İstil ilen, nezaketlen!” atılabilir mi?:)))
Oyun İngilizce’ye (Bu
dile çeviren de bir Türk. Nüvit Özdoğru. Hem de düz bir tercüme değil bu. Tıpkı
Türkçesinde olduğu gibi halk ağzının tadını verebilmek için Cockney argosu ve
Milenstreet şivesi kullanılmış.), Almanca’ya, Fransızca’ya, Rusça’ya, Çekçe’ye,
Lehçe’ye, Bulgarca’ya çevrilmiş daha ilk on yılın içinde. Haldun Taner’in
oyunun onuncu yılını doldurması şerefine yeniden sahnelendiği sırada kaydettiği
sözler ise tam çerçevelik…
“Keşanlı Ali Destanı
dünyanın her yerinde geçerli olan beşeri bir temayı işliyor. Evrenselliği,
eskimezliği bundandır. Oyun yalana dayanan bir efsane. Çevrenin baskısıyla
efsaneyi doğrulayan bir yalancı kahraman var.
Aslında ‘mithe’ yaratmak
geri kalmış ülkelerde bir ihtiyaçtır. Uygar bir toplum bu ihtiyacı duymaz. Bu
oyun ‘mithe’lere daha alaylı, dolayısıyla daha kritik bir gözle bakmamızı
öneriyor.”
Ülkemizde yalana dayanan
efsaneler ve çevrenin baskısıyla (ve/veya desteğiyle) bu efsaneyi (!)
doğrulayan yalancı (ama Keşanlı kadar naif olmayan) kahramanlar hâlâ var
olduğuna, hatta bir kısmı devletin çeşitli kademelerini işgal ettiğine göre
demek ki henüz uygar bir toplum olamamışız. Yani;
Sineklidağ burası
Şehre tepeden bakar
Ama şehir ırakta
Masallardaki kadar
…
Bir yanımız mezbele
Bir yanımız yokuş, yar
Önümüzden sel gibi
Şır şır akar lağımlar
…
Of oooof! Sinekli’de
durulmuyor yastan
Sağından vuruldun soluna
yaslan
…
Analar doğurmaz böyle bir
aslan
Böyle Bir Aslan
Morgol gömlek giyerdi
Gümüş köstek takardı
…
Of ooooof! Onsuz bizler
bilmem şimdi ner’deydik?
Ner’deydik?
…
Hoppalaaaa! Gene kalemim
kaymış gitmiş. Bir Keşanlı de, bin ‘Aaaaah!’ işit! Oysa bambaşka şeylerden
bahsedecektim ben. Eh, ne yapalım? Artık önümüzdeki yazılara bakacağız. :)))
Tom Baker'dan 'Dancing Under A Golden Sun' Diğer Çalışmaları Sitesi |
Pırıl pırıl güneşli bir
gün. Gerçi hava buz gibi, ama meteorologların kum falında (bazen tahminlerini
öyle yaptıklarından kuşkulanıyorum) çıkan kar, tipi, fırtına bizim adrese gene
hiç uğramadı. Tek faydası (!) çığ düşecek, yollar kapanacak korkusundan faturaları
biran önce ödemek için banka banka, kurum kurum gezen bendenize oldu. Tabii
cerre çıkmış hoca misali (aslında benim durum bunun tam tersi oluyor ama…)
gördüğüm her kapının ipini çekip; “Abi benim size önümüzdeki yıl içinde hiç
borcum var mı? Kış kıyamet kopacakmış. Bi’ ödi’im, gidi’im.” dediğim için
muhataplarımın garip bakışlarından nasibimi aldım. Zaten her ay kart borcumu
kapatmamı içerlemiş ifadeler ve aşağılayıcı ses tonlarıyla protesto eden banka
memurlarına alıştım artık. Ama yine de bu kez beden dilleriyle ‘yılın kaçığı’
ödülünü bana layık görenlere burada gönülden teşekkür etmeyi bir borç
biliyorum. (‘En İyi Seyirci Ödülü’ vermeye başlamadıkları sürece Oscar kazanmam
uzak ihtimal, her ne kadar ara sıra yakınsam da, kendi ülkeme çakma konusunda
yaya kaldığım için Nobel almam imkânsız olduğuna göre böyle bir şükran
konuşması yapma fırsatını kaçırmayayım dedim de…) Bu bapta her türlü davranış,
bakış ve yorumu tecrübe ettiğimi sanıyordum. Ta ki hesaba para yatırmam
sorgulanana kadar…
ZRRRN ZRRRN!
“Alo!”
“Ben …. Müşteri İlişkileri
Bölümünden Burcu. AKA’yla görüşmek isterdim.”
“Allah Allaaaah! Gene mi
Burcu? Sizi klonlayarak mı çoğaltıyorlar? Her neyse! Buyurun, ben AKA!”
“Siz bu ay kart hesabınız
bip bip bip de bip bip TL para yatırmışsınız.”
“Doğrudur.”
“Iııı… Bakıyorum da, hesap kesim tarihiniz
bile gelmemiş daha. Biliyorsunuz, kart borcunuz yatırdığınız miktarı aşabilir.”
“O biraz sı… ehem zor!”
“Yani bu parayı sizin gül
hatırınız ve çok özel müşterimiz olmanız hasebiyle kerhen kabul ediyoruz, ama
kart borcunuz bundan fazla gelecek olursa…”
“Dedim ya; zor dostum,
zor!”
“Ya o miktar yetmezse?”
“Ya yeterse?”
“O zaman zaten mesele yok
ki han’fendi!”
“Güzeeeeel. En azından en
büyük ortak bölende buluştuk. Bakalım en küçük ortak katı da bulabilecek miyiz?
Şimdi siz bankanızın çok değerli paracıklarına kıyıp bana telefon ettiğinize
göre şu ağzınızdaki baklayı bir çıkarsanız…”
“Di’cektim ki; madem
sokağa atacak paranız var, size yaşam sigortası verelim, bari saçtığınız para defninizi
finanse etsin.”
“Tuz kavuruyorum! Tuz
kavuruyorum!”
“Aa’namadım.”
“Gaipten tuhaf bir teklif
duydum gibi geldi de, önlem alıyordum.”
“Hııı… Ferdi Kaza
Sigortası?”
“Sizin yerinizde olsam,
hiç o taraklara bez vermezdim. Biliyorsunuz, kazaların büyük çoğunluğu evde oluyormuş.
Bu durumda ben en riskli grupta sayılırım.”
“O zaman abuk sabuk
şeylere endeksleyip Sülün Osman’ın legal versiyonu tadında pazarladığımız
fonlardan verelim.”
“Fonları sadece kâğıdın
başına geldiği zaman satın alıyorum. Rengârenk oluyorlar, üzerlerine resim
yapmak hoş oluyor.”
“Madem resimden hoşlanıyorsunuz size üzerine
fotoğraf basılabilen kartlarımızdan verelim.”
“O zaman kaşlarımı
kaldırmış, kafamı iki yana sallar ve ‘Hayır!’ derken çekilmiş fotoğrafımı
yolluyorum, onu basın!”
“Hiiii, sahi mi? Hemen
işlemlere başlıyorum. Annenizin kızlık soyadı?”
“Hayır!”
“İlginçmiş! Bildiğimiz
gibi mi yazılıyor?”
“Bilmediğimiz gibi
yazılanı da mı var? Aman! Ben ne diyorum yav’? Kart mart istemiyorum. Aslında
bundan önceki cevabım da o manaya geliyordu, ama siz anlamazlıktan gelince lakırdı
uzadı. Bakın, benim yapılacak daha önemli işlerim var. Sizin dilinizle
söylersem, ‘vakit nakittir.’ Şimdi kusura bakmazsanız…”
“Hmmm… Zenginiz demek!”
“Vakitten yana öyleymişim ki, bahtıma siz düşmüş…”
“Vakitten yana öyleymişim ki, bahtıma siz düşmüş…”
“Hadi kafiye yapalım! Gümüş?”
“Beyaz maden sevmem!
Hoşça kalın.”
“Altın?”
“Tek taş olmazsa
teklifinizi kabul etmem imkânsız Burcu Hanım. Hem mahallemize geldik, peşimi
bırakın!”
“Tüketici kredisi!”
“İstemez! Kapatıyorum telefonu!”
“Ama niyeeee?”
“İşim var Burcu Hanım.”
“Yok, ben onu kastetmedim.
Niçin istemediğiniz soruyorum.”
“Bakın, bu annesinden
izin koparmak için sözel işkence teknikleri uygulayan ergen ayaklarını bırakın!
Siz daha helyuma elektron olmak için dilekçe verirken ben o yollardan
dönüyordum. Sanal ürünlerinizin hiç birini istemiyorum. İhtiyacım olursa ben
sizi ararım – ki o durumda da zaten siz yan çizersiniz. Hoşça kalın!”
“Ama niyeeeee?”
“Veda ederken sıklıkla
söylenir de o bakımdan… Ayrıca ‘HOŞÇA kalın!’ dediğime şükretmenizi tavsiye
ederim.”
“Hayır! Onu demiyorum.
Niçin ihtiyacınız yok? Oysa benim var.”
“Buyur?”
“Size ürünlerimizden
birini kazık… pardon satabilirsem, bana prim yazacak.”
“Haaaa, öyle desenize!”
“Yani? Yardımcı olmayı
kabul mü ediyorsunuz?”
“Yok! Sohbetin yönü değişsin
dediydim, ama yararı olmadı. Muhabbetinize doymaya karar verdim Burcu Hanım.
Görüşmemek üzere…”
Zoot Cadillac'tan Headache isimli çalışma Diğer İşleri |
Hiç
yapılması gereken binlerce iş varken aklınıza yirmi beş mumluk bir fikir geldi
mi? Ne o? Yirmi beş mumu parlaklıktan saymıyorsunuz galiba, suratlar değişti…
Oysa başucumuza koyduğumuz okuma lambalarının aydınlığı genellikle o
ölçektendir. Okumak için kâfiyse, fikri parlatmaya neden yetmesin? Ayrıca
benimkilerin maksimum ışıltısı bu! Sizinkiler kaç mumluk? :)) Her neyse,
konumuza dönelim.
Peki,
başınıza böyle bir talihsizlik :) gelince ne yaparsınız? İki eliniz kanda da
olsa o fikrin peşine mi düşersiniz? Yoksa aklınızın bir köşesine yazıp; “Önce
şu yapılması gerekenleri bir halledeyim de…” diye mi düşünürsünüz? Veya ortaya
karışık; bir taraftan elzem işleri kovalarken diğer taraftan elinizin,
ayağınızın, aklınızın ucuyla fikrinize cila mı çekersiniz? Defalarca üçünü de
denemiş; sütten ağzı yanınca yoğurdu üflemiş, yoğurt gaz yapınca peynir
dişlemiş, sonunda Bruselloz (hayvanî ürünlerle bulaşan bir çeşit humma) tehlikesi
baş gösterince “Amaaaan, başlarım bir mumdur, iki mumdur fikrine… Hem
osteoporoz da neymiş?” diye türkü çığırıp fikir peşi kovalamaktan vazgeçmiş
biri olarak herkesin başına böyle şeyler geliyor mu diye merak ediyorum
doğrusu. Geçen gün yine böyle bir – ikilem yetmez, üçlem, hatta fikri tümüyle
görmezden gelmek gibi dördüncü bir seçenek daha olduğuna göre en doğrusu –
dörtleme düştüm. Önceki acı :)) tecrübelerim sebebiyle ilkin ışıl ışıl parlayan
bu fikre toptan karartma uyguladım. Yapılması gereken işlerimin (ki evdeki ve
dışarıdaki zorunluluklar birikim neticesinde gayet kesif bir tabaka
oluşturmuşlardı) boranbulutunu yirmi beş mumluk ziyasının üzerine saldım. Bir
süre işe yaradı. Hatta el çabukluğuyla mecburiyetlerimin arasına – bilgisayar
güncellemesi diliyle söylersek – “önerilen” iki işi de katmayı ve kotarmayı bile
başardım. Ama bitirdiğim işlerin bulutu doğal olarak fikrin üzerini örtmekten
istifa edince sağından solundan huzmeler sızdırmaya başladı yeniden. Anladım
ki; oracıkta önlem almazsam o ışık, zorunluluklarını sıraya sokmaya çalışmaktan
yüz yirmi beşe bölünmüş aklımı kolayca çelecek, fotonlarının peşine takıp
mantığın olmadığı, sadece dürtülerle hareket edilen “Karanlık Tarafa”
geçirecek, ondan sonra Yoda bile kâr etmeyecek. Derhal irademi mesaiye çağırarak
bu parlak fikri beynimin makul bir köşesine kaldırmasını, üzerine de fosforlu
bir hatırlatma notu yapıştırarak etrafa saçtığı nuru (!) sansürlemesini
emrettim. Hakkını yemeyeyim; iradem topuk vurup selam çakarak derhal görevinin
başına marş marş yaptıysa da işlem sırasında fikrin yaldızlarından birini yolda
düşürdü. Binde bir olacak bir aksilik işte… Yine de böyle şeyleri asla hoş göremem.
Derhal soruşturma açılmasını, bir inceleme komisyonu kurulmasını talep ettim. Beş
yaşında sokakta oynarken ihtiyaç molası için eve dönmeye üşendiğimden bir kum
yığınının üzerine oturup sorunu kısa yoldan çözmemle ilgili soruşturma ve onu
takip eden yüz yirmi sekiz milyar iki yüz elli milyon dokuz yüz altmış yedi bin
üç yüz kırk bir irade ihlâlinin kovuşturmaları bitince bu konuya öncelik
tanıyacaklarına söz verdiler. :)) Bu arada o yaldızın gözümü almaması için gereken
bütün önlemleri de aldım elbette. Algılayıcılarımı ikinci bir emre kadar her
türlü fikre kapattım öncelikle… Mecburi işleri yaparken elde olmayan sebeplerle
beklemek zorunda kaldığımda ise aklımın gözünü pırıltının aksi yönüne çevirip
kerrat cetvelini, Periyodik Tablo’yu, Misak-ı Millî’nin şartlarını, bir
işletmenin fizibilite raporu için gerekenleri, mavinin çeşit ve isimlerini,
fiil kiplerini tek tek saydım. Topu topu kırk beş saniye sürdü. Kerrat
cetvelinde yedilere gelince şapşırdım. Periyodik Tabloda helyumdan sonrasını
asla öğrenememiştim zaten. Misak-ı Millî akla direkt olarak Atatürk’ü getirdiği
için bugünlerde hatırla(t)mayı sakıncalı (!) buldum. Fizibilite raporunu daha
üniversitedeyken bir türlü kafama sokamadığımdan olsa gerek toptan unutmuşum, o
yüzden kelimenin kökenini merak ettiğim (Latince facere’den Eski Fransızca’ya faire
– yapmak fiilinden kaynaklı faisable olarak geçmiş, oradan ver elini Middle
English dönemindeki fesable, sonra da okuna söylene feasible… Türkçede ise
‘yapılabilirlik’ demek birinci dereceden cinayetle eşdeğer kabul edildiğinden,
ayrıca bunu meslek jargonu zannedip hafiften şişindiğimizden uzun süre ağzımızı
doldura doldura ‘fizibilite’ sözcüğünü kullandıydık.) üç saniyenin konuyla
ilgili düşünmek için yeterli olduğuna kanaat getirdim. Mavi – ki bilerek o
rengi seçmiştim – ve tonları en uzun süren oldu. Çünkü yaptığı ilk çağrışım caz
olduğundan keyfim yerine geldi. Hatta tam bir iki nota mırıldanmaya başlamıştım
ki, kasa sırasında önümde olan şahıs suratında allak bullak bir ifadeyle
ellerini kulaklarına götürdü. Mecburen ondan da vazgeçip son çare kiplere
dadandım. Adamcağız gırtlağımdan yükselen bir takım ahenksiz ve detone seslerin
ardından bir de “Di-li geçmiş, miş-li geçmiş, şimdiki zamanın hikayesi…” diye
saymaya başladığımı duyunca aldıklarını kasadan nasıl geçirdiğini bilemedi
zaten. (Buradan ona sesleniyorum: Süt ile donmuş pizzaları markette unuttunuz,
huu! :D ) Maalesef ne yaptıysam olmadı. Böylece ilk iki seçenek (parlak fikri tümüyle
ve kısmî ret) elendi. Çaresiz, geriye kalan iki alternatif arasından kötünün
iyisi olanı seçtim. Bir taraftan yapmam gerekenlerle uğraşırken, diğer taraftan
önce benim parlak fikri aklımda evirip çevirmeye, ardından biraz daha ileri giderek
sızdırdığı ışıkları mecburiyetlerimin arasına katıştırmaya başladım. Kerevize
limon yerine portakal ve mandalina suyu koymak (Tavsiye ederim; keskin kokusunu
büyük oranda yumuşatıyor.), bankada sadece faturasını ödeyip çıkacakları
örgütleyip “kontuara göbek yaslayıcılardan” arta kalan bir gişede işlerini daha
çabuk halletmelerini sağlamak (Biraz höykürünce neler yapabileceğinize kendiniz
bile şaşıyorsunuz.), eski püskü bir pantolon giyip bir taraftan salonu
süpürürken diğer taraftan sehpalara, büfeye oturarak toz almak (Benim gibi
cesametiniz müsaade ediyorsa mükemmel bir çözüm. Hiç olmazsa bir kaideyle… şey
yani bir taşla iki kuş vurmuş oluyor; hem çaktırmadan oturup dinlenmiş, hem de
bu esnada bir iş halletmiş oluyorsunuz. :D ) gibi kazanımlarım oldu. Ancak
markette kasiyer kartın şifresini isteyince donup kalmak (O sırada fikrimin
‘yapılabilirliğini’ hesaplıyordum ve tam da integrallere gelmiştim. :D ),
yemeğin dibini tutturmak, sehpalardan birinin bacağını kırıp büfeye bir daha
asla eski halini bulamayacağı bir biçim vermek (Çok bir hasar yok canım. Soldaki
iki bacağın biri öne, biri arkaya kaykılırken, diğer yandakiler tahtasının
içine göçtü. Belki biraz da ortadan bel vermiştir… :D ) gibi birkaç ufak tefek
(!) yan etkiden de kaçınamadım. Ama asıl sorun beynimin aşırı yüklenmeye
dayanamayıp kısa devre yapması ve bunu kafamın içinde 101 pare top atışı yaparak
ilan etmesiydi. Sonuçta olan geçen haftanın ikinci yazısına oldu. Ne yazı
yazacak, ne bilgisayarı açacak, ne de hafif bir kar körlüğü yaratan o beyaz
ekranlara (Sahi bilgisayarda neden çoğu arka plan beyazdır? Hayatımıza ilk
girdiği safhalarda siyah üzerine beyaz veya yeşil karakterli ekranlar vardı ne
güzel. Böyle giderse bilgisayar kuşağı katarakta açık havada vakit
geçirenlerden çok daha yatkın olacak korkarım.) tahammül edecek durumdaydım.
Tabii fikrimin (yirmi beş mumlukçuk bile olsa :D ) parlaklığı da bu durumda
bana pek yardımcı olmadı. Efendim? Fikir ne miydi? Vallahi bilmem ki! Onun
peşine tam olarak düşmeye ne halim, ne vaktim kaldı. Başımın ağrısı geçtiğinde ise
beynimin kıvrımları önce eski tip üstten beslemeli bir çamaşır makinesinde
ırgalana ırgalana iki su yıkanmış, ardından ite kaka üç kez merdanesinden
geçirilmiş, son olarak da sanayi tipi buharlı bir ütünün sıcak ve şefkatli (!)
kollarının arasından dumanı üzerinde çıkmış gibiydi zaten. Şu durumda adımı
hatırladığıma bile şükrediyorum. :)))
Geçen sene bu zamanlarda
Dünya Kadınlar Günü nedeniyle üç beş yazı birden döktürmüş, bir tanecik :))
günümüzü neredeyse bir haftaya uzatmıştım. Bu yıl da aynı geyikleri yapmak,
aynı kapılardan geçip çıktığım karanlık koridorlarda aynı duvarlara toslamak
istemedim. Zaten insanları kadın erkek diye iki cinse ayırarak düşünmek çok doğru
da gelmiyor. Yine de kamplaşmak, onlar-biz ayrımına girmek, erdemleri sadece
kendi cinsine (veya kampına) yontup nalıncı keserini karşı tarafın kafasına
geçirmek beşeriyetin mayasında var. Üç kişilik toplulukta bile bir kişinin
yanılıp “Ah, siz …… yok musunuz?” demesi yetiyor. Noktalı yere istediğiniz ismi
veya sıfatı yerleştirin, sonuç hep aynı. Birkaç dakika içinde birbirimizin
boğazına dalmış oluyoruz. İster gerçekten, ister mecazen… Geçenlerde televizyonda
geçgeç yaparken rastladığım bir yarışma programında gencecik, pırıl pırıl, zeki
olduğu akıl yürütme tarzından belli bir kızımız sorulan soru kapsamında
sunucuyla fikir alışverişi kılığında zaman çalmaya uğraşırken aşağı yukarı
şöyle bir laf etti: “Neden her şey kadın erkek ayrımı üzerinden kurgulanır ki?”
Sonra yarışma sualinin uzaylılara kendimizi tanıtmak (Stephen Hawking’e
bakılırsa belamızı aramak :D ) için gönderdiğimiz sondalardaki plakalarla
ilgili olmasından yola çıkarak ekledi. “Bilimkurgu romanlarında bile bu
ayırımdan vazgeçemiyor yazarlar. Oysa ben bu konuda daha yaratıcı şeyler
bekliyorum onlardan. Mesela neden üçüncü bir tür olmasın. Hatta hiç böyle bir
ayrıma sahip olmayan varlıklar bulunamaz mı evrende?” [Evladım, biz daha iki cinsiyetle başa
çıkamıyor, hatta ara yolu tercih edenlere bile kötü gözle bakıyoruz. Bir de
üçüncü cinsle ilişkileri nasıl kaldıralım? :)) Onu ancak Spielberg
kurcalayabildi. O da zekâsının yaldızını iki tanecik filme – ki bence ‘Üçüncü
Türden Yakınlaşmalar’ kabul edilenin aksine ‘E.T.’den çok daha niteliklidir – ancak
yetirebildi. Derken yıllar sonra tuttu, ‘Yapay Zekâ’yı çekti. Ve bizi filme
kaynak olan orijinal hikâyenin sahibi bilimkurgu yazarı Brian Aldiss’den
(Kendisi “Çocukluk öldüğünde arta kalan kadavralara 'yetişkin' adı verilir ve
bunlar cehennemin kibar adı olan 'toplum'daki yerlerini alırlar.” gotik vecizesinin
de sahibidir. :D), yıllarca bir yandan “Çekece’m, çekiyorum.” diye ağzımıza parmak
parmak bal çalarken bir yandan senaryoyu yazdırmak için habire adam harcayan,
ancak filmi göremeden başka boyuta göçen Stanley Kubrick’ten, Altıncı His’te
hepimizin yüreğine dokunan çocuk yıldız Haley Joel Osment’tan, hatta bilimkurgunun
kendisinden bile soğuttu. :D] Aslında ‘Karanlığın Sol Eli’ ismindeki kitabında
bu konuyu tam da haklı olarak ‘daha yaratıcı şeyler bekleyen’ kızımızı tatmin
edebilecek şekilde işlemiştir Ursula Kroeber Le Guin. Kendisi bir bilimkurgu
/fantezi – ve bana sorarsanız, orta şekerli felsefeye et ve kemik giydiren
öykülerin – yazarıdır. Kitap Kış
Gezegeni’ndeki hermafrodit insanlar ile dünyalarına elçi olarak gelen normal
(!) bir adam hakkındadır. Yazar genelde toplumun cinsiyetin belirleyici
özelliklerinden azade olunca nasıl özgürleştiğini, rahatlayıp hafiflediğini
betimlese, cinsiyet çatışması yerine iki kültür ve yaşam felsefesi arasındaki
giderek muğlaklaşan uçurumu sezdirirken aslen bir takım tuhaf, sebebi belirsiz
(ve tabii cinsellikten sonra kitap sattırmakta açık ara birinci çatışma konusu
olan :D ) politik ayak oyunlarını kurgulamayı seçse de, gezegenin neredeyse tek
:) açık fikirli siyasetçisini tam da kızışma döneminde elçiyle birlikte
otoritelerden kaçmaya mecbur ederek cinsel gerilimi kitabın sonuna yetiştirmeyi
başarır. Demek ki sanatçı-düşünür bile ne kadar yenilikçi, devrimci ve aykırı olmaya
çalışırsa çalışsın, bu yola girmesi veya bu tuzağa düşmesi – artık hangisini
kabul ederseniz :) – kaçınılmaz. Bir nevi insan olmanın kör noktası… Veya detayı
arka plandan ayırmayı değil, tam tersine bütün planı tek seferde görmeyi
engelleyen bir çeşit renk körlüğü. Öyle bir körlük ki; “Kadındır, yapMALI!” ve
“Erkektir, yapAR!” karanlıklarında debelene debelene yolumuzu aramamıza neden
oluyor, ama endişeyle, korkuyla veya can havliyle el ele tutuştuğumuzda
aydınlanan patikayı aklımızın gözünden gizliyor. Üstelik genlerimize işlemiş olduğu
için kuşaktan kuşağa fazla gayret sarf etmeden de aktarıyoruz bu kusuru. (Hatta
zaman zaman “Biz aslında ayrım yapmayız evladım, ama gerçek dünyada işler böyle
yürümez! ONLAR başka türlü düşünür.” diyerek bir kamplaşma daha yaratıyoruz çocuklarımızın
zihninde. Belki bilinçli, belki bilinçsiz…) Çünkü insan olmayı tanımlayan bir
prototip yok elimizin altında. Hani Türkçede bir deyim vardır; insan gibi insan
diye… Kendi görüşümüzce adil, mert ve dürüst davranan kişiler için sarf ederiz.
Oysa her zaman bir karşı taraf olduğunu düşünürsek BİZİM ‘insan gibi insan’ın
ONLARA ne ifade ettiğini, edebileceğini aklımıza getirmeyiz. Karşı taraf bizim
‘insan’ dediğimize “Kadın değil mi? Kancık cins! Sattı bizi.” diye hakaret
etmekte veya “Bu erkeklerin hepsi aynı tornadan çıkmış kardeş. Boyları
devrilsin!” diye ilenmekte olabilir. (Haaa, bu arada kadına hakaret edilir,
erkeğe ilenilir. :D Alın size bir fark daha!) Bu, sadece kadın erkek ayrımı
biçiminde gerçekleşmiyor elbette. Daha bir sürü çeşidi var, ama yine de cinsiyet
en kapsayıcı kamplaşmalardan biri ve taraftar toplama konusunda eline kimse su
dökemez… :D Hâlbuki insanlık
bağlamında düşününce Dünya Kadınlar Günü kulağa ne kadar saçma geliyor, değil
mi? Dünya Erkekler Günü var mı ki, Kadınlar Günü olsun? Ama bir dakika… Dünya
Erkekler Günü de var aslında! Tarihinin saptanması da bayağı ilginç. Erkekler
günlerini söke söke almaya :) karar verdikleri 60lı yıllarda bunu kadınların 8
Mart’ından hemen önce kutlamaya ahdetmiş ve kendilerine 23 Şubat tarihini beğenmişler.
(Dünya Emekçi Kadınlar Günü Rusya’da Jülyen Takvimiyle şubatın son pazarında
kutlanırmış. İşlerin resmileşmeye başladığı 1917 yılında bu tarih Miladi Takvime
göre 8 Mart’a rastladığından kutlamalar o güne sabitlenmiş kalmış. Erkekler de
bunu örnek almışlar.) Ancak bir iki yıl yapılan düzenlemelere – neyi
kutlayacaklarını bilemediklerinden olsa gerek :D – katılım giderek düşünce
günün mana ve ehemmiyeti askıya alınmış. Sonunda Dünya Erkekler Günü’nü – diğer
cinsinkinden mümkün olduğunca uzağa :D – 19 Kasım’a kadar geri çekmişler. İlkin
1999 yılında Trinidad ve Tobago’da kutlanmaya başlamış. Uygar (!) dünya ise 2003
yılında esneye gerine uykusundan uyanmış da, sonunda erkeklere bir gün tahsis etmeyi
resmileştirebilmiş. Bu tip şeyleri hiç atlamayan ve hemen ekonomik çevrimine
katan ABD bile ancak 2008’den sonra kıyısından köşesinden kutlamalara katılmış.
:)))Aslında insanlar (kadın,
erkek fark etmez!) her ne kadar kör, bağnaz, ön yargılı, takıntılı bir tür
olsalar da yaptıkları her şeyin bir nedeni oluyor genellikle. Ama anlamlı, ama
anlamsız… Ama geçerli, ama alakasız… Ama doğru, ama yanlış, hatta umumiyetle
ortaya karışık… :)) Şimdi düz mantıkla yola çıkalım ve soralım; bu iki günün
resmileşmesinin arasındaki seksen yıllık farkı nasıl açıklayacağız? Hani Julie
Gold’un From a Distance (Bette Midler’in güzel yorumu unutulmaz) isimli
şarkısında tarif ettiği üzere şöyle biraz uzaklaşıp yukarılardan bakacak olsak
duruma; zavallı erkekler o kadar şiddet görmüş, o kadar aşağılanmış, o kadar
ezilmiş, o kadar görmezden gelinmiş ki onlara bir gün ayırmak kadınlarınkinden
neredeyse bir asır sonra akla gelmiş bile diyebiliriz. :)) Yine ters köşeye yatırdım
sizi değil mi? Oysa neler ummuştunuz… “Yaşasın! Sonunda biri kadın erkek
çatışmasının döşediği mayınlara basmadan insan olmaktan bahsediyor.” diye
düşünmüştünüz. “Genelde pek dişe dokunur şeyler yazmaz bu, ama kim bilir? Ya anlamlı
bir noktaya parmak basmayı başarırsa...” diye ümitlenmiştiniz. :) “Belki
karanlıkta belli belirsiz, siyahtan az farklı gri bir iz gibi bazı fikir
kırıntıları bırakmıştır arkasında! Hatta – olacak şey değil ama – BENİM gibi
düşünüyordur, ONLAR gibi değil.” zannına kapıldınız. Ama olmadı. Sırtınızdan
bıçaklandınız.
Eee, kadın değil miyiz? Yakalamışız bir fırsatını – ve tam da gününü :D – yontacağız kendimize elbet! :)))
Antonio Javier Caparo'dan 'Orishas' isimli çalışma
|
Eee, kadın değil miyiz? Yakalamışız bir fırsatını – ve tam da gününü :D – yontacağız kendimize elbet! :)))
Steve Castle'dan 'Summer at the Lakes' isimli çalışma Diğer Çalışmaları Blog Paylaşımları |
Pamuk helvayı bilirsiniz.
Hani genellikle pembe renkli olan ve pamuksu görüntüsünü bir de renginin
frapanlığına, iyimserliğine ve neşesine bulayıp hem çocukları, hem de içindeki
miniği susturmayı bir türlü başaramayan bir takım yetişkin kılığındaki
afacanları şiddetle kendisine çeken sahte mutluluk bulutu… Eskiden açıkta
satılırdı. Şimdi mikroplar, virüsler, toz, toprak bahane edilip naylonlara
hapsediliyor. (“Hijyen! Hijyen!” diye diye yarım aklımızı da kaybetmek
üzereyiz. Oysa mikrobu mikroba kırdırmak lazım. :D ) O güzelim şekerin plastik
torbaya tıkıştırılmış hali; pırıl pırıl bir havada eve kapatılmış, dışarıda
oynayan arkadaşlarını camdan seyretmek zorunda kalan bir çocuğun hüsran içinde ağlayarak
burnunu cama yaslayıp sümüklerini pencereye sıvamasını hatırlatıyor bana. :)
Her gördüğümde içim cız ediyor. Sanki özgür olmak için doğmuş bir ruhu
zincirleyip zindanlara tıkmışız, çocuk olduğumuz zamanların büyüsünü de adı
anılmayacak bir cinmiş gibi kulağından tutup Alaadin’in Lambasına hapsetmişiz
gibi geliyor. (Bu arada şu Alaaddin’in Cini neden masalın hiçbir yerinde o
kandile hangi sebeple tıkıldığını anlatmaz hep merak etmişimdir. Hâlbuki yaramazlıklarını
askerlik anıları gibi hikâyenin sağına soluna serpiştirse veya lambadaki hapis hayatını
anlatan bir kitap yazsa örneğin, masal biraz daha hareket kazanmaz mıydı? Niye
hiç kimse bu konuya kalem oynatmamış hayret! Mesela Oscar Wilde’a pek
yakışırdı…)
Bizim zamanımızda o
şekerlerin nasıl yapıldığını seyretmek de mümkündü. Simdi de öyle arabalar var
mı, bilmiyorum. Simitçi arabaları gibi camekânlı idi pamuk helvacılarınki de…
Ama bunlarda tezgâh yerine genişçe bir çanak bulunurdu. Adam bir tahta
parçasını çanağın içine doğru uzatır Macbet’in Cadılarının tuhaf bir taklidi
gibi boş kazanı onunla karıştırırdı. Önce hiçbir şey olmazdı gerçi. Hatta
makinenin bozulduğunu söylemesini bekleyerek hayal kırıklığı ve ağlamaklı bir suratla
satıcının yüzüne bakmaya başlardınız bir süre sonra. Oysa o, kaygılarınıza aldırmaz,
hatta bıyık altından gülerek yapmakta olduğu işe, bir çıtaya kazanın merkezinde
yer alan metal bir çıkıntıyı tavaf ettirmeye, devam ederdi. Sonra aniden
çanağın ortasından bir hayaletin kolu gibi hasretle uzanan şeffaf bir pembelik
(veya beyazlık) çıtanın beline dolanmaya başlardı. Bu beklenmedik ‘yoktan var
olma’ hali şekerin görüntüsündeki büyüyü iyice arttırır, adeta kutsal bir
kişilik katardı yumuşak, hafif ve uçarı yapısına. Öyle ki satıcının işi bitip
çıtayı pembe bulutsuyla tamamen kaplayarak (acemi veya kendisi de henüz
çocukluğunu yitirmemiş bazı satıcılar öyle bir doldururlardı ki çubuğun
üzerini, ucunu bulabilmek için sizin de parmaklarınızı buluta daldırmanız
gerekirdi) elinize verdiğinde tadına bakmak ne kelime, füsunlu diyarlardan ziyarete
gelmiş bir peri kızıymış gibi seyretmeye bile kıyamazdınız. Sonra aslında bütün
yüzünüzü içine gömmeyi, böylece bulutun içinde ne gibi harikalar gizlendiğini
görmeyi isteyerek, ama üzerinizi kirletmemeniz için tırnaklarını çıkarmış :))
bekleyen büyüklerden ödünüz patladığı için önce – görüntüsü hemen bozulmasın
diye – alt ucundan akıllı uslu bir dil darbesi atardınız. Katıksız şeker tadı
bütün korkularınızı, endişelerinizi ve tabii oto sansür gayretlerinizi alaşağı
ediverirdi bir iki saniye içinde. Ağız burun demeden girişiverirdiniz o andan
itibaren. Kademeli olarak önce ağız, burun ve kaşlar, ardından saçlar, derken
bayramlık kıyafetlerin (Neden mi bayramlık? Çünkü pamuk helva ziyafeti özel
günlerin sürpriziydi bizim zamanımızda? Şimdiki gibi her istediğinde yanı
başında bitmezdi insanın o rüya. :D ) üzeri batar, sağınızı solunuzu
tükürüklemekten (Bir de o vardı tabii. Kolonyalı mendil falan ne arasın o
günlerde? En fazla küçük kolonya şişeleri ile kumaş ve köşesi işli mendiller
bulunurdu el çantalarında. Böyle kapsamlı bir lekelenme durumda onlara da
kıyılamaz ve anneler parmaklarının ucunu tükürükleyip birinci sınıf :))
temizlik yaparlardı suratımızda…) bir hal olmuş anneniz de bir süre sonra ‘Amaaaan!
Sal, gitsin!’ kıvamında bir boş vermişliğe kendini kaptırır, hatta bir pamuk
helva da kendisine alırdı. :)) Şimdilerde edepli, uslu çocuklar gibi içine
hapsolduğu şeffaf torbanın şeklini muhafaza eden ve artık buluttan çok
kıtıklaşmış yastık pamuğuna benzediğinden büyüsünün önemli bir kısmını yitirmiş
şekerleri terbiyeli terbiyeli elleriyle koparıp yiyor herkes. Çocuklar da
büyüklerini örnek almak isteyerek, ama meşrepleri gereği sallapati bir biçimde pamuk
helvasını avuçluyor, bütün özgürlüğünü, onurunu ve asaletini kaybetmiş ve
sıkıştırılıp ağda haline gelmiş iğrenç topaklara çevirerek yutuyorlar bu
güzelim hülyayı. Yüzleri lekesiz, elleri kolonyalı mendillerin ağır kokularıyla
sterilize edilmiş, kıyafetleri pırıl pırıl, yüzlerinde bozunmuş şekerin
ağızlarında bıraktığı ekşi tada nazire yapan limoni bir ifade ile büyüyü
bilgisayarda suni olarak üretilmiş animasyonlarda aramak üzere uzaklaşıyorlar.
Gerçi çocuk için dünya her zaman sihirli bir yerdir. Bir tek şeyi elinden almakla
etrafındaki büyüden kolay kolay koparamazsınız bir ufaklığı. O her zaman yenilerini
bulmakta, coşkuyla – mesela basit bir cam sürahide bu kadar çıldıracak ne
bulduğunu bir türlü anlayamayan – büyüklerine dünyanın kumaşına esrarengiz
nakışlar gibi işlenmiş efsunu işaret etmeye devam eder. Ama esas kayıp sizinle
çocuğunuzun arasındaki ortaklıklardan kemirdikleridir. Aynı şeylerden alınan ortak
tadı kaybedersiniz. Çünkü onun pamuk helvasıyla sizinki aynı değildir. Elinin
altındaki çok daha gösterişli imkânları denemektense sizin neden tuhaf bir
şekilde bu şekerde ısrar ettiğinizi anlayamaz. Sırları dökülmüş bir aynadan
geçmişe bakma ve bunu çocuğunuzla paylaşma imkânınız elinizden alınmıştır bir
kere… Şimdiki çocuklar ballıbabaları bilmiyorlar mesela. Pisipisileri kolda
yürütmeyi, hindiba kömeçlerini üfleyip minik paraşütçüleri seyrederken açık
kalan ağzı, burnu, kulağı kollamak gerektiğini :)), arı sokunca üzerine
tükürmenin ağrıyı azaltacağına inanmanın başlı başına yeterli bir teselli
olduğunu, gazoz kapaklarından madalya yapılabileceğini (artık gazoz
kapaklarının altına mantar koymadıklarından o bile yapılamıyor :D ), sokaktaki
basit çakıllarla üç oda bir salon ev inşa edilebileceği gibi beş taş da
oynanabileceğini, eskiden yaprak veya kır çiçeği koparmanın şimdiki gibi
cinayetle eşdeğer tutulmadığını, bahçelerdeki ve yol kenarlarındaki
yeşilliklerin üzerine basılmak için yetiştiğini, ağaçların çocuklar çalsın diye
meyve verdiğini :)) bilmiyorlar. Doğanın çeşit çeşit kılıklara girip insanı
insan yapan en önemli özelliklerden birini, merakı gıdıkladığından habersizler.
Onunla ilgileri kalmadı gibi adeta. Artık bambaşka sihirleri var onların.
Bilgisayarlara veya onların ekranlarına gizlenmiş çoğu. Onları da bizler;
anneler, babalar, halalar, teyzeler, dayılar, amcalar bilmiyoruz. O yüzden
dedeleri ve nineleriyle oturup bir zamanlar birlikte keşfettiğimiz büyülerden (demek
ki onlarla ortak sihirlerimiz varmış bizim) bahsediyoruz. Çocuklarımız da
tekerleğin keşfini anlatıyormuşuz gibi ağızları açık bizi dinliyor ve
suratlarında “Siz de amma saftirik şeylermişsiniz. Hiç bilyeden oyuncak olur
mu? Onlar cam saksıların, vazoların içinde duran veya tabakları dolduran bir
takım dekoratif cam kürelerdir bi’ kere.” veya “Hiç çiviyle oyun olur mu? Ben
yapmaya kalksam tetanostan girer, kangrenden çıkarlar, hatta evden aforoz edilirim.
Oysa şu hallerine bak! Bi’ de anam babam olacaklar. Ağızlarını doldura doldura
nasıl da anlatıyorlar; ‘Çiviyi atmanın da bi’ tekniği vardı.’ falan diye… Cık
cık cık!” ifadeleriyle bakıyorlar. Medeniyet, daha doğrusu teknoloji denen tek
dişi kalmış (Bu da züğürt tesellisi işte! Tek dişi kalmışken bunları
yapabiliyorsa, otuz ikisi de sağlam olsa… Vay geldi başımıza! :D ) canavar
bizim kuşağın kendi çocuklarıyla paylaşabileceği pek çok büyüye ambargo koydu.
Hepsine tamam! Ama ben
özgür pamuk helvalarımı geri istiyorum. Geçen gün özenip aldım. Çıtasının
toplam hacmi helvasına konan şekerden daha fazlaydı. Kendimi her anlamda
‘kazıklanmış’ hissettim. :)) İtirazım var!
Ayako Ito ve Randall Church'ün Erik Natzke ve Rachel Ducker'ın çalışmalarından esinlenerek oluşturdukları Scribbled Line People Project |
Son zamanlarda yaşamımıza
giren pek çok teknoloji harikasının salma süreleri giderek uzuyor sanki.
Eskiden gece bir odaya girdiğinizde elektrik anahtarına basmanızla her yer hemen
aydınlanıverirdi. Şimdiyse düğmenin tıkırtısını neredeyse sesli bir düşünme süreci
takip ediyor. “Hmmm… Düğmeye basıldı, devre tamamlandı. Demek ki akım benden
yana son sürat geliyor. Birazdan ışıyacağım, ama belli mi olur? Hele bir
prosedürü takip edelim bakalım, eksik gedik olmasın. Balast, dikkkkkat! Doğrultmaçlar,
kondansatörler, transistorlar görev yerlerine! Ay, işte alternatif geldi bile. Balast doğrult şu Tesla’nın sinüzoidalini, çok
fena gıdıklanıyorum! Hazırlanmam lazım oysa. Gazım ful mü acaba? Hah, sonunda
doğru akım! N’apalım? Edward Hammer zamanında vurmuş bir kere, durma, sen de vur
cıvama cıvama!” Öyle yanar yanmaz etrafı görebilmek gibi bir lüksümüz de yok
hani. Önce kör kandil ışığı gibi kerhen bir loşluk. Ardından ancak etrafa
bakınıp ortamın gerçekten aydınlanmaya gereksinimi olduğuna kanaat getirdikten
sonra tedrici bir nurlanma süreci… Yani
odaya girer girmez görmeniz gereken bir şey varsa, yanınızda el feneri taşıyın
daha iyi. Yoksa ampulün keyfine kalmışsınız. Canı ne zaman ve ne kadar isterse,
o anda ve o miktarda aydınlatıyor ekonampul! :) Peki ya apartman içi
merdivenleri aydınlatmak için taktırdığımız hareket sezicili lambalara ne
demeli? Onları da tasarruf yapmak uğruna sokuyoruz yaşamımıza, ama işbu teknoloji
de gündüzleri pırıl pırıl güneş ışığında yanından kelebek uçsa hemen alarma
geçtiği halde, geceleri sezicinin karşısına geçip topluca halay çekseniz, kankan
yapsanız, hatta kolbastı oynuyorum bahanesiyle bir iki kez sağına soluna
vursanız bile; “Ay, hiç canım çekmiyor şimdi! Üstelik biliyorum ki, ışıldar
ışıldamaz şu insan denen nankör yaratık başlayacak yine söylenmeye. Yok, gaz
lambasından hallice ışık veriyormuşum. Yok, bastığı yeri göremezken anahtar
deliğini nasıl bulsunmuş. Yok, o! Yok, bu! Vallahi hem cızbız olup, hem de bu
kadar laf işitmek ağırıma gidiyor.” yakınmalarıyla iş işten geçtikten, siz el
yordamıyla kapınızı açıp içeri girdikten on dakika sonra cılız bir ziya salıyor
etrafına. Onları da geçelim. Marketin girişinde sizi görür görmez; “Aman
efendim! Kimler gelmiş, kimler gelmiş? En özel müşterimiz mi buradaymış?
Buyursunlar!” şeklinde yolunuza paspas olması gereken kapılar, tam tersine bir
zamanlar TRT’de yayınlanan Hanna-Barbera çizgi filminde pis pis gülen ‘Değerli’
misali; “Açılmakta bir nanosaniye daha gecikirsem, burnunu camımdan toplayacak.
Ondan sonra akşama kadar açık bıraksalar da gam yemem zaten. Değil mi ki, şu
suratındaki kibirli ve amirane ifadeyi silmiş olacağım.” diye intikam planları
tasarlıyor. (Oysa kendileriyle ilk müşerref olduğumuz Uzay Yolu dizisinde hiç
de öyle davranmıyor, Atılgan’ın en düşük rütbeli mürettebatından Kaptan Kirk’üne
kadar herkese Cihan Padişahı muamelesi yapıyordu.) Kapıda dikilip kaldığınıza
mı, sanki bu numarayı bir tek size yapıyormuş gibi marketin içinden ve / veya
dışından şahsınıza yönelen manidar, hatta müstehzi sırıtmalara katlandığınıza mı,
yoksa alışveriş arabasını o, içten pazarlıklının iki kaşının… pardon iki
kanadının ortasına çakamadığınıza mı yanasınız?
Bunların akıllandıkça
hayatımızı kolaylaştırması gerekmiyor muydu?
İçlerinde en akıllı
olduğu iddia edilen bilgisayarlar ise hepsinden beter. ‘Aç’ düğmesine bastıktan
sonra gidip bulaşık makinesini yerleştiriyor, çiçek suluyor, bakkala sipariş
yazdırıyor, servise gelen kapıcıyla komşuları çekiştiriyor, çamaşırları
toplayıp nihayet önüne oturuyorsunuz bilgisayarın. Ekranda bir cümle: “Bana mı
dedin?” (Hani söylerken limon yalamış gibi bir de suratını buruşturan ünlü
aktörün meşhur repliği… :D ) Sonunda masaüstü ekranına vasıl olduğunuzda her
şey bitti sanıyorsanız, çok yanılıyorsunuz. Açılış seremonisini takiben derununda
ne varsa, hepsinin hatırını ayrı soruyor makine. “Hop, soldan yüz elli sekiz
milyar on yedinci sıfır, yedi milyon otuz dört bin altıncıyla yer değiştir
bakiiim! Birler, aranızda konuşmayın! İtişmeyin yav’, şaşırıyorum! Hah, hadi
buyurun bakalım! Kaçta kalmıştım ben?” Tam sıfırları ile birlerinin ikametgâh
ilmühaberlerini tamamlamışken; “Senin antivirüs programın mı var yav’? E, her
şeye karışıyo’ bu!” deyiveriyor. Ha, bir de bu var. Yüklenmiş ne var, ne yoksa
asaletmeaba her açışınızda yeniden göstermek, o da yetmez takdim etmek, hatta beğendirmek
zorundasınız. “Yahu daha iki saat önce
açıktın. O zaman ne varsa, şimdi de aynısı var.” demeye hakkınız yok. Hemen
cevabı yapıştırıyor; “Kes tatavayı! Çalıştıramadım işte bu Nuh Nebi’den kalma
programı. Sen beni bi’ kapatıp aç bakiiim! Belki o zaman marş basar.” Panik
atak kesekâğıdınızı burnunuza dayayıp içinizin en sıkkın yöresinden yükselen
acıklı bir “Aaaaaaayyyyyyyyhhhhhh!” feryadıyla kendinizi bir koltuğa atarak bilgisayarınız
sayması gereken bilgileri tamamlayana kadar oyalanmak üzere televizyonun
düğmesine dokunuyorsunuz. Önce inceden bir sövgü… “Bre bip bip de bip bip! Sen
aldığın cihazın el kitabını okumaz mısın? Ne diyo’ orada? Bu televizyonların
kapatılması tehlikeli ve yasaktır. Yoksa neden ekran koruyucu işlevini
koysunlar a benim biiiiipim. Hem sen ekonomi yapacağım diye her kapattığında
benim neler çektiğimi biliyor musun? Onu kontrol et, şunu söndür, kırmızı ‘her
dem göreve hazır ve nazırım’ lambasını yak! Sonra da devrelerini kemire kemire
‘Acaba beni tekrar ne zaman açacak bu ?’ diye aportta bekle! Böyle bir şeyin
üzerimde ne kadar gerilim yarattığından haberin var mı? Nerdeeeee? Sen öyle
malak gibi yayıl! Sırf düğmeye bas e mi? Bu evde bütün işi ben yapıyorum zaten.
Canın sıkıldı, aç televizyonu! Yoruldun, dinleneceksin, yatıp uyumak yerine
tut, beni uykumdan et! Haber almak istiyorsun, elinin on santim ilerisindeki
gazeteye değil, benim kumandama uzan! Müzik? Aç bir dımtıs kanalı, gitsin! O
seti niye almıştın ki zaten? Yavrucak CD’lere bile hasret kaldı, değil ki eski
plaklar, kasetler… Hoş artık düğmesine dokunsan da kekelemekten başka bir şey
yapamayacak garip. Dinlersin artık, vo-vo-vo-vorldün va-va-va-vat a va-va-va-vandırfıl
olduğunu… Peki ya film? Git kardeşim, bastır on beş kâğıdı! Adam gibi sinema
salonunda seyret şu filmlerini! Ama olur mu? Kölen var burada çünkü! Oooof of!
Ne çileli monitörüm varmış. Vallahi kablolarımı süpürge ediyorum da
yaranamıyorum. Seyredecek bir şey bulamayınca sövülen ben! Ekranım tozlanınca
statik elektriğime anot katot düz gidilen ben! Yayın kesilince refleksle ağızdan
fırlayan ‘Gene ne oldu bu aptal kutusuna?’ lafındaki tamlamanın birinci
kelimesini katiyen üzerine alınmadığın gibi, üstelik beni kastederek vurgulayan
sen! Yeter artık! Vallahi bıktım bu hayattan! Senin tüplü on beş yıl yine iyi
dayanmış. Ben garanti süreme şafak sayıyorum. Bitsin de, bak başına ne dertler
açacağım!” Bunca radyasyonu yedikten sonra (E, ne sandınız? Bunları kelimeler
halinde söyleyecek hali yok ya. Zehrini, yaydığı radyasyonla saçıyor musibet.
:D ) bitiyor mu dersiniz? Hayır! Bu yeni nesil televizyonların açıldığını
anlaması bile bir iş. Haa, program düğmelerine de öyle sinirli sinirli, seri
bir biçimde basmak yok. Uyku mahmuru ya, kafası karışıyor haşmetmeabın.
Sonuç olarak bu kadar
akıllı aygıt varken hayatımız kolaylaşacağına zorlaşıyorsa, belki de üç robotik
yasayı (Aslında sonradan toplum yararını da içeren bir dördüncüyü daha ekledi
robotların peygamberi Isaac Asimov. Üstelik bu dört tanecik yasa makinelerin
üzerinde insanların on emrinden çok daha iyi iş çıkarıyor teoride. :D ) uygulamanın
zamanı gelmiştir, ne dersiniz? Yoksa ya makinelerden biri beni katledecek, ya
da ben ilkel yaşama geri döneceğim. Hiç olmazsa çakmak taşı; “Ben kıvılcım
falan çıkaramam, ocakta yemeğim var!” demiyor. Yıldızlar karanlıkta parlamaları
gerektiğini, gündüz olunca nöbeti güneş ışığının devralacağını biliyor. Hatta
gözlerim bile doğal ortamda aslî görevlerini hatırlıyor, hiç mırın kırın
etmeden, sulanıp kaşınmadan yerine getiriyor. Ayrıca bilgileri kendim sayarsam
aklımda daha çok kalıyorlar ve üç gün süren son baş ağrısı krizi gösterdi ki,
televizyonsuz da pekâlâ yaşanabiliyor. :)))
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder